29 Aralık 2010 Çarşamba

KELİMELER-KAVRAMLAR ... MİKÂİL (a.s.)

 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
M İ K Â İ L (a.s.)

     Kur'an-ı Kerim'de adı geçen dört büyük melekten birisi.
     Mikâil kelimesi Ahd-i Atik (Tevrat)'ta "Mikael" biçiminde geçmektedir. Mikâil'in "büyük reis", "İsrail oğullarının hamisi" (Daniel: 12/1) olduğu zikredilmektedir. İsrail oğullarını, İranlılara (Daniel: 10/13), Yunanlılara (Daniel: 10/20, 21) karşı koruyan da Mikâil'dir.
Mikâil kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bir âyette, Mikâl şeklinde geçmektedir. "Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki, Allah da inkar edenlerin düşmanıdır" (el-Bakara, 2/98) buyurulmaktadır.
     Yahudilerin ve Müslümanların Mikâil hakkındaki düşüncelerini öğrenmek için bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili bulunan iki rivayete göz atmakta yarar vardır:
1- Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman Fedek Yahudilerinden Abdullah İbni Suriya bir kaç kişiyle birlikte gelir ve bazı sorular sorar. Hz. Peygamber (s.a.s), onların sorularını cevaplandırır. Yahudiler, cevapları olumlu bulurlar ve kabul ederler. Son olarak kendisine hangi meleğin vahiy getirdiğini sorarlar Hz. Peygamber (s.a.s)'de "Cebrail" cevabını verir. Yahudiler buna şiddetle itiraz ederler, "O bizim düşmanımızdır" derler. Gerekçe olarak Cebrail'in "Kıtal ve Şiddet", Mikail'in ise "müjde, ucuzluk, bolluk" getirdiğini ileri sürerler.
2- Yahudiler, Hz. Ömer'e sorular sorarak cevaplar alırlar. Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy getiren meleği sorarlar. O da "Cebrail" der. Yahudiler "vahiy getiren Mikail olsaydı ona inanırdık" derler. Hz. Peygamber (s.a.s)'e inanmamalarının sebebini ona vahyi Cebrail'in getirmesine, Mikâil'in getirmemesine bağlarlar. Cebrail'in "azab, kıtal, şiddet", Mikail'in "ucuzluk, bolluk, refah" getirdiğini ileri sürerler.
     Müslümanlar, Cebrail'in ve Mikail'in büyük meleklerden olduğuna inanırlar. Her ikisini de dost kabul ederler. Bunlardan birisine dost olup diğerine düşman olmak melekler hakkındaki İslam inancına ters düşer. Her iki melek de Allah'ın elçisidir. Allah'tan aldıkları görevleri yerine getirmekle yükümlüdürler. Bu yükümlülüğün dışına çıkmaları da mümkün değildir. Allah evrende meydana gelen olayların (tabiî olayların) idaresini Mikail'e vermiştir. Tabiat olaylarını idare etmek, yağmuru yağdırmak, rüzgârı estirmek böylece, bitkilerin üretimini sağlayarak, insanların ve diğer canlıların rızıklarını tayin etmek Mikail'in başlıca görevleridir.
Cemil ÇİFTÇİ


26 Aralık 2010 Pazar

MAVİ MARMARA İSTANBUL'DA

<:o:p>
<::o:p>
<:::o:p>
<::::o:p>
<:::::o:p>
<::::::o:p>
<:::::::o:p>
<::::::::o:p>
<:::::::::o:p>
<::::::::::o:p>

İSLAM İLMİHALİ ... DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: FIKIH - IV. İLMİHAL

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Dördüncü Bölüm: Fıkıh
IV. İLMİHAL
     İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve Müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.
     Fıkıh ilminin tarihî gelişimi hatırlanırsa, ilk dönemlerdeki yoğun ictihad ve fetva faaliyetinin mezheplerin teşekkülü ile belirli bir sisteme oturduğu, orta dönemlerden itibaren fıkıh mezheplerinin hem toplumda hukukî istikrar ve güveni, uygulama ve yargı birliğini sağlamada hem de fertlere ibadet ve ahvâl-i şahsiyye alanında rehberlik etmede önemli bir rol üstlendikleri bilinmektedir. Mezheplerin farklı bölgelere yayılıp mezhep içi ictihad ve fetvaların çeşitlenmesi ve zenginleşmesiyle birlikte aynı ihtiyaç tekrar hissedilmeye başlanmış, bu sebeple de mezhep içinde oluşan farklı görüşler arasında sahih ve muteber olanın belirlenmesi ve bunları esas alan metinlerin yazılması cihetine gidilmiştir. Bu dönemde mezheplerin muteber metinlerinin de kamu kesiminde ve bireysel hayatta yukarıda sözü edilen türden pratik bir ihtiyacı karşıladığı söylenebilir. Bu kademede mezhep fıkhını doktriner tarzda inceleyen hacimli eserlerin yanı sıra mezhep fıkhının ana çizgisini ortaya koyan muhtasar el kitaplarının da kaleme alındığı ve belli oranda rağbet gördüğü bilinmektedir. Çünkü hem âyet ve hadisler ile toplumsal hayat ve problemler arasındaki bağı kurmak, âyet ve hadisler etrafında zengin bir hukuk kültür ve doktrini oluşturmak hem de toplumda hukukî istikrar ve güven ortamını, yargı ve uygulama birliğini sağlamak, Müslümanlığı öğrenmek ve yaşamak isteyenlere sade, kolay ve anlaşılabilir temel dinî bilgileri sunmak gerekliydi. Fıkıh mezheplerinin değişik dönemlerinde kaleme alınan ve mezhebin klasik literatürünü teşkil eden bu hacimli ve muhtasar kitaplar böyle bir amaca hizmet etmiştir.
     İslâm toplumunda her dönemde canlı bir şekilde var olan fetva verme (iftâ) faaliyeti de dinî hükümlerin ve mezhep görüşlerinin âdeta günlük hayata uyarlaması mahiyetindedir. Bu sebeple fetva kitaplarının da temel dinî bilgilerin yaygınlaşması ve fertlerin bu konudaki amelî ihtiyacının giderilmesinde etkin bir rolü olmuştur. Bu zengin tedvin faaliyeti içinde bütün müslümanlar için kaçınılmaz olan asgari ortak bilgilerin, ayrıca her müslümanın kendi durumuna göre bilmesi gereken temel dinî bilgilerin özlü bir şekilde ve belli bir mezhep geleneğine bağlı kalınarak yazıldığı kitaplar ile fetva kitapları İslâm toplumundaki ilmihal geleneğinin ilk nüvelerini teşkil ederler. İlmihal bilgileri arasında İslâm toplumunun dinî hatta günlük hayata ilişkin tecrübe birikimi ve geleneği de ana hatlarıyla mevcuttur. Böylece dinî eğitim için başlangıç, dinî hayat açısından ortak payda değerindeki ilmihal bilgileri, fertler için de kaçınılmaz pratik bir ihtiyacı karşılamıştır. Çünkü dinî hükümleri aslî kaynağı olan şer`î delillerden elde etme ve elde edilen bilgiler ile günlük hayatın ihtiyaç ve problemleri arasında bağ kurma ciddi bir ilmî çabayı, bilgiyi ve uzmanlığı gerektirdiğinden her bir müslümandan böyle bir çabayı beklemeye imkân bulunmadığı gibi buna ihtiyaç da yoktur.
     İlmihal bilgilerinin başında inanç, ahlâk ve ibadet esasları ile hemen herkesin günlük hayatta karşılaştığı meselelere ilişkin temel hükümler gelir. İlmihal kitaplarının özünü oluşturan fetva kitaplarında fıkhın genel bir özeti ve sıkça karşılaşılan fıkhî meselelerin çözüm örnekleri verilmiştir. Geniş ilmihal kitaplarında ise inanç, ahlâk, ibadet ve helâl-haram yanı sıra peygamberler tarihi, Hz. Muhammed'in hayatı ve örnek ahlâkı (siyer) ile aile hukuku (münâkehât) bölümleri de yer alır. Çünkü bu konular da hem her müslümanın öncelikle bilmesi gereken bilgileri, hem de ferdî hayatında devamlı yüz yüze kaldığı problemlerin cevaplarını içermektedir.

23 Aralık 2010 Perşembe

HADİS-İ ŞERİFLER ... KONU: DUA EDENİN HEY'ETİ (DIŞ GÖRÜNÜŞÜ)

H A D İ S - İ    Ş E R İ F L E R
KONU: DUA
Yukarıdaki başlıkların içeriğini daha önce yayınlamıştık...
 
İKİNCİ FASIL: DUA EDENİN HEY'ETİ (DIŞ GÖRÜNÜŞÜ)
   Umumî Açıklama:
   Hey'et dilimizde bir kaç mânada kullanılır. Şekil, sûret, görünüş, kılıkkıyafet, hâl, durum; bir bütünü teşkil eden cüzlerin hepsi, kurul, jüri vs. Sadedinde olduğumuz hadiste hey'et kelimesi daha ziyade kılıkkıyafet, durum mânalarında kullanılmıştır.
   Dua eden kimsenin, kılık kıyâfet ve dış görünüş itibariyle  takınması gereken bazı tavırlar, dikkat etmesi gereken bazı hususlar mevcuttur. Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu çeşit irşadlarını göreceğiz.
1. (1765)- İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Duvarları örtmeyin. Kim kardeşinin mektubuna, onun izni olmadan  bakarsa, tıpkı ateşe bakmış gibi olur. Allah'tan avuçlarınızın içiyle isteyin, sırtlarıyla istemeyin; duayı tamamlayınca avucunuzu yüzlerinize sürün." [Ebû Dâvud, Salât 358, (1489, 1490, 1491).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir kaç meseleye birlikte temas etmiştir:
1- Duvarlar halı, kilim vs. ile örtülmemelidir. Çünkü bu iş, hem mütekebbirlerin amelidir, hem de malın ziyân edilmesi, israf edilmesidir. Zira duvarlarına örtülmesini gerektiren hiçbir zarurî durum mevcut değildir. Müslim'de gelen bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kapının üzerine halı asmış olan Hz.Âişe (radıyallâhu anhâ)'ye: "Allah, bize taş ve toprağa elbise giydirmemizi emretmemiştir" diyerek indirtir.
2- Hadiste "kardeşinin kitabı"na bakmak da yasaklanmaktadır. Şârihler, buradaki kitaptan maksadın, içerisinde, öğrenilmesi herkese vacib olan ilmin bulunduğu kitap olmayıp, sâhibi tarafından başkasının bakması arzu edilmeyen mektup olduğu belirtilir. Belki bu mektupta, sır olan, başkasının muttali olması istenmeyen bazı bilgiler vardır. Öyle ise böyle bir mektuba bakmak ateşe bakmak gibidir.
Ateşe bakmak için, bazı  âlimler "hadisin siyakından anlaşılacağı üzere insan için zararlı bir şey olmalıdır" demişlerdir. Mamafih, bundan maksadın "ateşe yaklaşmak ve yaslanmak" olabileceği, ihtimal olarak belirtilmiştir. Üçüncü bir ihtimale göre mânâsı; kişi, kardeşinin bakılmasını istemediği bir mektubuna bakmakla ateşi gerektiren bir şeye bakmış olmaktadır.
3- Hadisin, sadedinde olduğumuz mevzuya, yani dua edenin hey'eti meselesine temas eden kısmı, son kısmıdır: Dua ederken avucun açılıp avuç içi yukarı gelecek şekilde kaldırılması, elin sırt kısmı yukarı gelecek şekilde tutularak dua edilmemesi, dua bitince de ellerin yüze sürülmesi istenmektedir.
4- Duânın sonunda elin yüze çalınması teberrük içindir. Yani, dua ile ellere inmiş olan rahmet eserleri, sürmek suretiyle yüze ulaştırılmış olur.

