26 Şubat 2011 Cumartesi

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNE FARKLI ALANLARDA SÖZLEŞMELİ 200 PERSONEL ALINACAK

İstanbul Üniversitesi, 20 biyolog, 15 lise mezunu, 3 önlisans mezunu, 3 lisans mezunu laborant, 100 lisans mezunu, 5 önlisans mezunu, 10 lise mezunu hemşire, 10 lisans mezunu ebe, 4 sağlık memuru, 2 fizyoterapist, 4 diyetisyen, 4 çocuk gelişimcisi; 10 lisans, 2 önlisans mezunu sağlık teknikeri, 2 anestezi teknikeri, 2 radyoloji teknikeri ve 3 radyoterapi teknikeri alacak
T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ
4/B (SÖZLEŞMELİ PERSONEL) ALIM İLANI
     Üniversitemiz Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezlerinde (giderleri Döner Sermaye Gelirinden karşılanacaktır.) 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 4. maddesinin (B) fıkrasına göre istihdam edilmek üzere 06.06.1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Kararnameye ekli 28 Haziran 2007 tarihli ve 26566 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan "Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslarda Değişiklik Yapılmasına Dair Esaslar"da yer alan ek 2. inci maddenin (b) fıkrasına göre İstanbul Üniversitesinin ilgili kurumlannda en az 6 ay deneyim sahibi olanlara öncelik verilip, 2010 KPSS(B) grubu puan sırası esas alınmak suretiyle aşağıda belirtilen pozisyonlara Sözleşmeli Personel alınacaktır.
• Değerlendirme sıralaması, ilan metnindeki öz niteliklere ek olarak, İstanbul üniversitesi ilgili kurumlarında en az 6 ay çalışmış olma öz niteliğine göre yapılacak olup, bu sayının kontenjanı doldurmaması halinde bu özniteliğe sahip olmayanlar da değerlendirmeye alınacaktır.
1- Başvuracak adaylarda yukarda belirtilen özel şartlar ile 657 sayılı Kanunun 48. maddesinde belirtilen aşağıdaki genel şartlar aranır.
a) Türk vatandaşı olmak,
b) Kamu haklarından mahrum bulunmamak,
c) Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bite; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlanma karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak.
d) Erkekler için askerlik durumu itibariyle; askerlikle ilgisi bulunmamak, askerlik çağına gelmemiş bulunmak, askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
e) 657 sayılı Kanunun 53. maddesi hükümleri saklı kalmak kaydıyla görevini devamlı yapmasına engel olabilecek vücut veya akıl hastalığı veya vücut sakatlığı ile özürlü bulunmamak,
2- Herhangi bir Sosyal Güvenlik Kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı almıyor olmak.
3- Tüm pozisyonlar için haftalık çalışma süresi 40 saati aşmayacak şekilde ilgili birimin yönetimi tarafından belirlenecek saatlerde görev yapma (gece dâhil) şartını kabul etmek,
4- 2010 yılı KPSS (B) grubu sınavlarına girmiş olmak, Lisans Mezunları için KPSSP3 Ön Lisans Mezunları için KPSSP93 Ortaöğretim Mezunlan için KPSS94 puanı esas alınacaktır.
5- 5917 sayılı Kanunun 47. Maddesi'nin 5. fıkrası a (2) bendi gereğince, sözleşmeli (4/B) olarak istihdam edilenler, hizmet sözleşmesi esaslarına aykırı hareket etmesi nedeniyle kurumlannca sözleşmelerinin feshedilmesi veya sözleşme dönemi içerisinde Bakanlar Kurulu Karan ile belirlenen istisnalar hariç sözleşmeyi tek taraflı feshetmeleri halinde, fesih tarihinden itibaren bir yıl geçmedikçe kurumlann sözleşmeli personel pozisyonlannda istihdam edilemezler.
6- İlgililerin, ilanın gazetede yayımlandığı günü izleyen 15 gün içinde (mesai saati bitimine kadar) www.istanbul.edu.tr adresindeki Başvuru Formunu eksiksiz doldurarak (noter tasdikli veya aslı görülmek üzere Personel Daire Başkanlığınca onaylanmış) aşağıda belirtilen belgelerle birlikte Personel Daire Başkanlığına şahsen müracaat etmeleri gerekmektedir. Posta ile yapılan müracaatlar kabul edilmeyecektir.
İstenilen Belgeler:
- Fotoğraflı Başvuru formu
- Nüfus Cüzdanı aslı ve fotokopisi
- Diploma veya mezuniyet belgesi aslı ve fotokopisi
- 2010 KPSS (B) grubu sınav sonuç belgesi
7- Başvurular incelendikten sonra ataması yapılacak adayların listesi, işe başlamaları için gerekli evraklar, başvuru zamanı ve yeri ile ilgili bilgilerin www.istanbul.edu.tr adresinden takip edilmesi gerekmektedir. İlgililere yazılı ya da sözlü ayrıca bir tebligat yapılmayacaktır.
NOT:
• Başvuru ve atama işlemleri sırasında gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu veya herhangi bir şekilde gerçeği sakladığı tespit edilenlerin sözleşmesi yapılmaz. Sözleşme yapılmış olsa dahi fesih edilir. Bu kişiler hiçbir hak talebinde bulunamazlar.
• İlanda bulunmayan hükümler için genel mevzuat geçerlidir.

25 Şubat 2011 Cuma

ŞEHİD SELAMİ YURDAN

BENİMLE BİRLİKTE OLMAYA HAZIRMISIN!!!
Sen!Gözyaşını silerek devrilmeye
Vurulup kanlar içinde dönmeye
Sevdiğini ve sevdiklerini terketmeye
Benimle birlikte olmaya hazırmısın?
Kanlar içinde boğuşup dövüşmeye
Kanayan yaranı karlarla dağlamaya
Olmaz olsun bütün emperyalizm demeye
Benimle birlikte olmaya hazırmısın?
Ey Sen!Gecelerini uykusuz sabah
Gündüzlerini, gecesiz gün
Halk içinde Hak için,
Sabahsız uykuya yatmaya
Benimle birlikte olmaya hazırmısın?
Evet,Selami YURDAN kardeşimiz,bizleri birlik olmaya,vahdete çağırıyordu.Şehadetinden çok önceki aylarda yazdığı bu şiirinde,sanki kendisini resmediyordu.
Türkiye’nin meydanlarında ‘halk içinde hak için’,'Olmaz olsun bütün emperyalizm’ diye haykırıyordu.Emperyalizme ve uşaklarına karşı mücadelesini Bosna cephesinde sürdürmek için yola koyuldu Selami.Yüce Rabbinin Nisa suresi 75.ayetinin bir muhatabı olarak,Bosna’daki müslüman kardeşlerinin,bacılarının,çocukların feryadına kulak verip,yardımına koştu:
‘Size ne oluyor ki ALLAH yolunda ve ; ‘Rabbimiz bizi şu,halkı zalim olan şehirden çıkar,bize katından bir yardımcı ver!’ diyen zayıf erkek,kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?’
Şehid Selami Yurdan’ın şehadetine vesile olan operasyonda,birlikte olan arkadaşı Ufuk,1992 yılında Tevhid dergisinde yapılan söyleşide,şehadet olayını şu şekilde anlatıyor:Selami ile bizim gidişimiz,yolculuğumuz problemli oldu,ancak 16.gün Bosnaya varabildik.Fakat aramızda hiçbir problem olmadı.Yani düğüne gider gibi gittik,ALLAH’a şükür.Selami ile yolda,Türkiye’deki sohbetlerde konuştığumuz gibi,cemaatler hakkında bir saat bile konuşmadık.Ve Selami şunu söylüyordu: ‘Arab kardeşlerle konuştuk,görüştük.Onlar Müslüman olmasalardı,evlerini,barklarını bırakıp buraya gelmezlerdi.
Araplardan onlarca kişi şehid oldu,samimi kişilerdi.Konuşmalarımız Bosnaya gidince kesildi.Artık hiç konuşmuyordu.Daha sonra eğitime gittik.Orada bir Türk arkadaş vardı,vurulmuştu.Ben daha evvelden onu tanıyordum,dedim ki;bizi Arapların yanına götür.O da dediki, ‘Visako’da büyük bir operasyon yapılacak.’Selami özellikle  ‘Biz oaraya gidelim.’dedi.Biz üç gün oarad kaldık.Ondan sonra,o tutturdu ‘illa oraya gidelim orada cihad var.Biz oaraya gidelim.’Biz ise Türbe cephesine gidelim diyorduk.O cephede,o kadar büyük çatışma olmuyordu.Ben cephede bulunan Araplara haber yolladım.Araplar bizi çağırdılar.Biz oraya gittik.Bir gün silah atışı yaptık.O akşam yattık,sabahleyin yola çıktık.Selami’nin haleti ruhiyesinde,büyük bir değişme vardı.Yolculuk boyunca,doğru dürüst konuşmamıştı.Sabah üçte yola çıktık.Saat  onbirde,cepheye yakın bir yere vardık.Orada birgün dinlendik.Selami,oradaki çocuklara ilahi söyletiyordu.Boşnaklar ilahiyi çok severler.Bayram Doçe diye bir ilahi var.Yunus Emre’nin, ‘Bayram geldi’ilahisini Boşnakçaya çevirmişler.Selami onlara bu ilahiyi söyletiyordu.Hatta şehid olduktan sonra onu tanıyan çocuklar bu Bayram Doçe,Bayram Doçe diyorlardı.İkinci gecesinde,saat üçte uyandırıldık ve cepheye gittik.Önümüzdeki sırada,Boşnaklar vardı.Bizler 50-55 kişi civarındaydık.Biz oaradan operasyona gittik.Saat 07:00 civarında operasyon başladı.Biz operasyon sırasında ayrılıp Sırpların arasına girmişiz.Zaten nereye gittiğimizi ve çıktığımızı bilmiyorduk.Selami devamlı olarak ‘Arkadaş!Biz buraya şehid olmaya geldik’deyip,şu ayeti okuyordu ‘İnna lillahi ve İnna ileyhi raciun’ Dünya kelamı olarak,sadece bir kere,bana ‘Hadi Ufuk yürü’ dedi.Daha sonra ağzından bir tek dünya kelamı çıkmadı.Bir yerden 3-4 defa gidip geldik.Ben buna bir anlam veremediğim için ‘Niye böyle oluyor’ dedim.O ‘No problem,Cihad-ı Fi Sebilillah’diye cevapladı.O arada yanıma bir Boşnak grubu geldi.İlerlenecekti.Benim önümde bir arkadaş,onun önünde Selami vardı.Aramızda en fazla 10mt vardı.Biz mevzi aldık.Üzerimize sağ tarafımızdan,doğu tarafımızdan,ateş ediliyordu.Bulunduğumuz yer ormanlıktı ve yerde,tam dört parmak kalınlığında kuru yapraklar bulunuyordu.Bastığımızda kayıyorduk.Doğu tarafımızdan sürekli ateşe devam ediliyordu.Önümüzde mayınlı bir bölge olduğunu önceden biliyorduk.Burdan geriye doğru çekiliyoduk,tam o sırada mayınlı bölgenin Sırp tarafından,bizim bulunduğumuz bölge,ağır silahlarla taranmaya başladı.Tam o sırada ben Selami’nin tekbirlerini duydum.Selami vurulduktan sonra arka arkaya 5 kere tekbir getirdi.Daha sonra gördüğümüzde bir kurşunla vurulduğunu anladık.Kurşunu yedikten sonra,kalan son gücüyle beş defa tekbir getirdiği anlaşılıyordu.Yanımdaki arkadaş bana bağırdı ‘Ufuk!Selami vuruldu.Git onu al!’Ben hemen yerimden fırladım.Vurulduktan sonra geriye doğru yamaçtan yuvarlanmıştı.Yanına ulaştığımda,yüzüstü yatıyordu.Karın boşluğundan tek kurşun yemişti.Kurşun girdiği yerin tam arkasından çıkmıştı.Ruhunu ALLAH’a teslim etmişti.Biz üzülmedik bilakis sevinmiştik.Ben Selami’yi aldım geri hattımıza doğru götürüyordum.Arkamızdan yaylım ateşine devam ediyorlardı.Aramızdan yüzlerce kurşun geçiyordu.Etrafımıza havan mermileri düşüyordu.Yaprakların üzerinden kaya kaya gidiyorduk.Üzerimize sürekli olarak.İki kişi kol ve bacaklarından yaralanmışlardı.Ama şehid olmak sadece Selami’ye nasip olmuştu.Daha sonra doktorlar,kurşun bacaklara giden ana damarı parçalamış,yoksa tek kurşunla ölmez dediler.Saldırdığımız bir Sırp kasabasıydı.Sırplarda çok büyük kayba uğramışlardı.Selami bu şekilde şehid oldu.Konuşmadı,son sözü de tekbir oldu.Bir çok arkadaş vardı ama tek vasiyet eden oydu.Silahlı olarak fotoğrafının çekilmesini istemiyordu.Daha önce gömüleceği yeri göstererek ‘Beni buraya gömün’demişti. ‘Beyazıt’ta benim için,cenaze namazı kılın’diyordu.Terlikler almıştı ve ‘Bunları benim kardeşime götür’ demişti. ‘Sigaralarımı içmeyin onları Türkiye’ye geri götürün’demişti.Yani tek vasiyet eden Selami olmuştu.Her halde malum olmuştu.
Selami’yi vasiyeti üzerine Travnik şehrinde bulunan,Osmanlı’dan kalma Hacı Ali Baba Camii mezarlığına gömdük.Defin bittikten sonra birden yağmur yağmaya başladı.84 günden beri yağmayan yağmur,akşama hava kararana kadar devam etmişti.Bir daha da yağmadı.Ümmete mübarek olsun.
Vasiyeti üzerine İstanbul Beyazıt Meydanında gıyabi cenaze namazı kılındı.28 Ağustos Cuma namazı sonrasında;
Şehadetinden önce nice kereler bu meydanda ‘Şehidler Ölmez!’diye haykıran Selami için;onbinler toplanmış, ‘Şehidler Ölmez!Şehid Selami Yolun Devam Edecek!’sloganları arasında vasiyeti yerine getiriliyordu.Şehid Selami’nin muhterem babası Ferman Amca,bu sloganlar arasında megafondan,onbinleri şu veciz sözleriyle göz yaşlarına boğuyordu: ‘Selami’nin düğününe hoş geldiniz.Bu gyabi cenaze namazını oğlum Selami’nin düğün merasimi olarak kabul ediyorum.Ey nüfus kağıdında Müslüman yazanlar,bu dava hepimizin davasıdır.Ben bu gün oğlum Selami’nin Bosna-Hersek’te şehid olmasının gururunu taşıyorum.Benim bir Selamim gittiyse,geriye daha beş Selamim var.Şehidlik Cenab-ı ALLAH’ın lutfudur.Değil beş oğlum,beş milyon oğlum olsa bile onları ALLAH yolunda feda etmeye hazırım.Davamıza hep birlikte sahip çıkalım.’

24 Şubat 2011 Perşembe

ŞEHİD METİN YÜKSEL

   ŞEHİD METİN YÜKSEL  
     Yüksel şahadetinin 32. yıldönümünde hayatını kaybettiği noktada ve kabri başında anıldı.
     Fatih cami avlusunda vurularak hayatını kaybeden Metin Yüksel, şahadetinin 32. yıldönümünde hayatını kaybettiği noktada ve kabri başında anıldı. Yüksel’in Fatih camiinde hayatını kaybettiği noktaya güller bırakıldı.
     Konuşmanın ardından bütün şehitler için dualar edildi. Grup daha sonra kortej halinde Metin Yüksel’in Edirnekapı’da bulunan mezarına yürüyerek kabri başında dua etti.
    METİN YÜKSEL KİMDİR?
     Metin Yüksel 17 Temmuz 1958 yılında, Bitlis’in Nurşin İlçesine bağlı Deştedari köyünde dünyaya gelmiştir. Babası zamanın ünlü alimlerinden Sadrettin Yüksel, annesi doğunun en tanınmış şeyhi, Şeyh Mahsun’un kızı’dır.
     İlköğrenimine Bitlis’te başlayan Metin Yüksel1965 yılında, ailece İstanbul’a yerleşmeleri sebebiyle ilköğrenimini, Hüsam Bey Mahallesi'ndeki Aksemseddin Ilkokulu'nda tamamlar. Daha sonra Sinan Ağa Mahallesi'ndeki Gelenbevi