2. (1766)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dua ederken ellerini öyle  kaldırdı ki, koltuk altlarının beyazlığını gördüm." [Buhârî, İstiska 21.]

3. (1767)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ellerini dua ederken kaldırınca, onları yüzlerine sürmedikçe geri bırakmazlardı."
[Tirmizî, Daavât 11, (3383).]        
AÇIKLAMA:
Bu rivayet dahi duadan sonra ellerin yüze sürülmesinin meşruiyetini gösterir. Bazı âlimler şöyle bir mütâlaada bulunmuştur: "Allahu Teâlâ, dua edeni hiçbir zaman boş çevirmeyip, kendisi için kalkan ele bir rahmet ulaştırdığına göre, ondaki rahmetin en şerefli ve tekrime en elyak organ olan yüze sirâyet ettirilmesi münâsiptir."

4. (1768)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Adamın biri iki parmağı ile dua ediyordu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Birle! Birle!" diye müdâhale etti." [Tirmizî, Daavât 117, (3552); Nesâî, Sehv 37, (3, 38).]
AÇIKLAMA:
İki parmağıyla duadan maksad, dua ederken iki parmağıyla işaret etmesidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), te'kid maksadıyla iki kere: "birle!" buyurmuştur. Birlemesini söylemesinin sebebi, Rabbülâlemin'in tek olması sebebiyledir.
İbnu Deybe'nin, hadisin sonunda kaydettiği şöyle bir açıklama var: "Bu hadisin mânası: "Kişi, dua ederken şehâdet getirince parmağını kaldıracaksa sadece tek bir parmağını kaldırsın" demektir."

5. (1769)- Sehl İbnu Sa'd (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ne minberde ne de bir başka şey üzerinde dua yaparken ellerini uzattığını görmedim. Bilakis şöyle gördüm" dedi ve baş ve orta parmaklarını kapayıp şehâdet parmağını açmış vaziyette işaret etti." [Ebû Dâvud, Salât 230, (1105).]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın koltuk altı görünecek şekilde mübalağalı şekilde kollarını uzatıp kaldırmadığı belirtiliyor. Mübalağalı diye kayıtlamak şarttır. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in mutad olarak dua sırasında ellerini kaldırdığı  sâbit ve müsellem bir husustur. 1766 numarada geçtiği üzere istisnâi durumlarda da koltuk altı görülecek şekilde kollarını kaldırdığı rivayetlerde gelmiştir.
2- Şârih Azimâbâdî, bu hadisin, Sehl İbnu Sa'd'a sorulan bir soruya cevap olma ihtimalinden bahseder. Bu takdirî soru şudur: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minberde iken hiç ellerini kaldırarak dua etti mi?" Sehl bu soruya: "Ben bunu, söylenen şekilde yaptığını görmedim. Ancak, onu vaaz sırasında orta ve baş parmaklarını kapatıp şehâdet parmağıyla işâret eder vaziyette gördüm. Sanki O, bu parmağını teşehhüd sırasında kaldırıyordu" şeklinde cevap vermiştir. Allahu a'lem."
Hadisteki ibhâm böyle bir açıklamayı gerekli kılmaktadır.

6. (1770)- Hz. Selmân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Rabbiniz hayiydir, kerimdir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, O, ellerini boş çevirmekten istihya eder." [Tirmizî, Daavât 118, (3551); Ebû Dâvud, Salât 358, (1488).]
AÇIKLAMA:
1- Hayiy, çok haya eden, fazlaca utanan demektir. Haya vasfını Allah hakkında lügat manasında kullanmak uygun değildir. Çünkü, lügat olarak haya, kişide ayıplanma ve kınanma korkusu gibi bir şey sebebiyle hâsıl olan değişme ve inkisâr mânasına gelir. Böyle bir hâl Zât-ı Zülcelâl hakkında muhaldir. Öyle ise lügat yönüyle "çok utanan" mânasına gelen hayiy kelimesi Allah hakkında kullanılınca, bundaki gaye maksuddur. Hayadan maksad ve gaye ayıplanacak şeyin yâni hoş olmayan şeyin terki olduğuna göre, ulemâ, Allah hakkında şu mânada anlamıştır: Allah'ın "hayiy" olması, kulu memnun edecek şeyi yapması, ona zarar verecek şeyi terketmesi demektir. Öyle ise sadedinde olduğumuz hadisi, "Cenab-ı Hakk, dua eden kuluna, kulun hayrına olan şeyi mutlaka verir, duasını sevapsız, boş bırakmaz" diye anlayacağız. Bu "verme" işinin Cenab-ı Hakk'ın hikmeti muktezasınca, ya "istediğine aynen kavuşması", yahut "daha iyisinin verilmesi", yahut da "sevap verilmesi, günahlarının azaltılması" şeklinde tecelli edeceği daha önce belirtilmişti (bak. 1751. hadis).
2- Kerim, istemeden veren, bol veren mânasına gelir. Cenab-ı Hakk'ın vasıflarından biri "istemeden vermek" ise, isteyince daha çok verir demektir. Böylece kul, dua etmeye teşvik edilmiş olmaktadır.
3- Hadiste kul mutlak gelmiştir. Yani, mü'min, fâsık, kâfir ayırımı mevcut değildir. Bazı şarihler "mü'min" diye kayıtlamışlardır. Esâsen, kavlî duayı yani dil ile, sözle olan talebi sadece mü'minler yapar. Öyle ise, mü'minin inanarak yatığı hiçbir dua boşa gitmeyecektir.

7. (1771)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah'a duayı, size  icabet edeceğinden emin olarak yapın.  Şunu bilin ki Allah celle şânuhu (bu inançla olmayan ve) gafletle (başka meşguliyetlerle) oyalanan kalbin duasını kabul etmez." [Tirmizî, Daavât 66. (3474.)]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, duanın makbul olmasında gerekli olan mühim  âdablarından bir kaç tanesini belirtmektedir:
* Duanın mutlaka icabet göreceğine, yani karşılıksız kalmayacağına kesinlikle inanmaktır. Tercümede "emin olmak" tâbirini kullandık, halbuki aslında mukin kelimesi kullanılmıştır. Bu, yakin elde etmiş, kesin inanca ulaşmış, hiçbir tereddüdü kalmamış gibi mânalara gelir, emin olmaktan çok daha kuvvetli bir mâna ifade eder.
* Dua ederken kalbin gâfil olması, Allah'ı veya istediği şeyi düşünmemesi, yaptığı dua fiilinin tam şuurunda olmaması demektir.
* Oyalanma olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı lâhin'dir, dilimizdeki lehviyat kelimesi aynı kökten gelir, eğlenen demektir. Bu da, tıpkı gaflet gibi, kalbin Allah'tan başka bir şeyle meşguliyetini ifade eder.
Yani, dua eden kimsenin kalbi, zihni, aklı, hayali, kısacası letâif denen bütün mânevî duygu ve cihazları Allah'tan istediğinden başka bir şeyle meşgul olmamalıdır. Aksi halde, sâdece dille, gâfilâne yapılacak bir kısım taleplerin makbul olmayacağını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) açık bir üslubla beyan etmektedir.
2- Bu hadisin mânasını te'yid eden başka rivayetler de mevcuttur. Ahmed İbnu Hanbel (rahimehullah)'in Abdullah İbnu Amr (radıyallâhu anhümâ)'dan kaydettiği bir rivayet şöyle:
"Kalpler bir kaptır. Bazısı bazısından daha iyi tutar (anlayışlıdır). Öyleyse, ey insanlar, Allah'tan bir şey isteyince, Allah'ın icabet edeceğinden emin olarak isteyin. Zîra Allah, kendisine gâfil kalble farkında olmadan dua eden bir kula icâbet etmez."

22 Aralık 2010 Çarşamba

STAJYER MİLLİ EMLAK KONTROLÖRLÜĞÜ GİRİŞ SINAVI...25 KİŞİ ALINACAK

STAJYER MİLLİ EMLAK KONTROLÖRLÜĞÜ
GİRİŞ SINAVINA KATILACAKLAR İÇİN DUYURU
    Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğünce 25 adet Stajyer Milli Emlak Kontrolörlüğü kadrosuna atama yapılmak üzere 12-13 Şubat 2011 tarihlerinde Ankara’da Giriş Sınavı yapılacaktır.
   I- SINAVA İLİŞKİN BİLGİLER:
- Sınavı Açan Birim: Maliye Bakanlığı Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı.
- Görev Yeri: Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu.
- Atama Yapılacak Kadro Unvanı ve Sayısı: Stajyer Milli Emlak Kontrolörü, 25 kişi.
- KPSS Puan Türü ve Taban Puanı: KPSSP107 puan türünden 85 ve daha üzeri puan alanlar.
- KPSS Puanının Geçerlilik Yılı: 27-28 Haziran 2009 ve 10-11 Temmuz 2010 tarihli Kamu Personel Seçme Sınavları.
- Yazılı ve Sözlü Sınav Esası: Giriş sınavı önce yazılı, sonra da sözlü olarak yapılır. Yazılı sınavı kazanamayanlar sözlü sınava giremezler.