     Ortaokulu'na kaydolur. Orta öğrenimine devam ettiği sırada da babasından Kur'an-ı Kerim ve temel İslâmı bilgilerle alakalı dersler alır. Yüksel, ortaokul 2. sınıfa geldiğinde ise ortaokula devam etmek istemez ve okulunu bırakır.
     Ortaokulu bıraktıktan sonra o dönem İslâmi camiada aktif olan teşkilatların çalışmalarına katılmaya başlar. Bir dönem MTTB’nin (Milli Türk Talebe Birliği) yaptığı çalışmalara katılır.  Bir süre sonra MTTB'deki çalışmalar Metin Yüksel 'i tatmin etmez. O yıllarda yeni kurulmaya başlanan Akıncılar Teşkilatı'nın şube açma iznini alır ve bazı arkadaşlarıyla birlikte Fatih Akıncılar Teşkilatı'nı kurarlar. Fatih Akıncılar Teşkilatı kısa bir zamanda Türkiye'nin en aktif Akıncılar teşkilatı haline gelir.
     26 Ekim 1977 günü  Darüşşafaka Lisesi'nin önünde Metin Yüksel ve 3 arkadaşı sol gruplardan 8 kişinin silahlı saldırısına uğrar. Metin Yüksel ikisi midesine, biri de dizine olmak üzere 3 kurşun yarası alır. Hemen Vakıf Guraba Hastanesi’ne kaldırılıp tedavisi yapılır. Bu 3 kurşundan 2’si çıkarılır, bir tanesiyse şehit olana kadar vücudunda dolaşmaya devam eder.  Metin Yüksel artık davası uğruna yaralanmış bir gençtir. Bu olay Metin Yüksel 'in çalışmalarının daha da artmasını sağlayan bir olay olur.
     Metin Yüksel ve arkadaşları, Akıncıların büyümesinden rahatsız olan ülkücülerin, buradaki genç Akıncılar’ı rahatsız ettiklerini öğrenir. Ve 23 Şubat günü Cuma namazından önce Akıncılar, şimdiki Fetih Yurdu’na giderek abdestlerini alırlar ve ardından Cuma namazını kılmak için Fatih Camii’ne giderler. Namaz çıkışı Ali Bilir, Metin'in arkasından 3 kere kısa aralıklarla 'Metin dur!' diye bağırdı. Üçüncü bağırmasından sonra, iki eli de parkesinin  cebinde olan Metin, sağ elini çıkarıp öne doğru uzatarak, 'Gelin konusalım' dedi. Metin sözünü bitirir bitirmez, Ali Bilir ve yanındaki arkadaşları silahlarını çekerek, ateş etmeye başladılar.
     Metin Yüksel hayatını kaybetmişti. Metin Yüksel'in hayatını kaybettiği haberini alan on binlerce İstanbullu, Fatih Cami'inin avlusunu hınca hınç doldurdu. Vasiyeti gereği Metin Yüksel’in cenazesi yurdun diğer yerlerinden gelen Müslümanların katılımını sağlamak için birkaç gün bekletildi.

ŞEHİD METİN YÜKSEL



ŞEHADET BİR ÇAĞRIDIR,TÜM NESİLLERE VE ÇAĞLARA
     Böyle diyordu şehid Metin Yüksel… Çağları aydınlatacak yegane yolun Allah yolunda ölmek olduğunu haykırdı Fatih Camiinin avlusuna akan temiz kanlarıyla. O aşk ehliydi…
     Şehadete susamışlığı ve kendisinden sonra gelenlere emanet ettiği mücadele bilinci uğruna hayatını verdiği sevdasıydı…
     Metin Yüksel, her zaman kardeşlerinin yardımına koşabilmek ve kardeşlerinin dertlerine derman olabilmek için çaba sarfediyordu. Hayatını İslam Ümmetininin dirilişine adamıştı. Mahalle mahalle, şehir şehir koşuyordu İslam’ı tebliğ edebilmek için.
     Metin bir gün gençlerle ders yaparken diğer bir gün fakirlere yardım için koşuyordu. Bir gün mitingde en önde yürürken diğer bir gün Müslümanların izzetini korumak için İslama savaş açanlara karşı mücadele veriyordu.
     İslam coğrafyasındaki olayları çok iyi takip edip, zulüm gören kardeşlerine destek için en önde haykırıyordu hakkı. Şehidlerin ardından imrenerek bakardı hep. ”Şehadet inkılabın habercisidir” diyordu. Cihadı kuşanıp, Şehadeti koymuştu dualarının başına.
Daruşşafaka Lisesinin önünde kurşunlandığında Şehadet şerbetinin tadını hissetmişti…Koministlerin silahından çıkan üç kurşun vucuduna isabet etmişti. Davası için yaptığı faaliyetlerde hiç bir zaman korkmadı, geri durmadı, tereddüt etmedi Metin. Kafirlerin karşısında Uhud Dağı gibi dimdik ayakta durdu. Mücadelesini hayatının sonuna kadar yılmadan, yorulmadan devam ettirdi. Geceleri kendi eliyle hazırladığı afişlerle Fatih’i süslerken, gündüzlerini de İslam Davasının daha çok insana ulaşması için çalışıyor, gençleri organize ediyor. Fatih Akıncıları'nın "İyiliği Emreden ve Kötülüğü yasaklayan", eşsiz bir Kur’an nesli olması için elinden geleni yapıyordu. Hayatının hiç bir döneminde boş durmadı. O her zaman zulmün bu kadar yaygınlaştığı bir asırda Müslümanım diyen bir kimsenin boş durmasının mümkün olmadığını söylerdi. Arkadaşları bile onun bu azmi karşısında hayretlerini gizleyemiyorlardı.
     Metin şehadeti arzuluyordu ve bu emeline kavuşmak için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Rasûlullah’ın yasakladığı Kavmiyetçilik/Milliyetçilik davası güdenler ile defalarca tartışmaları olmuş, kavga etmişlerdi. Şehadetinden bir kaç gün önce gerçekleşen kavgada milliyetçilerin elindeki bütün silahları toplamıştı. Daha sonra bu silahları onlara geri vermişti.

Ve 23 Şubat 1979 Cuma…
     Soğuk bir Şubat günü… Fatih camii avlusunda insanlar cuma namazı için hazırlık yaparken, Metin’de arkadaşlarıyla birlikte Camiin yakınındaki Vakıflar Yurdunda abdestini almış, arkadaşları ile birlikte Fatih Camiine doğru yola çıkıyordu. Silahını yanına almakla almamak arasında gitti geldi. Allah'ın evine ibadet amaçlı gittiğini düşündü ve silahını bıraktı.
     Ağır adımlarla Fatih Camiine doğru yürüdü. İçinde tarif edemediği bir his, adını koyamadığı bir duygu vardı. Namazını kıldıktan sonra uzunca dua etti... Camiiden çıkmak için yavaş adımlarla kapıya yürüdü, ayakkabılarını aldı ve Unkapanı tarafındaki büyük kapıdan dışarı çıktı. Merdivenleri yavaş yavaş indi ve Malta tarafındaki kapıya yöneldi, bir kaç adım atmıştı ki Cami avlusu ”Metin” sesiyle titredi. Arkasını döndü ve sesin geldiği yöne doğru baktı. Bir el silah sesi duyuldu Cami avlusunda. Yere düşmeden evvel Tekbir getirdi Metin... Ve Allah’ın arzı bir kez daha hayatını imanına şahid tutan bir yiğidin haykırışıyla sarsıldı... Olduğu yere yığıldı Metin... Kalleşçe arkadan vurmayı şiar edinenler yere düşen Metin’in başına iki kurşun daha sıktılar... Bir karışıklık oldu avluda... Karışıklıktan istifade eden karanlık yüzlü katiller münafıkça bir tavırla tekbirler getirerek kaçtılar...
     Dünyada kalanların telaşesine ve içinde bulundukları kaosa inat, Metin Allah’ın yalnızca şehidlere nasib ettiği bir iç huzur ile, özlemini çektiği şehadete kavuşuyor ve Rabbinin cennetlerine kanatlanıyordu... Tarih bir kez daha, İslam Mücadelesinin sancaktarlığını yapan yiğit bir gencin verdiği söze sadık kalışını kaydediyor ve O’nun mücadelesini kendinden sonra gelenlere emanet ediyordu...
     Metin Cennete’e kanatlandı... İyi insanların onurlu ölümlerle Rablerine kavuşmalarının gerekliliğini hatırlatarak gitti... Açıkta kalan gözleri ile tamamlanmış, zafere ulaşmamış bir kavgayı bize emanet ederek gitti... Şehadetin ucuz olmadığını, Şehid olabilmek için ancak bir şehid gibi yaşamanın şart olduğunu öğreterek gitti... Gidişiyle de bir ders verdi bize. Ve kanı, filizlenmek için kanını bekleyen bir neslin toprağını bereketlendirdi...
O bizim öğretmenizdi... Karlı ve soğuk bir Şubat Günü, Fatih Camiinin avlusuna dökülen kanlarıyla bize son dersini verdi ve gitti...
   Tam 32 sene geçti Metin Yüksel’in bir cemre gibi toprağa düşmesinin üzerinden. Ve bugün, yüzlerce-binlerce Metin, İslam sancağını dalgalandırmak için canlarını vermeye hazır olduklarını haykırmaktadırlar... Karanlığın dünyanın dört bir yanına yayıldığı 21.Asırda insanları İslam Medeniyetinin aydınlığına davet etmek için, Metin’in gittiği o yolda, kararlı adımlarla yürüyen binler vardır şimdi meydanlarda...

Ve Ahzab 23′ün taptaze tefsiri ile bir kez daha sarsılır dünya
“Mü’minlerden öyle erler vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar ve şehid oldular. Kimileri de şehidlik beklemektedir. Onlar asla sözlerini değiştirmemiştirler.” (Ahzab 23)



RABBİM ŞEHADETİNİ KABUL ETSİN İNŞAALLAH…

20 Şubat 2011 Pazar

ENERJİ ve TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞINA 260 MÜFETTİŞ YARDIMCISI ALINACAK

ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANLIĞI
MÜFETTİŞ YARDIMCILIĞI
GİRİŞ SINAVI

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığınca
16-17 / 04 / 2011 tarihlerinde Ankara’da, Müfettiş Yardımcılığı Giriş Sınavı yapılacaktır.


1) SINAVA KATILMA KOŞULLARI

a) ÖSYM tarafından 27-28 Haziran 2009 (A grubu ve öğretmenlik), 10-11 Temmuz 2010 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı KPSSP 38 Bölümünden 80 ve üzeri puan almış olmak (Başvurulardan en yüksek puan alan 260 kişiye sınava giriş belgesi verilecek olup eşit puan almaları nedeniyle 260. sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde, bu puana sahip adayların tümü sınava çağrılacaktır.),
b) 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununun 48. Maddesinde sayılan nitelikleri taşımak,
c) Siyasal Bilgiler, Hukuk, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültelerinden veya bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen Yurtiçi veya Yurtdışındaki Fakülte ve Yüksek Okullardan birini bitirmiş olmak,
d) Sağlık durumu, her türlü iklim ve yolculuk koşullarına elverişli bulunmak (Görev yapmasına engel bir halin olmadığına dair ilgilinin yazılı beyanı.),
e) Yapılacak inceleme sonunda, varsa sicil, tutum ve davranışları yönünden Müfettiş Yardımcılığına engel bir durumu bulunmamak,
f) Erkek adayların askerlikle ilişiği bulunmamak (Askerlikle ilişiğinin bulunmadığına dair ilgilinin yazılı beyanı),
g) Sabıka kaydı bulunmamak (Sabıka kaydının olmadığına dair ilgilinin yazılı beyanı),
h) Bu sınava daha önce birden fazla katılmamış olmak,
ı) Sınavın açıldığı yılın Ocak ayının birinci gününde 30 yaşını doldurmamış olmak (01/01/1981 tarihinden sonra doğmuş olmak),
i) Süresi içinde başvurmuş ve başvuru formu ile istenilen diğer belge ve bilgileri Kurul Başkanlığına vermiş bulunmak,


2) SINAV KONULARI

Yazılı sınavlar, Ekonomi, Hukuk, Maliye, Muhasebe, Yabancı Dil ve Kompozisyon konularında yapılacaktır.
Yazılı Sınavda başarı gösterenler, kendilerine bildirilecek tarihlerde Ankara’da sözlü sınava alınacaklardır.


3) SON BAŞVURU TARİHİ

Sınavlara katılabilmek için isteklilerin, başvuru formunda belirtilen belgelerle birlikte en geç 18/03/2011 günü mesai bitimine kadar; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanlığı, İnönü Bulvarı, No: 27 E Blok Kat:1 Bahçelievler/ANKARA adresine, elden veya posta ile başvurmaları gerekmektedir. Posta ile müracaatlarda başvurunun, 18/03/2011 günü mesai bitimine kadar Başkanlığa ulaşması gerekmektedir. Postadaki gecikmeler dikkate alınmaz.
     Sınava girmeye hak kazananların listesi en geç 23/03/2011 tarihine kadar Bakanlığımızın internet sitesinde ilan edilecek, sınava girilecek yer ve sınav saatlerini gösteren “Sınav Giriş Belgesi”, Teftiş Kurulu Başkanlığınca elden verilecektir.
     Ayrıca, Sınavla ilgili ayrıntılı bilgi 0.312.215 84 00 numaralı telefondan alınabilir.

ŞEHİDLERİ ANMA GECESİ

Şehidleri Anma Gecemize Davetlisiniz...
28 Şubat Pazartesi
19:30 - 22:30
Gönülder Eğitim Araştırma ve Yardımlaşma Derneği
Mevlana Mah. Akdeniz Cad. No: 3
(Türkiş Blokları Yakını)
Ataşehir - İstanbul

19 Şubat 2011 Cumartesi

HADİS-İ ŞERİFLER ... NAMAZ DUALARI


İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM : SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
İKİNCİ FASIL: NAMAZ DUALARI
1- İSTİFTAH
     UMUMÎ AÇIKLAMA:
     Yapmamız gereken duaların bir kısmı namazla ilgilidir. Daha namaza başlarken okumamız gereken dualar olduğu gibi, namazın içinde, muhtelif safhalarda ve namazdan selâmla çıktıktan sonra da okunacak dualar mevcuttur. Şu halde burada bu dualarla ilgili bir kısım rivâyetleri göreceğiz.

1. (1795)-  Ebû Hüreyre (ra.) anlatıyor: "Resûlullah (sav.) namaz için tahrîme tekbirini alınca kıraate geçmezden önce bir müddet sükût buyurmuştur.
Ben: "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, anam babam sana feda olsun, tekbir ile kıraat arasındaki sükût esnasında ne okuyorsunuz?"
Bana şu cevabı verdi: "Ey Allah'ım; beni hatalarımdan öyle temizle ki, kirden paklanan beyaz elbise gibi olayım. Allah'ım beni, hatalarımdan su, kar ve dolu ile yıka" diyorum."
[Buhârî, Ezân 89; Müslim, Mesâcid 147, (598); Ebû Dâvud, Salât 123, (781); Nesâî, İftitâh 15, (2, 128, 129).]
Ebû Dâvud, Nesâî ve Buhârî'nin rivâyetlerinin başında şu ziyade vardır: "Allah'ım, benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arası gibi uzak kıl."

AÇIKLAMA:
Normalde çamaşırın temizliği için sadece su kullanıldığı halde, hadiste kar ve buzun da zikri, âlimler tarafından farklı yorumlara tâbi kılınmıştır. Ancak hepsi de neticede maksadın mübalağalı şekilde ifadesinde birleşirler.
Mesela Hattâbî der ki: "Kar ve dolunun zikri te'kîd içindir. Zîra, bunlar zaten elle dokunulmayan, temizlikte de kullanılmayan iki sudur."
İbnu Dakîku'l-Îd der ki: "Böyle denmekle âzamî derecedeki temizlik ifâde edilmiştir. Zîra, üzerinden üç ayrı temizlik maddesi geçen elbise tertemiz olur. Mamafih, bunların her birinden maksadın mecaz olması da mümkündür. Yani onlarla kiri kaldıran sıfat kinâye
olunmuştur, tıpkı şu âyette olduğu gibi: "Rabbimiz bizi affet, bize mağfiret et ve bize merhamet et..." (Bakara 285).

Tîbî de buna işareten der ki: "Sudan sonra kar ve buzun da zikrinden maksad, afdan sonra rahmet ve mağfiretin bütün envâını (pek şiddetli olan cehennem azabının harâretini söndürmek için) taleb etmektir."
     Hadîsin, Abdullah İbnu Ebî Evfâ tarafından Müslim'de kaydedilen rivâyetinde suyun soğukluk kaydıyla zikri de bu mânayı te'yîd eder. Böylece Resûlullah (sav.) hataları (ateşe girmeye sebep olmasından ötürü) cehenneme benzetmiş ve onun söndürülmesini de yıkamaya teşbîh buyurmuş, söndürme işinde, söndürücülerin hepsini sudan başlayarak en soğuğuna varıncaya kadar zikretmekle üslûbda mübalağaya yer vermiştir.
Türbüştî der ki: "Bu üç şeyin betahsis zikri, bunların semâdan inmeleri sebebiyledir."
Kirmânî der ki; "Bu üç duada, üç vakte işaret edilmiş olma ihtimali de vardır. Uzaklaşma istikbâle, temizlik hâl-i hâzıra, yıkama da geçmişe işarettir."
İbnu Hacer der ki; "Bu durumda, istikbâlin önce zikri, husûle, gelecek olanın def'ine gösterilecek ihtimam, vukua gelmiş olanın ref'inden önce olduğu içindir." Yani günah işleyip sonra da affıyla uğraşıncaya kadar, öncelikle günah işlememeye gayret gösterilmelidir.


2. (1796)-  İbnu Ömer (ra.) anlatıyor: "Biz, Resûlullah (sav.) ile birlikte namaz kılarken, cemaatten biri aniden: "Allahu ekber kebîrâ, velhamdü lillâhi kesîrâ, subhânallâhi bükraten ve asîlâ (Allah, büyükte büyüktür, Allah'a hamdimiz çoktur, sabah akşam tesbihimiz Allah'a dır!" dedi.
Resûlullah (sav.) efendimiz: "Bu sözleri kim söyledi?" diye sordu.
Söyleyen adam: "Ben, ey Allah'ın Rusûlü" dedi.
Resûlullah (sav.) efendimiz: "O sözler hoşuma gitti. Sema kapıları onlara açıldı" buyurdu.
İbnu Ömer (ra.) der ki: "Söylediği günden beri o zikri okumayı hiç terketmedim."
[Müslim, Mesâcid 150, (601); Tirmizî, Daavât 137, (3586); Nesâî
İftitâh 8, (2, 125).]
Nesâî, bir rivâyette şu ziyâde de bulunmuştur: "On iki adet meleğin, bu sözleri (yükseltmek üzere) koşuştuklarını gördüm."