   II- SINAV TARİHİ VE YERİ:
- Giriş sınavının yazılı bölümü 12-13 Şubat 2011 (Cumartesi ve Pazar Günleri) Ankara’da yapılacaktır.
- Giriş sınavının yazılı bölümüne katılmaya hak kazanan adaylar ile yazılı sınavın yapılacağı adres ve sınav saatleri; e-Devlet portalı (www.turkiye.gov.tr ), Maliye Bakanlığı (http://www.maliye.gov.tr/ ), Milli Emlak Genel Müdürlüğü (http://www.milliemlak.gov.tr/ ) ve Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı (http://www.mek.gov.tr/ ) internet sayfalarında yazılı sınavdan en az 10 gün önce ilan edilecektir. Adaylar için ayrıca sınava giriş belgesi düzenlenmeyecektir.
- Yazılı sınavı kazananlar Ankara’da sözlü sınava tabi tutulacak olup, sözlü sınav tarihi, yeri ve saati www.maliye.gov.tr ve http://www.mek.gov.tr/  internet sayfalarında ayrıca ilan edilecektir.

   III- SINAVA BAŞVURU ŞARTLARI:
a- 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 48’inci maddesinde belirtilen genel şartları haiz olmak,
b- Yükseköğretim Kurulu Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından 27-28 Haziran 2009 ve 10-11 Temmuz 2010 tarihlerinde yapılan Kamu Personel Seçme Sınavında (2009 KPSS ve 2010 KPSS) KPSSP-107 puan türünden 85 (seksenbeş) ve daha üstü puanın üzerinde olmak kaydıyla başvuruda bulunanlardan en yüksek puanlı 300 kişi içerisinde bulunmak (Eşit puan almış olmaları nedeniyle 300’üncü sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde, bu adayların tümü sınava çağrılacaktır.),
c- Üniversitelerin en az 4 yıllık lisans öğrenimi veren Siyasal Bilgiler, Hukuk, İktisat, İşletme ve İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerini veya bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen yurtiçi veya yurtdışındaki öğrenim kurumlarından birini bitirmiş olmak,
d- Kontrolörlüğün gerektirdiği karakter ve niteliklere sahip olmak (Bu husus Başkanlıkça Kontrolörlere yaptırılacak araştırma ve soruşturma ile saptanır.),
e- Yazılı sınavın yapılacağı yılın ocak ayı başında (01.01.2011 tarihi itibarıyla) otuz (30) yaşını doldurmamış bulunmak,
f- Daha önce Stajyer Milli Emlak Kontrolörlüğü sınavına katılmamış veya en fazla bir kez katılmış olmak,
g- Erkek adaylar için askerliğini yapmış, muaf veya erteletmiş olmak,
h- Sağlık durumu açısından Türkiye’nin her yerinde görev ve yolculuk yapmaya elverişli olmak,
ı- Süresi içinde usulüne uygun olarak sınav giriş başvurusunda bulunmak.

   IV- SINAV BAŞVURUSU:
- Başvurular, 03/01/2011 tarihinde başlayıp, 21/01/2011 tarihinde sona erecektir.
- Başvurular, “Stajyer Milli Emlak Kontrolörlüğü Giriş Sınavı Başvuru Formu” (bundan sonra “Başvuru Formu” olarak anılacaktır) ile yapılacaktır.
- Başvuru Formu, elektronik ortamda ya da şahsen veya posta yoluyla Başkanlığa iletilebilir.
- Elektronik ortamda başvuru:
- Adaylar, Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı internet sayfasındaki (http://www.mek.gov.tr/ ) Başvuru Formunu doldurup elektronik ortamda gönderebilirler. Başvuru Formunun doldurulması ve iletilmesine ilişkin açıklamalar internet sayfasında yer almaktadır.
- Başvuruyu elektronik ortamda yapanların, Başvuru Formunun imzalı bir örneğini, en geç yazılı sınav saatinden önce Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığına veya sınav yetkilisine teslim etmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde başvuruları geçersiz sayılarak sınava alınmayacaklardır.
- Şahsen veya posta yoluyla başvuru:
- Başvuru Formu, (http://www.mek.gov.tr/ ) adresinden indirilmek suretiyle veya Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı ile İstanbul ve İzmir Grup Başkanlıklarından temin edilebilir. (Kurul Başkanlığı ve Grup Başkanlıkları adresleri “Diğer Hususlar” kısmında belirtilmiştir.)
- Başvuru Formu usulünce doldurulduktan sonra “Maliye Bakanlığı Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı Atatürk Bulvarı No:181/A Kat: 5 Kavaklıdere/ANKARA” adresine şahsen veya posta yoluyla süresi içerisinde teslim edilecektir.
- Elektronik ortamda veya postada meydana gelebilecek gecikmelerden dolayı, 21/01/2011 Cuma günü mesai saati (Saat:17.30) sonuna kadar Başkanlığa ulaşmayan başvurular dikkate alınmayacaktır.

   V- SINAV ŞEKLİ VE SINAV KONULARI:
Giriş Sınavı, yazılı ve sözlü olmak üzere aşağıda belirtilen konu gruplarından yapılır.
a) MALİYE
1- Genel Maliye Teorisi,
2- Maliye Politikası,
3- Vergi Hukuku,
4- Bütçe,
5- Kamu Maliyesi.
b) İKTİSAT
1- Genel İktisat Teorisi,
2- Para, Banka, Kredi ve Konjonktür,
3- Milli Gelir, İstihdam, Dış Ticaret,
4- Uluslararası İktisadi İlişkiler ve Teşekküller.
c) HUKUK
1- Anayasa Hukuku,
2- Medeni Hukuk ( Aile Hukuku hariç),
3- Borçlar Hukuku,
4- İdare Hukuku (Genel Esaslar ve İdari Yargı),
5- Ceza Hukuku (Genel Esaslar),
6- Ticaret Hukuku (Genel Esaslar, Kıymetli Evrak ve Şirketler Hukuku).
d) MUHASEBE
1- Genel Muhasebe
e) FİNANS MATEMATİĞİ
1- Ticari Matematik
2- Mali Matematik

   VI- DEĞERLENDİRME:
   Giriş Sınavında tam not, yazılı sınav gruplarında ayrı ayrı, sözlü sınavda tek olmak üzere 100’dür. Yazılı sınavda başarılı olmak için sınav gruplarının her birinden alınan notların 50’den, not ortalamasının da 65’ten aşağı olmaması gerekir.
   Yazılı sınav sonuçları tutanağa bağlanır ve sınavı kazananlar, adreslerine yapılacak tebligatla sözlü sınava çağrılırlar.
   Sözlü sınavı başarmış olmak için bu sınavda alınan notun 65’ten aşağı olmaması gerekir.
Meslek Giriş Sınavı notu, yazılı sınav notları ortalaması ile sözlü sınav notu toplamının ikiye bölünmesi sonucu bulunur.
   Sınav sonuçları Sınav Kurulu tarafından tutanakla tespit edilir ve başarı sırasına göre liste halinde uygun yerlere asılır. Ayrıca, sınavı kazananlara yazılı olarak bildirilir.
Sınavı kazananların sayısı, alınmak istenenden fazla olursa ortalama notu yüksek olanlar derece sırasıyla seçilir ve diğerleri için sınav sonucu, kazanılmış hak teşkil etmez.
   Giriş sınavını kazananlardan, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmaz, ataması yapılmış olsa dahi iptal edilir. Bunlar hiçbir hak talebinde bulunamazlar.

   VII- SINAV SONUÇLARININ DUYURULMASI VE İTİRAZ:
- Giriş sınavının yazılı ve sözlü bölümlerini kazanan adayların listesi Maliye Bakanlığı (http://www.maliye.gov.tr/) ve Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı (http://www.mek.gov.tr/) internet sayfalarında ilan edilecektir.
- Sınav sonuçlarına ilişkin itirazlar, gerekçeleri belirtilmek kaydıyla ve yazılı olarak Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığına yapılır.

   VIII- DİĞER HUSUSLAR:
- Adaylar, sınavda kimlik tespitinde kullanılmak üzere nüfus cüzdanı veya T.C. kimlik numarası olan fotoğraflı ve onaylı özel bir kimlik belgesini yanlarında bulunduracaktır.
- Sözlü sınav öncesi adaylardan, sınavı düzenleyen birimce bir örneği onaylanarak alınmak üzere diploma veya mezuniyet belgesinin aslı ile gerekmesi halinde denklik belgesi istenir.
- Adaylar, sınav notlarını http://www.mek.gov.tr/  adresinden öğrenebileceklerdir.
- Sınavla ilgili konularda Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığının 0 312 419 17 80– 417 08 28 no’lu telefonlarından bilgi temin edebilir.
- Gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenler hakkında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur.
- Başvuru Formunda gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin, sınavı kazanmış olsalar bile, sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmaz. Atamaları yapılmış olsa dahi bu atamalar iptal edilir ve bunlar hiçbir hak talep edemezler.
ADRES BİLGİLERİ:
KURUL BAŞKANLIĞI:
Milli Emlak Kontrolörleri Kurulu Başkanlığı
Atatürk Bulvarı No: 181/A Kat: 5
Kavaklıdere / ANKARA
İSTANBUL GRUP BAŞKANLIĞI:
Yalı Köşkü Caddesi 19 Mayıs İşhanı
Sirkeci/İSTANBUL
İZMİR GRUP BAŞKANLIĞI:
Cumhuriyet Bulvarı No:7 Kat:5
Konak/İZMİR