AÇIKLAMA:
1- Hadiste beyan edilen gök kapılarının açılması o zikrin Allah indinde makbul olduğuna delildir. Çünkü duaların kıblesi sema, makbul sözlerin şe'ni kabûl-i İlâhî semâsına yükselmektir. Âyette: "Güzel sözler O'na yükselir, o sözleri de sâlih ameller yükseltir" buyurulmuştur (Fâtır10)
2- Resûlullah (sav.)'ın ifâdeleri, bu zikrin dilden düşürülmemesine bir teşviktir. Nitekim İbnu Ömer (ra.), dinlediği günden itibâren bunu her fırsatta dilinden düşürmemiştir.

3. (1797)-  Hz. Enes (ra.) anlatıyor: "Resûlullah (sav.) namaz kılarken nefes nefese bir adam geldi ve: "Allahu ekber, Elhamdü lillâhi hamden kesîran tayyiben mubâreken fîhi. (Allah büyüktür, çok temiz ve mübârek hamdler Allah'adır!)" dedi.
Resûlullah (sav.) namazı bitirince: "Şu kelimeleri hanginiz söyledi?" diye sordu. Cemaat bir müddet sessiz kaldı, Resûlullah (sav.): "Kim söylediyse çekinmesin, benim desin, Zîra fena bir şey söylemiş değil" dedi. Bunun üzerine adam: "Ben, ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Resûlullah (sav.) da: "Ben on iki melek gördüm. Her biri, bu kelimeleri (Allah'ın huzuruna) kendisi yükseltmek için koşuşmuşlardı."[Müslim, Mesâcid 149, (600); Ebû Dâvud, Salât 121, (763): Nesâî, İftitâh 19, (2, 132, 133).]

4. (1798)-  Hz. Câbir (ra.) anlatıyor: "Resûlullah (sav.) namaza başlarken tekbir getirir, sonra (bazan) şunu okurdu: "İnne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillâhi Rabbi'l-âlemîn. Lâ şerîke lehu ve bizâlike ümirtü ve ene evvelü'l müslimîn. Allahümmehdinî li ahseni'l a'mâli ve ahseni'l-ahlâki. Lâ yehdî li-ahsenihâ illâ ente. Ve kınî seyyie'l-a'mâl ve seyyie'l-ahlâk. Lâ yakî seyyiehâ illâ ente. (Namazım, ibâdetim hayatım ve ölümüm âlemlerin şeriksiz Rabbi Allah içindir. Ben bununla emrolundum. Ben bu emre teslim olanların ilkiyim.
     Ey Allah'ım, beni amellerin ve ahlâkın en iyisine sevket. Bunların en iyisine senden başka sevkeden yoktur. Beni kötü amellerden ve kötü ahlâktan koru, bunların kötülerinden ancak sen korursun."
[Nesâî, İftitâh 16, (2, 129).]

5. (1799)-  Muhammed İbnu Mesleme (ra.) anlatıyor: "Resûlullah (sav.) nâfile namaz kılmak için kalktığı vakit (bazan) şunu okurdu: "Allahu ekber veccehtü vechiye li'llezî fatara's Semâvâti ve'l-arza hanîfen müslimen ve mâ ene mine'lmüşrikîn... (Allah büyüktür. Yüzümü Hanîf ve Müslüman olarak semâvat ve arzı yaratan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim)..."
     Devamını Hz. Câbir (ra.)'in rivâyetinde olduğu şekilde zikretti. Sonra şunu okudu: "Allahümme ente'l-Meliku. Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke ve bihamdike [Allahım (kâinatın gerçek) Meliki sensin. Senden başka ilah yoktur. Seni hamdinle takdîs ederim)." Sonra kıraata geçti."
[Nesâî, İftitâh 17, (2, 131).]

6. (1800)-  Hz. Aişe (ra.) anlatıyor: "Resûlullah (sav.) namaza (iftitah tekbiri ile) başlayınca şunu okurdu: "Subhâneke Allahümme ve bihamdike ve tebâre ke'smüke ve teâlâ ceddüke ve lâ ilâhe gayruke. (Allah'ım seni her çeşit noksan sıfatlardan takdîs ederim, hamdim sanadır. Senin ismin mübârek, azametin yücedir, senden başka ilah da yoktur)."
[Tirmîzî, Salat  179, (243); Ebû Dâvud, Salat 122, (776); İbnu Mâce, İkâmeti's-Salat 1, (804).]

AÇIKLAMA:
Bu hadisler, namazda tahrîme (veya iftitah tekbirin)den sonra Kur'ân kıraatine geçmeden önce istiftah duasının okunacağını ifâde ederler. Bu, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmet İbnu Hanbel ve Cumhur'a göre müstehabtır. İmam Mâlik'e göre ise müstehab değildir. Ancak bizzat
okunacak duâ husûsunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.
* Ahmed İbnu Hanbel ve İmam Âzam (ra.)'a göre son rivâyette kaydettiğimiz Sübhâneke
okunmalıdır. Delilleri de Hz. Âişe (ra.)'nin mezkur rivâyetidir. Bu rivâyet, Ahmed İbnu Hanbel ve Müstedrek'de de rivâyet edilmiştir. Hâkim, sıhhatini te'yid eder. Bu hadis, bazı ilâvelerle Ebû Saîdi'l-Hudrî başta, başka bir kısım sahâbilerden de rivâyet edilmiştir. Ancak
Tâbiîn ve Etbauttâbiîn ulemâsı amelde, çoğunlukla Hz. Âişe'nin rivâyetini esas almıştır. Mamafih Hz. Ömer ve İbnu Mes'ud'un rivâyetleri de bunun aynısıdır. Namazda onların da bunu okuduğu bilinmektedir.

16 Şubat 2011 Çarşamba

ŞEHİD FUAT ÇAĞLAR

Grup Genç’in şehit Fuat Çağlar için bestelediği ezgi
 Fuat Çağlar daha lise yıllarında farklıydı diğerlerinden. Fikir ve amelde gelişimini lise yıllarında başlatmıştı. Çoğu konuda bilinç ve sorumluluk sahibi olmayı bu yıllarda öğreniyordu. Ahlakı ve örnek davranışları onu diğer arkadaşlarından farklı kılıyordu. Bu şekilde de etrafında birçok arkadaşı oluyordu. Birçok meseleyi sorgulamaya, araştırmaya da lise yıllarında başlamıştı. Dersine giren hocaları da onun bu sorgulayıcı ve eleştirel yanını farketmişlerdi.
     Filistin’e, Afganistan’a ve müslümanların zulüm gördükleri, zor durumda oldukları birçok coğrafyaya bu yıllarda ilgi duymaya başlamıştı. Şehit haberlerini takip eden, onların sevdasına ortak olan bir hal almıştı.
     Üniversite yıllarında Fuat denince akla ne gelirdi?
     İmam Hatip’ten mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandı Fuat Çağlar. Belki de Marmara İlahiyat, ömrünün en bereketli geçtiği dönemin bir parçasıydı. Bu dönemde öğrenci evlerinde kaldı. Yerinde durmayan, adeta kabına sığamayan, yüreği iman dolu bir yapıya sahipti. “Fuat” denildiğinde, arkadaşlarının aklına şu üç kelime gelirdi: İhlas, samimiyet ve kararlılık…
     Bir süre sonra üniversite yaşantısını da sorgulamaya başlamıştı. Üniversitenin insan hayatındaki yerini, okul sıralarını, koridorları, üniversitedeki öğrenci yapısını düşünmeye başlamıştı. Arkadaşlarına her zaman, ”Bir şeyler yapmalıyız, bu düzeni değiştirmeliyiz, değiştirmek için de cihad etmeliyiz.” gibi sözler söylerdi. Bu dönemde bir süre gözden kayboldu, bazı arkadaşlarıyla birlikte Hindikuş Dağlarına gitmiş, mücahitlerle aynı safta yer almıştı. Dağlarda arzusuna ulaşamadan Türkiye’ye gazi olarak geri dönmüştü.
     Bu cihat, ondaki hırsı, azmi ve bilinci arttırarak çoğaltmıştı. “Afganlı’nın orada verdiği cihadı bizler de buralara taşımalıyız.” diyordu öğrenci evlerindeki sohbetlerinde. Yaptıkları, onu okulda tanınan bir kişi haline getirmişti. Sürekli arkadaşlarına müslüman olarak kendilerine düşen görev ve sorumlulukları hatırlatan konuşmalar yapıyordu.
     Fuat Çağlar Okulda yaptığı faaliyetleri arttırarak devam ettiriyordu. Afişler asıyor, konferans veriyor ve tebliğ faaliyetlerine devam ediyordu. Bir yandan da Müslüman Genç dergisine yazılar yazıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bir enerjisi vardı. Bosna Savaşı’nın ilk yıllarında Bosna’ya gitmişti. Müslüman kardeşlerinin yanında olmak, onlara yardımcı olmak amacıyla da bu cihada katılmıştı. Daha sonra Sudan’a gidip oradan yaşananlardan ders alıyordu. Zalimin olduğu her yerde Fuat Çağlar gücü yettiğince karşı koymak için yer aldı. Tek derdi ümmet bilinciydi. Zulüm gören kardeşlerinin dertleriyle dertlenmek.
    Çok arzuladığı şehadete Tacikistan’da kavuştu.
     Son seferine çıkmadan önce yargısız infazla şehit edilen Mevlüt Demir’in kabrine gidip dua etti. Yaz başında farkında olmadan son seferine çıkıyordu. Yine Rabb’ine karşı tevekkül içindeydi. Bu kez yolculuk Tacikistan topraklarıydı. Bu yolculuğun bir özelliği de, daha dört ay önce evlenmiş olmasıydı. Ailesini Allah’a emanet ederek şehadet yolculuğuna başlamıştı. Tacikistan’a girerken namert bir şarapnel parçası genç ve iman dolu bedenine isabet edince Hindukuş Dağları’nda, Bosna’da, Sudan’da erişemediği şehadete Tacikistan topraklarında erişecekti. Böylece hayatı boyunca en çok arzuladığı mertebeye ulaşmış bulunmaktaydı.
     Şehitlerin yolunu sürdürmüş oldu. Tarihe imza attı, gönüllerimize taht kurdu... Tertemiz bir hayat yaşadı ve şehit olarak dünyaya veda etti. Sömürgeci zalimlerle, korkmadan mücadele etti. Kurşun sıktı, evini ve ailesini terk etmek zorunda kaldı. Böylece, bir neslin bilincine bir şeyler kazımış oldu. Allah şehadetini kabul etsin. Allah ondan razı olsun.
Fuat’ım yiğidim Kurban yoluna
Çok canlar feda ettik Sevdan uğruna…