21 Aralık 2010 Salı

İSLAM TARİHİ ... MÜŞRİKLERE MUKABELEYE İZİN VERİLMESİ


 İ  S  L  A  M    T  A  R  İ  H  İ
MÜŞRİKLERE MUKABELEYE İZİN VERİLMESİ
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke'de harb ve cihâda izinli değildi. Allah'tan aldığı emirler gereği bütün mesâisini îmân esaslarını kalb, ruh ve akıllarda tesbite hasretmişti. Va'z ve nasihatla, ikaz ve irşadla burada hizmetine devam ediyordu. Bu devrede her türlü mezâlime karşı sabır ve sükûnetle harekete me'mur bulunuyorlardı. Mekke'de, ilk zamanlarda nazil olan âyetlerde bu husus açıkça görülür.
     Zaten, İslâm hukukuna göre, insanlar arasında asıl olan sulh ve barış dairesinde münasebettir. Harp ve cihada ancak zaruret hasıl olduğu zamanlarda müracaât olunur. (442) Cenâb-ı Hakkın, bir ana ve babadan yarattığı insanlar arasında bundan başka da bir hak olamaz. İnsanların şubelere, kabilelere ayrılması ise neslin tanınması ve temiz kalması gibi kendilerine mahsus ortak menfaâtlere binâendir. (443)
     Peygamberimiz ve Müslümanlara, onca mezalim ve işkencelere rağmen Mekke'de harp ve cihada izin verilmediği ve sabır ve teenni tavsiye edildiği gibi, Medine'ye hicret vuku bulduktan sonra da hemen müsaade olunmadı.
     Gerçi, İslâm Medine'de günden güne kuvvet kazanıyor ve sür'atle inkişaf kaydediyor, Kur'an güneşi bütün haşmetiyle ruhları sarmaya başlıyordu. Ama yine de Resûl-i Ekrem Efendimizin ve Müslümanların vaziyeti tam bir emniyet içinde değildi. Medineli Müslümanlar, Efendimizi coşkun bir bayram havası içinde karşılamışlardı, ama münafıklarla Yahudiler gönüllerinde müthiş bir kin ve düşmanlık besliyorlardı. Her ne kadar Yahudîler Peygamber Efendimizle bir anlaşma imzalamışlarsa da, bütün hal ve hareketleri bu anlaşmayı tekzib ediyordu.
     Münafıklar daha da tehlikeli bir durum arzediyorlardı. Peygamber Efendimizin hicretinden önceye rastlayan günlerde, Hazreç Kabilesinin reisi bulunan Abdullah bin Übeyy bin Selûl için süslü bir taç hazırlanmıştı. Bir devlet reisi ihtişamıyla onu giymek üzere iken Hicret vuku bulmuştu. Bunun neticesinde kavmi olan Hazreçliler tamamen Müslüman olmuşlardı. Haliyle bu gibi şeyler unutulmuştu.
     Abdullah bin Übeyy kavmine uyarak zahiren Müslüman olmuştu. Ama reislikten mahrum kalmak acısı ile yan çizmiş ve bir münafıklar hizbi kurmuştu. Gizli gizli nifak ve fesada başlamıştı. Hatta Peygamberimizin tebliğâtına, va'z ve nasihatlarına müdahele etme cür'etini gösterecek kadar zaman zaman ileri gidiyordu. Bu münafıklar zümresinin Müslümanlar arasına fitne ve fesad sokmak için meydana getirdikleri hâdiselerden yeri geldikçe bahsedilecektir.
     Ayrıca Mekke müşrikleri, Medine münafıkları ve Yahudilerini, hatta Medine etrafındaki kabileleri devamlı surette tahrike çalışıyorlardı ve Mekke'de söndüremedikleri nuru, akıllarınca Medine'de söndürmek için harekete hazırlanıyorlardı.
Haricî ve dahilî bu kadar düşmana karşı sabır ve tahammül ile sulh dairesinde davranmanın imkânı kalmamıştı. Müslümanlardan çoğu Kureyşlilere karşı çıkmak, onlarla hesaplaşmak istiyorlardı. Ensarın ileri gelenlerinden biri olan Sa'd bin Muâz Hazretleri bu arzusunu şöyle izhar ediyordu: "Allah'ım! Bilirsin ki, senin uğrunda şu Kureyş kavmiyle mücâhede etmekten daha sevimli bir şey yoktur. O Kureyş ki, Resûlünün peygamberliğini yalanladılar. Sonunda da memleketinden çıkmaya mecbur bıraktılar. Allah'ım! Öyle tahmin ediyorum ki, bizimle onlar arasındaki harbe müsaade edeceksin!" (444)     Görüldüğü gibi Medine'de Müslümanlar tam bir emniyet içinde değillerdi.
İşte bu sırada Peygamber Efendimize mukabele ve müdafaâ suretiyle savaşa izin verildi. Konu ile ilgili nazil olan âyette şöyle buyuruldu: "Kendilerine savaş açılan mü'minlere, zulme uğramaları sebebiyle cihad izni verildi. Şüphesiz ki, Allah onlara yardım etmeye hakkıyla kâdirdir."Onlar, 'Rabbimiz Allah'tır' demiş olmalarından başka hiçbir sebep olmaksızın, haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır..." (445)
     Âyet-i Kerimenin ifadesinden anlaşıldığı gibi burada cihad izni kayıtlıdır ve sadece "tecavüze maruz kaldıklarından ve zulme uğradıklarından" dolayı verilmiştir. Yani, Müslümanlar herhangi bir tecavüzde bulunmayacaklar; şayet zulme ma'ruz kalırlar veya üzerlerine yürüyen olursa, kendilerini müdafaa için savaşacaklardır. Bu âyet ile, aynı zamanda İslâm muharebelerinin tecavüz değil, müdafaa esasına dayandığı da ortaya çıkmaktadır.
   Bu âyetler, Müslümanlara, saldıran düşmana karşı kendilerini koruma ve müdafaâ etme meşru hakkını tanıyordu. Müslümanların siyasî durumu ve maddi gücü düzeldiği ve ilk şartların kaybolduğu nisbette, nazil olacak âyetlerle bilâhere cihad Müslümanlar üzerine farz kılınacaktır. (446)
Notlar:

442. Tecrid Tercemesi, 10/130
443. Hucûrat Sûresi, 13
444. Tecrid Tercemesi, 10/134
445. Hac Sûresi, 39-40
446. Bkz.: Bakara Sûresi, 190-191; Tahrim Sûresi, 9; Tevbe Sûresi, 5-29; Enfâl Sûresi, 39

Kainat' ın Efendisi (ASM), Salih Suruç

18 Aralık 2010 Cumartesi

Sakarya Üniversitesine Farklı branşlarda 36 öğretim görevlisi alınacak

Sakarya Üniversitesi Rektörlüğünden:

2547 Sayılı Kanun ve Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nin ilgili maddelerine göre Üniversitemiz’e Öğretim Üyesi alınacaktır.

1 - Profesör kadrosu için adayların Başvuru Formuna özgeçmişini, Doçentlik Belgesini, 2 fotoğrafını, Nüfus Cüzdanı fotokopisi, bilimsel yayınlarını, kongre ve konferans tebliğleri ile bunlara yapılan atıfları, eğitim-öğretim faaliyetlerini, yönetimlerinde devam eden ve biten doktora çalışmalarını veya yüksek lisans çalışmalarını kapsayan 6 takım dosyayı ekleyerek Rektörlük Personel Dairesi Başkanlığına başvurmaları gerekmektedir.

2 - Doçent kadrosu için adayların Başvuru Formuna özgeçmişini, 2 fotoğrafını, Nüfus Cüzdanı fotokopisi, Doçentlik belgesini, yayın listesini, bilimsel çalışma ve yayınlarını kapsayan 4 takım dosyayı ekleyerek Rektörlük Personel Dairesi Başkanlığına başvurmaları gerekmektedir.

3 - Yardımcı Doçent kadrosu için adayların, Yabancı Dilini belirten Başvuru Formuna özgeçmişini, 2 fotoğrafını, Nüfus Cüzdanı fotokopisi, doktora belgesini, bilimsel çalışma ve yayınlarını kapsayan 4 takım dosyayı ekleyerek Rektörlük Personel Dairesi Başkanlığına başvurmaları gerekmektedir.

4 - Başvurularda Üniversitemiz Senatosunca kabul edilen "Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Ölçütleri" dikkate alınacağından burada belirtilen belgelerin de eklenmesi gerekmektedir. Ayrıntılı bilgileri aşaüadresinden temin edilebilir.

Son başvuru tarihi ilanın yayınını müteakip 15 (onbeş) gündür. Posta ile yapılacak başvurular kabul edilmeyecektir.

İlgili Birim
ProfesörDoçentY.DoçentAçıklama
MÜHENDİSLİK FAKÜLTESİ
İnşaat Mühendisliği Bölümü
Yapı Malzemesi Anabilim Dalı
1
Bilgisayar Mühendisliği Bölümü
Bilgisayar Donanımı Anabilim Dalı
1
Endüstri Mühendisliği Bölümü
Endüstri Mühendisliği Anabilim Dalı
11
Yöneylem Araştırması Anabilim Dalı
1
Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü
Malzeme Anabilim Dalı
1
Makine Mühendisliği Bölümü
Otomotiv Anabilim Dalı
1
Termodinamik ve Isı Tekniği Anabilim Dalı
1
Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü
Elektrik Makinaları Anabilim Dalı
1
FEN EDEBİYAT FAKÜLTESİ
Matematik Bölümü
Uygulamalı Matematik Anabilim Dalı
1
Geometri Anabilim Dalı
1
Sosyoloji Bölümü
Genel Sosyoloji ve Metodoloji Anabilim Dalı
1
Tarih Bölümü
Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Anabilim Dalı
1
Kimya Bölümü
Fizikokimya Anabilim Dalı
1
Sanat Tarihi Bölümü
Sanat Tarihi Anabilim Dalı
1
İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ
İşletme Bölümü
Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı
11
Turizm İşletmeciliği Bölümü
Turizm İşletmeciliği Anabilim Dalı
1
İnsan Kaynakları Yönetimi Bölümü
İnsan Kaynakları Yönetimi Anabilim Dalı
1
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
İslam Tarihi ve Sanatları Bölümü
Türk İslam Edebiyatı Anabilim Dalı
1
Temel İslam Bilimleri Bölümü
Kelam Anabilim Dalı
1
Tefsir Anabilim Dalı
1
EĞİTİM FAKÜLTESİ
Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü
Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Anabilim Dalı
1
Tarih Eğitimi Anabilim Dalı
1
Yabancı Diller Eğitimi Bölümü
İngiliz Dili Eğitimi Anabilim Dalı
1
İlköğretim Bölümü
Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dalı
1
TIP FAKÜLTESİ
Cerrahi Tıp Bilimleri Bölümü
Genel Cerrahi Anabilim Dalı
1
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı
1
TEKNOLOJİ FAKÜLTESİ
Metalurji ve Malzeme Mühendisliği Bölümü
21
Mekatronik Mühendisliği Bölümü
1
Makina Mühendisliği Bölümü
2
SAĞLIK YÜKSEKOKULU
Ebelik Bölümü
Ebelik Anabilim Dalı
1
ADAPAZARI MESLEK YÜKSEKOKULU
İktisadi ve İdari Programlar Bölümü
İşletme Yönetimi Programı
1