13 Şubat 2011 Pazar

ŞEHİD BİLAL YALDIZCI

   Şehid Bilal Yaldızcı  
     12 Eylül 1980 darbesi, İran devrimi ve Afganistan’ın Sovyet Rusya tarafından işgal edilmesi 80′li yılların en önemli üç olayıydı. Bu üç olay gençliği oldukça etkilemişti. Özellikle Afgan cihadı, gençliğin birinci gündem maddesiydi. Cepheden gelen iyi haberler dalga dalga yayılır, gönlümüz coşar, yerimizde duramazdık. Çok iyi hatırlıyorum, arkadaşlar arasında küçük harçlıklarımızla biriktirerek topladığımız yardımları Afganistan’la irtibatı olan büyüklerimize büyük bir heyecanla teslim ederdik. Dönemin ruhuna uygun marşlar ezberler, söylediğimiz marşlarla adeta Afganistan’da devam eden cihada tempo tutardık.
     Panşir Vadisi’nde Ruslara karşı fırtına gibi esen ve Panşir Aslanı olarak ün yapan mücahit komutanlardan Ahmet Şah Mesut, gönlümüzün gizli kahramanıydı. Ahmet Şah Mesut’un başarıları dilden dile dolaşır, aramızda bir efsaneye dönüşürdü. Gülbeddin Hikmetyar, Burhaneddin Rabbani gibi Afgan liderleri, isimlerini en çok andığımız liderlerdi. Rusya’nın üstünlüğü ile devam eden savaş, zaman ilerledikçe mücahitlerin lehine dönmeye başladı. Özellikle cihadı sürdüren dört mücahit grubun birlik ve beraberliği zaferi de, kaçınılmaz olarak mücahitlerin kazanmasını sağladı.
     Afganistan cihadına maddi-manevi yardımların yanında, aramızdan bizzat cepheye giderek, Sovyet Rusya’ya karşı savaşan birsürü kardeşimiz oldu. Afganistan’a cihad meydanlarına gidenler oldu ve onların arasından da şehid olanlar...
     Afgan cihadında ilk Türkiyeli şehid, İzmir Ödemişli Bilal Yaldızcı’dır. Daha sonra Tekiner Tayfur ve Recep Şahin bu yolu takip eden şehidler oldu.
     1967′de İzmir’in Ödemiş ilçesinde dünyaya gelen Bilal Yaldızcı, ailenin tek erkek çocuğuydu. İki de kız kardeşi vardı. Ailesi, tek erkek çocuk olması sebebiyle üzerine çok düşüyordu. Lise yıllarında Afganistan cihadıyla yakından ilgilenen her genç gibi Bilal’in de yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Kafasına koymuştu, Afganistan’a gidip mücahitlerin yanında Ruslara karşı savaşacaktı. Lise yılları hep mücadele ile geçti. Yaptıklarıyla, arkadaş çevresini ve ailesini oldukça şaşırtıyordu. Bu konuda kardeşi Zuhal Yaldızcı’nın söylediklerine kulak verelim: “Bir gün eve gece yarısı geldi. Hepimiz merak içinde onu bekliyorduk. O ise gayet rahatlıkla içeriye girdi. Zaten meraktan iyice yorgun düşen annem, ağabeyimi soru yağmuruna tuttu. Biz, başına bir şey gelmesinden korkuyorduk. Fakat hiç ummadığımız bir cevapla karşılaştık. Diyor ki, anneciğim şu anda kabristandan geliyorum. Bu yaptığım şeyi, altı aydır sürekli yapıyorum. Amacım içimdeki ölüm korkusunu yenebilmekti. Gördüm ki, doktoru, avukatı, zengini, fakiri hepsi orada ses çıkarmadan yatıyor. Ağabeyimin şehid olduğu haberi geldikten sonra, müdürlük yaptığı kursun masasında küçük bir not bulundu: ‘Allah’a şükür ölüm korkusunu yendim’ diye…”
     Bilal arkadaşlarıyla birlikte sürekli Bozdağ’a tırmanırdı, bunu yapmasındaki amacı, Afganistan’a gittiğinde Hindikuş dağlarında zorluk çekmemek içindi. Liseden sonra Afganistan’a gitmeye karar veren Bilal, evden ayrılırken ailesine Pakistan’a üniversite okumaya gidiyorum, demişti. Bilal önce Pakistan’a, oradan da cepheye katılmak için Afganistan’a geçti. Penşir Vadisi’nde Ahmet Şah Mesut’un birliklerine dahil oldu. Ahmet Şah Mesut, kendisini çok sever ve ‘Abdullah misafir’ diye hitap ederdi.
     Hindikuş dağlarında Ruslara karşı yürütülen amansız mücadelenin her safhasında yer aldı. Dönüş vakti gelip çattığında, takvimler 24 Ekim 1987′i gösteriyordu. Bilal, hazırlığını yapmış, silahını teslim etmiş, arkadaşlarıyla vedalaşmaya hazırlanıyordu. Ahmet Şah Mesut’tan haber geldi. Bütün mücahit gruplar, Pakistan sınırına yirmi beş kilometre mesafedeki Rus garnizonunu kuşatacaktı. Bilal’ın içi bir tuhaf oldu. Bir türlü dönmek istemiyordu ve o kuşatmada bende olmalıyım diyerek, mücahit grupların arasına karıştı.
      29 Ekim 1987 sabahı Bilal, Hz.  Bilal’dan muştu almışçasına sabah ezanını okudu. Bilal’ın yanık sesi Panşir Vadisi’nde dalga dalga yayıldı. Sabah namazı eda edildikten sonra harekete geçildi. İkindiye doğru Rus garnizonu kuşatıldı ve yoğun çatışmalar başladı. Silah sesleri, tekbirlerle birbirine karıştı. Bilal saldırı grubundaydı. Bir müddet sürer bu sıcak çatışma, düşman askerleri dağıtılmaya başlanır. Bu sırada bir düşman askeri eline geçirdiği makineliyle ateş kusmaktadır. Bir hendek atlanır ve bir mücahid şehid olur. Dördüncüsünü atlayarak geçen Bilal’imizdir. Aynı anda, karşı taraftan gelen acımasız mermiler, ayaklarından ve karın kısmından vücuduna saplanır. Bilal gökyüzüne gözlerini dikip, bir süre Türkçe bir şeyler söylediyse de, mücahidler anlamamıştır. Son sözü ise Farsça ifadesiyle “men şehid mişem” olmuştur.
     Birkaç saat süren bu çatışmanın ardından Rus garnizonu ele geçirildi. Pakistan’la Afganistan arasındaki en büyük engel de ortadan kaldırılmış oldu. Bu muhteşem kuşatmada Bilal kardeşimiz, zulmün soluk sesini kanlarıyla boğdu ve şehid oldu. Mücahidlerin bu başarısının mimarlarından biri olarakta tarihe imzasını atmış oldu.