13 Aralık 2010 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MEVLÂ


 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
  M  E  V  L    

     Dost, malik, sahib, efendi, yardımcı, koruyucu; bir işi idare edip yürüten; ihsan eden ve iyilik yapan, kendisine iyilik yapılan; köle, köle azad eden, azad edilmiş köle; müttefik ve andlaşmalı; komşu, misafir; akraba, oğul (evlad), amca, amca oğlu, kız kardeşin oğlu, damad, enişte, veli, tâbi, zahid, yaraşan, yakışan ve layık olan kimse gibi sözlük anlamlarını taşıyan bir terim. Mevlâ kelimesi Ve-leye fiillerinden türetilmiş bir isimdir. Çoğulu mevâli gelir.
     Kur'an-ı Kerim'de; Rabb, sahib, hâmi (koruyucu) yardımcı, dost, yâr lütuf ve ihsanda bulunan, iyilik yapan anlamlarında Yüce Allah'a Mevlâ denilmiştir: "Bilin ki Allah sizin mevlânızdır (sahibiniz, hâminiz, yardımcınızdır). O, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (el-Enfâl, 8/40).
     "Bunun sebebi Şudur. Çünkü Allah şüphesiz iman edenlerin mevlâsıdır (velisi ve yardımcısıdır). Kâfirlere gelince, onların mevlası (dost ve yardımcısı) yoktur" (Muhammed, 47l/11; el-Hacc, 22/78; ÂI-u İmran, 3i 150; el-Bakara, 2/286; el-En'âm, 6/62; et-Tevbe, 9/51; Yûnus, 10/30; et-Tahrim, 66/2, 4) âyetlerinde Mevlâ kelimesi bu manada, özellikle Rabb anlamında kula mevlâ kelimesi Allah Teâlâ kasd edilerek bu anlamlarda kullanılmıştır. Hadiste bu manada, özellikle Rabb anlamında kula mevlâ denilmesi yasaklanmıştır: "... Ve kimse de efendisine Mevlâm (Rabbim ve Sahibim) diye hitab etmesin. Lakin efendim desin... Çünkü sizin Mevlânız Aziz ve Celil olan Allah'tır" (Müslim, el-Elfâz mine'l-Edeb, 3).
     Şu âyette, yaraşan ve lâyık olan anlâmınadır: "Münafıklar ve kâfirler. Sizin sığınacağınız yer ateştir. Size yaraşan ve layık olan (mevlâküm), odur. O ne kötü gidiş yeridir" el-Hadid,57/15.
     En-Nahl sûresi 16/76. âyette Nisâ' sûresinin 33.âyetinde mevlâ, mevâli şeklinde çoğul yapılarak mirascı, varis anlamında kullanılmıştır: "Anne, baba ve akrabanın bıraktığı malların her biri için mirasçılar (mevâli) kıldık."
     Meryem sûresinin beşinci âyetinde akraba veya amcazade anlamına gelir. Hz. Zekeriyya'nın duasından: "Doğrusu ben arkamdan gelecek akrabamdan (amcazadelerimden) (el-mevâliden) endişe ettim..."
     Ahzab beşinci âyet ise ed-Duhân kırk birinci âyette dost ve yâr anlamındadır. "O gün, dost (mevlâ) bile yârine (dostuna mevlasına) hiçbir şeyle fayda vermez, dostunun azabını önleyemez" (ed-Duhân, 44/41).
     İslâma göre aralarında yardımlaşma ve dostluk cari olacağı için kölesini azâd eden efendiye de azad edilen köleye de mevlâ denilir. Aralarını ayırmak için azad edene "Mevlây-ı Âla" azad edilene de "Mevlây-ı Esfel" denilir. Mevlay-ı esfel, mevali şeklinde çoğul yapılır ve daha ziyade bu şekilde kullanılırdı.

     İslâm hukukunda başlıca iki türlü mevlâ geçer:
1) Mevla'l-İtâka: Azad edilen kölenin eski sahibi veya köleyi azad eden kimsedir. Azad edilen köleye Türkçe'de azadlı denir. Köleyi azad eden zat ile, azad edildikten sonra azadlı arasında velâ (bir dostluk ve yardım bağı) kalır. Eğer, ölünce azadlının mirascısı yoksa, eski efendisi ona mirascı olurdu. İslâm gelince, yeryüzünün her tarafında kölelik yayılmış durumdaydı. İslâm dini kesin bir emirle köleliği birdenbire kaldırmamış, fakat hikmet gereği tedricen kaldırmayı amaç edinmişti. Çünkü müslümanlar ile gayr-i müslimler arasında savaşlar oluyor ve birbirlerinden esir alıyor ve bunları köle yapıyorlardı. Köleliği tek taraflı kaldırma hikmete uygun düşmezdi. Müslüman olmayanlar, müslümanlardan esir alır ve köle yaparlar da, müslümanların bunlara bu şekilde hiç bir karşılık vermemesi, kendilerine bir çeşit zulüm olurdu. "Eğer herhangi bir ceza ile mukabele edecek olursanız, ancak size yapılan cezanın benzeri bir cezâ verin. Andolsun ki sabr ederseniz, elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır" (en-Nahl, 16/126). Kur'an-ı Kerim hiçbir yerinde köle almayı tavsiye etmemiş, köleleri ıslah etmeyi, onlara insanca muamele etmeyi ve onları en kısa zamanda azâd etmeyi tavsiye etmiştir. İşte bu sebeple de yardımcı ve dost anlamında köleye "mevlâ" denilmiştir.
     İslâmda köle yalnız ve sadece müslüman olmayan harb esirlerinden edinilirdi. Müslüman hükümdar veya ulü'l-emr, müslümanlarla savaşan kâfirleri cezalandırmayı ve onların kuvvetlerini azaltmayı uygun görürse, yalnız müslüman olmayan harb esirlerinden köle olabilirdi. Bu şekilde harb esirlerinden köle almak Allah'ın emri değildi. Sadece buna dair bir ruhsat verilmişti. Bununla beraber İslâm dini köleleri azad etmeye teşvik etmiştir.
a) İslâm dini köleleri serbest bırakmayı iyiliklerin en başında ve en sevablı bir iş saymış ve bunu Allah'a yaklaşmaya bir vesile saymıştır: "Ve Biz insana iki yol (hayır ve Şer yollarını) gösterdik. Fakat o (yüksek gayeye ermek için çıkılması lazım gelen) o sarp iyilik yokuşuna müşkilatını yenerek atılmadı. Bildin mi (o çıkılması büyük bir iyilik ve yüksek bir iş olan) o sarp yokuş nedir? O, köle azad etmektir" (el-Beled 90/10-13).
b) Allah bir kısım günahlara keffâret olarak en başta köle âzâd etmeyi emretmiştir.
c) İslâm devletlerinde zekât gelirlerinin bir kısmı kölelerin azad edilmesine tahsis edilmişti.
d) İslâm, sahibinden kölesini, kazanıp taksitle ödeyeceği bir mal karşılığında serbest bırakmasını istemiştir (en-Nûr, 24l33).
e) İslâm, efendilerin yaptığı bir dövme eziyet karşılığında kölelerini azat etmelerini gerekli görmüştür.
f) Bir köleyi gördüğü mühim bir hizmetten, yaptığı bir iyilikten dolayı azad etmek âdet idi.
Hulefâ-i Raşidin ve Emeviler devrinde mevâfinin (azadhların) sayısı oldukça çoğalmıştı. Emeviler devrinde daha fazla riyaset ve siyaset işleriyle Araplar uğraşır, sinai, zirai, dini ve ilmi işlerde de daha çok mevâlî çalışırdı. Bu devirlerde, muhaddis, fakih, kurrâ' şâir ve kâtiblerin çoğunluğu mevâlidendi. Mevâlinin zengin olanlarından bir kısmı köleler satın alarak azad ettikleri için, bunların da azadlıları bulunurdu. İşte bu şekilde bir adam, bir mevlânın, mevlasının mevlası... (bir azadlının azadlısının azadlısı) veya daha çok mevla silsilesinin mevlası olurdu.
     Arap ırkçılığı yaptıklarından dolayı Emevileri, mevâlî sevmezdi. Emevilere karşı ayaklanan kimselerin çoğunluğunu mevâlî teşkil ederdi. Osmanlı Devletinin son devirlerinde mevlâlık ve kölelik tarihe karışmıştır. Zaten İslâmın hedefi de bu idi.
2) Mevla'l-Muvâlât: Bu türlü mevlalık, akid ve dostluk mevlâlığıdır. Akrabası olmayan bir şahsın, nüfuzlu bir kimseye gelerek kendisine yardım etmesi, cinayet işlediğinde diyetini ödemesi karşılığında, o kimsenin de bu şahıs öldüğünde mirasçısı olmak üzere anlaşmalarıyla meydana gelen münasebete muvâlât akdi, bu şekilde anlaşmayı kabul eden nüfuzlu kimseye de "mevla'l-muvâlât" (akid ve dostluk mevlâsı) denilirdi. İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre böyle bir münasebet İslâmdan sonra hukukiliğini kaybetmiştir. Hanefilere göre böyle bir muvâlât (dostluk) sözleşmesi câizdir. Mevla'l-muvâlât'ın varis olabilmesi için akidleştiği kimsenin karısı hariç, başka mirasçısının olmaması lâzımdır.
     Ayrıca İslâm âleminin bir çok bölgelerinde, özellikle Hindistan ve Afganistan'da dost, efendi ve muhterem anlamında; âlim ve salih kimselere "mevlâ, mevlâye, mevlânâ" lakapları verilirdi. Anadolu'da Celâleddin Rûmi'ye "Mevlânâ" denilmiştir. Kuzey Afrika'da da salih kimseler için de aynı anlamda gelen Mevlânâ, mevla kelimelerinin kullanıldığı görülmektedir (İbnu'l-Esir, el-Kamil fi't-Tarih, Beyrut 1965-1967; Alaüddin Ebubekr b. Mes'ûd el-Kasânî, Bedâyiu's-Sanayî' Mısır 1328; İbnü'l-Hümam Kemaleddin Muhammed b. Abdulvahid Fethu'l-Kadir, Bulak,1317; İbni Âbidin Muhammed b. Emin Abidin, Reddü'l Muhtâr Alâ Ş'erhi'd-Dürri'l-muhtâr, Kâhire 1307).
     Kişilere isim olarakta AbdulMevlâ adı verilir. Asıl Mevlâ yani dost, malik, sahib, efendi, yardımcı, koruyucu, herşeyi idare edip yürüten, yöneten, ihsan eden ve iyilik yapan, Rabbimiz olduğu için de AbdulMevlâ yani Mevlâ'nın kulu diye adlandırma yapılması gerekir...