     Şehidin Kardeşi Zuhal Yaldızcı Anlatıyor:
     “Ağabeyim Bilal l967 yılında İzmir’in Ödemiş ilçesinde dünyaya geldi. Ağabeyimden bir yaş küçük ablam Nihal ve en küçükleri ben Zuhal olmak üzere üç kardeşiz. Ağabeyimi hayatta-yaşıyor diye düşünerek ‘3 Kardeşiz’ diyorum, çünkü O’nun şehid olması ebedi olarak aramızdan ayrılması demek değildir. Bilakis ağabeyimizi cismen yanımızda olmasa da manen her an aramızda hissediyoruz.
     Ailemizin tek erkek evladı olması sebebiyle annem ve babam abimin üzerine çok düşüyorlardı. Onu toplum içerisinde belli bir mevkiye ulaştırmak istiyorlardı. Abimin içinde duyduğu düşünce ve hisleri anlayamadıkları için, Abim; annem ve babam gibi düşünen daha nice ana ve babaları “sözde müslümanlar” olarak nitelendiriyordu.     “Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir:’ hadisini kendine şiar edinmişti. Kendi hissettiklerini ve düşündüklerini müslüman kardeşlerine de yansıtabilmek için çok mücadele veriyordu.
     Nihayet birgün vermek istediği mücadele fiiliyata dönüştü. Artık kendisi Türkiye’nin debdebeli hayatı içerisinde değildi. Afganistan’da şehid kanı kokan o topraklarda, mücahid kardeşleriyle aynı payı paylaşıyordu. Tabi biz bundan bihaberdik. Evden ayrılırken bize, Pakistan’a, İslam Üniversitesi’ne okumaya gidiyorum diyerek malumat vermişti. Biz O’nu okuyor düşünürken, Ağabeyimin Afganistan’da, Hindikuş dağlarında, Allah yolunda şehid düştüğü ve kanlı elbiseleriyle toprağa defnedildiği haberi ulaştı.
     Sonradan öğrendiğimize göre Ağabeyimin katılmış olduğu operasyonun yapıldığı bölgeye, Hindikuş dağlarından yürüyerek 24 günde gidiliyormuş. Garnizonun fethiyle 24 günlük yol bir haftaya düşürülmüş. Bu zorlu ve güç operasyonda şehid düşen mücahidlerden biri de canım ağabeyim Bilal Yaldızcı idi.
     Ağabeyimin İslam davasını bizim omuzlarımıza yüklemesi, içine kapanık olduğum için çok etkilemişti. Ramazanda ilk defa cemaate sohbete çıkmıştım ve ‘Yarabbi her adımıma 70 şehid sevabı ver’ diye, arzu ederek gitmiştim, eve döndüğümde yorgunlukla uyuya kalmıştım. Rüyamda canım ağabeyimi gördüm. Ağabeyimin kabrini ziyaret için Afganistan’a gitmiştik ve kabrini açtırmayı düşünüyorduk. Yanımızda bir Afganlı mücahid vardı. Kabri açtığımızda kabir bomboştu. Ve hepimiz şok olmuştuk. Üzülüp düşünceye dalınca baktık ki gök yüzünden nur şeklinde bir şey kabre doğru inip kabri genişletti. Ve aynı cennet manzarasını andırır hale geldi. Ve o nur ağbimin cismini alıverdi. Bize diyordu ki “Anneciğim kardeşlerim ve babacığım, beni aradınız geldiniz gelin oturun sizlerle kucaklaşayım hasret gidereyim’… Ve biz de çok şaşkındık. En önemlisi daha yeni kurşun yarası almış gibi sıcacık taze kanları sızıyordu. Ağbim kabirden çıkarak anneme sarıldı sonra babama sarıldı, sıra bana geldi ben cesaret edemedim, tereddüt ettim. Ağabeyim benim bu durumumu anlamış olacak ki ‘Kardeşim sakın öyle düşünme bana sarılın ki bu kanlarım sizin elbiselerinize bulaşsın yarın kıyamet gününde sizleri o kanlarınızIa tanıyabileyim… O kan sizlere şahitlik edecek’ diye tatlı bir nasihatten sonra kucaklaşıp hasret giderdik. Ve birden kabir eski durumuna geldi açık bir şekilde bir anlığına gerçekleri yaşadık orada. Daha sonra manevi bir halde anneme ziyarete falan gelip ona birçok şeyler anlatmaya çalışıyordu. Cenab-ı Allah şefaatinden tüm müminleri ayırmasın…

   Şehid Bilal Yaldızcı'nın Kaleminden  
     25 Ekim 1987 Afganistan
     O günü hâlâ hatırlıyorum. O’nunla ilk karşılaştığımız an ve sonra çok uzaklarda yine karşı karşıya gelişimiz ve unutulmaz anılar. Bir gün kendisine elbise almasına yardımcı olmamı istediğinde, beraberce Apara Markete gidip, kahverengi şalvar ve kamiseden oluşan elbiseyi satın almıştık.
     Ve aylar sonra Bilal ile kısa da olsa mücahidlerle olan beraberliğimiz. Bilal, her an emre amade davranışlarıyla ilgi çekiyor ve her türlü hizmet alanına katkı sağlıyordu. O’nu çift kaleşinkof ve 25 kg.’lık füze mermileri taşırken görmeliydiniz, ne kadar görkemliydi.
Sonuçta Bilal kuzey cephesine gittiğinde, aynı davranışlarını oralarda da sergilemiş, bu özelliğiyle de mücahidlerin çok kısa zamanda sevgisini kazanmıştı.
     Kumandanları Amir Şeyb (Ahmet Şah Mesut) O’nu mücahidlerle güreş etmesi için, sürekli kışkırtıyor. Bilal gerçekte bulunduğu bölgedeki yaşantısına, azami derecede dikkat ediyordu. Çünkü O bulunduğu yerde, kendi nefsinden öte, Türkiyeli Müslümanları temsil ettiğinin bilincindeydi.
     Cephedeki tuttuğu notlarından da anlaşılacağı üzere Bilal, fikri seviyesini de geliştirmesini bilmişti. Kısacası; artık düşüncelerini, daha uzlaşmasız, tavizsiz bir temele oturtabilmişti. Kuşkusuz bu oluşumda cihadın teneffüsünün de büyük payı olmuştur. “Biz cihadın Türkiye’de edebiyatını dahi yapamıyoruz” derken, yine Bilal bu olguya işaret ediyordu.

Şehid Bilal’imize Allah’tan rahmet dileriz.