İLKOKULDAKİ KARDEŞİNİZ !

Bir kampanya başlatıyoruz...
 Kampanyanın adı:
   "ilköğretimdeki kardeşiniz"  
 Yardım elinizi uzatmak istermisin?
     Şanlıurfa'nın merkezinde, Muradiye Mahallesindeki, Mehmet Hacibozanoglu İlköğretim Okulu'nun 5/D sınıfındaki 45 öğrenci kardeşimize kardeşlik elimizi uzatacağız inşAllah...
    
Mehmet Hacibozanoglu İlköğretim Okulu'nun 5/D sınıfının, sınıf öğretmeni Battal Okur sizin bir kardeşiniz...
     Sınıf öğretmeni Battal Okur kardeşiniz Gönül Erleri Mail Grubu Yönetimimize gönderdiği mektubunda diyor ki; "Okulumuz Şanlıurfanın bir kenar mahallesinde ve öğrencilerimizin çok ciddi maddi ihtiyaçları var. Öğrencilerimiz, aileleriyle birlikte tarım işçisi olarak il dışına çalışmaya gitmektedirler. Yardımlarınızı esirgemeyeceğinizi umuyor, şimdiden teşekkür ediyorum..." 
     Bizde Gönül Erleri Mail Grubu olarak bu 45 kardeşimize yardım elimizi uzatacağız inşAllah... Sınıfın öğretmeni Battal Okur kardeşimizin mektubuna cevap olarak, sınıfındaki 45 öğrencinin adını, soyadını, boyunu, kilosunu, ayakkabı numarasını listeleyip bize bildirmesini istedik ve çok sevinçli, mutlu bir halde "birkaç gün içinde, hemen  hazırlıyorum" diye cevap geldi.
     Şöyle bir yol izleyeceğiz inşAllah... Yardım elini uzatmak isteyen kardeşlerimizi bizzat öğrenci kardeşlerimizle muhatap edeceğiz. Yardım elini uzatmak isteyenlere bir öğrencinin bilgilerini yazacağız (adını, soyadını, boyunu, kilosunu, ayakkabı numarasını). Size yakın bir mahalle pazarından; birer tane kışlık ayakkabı, gömlek, kazak, pantolon, kaban, birkaç tane de atlet, kilot, çorap ve kitap alıp, bir koli yapıp, vereceğimiz isme ve okulun adresine kargo ile göndermenizi rica edeceğiz... İnşAllah, bir anda ülkemizin dörtbir yanından, bir noktaya yardım elleri uzanacak, kargolar koliler getirecek. Yaşanacak sevinci, heyecanı artık siz düşünün...
     Ayrıca çok daha önemli birşey daha yapmanız gerekecek. Bir mektup yazacaksınız ve yardım kolinize koyacaksınız. Size vereceğimiz isime göre "canım kardeşim ......" diye başlayacak mektubunuz. Sizin nerden kardeşiniz olduğunu, bu hediye paketinizi neden gönderdiğinizi, neler hissettiğinizi, temennilerinizi, dualarınızı, güzel sözlerinizi vs. vs... içtenlikle kaleme alıp, kendi iletişim bilgilerinizi de yazacaksınız inşAllah ve her bayramda o kardeşinize bir mektup yada bayram tebrik kartı göndermenizi rica edeceğiz...
     Göndereceğiniz kıyafetler birkaç yıl sonra eskiyecek, yıpranacak ama, emin olun ki; sizin kaleme alacağınız "kardeşlik mektubunuz" ömründe hiç mektup almamış, belki adı anılmamış o kardeşinizin, ömür boyu saklayacağı, hiç unutmayacağı bir sürpriz olacak inşAllah...
     Yardım elini uzatmak isteyen kardeşler, bu mektuba cevap olarak; kendi adınızı, soyadınızı, hangi ilde olduğunuzu ve iletişim bilgilerinizi de belirterek "Şanlıurfa'daki ilköğretim okulundaki bir öğrenci de, benim kardeşimdir" yazın. Biz de size bir öğrenci kardeşimizin adını, soyadını, şahsi bilgilerini (boy, kilo, ayakkabı numarası) ve okulun adresini size cevap olarak yazalım... Tarihi belirleyelim ve hediye paketlerimiz gitmeye başlasın inşAllah...


Not: Yardım elinizi uzatmak isterseniz, size bir öğrenci kardeşinizin bilgilerini yazacağız ve yukarıda belirttiğimiz gibi size en yakın mahalle pazarından yahut bildiğiniz ekonomik bir mağazadan sağlam, kaliteli ürünleri seçmenizi rica edeceğiz...
 ~~~*~~~*~~~*~~~
     “Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz dane vardır. Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Allah'ın lütfu geniştir, O her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (Bakara 261-262)

     “Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki cömertliği kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarf edenlerin durumu, bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti düşer (de yine ürün verir). Allah, yaptıklarınızı görmektedir.” (Bakara 265)
     “Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Ali-imran133-134)
 ~~~*~~~*~~~*~~~

Yardım elinizi uzatmak istiyorsanız
mgyk@hotmail.com.tr  adresimize
ad-soyad, tlf. numaranızı ve hangi ilde olduğunuzu yazınız.
Bir öğrencinin bilgilerini de size iletelim...
Şanlıurfa Muradiye Mahallesi'ndeki
Mehmet Hacıbozanoğlu İlköğretim Okulu
5 / D sınıfındaki, ellerinden tutacağınız kardeşleriniz...
 kampanyanın adı:
"ilkokuldaki kardeşiniz"

12 Aralık 2010 Pazar

FIKHİ MÜKELLEFİYET VE HÜKÜM

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Dördüncü Bölüm: Fıkıh
III. MÜKELLEFİYET ve HÜKÜM

     İslâmî terminolojide mükellefiyet, kişinin dinin hitabına muhatap olması halini ifade eden bir terimdir. Mükellef de, dinî hitapla yükümlü tutulan, düşünce, söz ve davranışlarına birtakım dünyevî-uhrevî, dinî-hukukî sonuçlar bağlanan aklî melekeleri yerinde (âkıl) ve ergin (bâliğ) olan insan demektir. Mükellefiyetin temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî-hukukî sorumluluk taşımaya elverişli olmasıdır. Ancak böyle bir ehliyetin mevcudiyeti için ne gibi şartların aranacağı hususu, iman, ibadet, toplumsal ödevler ve sorumluluklar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar gösterebilir.

     A) EHLİYET
     Ehliyet, kişinin dinî ve hukukî hükme konu (muhatap) olmaya elverişli oluşu demektir. Kur'an'da yerin ve göğün taşımaktan çekindiği emaneti insanın yüklendiği belirtilerek (el-Ahzâb 33/72) diğer bütün varlıklar arasında sadece insanın ehliyet ve sorumluluk taşıdığına işaret edilir. İnsanın dinin hitabına ehil olması akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyledir. İnsanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna İslâm âlimleri ehliyyetü'l-hitâb derler. Bundan maksat insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olması demektir. Bu tür dinî sorumluluk için aklın tek başına yeterli olup olmadığı veya ne gibi ilâve şartlar arandığı özellikle kelâm ve usul âlimleri arasında geniş tartışmalara konu olmuştur.
     İslâm hukukunda ehliyet kavramı, kişinin hak ve borçlarının sabit olması, dinî ödevlerle mükellef tutulması, hukukî işlem ve davranışlarının geçerliliği, toplumsal ve cezaî sorumluluk taşıyabilmesi gibi farklı kademelerdeki hak ve yükümlülükleri kapsadığından ehliyetin buna uygun bazı ayırım ve kademelendirmelere tâbi tutulması kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü bu kademelerden her biri, farklı seviyede aklî ve bedenî yetişkinliği gerektirir. Bunun için de ehliyet, kişinin anlama, düşünme ve yapabilme kabiliyetinin inkişaf seyrine bağlı olarak tedrîcen gelişme gösteren itibarî bir sıfat olarak algılanmıştır. Diğer bir ifadeyle, ehliyetin belirlenmesinde kişinin konumu kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî fiil ve işlemin mahiyeti de önem arzeder. Bunun sonucu olarak İslâm hukukunda ehliyet "vücûb ehliyeti" ve "edâ ehliyeti" şeklinde iki ana safhaya, insan hayatı da cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde devrelere ayrılmıştır.
     Vücûb ehliyeti, kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyetidir. Vücûb ehliyetinin temelini zimmet ve hukukî kişilik teşkil eder; bu ehliyetin yaş, akıl, temyiz ve rüşd ile alâkası yoktur. Aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. Ceninin sağ doğması kaydıyla miras, vasiyet, vakıf ve nesep haklarının bulunduğu bu sebeple de eksik vücûb ehliyetine sahip olduğu belirtilir. Edâ ehliyeti ise, kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişli oluşu demektir. Edâ ehliyetinin temelini akıl ve temyiz gücü teşkil eder. Akıl ve temyiz gücü tam olduğunda tam edâ ehliyetinden, eksik olduğunda ise eksik edâ ehliyetinden söz edilir.
     Kişinin iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demek olan temyiz, edâ ehliyetinin başlangıcıdır. Temyiz çağına gelmeyen çocuğun, akıl hastasının ve bu hükümde olan kimselerin edâ ehliyeti yoktur, haklarını kanunî temsilciler vasıtasıyla kullanırlar. Bunların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve ibadetlerle mükellef tutulmazlar, fiilleri sebebiyle cezaî sorumluluk da taşımazlar. Sözleri, hukukî fiil ve işlemleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir.
     Henüz bulûğa ermemiş fakat temyiz çağına gelmiş çocuklar ise eksik edâ ehliyetine sahiptir. Kişiler yaklaşık olarak yedi yaşından bulûğa kadar mümeyyiz sayılır. Mümeyyizlerin dinî edâ ehliyeti ile hukukî (medenî) edâ ehliyeti bazı farklılıklar gösterir. Mümeyyiz çocuklar iman, namaz, oruç, hac, kefâret, cihad, iyiliği emredip kötülüğü engelleme gibi dinî ödevlerle ve bedenî ibadetlerle mükellef değildir. Davranışlarının hukukî-malî sorumluluğu bulunsa da cezaî sorumlulukları yoktur. Bu sebeple bu kimseler için dinî teklif ehliyeti ile cezaî ehliyet ortak özellikler taşır. Ancak çocukların dinî hayata, ibadetlerin ifasına erken yaşta alıştırılması ve bu yönde eğitilmesi tavsiye edilmiştir. Ayrıca Mu`tezile temyiz çağından itibaren Allah'a imanın vâcip olduğu, Ahmed b. Hanbel de çocuğun on yaşından itibaren namaz ve oruçla mükellef sayılacağı görüşündedir. İslâm âlimleri, mümeyyiz çocuk mükellef tutulsun-tutulmasın, imanın ve ifa ettiği ibadetlerin sahih olduğu görüşündedir. Ancak bulûğdan önce yapılan hac ibadeti sahih olsa bile bulûğ sonrası farz olabilecek hac farîzasını düşürmez. Mümeyyiz çocuğun ve bu hükümde olan kimselerin yaptığı hukukî işlemlere gelince hibeyi, sadakayı, vasiyeti kabul gibi sırf fayda yönü bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hukukî işlemleri kimsenin izin ve onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. Mahiyet icabı hem kâr hem de zarar yönü bulunan alım satım, kira, şirket gibi bedelli hukukî işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veya onayı ile geçerli olur. Hibede bulunma, borç ikrarı, kefalet gibi sırf zarar sayılan hukukî işlemleri ise mümeyyiz de kanunî temsilcisi de yapamaz. Bu sınırlamalar hem sınırlı aklî yetişkinliğe ve muhakeme gücüne sahip bulunan mümeyyiz küçüğü hem de üçüncü şahısları korumayı amaçlayan tedbirlerdir.
     Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır. Bulûğ erkek ve kız çocuğunun fiilen ergenliğe kavuşması (erkeklerin ihtilâm olmaya, kızların âdet görmeye başlaması) ya da fiilen bâliğ olup olmadığına bakılmaksızın belli bir âzami yaş sınırına ulaşması demektir. Bu ikincisine hükmen bulûğ tabir edilir. Hükmen bulûğ yaşı Ebû Hanîfe'ye göre erkeklerde 18, kızlarda 17 yaş, çoğunluğa göre her ikisi için de 15 yaştır. Bulûğla birlikte kişinin yeterli aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı için aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna "âkıl ve bâliğ olmak" tabir edilir. Bunun anlamı kişinin, hakları kullanmaya, sözlü yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve içtimaî mükellefiyetlere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Tam edâ ehliyetine teklif ehliyeti de denir. Kişinin malî konularla normal seviyede tedbirli ve basiretli davranması demek olan rüşd, genelde bulûğ ile birlikte gerçekleşir. Kişi bâliğ olmuş da reşid olmamışsa, bu durum onun dinî ve cezaî ehliyetini etkilemez, bu iki ehliyeti tam olarak mevcuttur, sadece malî yönü bulunan hukukî işlemlerde ehliyetine bazı sınırlamalar getirilir.
     Dinî ve hukukî sorumluk için kişinin edâ (teklif) ehliyetine sahip bulunması şart olduğundan bu ehliyeti yok eden veya azaltan her kalıcı veya ârızî durum haliyle kişinin mükellefiyetini de yakından etkiler. Bu sebeple edâ ehliyeti bulunmayan gayri mümeyyiz küçük ve akıl hastaları dinen mükellef sayılmazlar. Uyku, unutma, baygınlık gibi ârızî hallerde de mükellefiyet yoktur. Hz. Peygamber "Üç kişiden kalem (sorumluluk) kaldırılmıştır; uyanıncaya kadar uyuyan, bulûğa erinceye kadar çocuk ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar deli" (Tirmizî, "Hudûd", 1; Dârimî, "Hudûd", 1) buyurarak buna işaret eder. Çünkü İslâm dininde kişilere yüklenen sorumluluk ile kişilerin bu sorumluluğu taşıma gücü arasında daima bir denge bulunur. Kur'an'da da İslâm tebliğinin rahmet ve merhametten ibaret olduğu (el-Bakara 2/178; el-A`râf 7/52; Yûnus 10/57; el-Enbiyâ 21/107), hiç kimseye gücünün üzerinde yük yüklenmeyeceği belirtilmiş (el-Bakara 2/286), hadislerde de mükellefiyetlerin vazedilmesinde tedrîcîliğin, insanların hal ve şartlarının gözetildiği, mükellefiyetlerin asgari sınırda tutulup kolaylığın esas alındığı sıklıkla vurgulanmıştır. Ehliyeti kısmen azaltan veya tamamıyla yok eden sürekli ve geçici hallerde dinî-hukukî mükellefiyetlerin de bu duruma uyumlu olarak azaltılmış veya kaldırılmış olması bu genel ilkenin bir uygulaması mahiyetindedir.

     B) HÜKÜM
     İslâm dininin, insanların dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamak üzere getirdiği kuralların bütününe şer`î hükümler (ahkâm-ı şer`îyye) veya ilâhî hükümler (ahkâm-ı ilâhiyye) tabir edilir. Şer`î hüküm denince, âyet ve hadislerin doğrudan ifade ettiği hükümler anlaşılır ve bunlar da konuları itibariyle itikadî, ahlâkî ve amelî olmak üzere üç ana gruba ayrılabilir. Dinin itikadî hükümleri, bütün dinî ahkâmın temelini oluşturur. İman esasları böyle olup bunlara kendi bütünlüğü içinde ve nasların bildirdiği şekilde inanılması esastır. Bu hükümlerle akaid ve kelâm ilimleri ilgilenir. Ahlâkî hükümler, insanların kendi aralarında ve diğer canlılarla ilişkilerini iyileştirip nefsin eğitilmesini hedefleyen hükümlerdir. Ahlâk ve tasavvuf ilimlerinin ana konusunu teşkil ederler.
     Amelî hükümler, itikadî hükümlere nisbetle ikinci derecede oldukları için bunlara ahkâm-ı fer`iyye de denilir. Bu hükümler mükellefin dış dünyaya yansıyan davranışlarına bağlanacak sonuçları ve bunlarla ilgili kuralları konu edinir. Bunlar da ibadetler ve muâmelât şeklinde iki kısma ayrılır. İbadetler insan ruhunu ve iradesini terbiye eden, düşünme yeteneğini geliştiren, fikrî olgunluğunu artıran, dünyevî menfaati bulunsun veya bulunmasın sırf Allah'ın rızâsını kazanmak için yapılan fiil ve davranışlardır. İbadetlerle ilgili temel kurallar ve şartlar Allah ve Resulü tarafından tek tek açıklanmıştır. İbadetler Allah hakkı olarak yapılır, zamanın ve şartların değişmesiyle değişmez, artmaz eksilmez. Bu sebeple de ibadetlerle ilgili dinî hükümlere "taabbüdî hükümler" denilir. Bunlar iman esaslarından sonra dinin ikinci derecede önemli unsurunu teşkil eder. Muâmelât ahkâmı ise ferdin diğer fertlerle ve toplumla ilişkilerini düzenler, bunları belli kurallara ve sonuçlara bağlar. Bu hükümler temelde adalet ilkesine dayanmakta olup Kur'an ve Sünnet'te muâmelât ahkâmının sadece temel ilkeleri ve amaçları açıklanmış, bununla birlikte bazı konularda ayrıntılı hükümler de sevkedilmiştir. Diğer bir ifadeyle Kur'an ve Sünnet'teki muâmelât ahkâmı sınırlı sayıdadır ve çoğu ilke ve amaç tesbiti mahiyetindedir. İslâm literatür ve geleneğinde oluşan zengin muâmelât ahkâmı, genelde İslâm hukukçularının âyet ve hadisler etrafında geliştirdiği hukuk kültürünü yansıtır. Bu sebeple de muâmelet ahkâmı, Kur'an ve Sünnet'e aykırı olmamak kaydıyla zaman, yer ve örfe göre değişiklik gösterebilirler.
     Dinî hükümler bu şekilde üç gruba ayrılsa bile, Kur'an ve Sünnet'te yer alan bir hükmün hangi grupta yer aldığına bakılmaksızın doğruluğuna ve geçerliliğine inanmak aynı zamanda itikadî bir vecîbedir. Meselâ namaz kılma, zekât verme, şarap içmeme, hırsızlık yapmama amelî bir hüküm ise de bu emir ve yasaklara uymanın doğru ve gerekli olduğuna, inanmak itikadî bir gerekliliktir. Bu sebeple namaz kılmama veya içki içme dinî-amelî bir hükmün ihlâli, namazın, orucun farziyetini, faizin, zinanın haramlığını inkâr ise itikadî bir hükmün ihlâli anlamını taşır. Çünkü İslâm inancına göre Allah ve Resulü neyi emretmiş ve neyi yasaklamışsa müslümanın önce bunların doğru ve gerekli olduğuna inanması sonra da gücü yettiği ölçüde bunları yerine getirmesi gerekir.
     Fıkıh usulünde hüküm önce vaz`î hüküm-teklifî hüküm şeklinde iki gruba ayrılır. Her bir grupta yer alan temel kavramlar ve hükümler aynı zamanda mükellefin davranışlarının dinî ve hukukî sonucunu da yakından ilgilendirir.

     a) Vaz`î Hüküm
     İki durum arasında şâriin kurduğu bağı ifade eden vaz`î hüküm, kendi içinde sebep, şart ve mâni` şeklinde üçe ayrılır. Bu grupta yer alan sebep, rükün, şart, mâni, sıhhat, fesad, butlân gibi ayırım ve kavramlar özellikle ibadetler ve ahvâl-i şahsiyye alanında önemli sonuçlara sahip olduğundan öncelikle bu temel kavramların bilinmesine ihtiyaç vardır.

     Sebep. Şâriin varlığını hükmün varlığı, yokluğunu da hükmün yokluğu için alâmet kıldığı durumdur. Meselâ vakit namazın, ramazan ayının girmesi orucun, malın nisab miktarına ulaşması zekâtın sebebidir. İbadetler genelde mükellefin iradesi dışında gerçekleşen sebeplere, muâmelât ise iradesi ile gerçekleşen sebeplere bağlanmıştır. Satım akdi mülkiyetin intikali, hırsızlık ve adam öldürme öngörülmüş cezaların infazı için sebep olduğu gibi. Sebep doğmazsa hüküm de gerçekleşmez.

     Rükün. Fıkıh ilminde bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden bir unsuru ifade eder. Bu daha çok Hanefîler'in tanımına göre yapılmış bir açıklamadır. Diğer fakihlere göre, bir şeyin temelde varlığı kendisine bağlı husus -o şeyin yapısından bir parça teşkil etmese de- rükün olarak anılır. İbadetlerde rükünler ve bunların yanında sıhhat şartları o ibadetin farzlarını oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması o ibadeti geçersiz (bâtıl, fâsid) kılar. Namazda Kur'an okumanın (kıraat), rükû veya secdenin terkedilmesi böyledir.

     Şart. Bir hukukî sonucun varlığı kendi varlığına bağlı olan, ancak kendisinin varlığı onun varlığını zaruri kılmayan ve onun yapısından bir parça teşkil etmeyen fiil veya vasıftır. Meselâ namaz için abdest, nikâh akdinde şahit şarttır. Bunlar olmadan namaz ve nikâh olmaz. Ancak bunlar namazın ve nikâhın birer parçası olmadığı gibi abdest ve şahit namazı ve nikâhı zorunlu kılmaz. Şâri` bir şartı bir hükmün muteber olması için gerekli görmüşse buna şer`î şart denir. Bu şartlar bulunmadan ibadetler ve hukukî işlemler gerçekleşmez. Küçüğe malının verilebilmesi için rüşd çağına gelmesi, zekâtta nisab miktarına mâlik olduktan sonra üzerinden bir yılın geçmesi şartları böyledir. İnsanların kendi hukukî işlemleriyle ilgili olarak ileri sürdükleri şartlara da ca`lî şartlar denir. Takyîdî ve ta`likî şartlar böyledir. Özellikle akidlerde hangi tür şartın ileri sürülebileceği ve bu şartların akde etkisi İslâm hukukçuları arasında geniş tartışmalara yol açmıştır.

     Mâni`. "Varlığı sebebe hüküm bağlanmaması veya sebebin gerçekleşmemesi sonucunu doğuran durum" şeklinde tanımlanır. Din ayrılığı ve mirasçısını öldürme mirasçı olmaya, hayız ve nifas halleri namazın farz olmasına, yakın kan hısımlığı nikâh akdine mâni` sayılmıştır. Nisab miktarı mala sahip olduğu halde aynı miktarda borcun bulunmasının zekâtın vâcip olmasına mâni` teşkil etmesi de bir diğer örnektir.

     Gerek ibadet gerekse muâmelât türünden olsun mükelleften sâdır olan şer`î-hukukî nitelikteki fiiller, yukarıda sözü edilen rükün ve şartları taşıyıp taşımamasına göre sahih-bâtıl veya sahih-fâsid ve bâtıl şeklinde bir ayırıma ve nitelendirmeye tâbi tutulur. Bir ibadetin veya hukukî işlemin, öngörülen rükün ve şartları ihtiva etmesi halinde sahih olacağında görüş ayrılığı yoktur. Bu bağlamda sıhhat, bir fiilin gerekli rükün ve şartları taşıması, butlân rüknünün veya kurucu unsurlarından birinin eksik olması, fâsid de rüknü ve unsurları tamam olduğu halde şartlarının eksik olması anlamlarını taşır. Bir hukukî işlemin bâtıl olması, onun kurulmamış ve yok hükmünde olması ve bu işleme hiçbir hukukî sonucun bağlanmaması demektir. Bir hukukî işlemin fâsid olması ise, esasen onun var olup sadece bazı şartlarının eksik bulunması ve çoğu kez bu eksikliğinin sonradan giderilebilmesi ve işlemin ancak böyle bir ikmalden sonra sahih hale gelebilmesi demektir. Bu sebeple fâsid bir fiile bazı hukukî sonuçlar bağlanabilir. Muâmelâtta bâtıl-fâsid, yani butlân-fesad ayırımı özellikle Hanefîler'in ön plana çıkardığı bir yaklaşımdır.

     İbadetlere gelince, fakihler butlân ile fesadın ibadetlerde aynı anlama ve sonuca sahip olduğunda görüş birliğindedir. Bu sebeple de ibadetten eksiklik ister rükünde isterse şartların birinde olsun sonuç aynıdır. Meselâ secdesiz namazda rükün, abdestsiz kılınan bir namazda şart eksiktir. Bu tür fiillere hiçbir dinî ve hukukî olumlu sonuç terettüp etmez. Netice itibariyle rükün ve şartlarından biri eksik olan ibadet fâsid veya bâtıl olacağı gibi, şer`an geçerli halde başlanmış bir ibadet, mahiyetleriyle bağdaşmayan bir davranış sebebiyle de fâsid ve bâtıl hale gelebilir. Meselâ namazda konuşulması, oruçlunun bilerek yemesi ve içmesi böyledir. İbadetler konusunda fâsid ve bâtıl aynı anlamı ifade ettiği gibi yine aynı anlamda olmak üzere sahih değil, câiz değil, muteber olmaz, geçersiz gibi tabirler de kullanılabilir. Bozulup geçersiz hale gelen ibadetin iadesi veya kazâsı gerekir. Bazan da ceza olarak ayrıca kefâret gerekli olur.
     Fesadın sözlükte "bozulma", ifsadın "bozma", fâsidin de "bozuk" olan şey" anlamına geldiğini biliyoruz. Bundan hareketle, bir ibadeti bozan veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil ve eksikliğe müfsid denir. Diğer bir ifadeyle, ibadetler alanında müfsid, usul ve âdâbına uygun şekilde başlanmış bir ibadeti bozup geçersiz hale getiren davranış ve eksiklik demektir.

konumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz...

TBMM' ye PERSONEL ALINACAK...

Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığından Duyuru
     Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği Teşkilatının yasama hizmetlerinde çalıştırılmak üzere, yarışma ve yeterlik sınavı ile (40) uzman yardımcısı alınacaktır.

     I- SINAV ŞEKLİ VE PUAN TÜRLERİ:
     Uzman Yardımcılığı sınavının yazılı kısmı için, Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezince ve (A) grubu kadrolar için 2009-2010 yıllarında gerçekleştirilen Kamu Personeli Seçme Sınavlarının sonuçları esas alınacaktır.

     Atanacak Yasama Uzman Yardımcısı adedi, Kamu Personeli Seçme Sınavı puan türü ile yabancı dil bilgisi aşağıda belirtildiği şekilde tespit edilmiştir.

PUAN TÜRÜKAD. SAYISIKPSS/KPDS YAB.DİL TESTİ DOĞRU CEVAP SAYISI / DÜZEYİ
KPSSP 216KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 223KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 242KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 271KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 307KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 338KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 343KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 371KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 461KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 472KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 493KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 971KPSS Dil Sınavından (İng.) 48 (En az) veya KPDS (İng.) (B) düzeyi (En az)
KPSSP 1031KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)
KPSSP 1151KPSS Dil Sınavından 42 (En az) veya KPDS (İng.Alm.Fran.İsp.Çince,Arapça,Rusça) (C) düzeyi (En az)


     KPSS sonuçlarına göre seçilecek adaylar, ayrıca TBMM tarafından yapılacak sözlü sınava alınacaklardır.

     II- ARANAN ŞARTLAR :
1. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde belirtilen şartları taşımak,
2. Eğitim süresi en az dört yıl olan hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri ile aynı konularda eğitim veren ve bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilen yurt dışındaki fakülte ya da yüksek okulların;
KPSSP 21, 97 ve 103 puan türü için,
Hukuk (8),
KPSSP 22, 27 ve 34 puan türü için,
İktisat (7),
KPSSP 24 ve 49 puan türü için,
Maliye (5),
KPSSP 30, 37 ve 47 puan türü için,
Kamu Yönetimi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi (10),
KPSSP 33 puan türü için,
Uluslararası İlişkiler (8),
KPSSP 46 ve 115 puan türü için,
Çalışma Ekonomisi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri (2),
bölümlerinden mezun olmak,
3. Birinci bölümde belirtilen puan türleri itibariyle KPSS Sınavında en az yetmiş ve üzerinde puan almış olmak,
4. 01.01.2011 tarihi itibariyle otuz yaşını doldurmamış olmak,
5. Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak (Askerliğini yapmış veya tecil ettirmiş olmak),
6. Devamlı olarak görev yapmasına engel olabilecek, daimi vücut ya da akıl hastalığı ile vücut sakatlığı ya da özrü bulunmamak,

     III-BAŞVURU :
     2009-2010 yıllarında (A) grubu kadrolar için yapılan KPSS LİSANS sınavları sonucunda, 100 üzerinden 70 ve daha yüksek puan alarak başarılı olan adaylardan, Kurumumuzdan görev talebinde bulunacaklar, bu ilanın Resmi Gazete’de yayımladığı tarihten başlamak üzere 30 gün içinde (30. Gün dahil),
1- 2009 veya 2010-KPSS LİSANS Sınav Sonuç Belgesi,
2- Giriş sınavı başvuru dilekçesi,
3- Yükseköğrenim diplomasının aslı veya noter tasdikli örneği,
4- Nüfus Cüzdanı Örneği ve 2 adet vesikalık fotoğraf
ile birlikte mesai saatleri içerisinde TBMM Personel ve Özlük İşleri Müdürlüğüne (TBMM Genel Sekreterliği Ek Hizmet Binası Atatürk Bulvarı No:153) şahsen veya posta yoluyla başvuracaklardır. Postadaki gecikmeler ve ilanda belirtilen süre içinde yapılmayan başvurular dikkate alınmayacaktır.

     IV- SÖZLÜ SINAV :
2009-2010-KPSS LİSANS Sınavlarında 100 üzerinden 70 ve daha yüksek puan alan adaylar arasından, en yüksek puan alan adaydan başlayarak bu ilanın I. Maddesinde belirtilen kadro sayısının en fazla dört katı aday, onbeş gün önce yer, gün ve saat bildirilmek suretiyle sözlü sınava çağrılacaktır.
     Yapılacak sıralamaya göre sözlü sınava katılmaya hak kazanan adayların isim listesi TBMM Genel Sekreterliği tafından duyurulacaktır.
     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için en az yetmiş puan almak şarttır.
Sözlü sınav için yapılacak başvurularda istenen belgelerde, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılacak ve atamaları yapılmayacaktır. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecektir.
     İlgilenenlere duyurulur.

Yazışma ve Başvurular İçin Formlar:
TBMM' de yeni göreve başlayacak personel hakkında yaptırılacak güvenlik soruşturması için doldurulması gereken form ve doldurulurken dikkat edilecek hususlar.

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...