     Şehid Bilal’den anne ve babasına veda...  
     Eli varmıyordu vedalaşmaya, dili varmıyordu “Allah’a emanet olun” demeye. Vedalaşacağına ve gideceğine inanamıyordu. Kaç veda vardı taşıdığı genç gönlünde. Kaç vedanın yükünü taşıyordu. Her vedada bir yeni hasreti, bir yeni ayrılığı yükleniyordu. Bitesi yok vedalar, bitesi yok hasretlere boğuyordu O’nu.
     En son vedasını ve ayrılığını hatırladı. Hatırladı ve gönlü, bakışları ve hasreti uçup gitti. Onulmaz bir heyecanla, Manyas yolundan kendi sokaklarına döndü. Sağlı sollu, birer sıralı, çoğu birer katlı evler. Geniş bahçenin ortasına oturmuş evlerin; etrafı güller, asmalar, mevsimine göre sebzeler, yeşilin en doğal tonlarıyla çevrili, sağdaki ilk ev Ulvi Cebbar’ın evi, bir solukta geçti, her yer sakin ve sessiz, nefes yok, can yok gibi. Yüreği kor gibi yanan müslümanların, canları sessizlik içinde evlerinde atıyor ve sessizlik sokağa ayrı bir hava katıyor; sakin, sessiz, gizemli.
     Yürüyor Bilal ama ne yürüyüş, uçuyor, bir ruh olmak istiyor. Gören fakat, görülmeyen eve kadar engellenmeden, durdurulmadan, sorgulanmadan varmak istiyor. İşte evlerinden önceki boş arsa, işte sıçrasa üstüne çıkıp aşacağı evinin briketten duvarı, işte annesinin her zaman tertemiz yıkadığı, adeta kokusunu hissettiği beyaz perdeler, mavi pencere demirleri, yine her yer yemyeşil, asmalar, erik, limon, kiraz ağaçları, güller yine açmış, belki de onu bekliyorlardı, en duru beyazı, en alımlı kırmızısıyla ve inşaa halindeki ikinci kat bırakıp gittiği gibi duruyordu.
     Eli kapıdaydı, zile basmalı mıydı? Zilin sesini dahi özlemişti, kimin geldiğini soracaklardı? Önce hangi hasretlisinin sesini duyacaktı; tek tek yokladı, tek tek adlarını saydı, ayıramadı; hepsi de birdi. Zili bekliyemezdi. Ya biri onu kapı da görür de durursa. Hayır hayır oyalanmadan girmeliydi içeriye. Bütün çevikliğiyle açtı demir kapıyı ve adımını bahar kokan, hasret kokan, ayrılık kokan bahçeye attı.
-Abdullah, Abdullah
     Silkindi, baktı. Hayalleri, hasretleri, son vedası orada kaldı. Abdullah, Bilal’in burada kullandığı adıydı. Ona, "Abdullah misafir, Abdullah Türkiye’de" diyorlardı. Altı aydır Afganistan’daydı. Savaşmış, aç kalmış, zorluklara katlanmış, defalarca ölümle burun buruna gelmişti. Bombalarla nice mücahidin parçalandığına, yüzlercesinin kurşunlarla ve sel sularına kapılan yirmi mücahidin bir anda şehadetine şahid olmuştu. Şimdi bütün bu hatıralarını alıp gitmeye, sıla-i rahimden sonra tekrar dönmeye veda edecekti. Fakat, gidiş öyle zor, öyle uzak geliyordu ki, inanası yoktu.
-Ne oldu Abdullah, dalıp gitmişsin, evdekileri çok mu özledin?
     Mesut’tu bu. Encinir Ahmet Şah Mesut. Afgan cihadının bayraklaşan komutanı, tartışmasız komutanı. Bilal, bir an baktı.
-Evet, Encinir Seyb, fakat sizlerden ayrılmak, sizleri bırakıp gitmek öyle zor ki, hislerimi ifade edemiyorum. Gitmek çok zor, vedalaşmak, gitmekten de zor geliyor.
-Git!.. Gitmelisin! Biz buradayız ve burada varız. Siz de orada olacaksınız. Sizin işiniz bizden kolay değil. Biliyorum, bu garip bir duygudur. Fakat, bizi kurbanlık koyunlar gibi görme. Evet biz, savaşıyoruz, bombalar, kurşunlar, açlıklar, zor tabiat şartları ve göreceğimizi bilmediğimiz yarınlar. Fakat kimin önce kurban olacağını Rabbim bilir. Biz ilan edilmiş bir savaşı yaşıyoruz ve ben de seni merak ediyorum. Senin gibi kabına sığmayan biri, senin gibi kabına sığmayanlar nasıl yaşarsınız neler yaparsınız oralarda. Abdullah, Pakistan’a giden diğer mücahidler gibi rahat git. Onlar dönmek için gidiyorlar, sen de bir cepheden bir cepheye gidiyorsun. Seni onlardan çok düşünüp, merak edeceğim ve haberlerini bekleyeceğim.
     Veda, yakan veda, ayıran veda. Bilal bütün mücahidlerle tek tek vedalaştı. Mesut’la bir başka vedalaştı. Mesut takıldı Bilal’e:
-Abdullah var mısın son bir güreşe?
-Varım be Encinir Seyb.
     Şakalaşmalar ve ayrılık. Bilal ve beraber olduğu mücahidler. Bu dağlarda yıllardır ilk defa, silahsız dolaşıyorlardı, bomboşlardı. Yadırgamışlardı bu hallerini.
     Pençşir’in sessizliği, bir anda kalaşinkofların, kalekovların, yüzlercesinin haykırışıyla sese boğuldu. Geride kalan mücahidler, giden arkadaşlarına veda ateşi yapıyorlardı. Gidenler durdular, geri dönüp son defa baktılar ve öncekinden daha hızlı bir şekilde yola dizildiler.
     Bilal, burukluk içindeydi, sanki yüzyıllık bir ayrılığa düşmüştü. Kalbinin üstünde taşıdığı vasiyetnamesi ayrı bir ağırlık vermeye başlamıştı. Yola çıkışla, anlamını özelliğini taşıdığı mesajı yitirmiş gibi bir duygu veriyordu. Onu da yırtmak ve silahtan, sıcak cihaddan ayrılığına, bu son bağlantıyı da eklemek istiyordu. Sonra kovdu bu düşüncesini. Çünkü Afganistan’dan çıkmaları için daha günler ve geceler vardı. O günlerin yavanlığı da olsa, vasiyetnamenin işlevinin bitmesine daha zaman vardı. Hatıra olarak da saklayabilirdi. Yine de bir şeyler olabilirdi. Sanki eksik şeyler kalmıştı. Neyin eksikliğini çektiğini bilemiyordu. Bir de “ışıklı evler” ona çok uzak görünüyordu. Oralar çok gerilerde, yüzyıllar ötesinde kalmış gibiydi.
     “Cepheden ayrılmaya, geri dönmeye karar verip, silahlarını teslim ettiğinde bir daha geri dönme, nasıl bir savaş olursa olsun bir daha geri dönme, dönmek isteyecek, bu son savaş olsun, buna katılayım, sonra dönerim diyeceksin. Bir daha geri dönüp silah alma, yola devam et.” Silahlarını teslim etmişti ve hızla ayrılıyordu. Geri dönüyordu, üzerinden bir yılın geçtiğini, kulaklarından bütün canlılığıyla, tazeliğiyle duyuyordu.
     Yolculuğun üçüncü gününün molasında, geldikleri tarafa giden mücahidlere rastladılar.
     - Nereye böyle?
     - Kalevgan’a. Encinir’in emri geldi. Her tarafa haber salmış yardım istiyor. Bir anda alabora oldu. Kendini bir anaforun içinde buldu. Bu taarruz aylardır bekleniyor ve konuşuluyordu. Öne alınmıştı.
     Tekrar yola düşerken, mücahidlerle vedalaştılar. Böyle bir taarruzun olacağından nasıl haberi olmadığına hayıflanıyordu.
     Bir gruba daha rastladılar. Onlar da Pencşir’e gidiyorlardı. Bilal’ın içini ateş basmıştı. Yola mı devam etmeli, yoksa bu savaş için tekrar geri mi dönmeliydi? “Geri dönme, yola devam et” sözü de bir çağrı, bir uyarı olarak, kafasını karıştırıyordu. “Ölüme meydan okumayı, ölümden korkmamayı, ölümü ölümsüzlük bilmeyi, yeniden yaşayacağım ve tadacağım. Ve eğer şehadet nasib olursa... Şehadet nasib değilse, bundan sonra sizlere geleceğim; Anam, babam, kardeşlerim, sizlere. Sizleri sözü edilemeyecek mektuplara, kelimelere sığdıramayacak kadar özledim.
     Eğer yok devam etseydim, Pakistan’a yedi sekiz günde varacaktım. Bu taarruzumuz başarılı olur ve düşman karargâhını ele geçirirsek; Pakistan yolu, üç güne inecek ve ben de bu yoldan döneceğim. Her sabah namazından sonra Kuran’ı Kerim okuyordum. Bu sabah ilk defa namazımdan sonra uyudum.
     Çeşmeden sonra, mahallenin girişine duvar çekilmiş, duvarda bir gedik var. Oradan herkes geçiyor, bir tek ben geçemiyorum. Zorlanıyorum fakat, geçemiyorum. Sıkışıp kaldım. Bağırmaya başladım. Ve birden uyandım. Mücahidler “Hayırdır inşaallah, ne gördün rüyanda?” diye soruyorlar, ilginç rüyalar görmeye başladım.”
     28 Ekim, Bilal defterine yine bir şeyler karalıyor. Gözleri, bakışları ufuklarda, hasret kokuyor, özlem dökülüyor, sevda fışkırıyor o gözlerden.
     “Okul günlerimi hatırlıyorum... Tören öncesi öğretmen ve öğrencilerin hareketliliğine, öğretmenler hep aynı telaş içerisinde sağa sola koşturuyor, bağırıyor, azarlıyor. Öğrencileri sıraya sokmaya uğraşıyorlar, öğrencilerin kimisinin umursadığı yok. Kimisi kravatını düzeltiyor, kimisi kabak başına patlamasın diye sıraya giriyor. O telaşlar gözümün önüne geldi birden. Mücahidlerde şu anda öyle bir telaş içindeler. Öğle yemekleri yendi. Bu son öğlen yemeği. Komutanlar sağa sola koşturuyor. Biri İtalyan, diğeri Amerikalı iki gazeteci kavga ediyor. Ben de bu satırlarımı yazıyorum.”
     Düşman garnizonunun içinde onbeş posta var. Garnizonun resimleri haritaları gelmişti. Mesut’un anlatımıyla hangi komutanın nereye saldıracağı, nasıl saldıracağı, havanın ne zaman ateşleneceği tek tek belirtildi. Ve artık her şey hazırdı.
     Bilal, taarruzun en önünde olmak istiyordu.
-Abdullah misafir. Sen ikinci gruptan olacaksın, taarruz grubunun bir gerisinde olacaksın.
-Encinir Seyb, takdirden kaçılmaz ve taarruz grubunda olmak benim de hakkım.
-Takdirler tedbirlerle de gelişir, sen bu defa misafir mücahidimizsin ve taarruz grubunda yoksun.
Bilal susmuştu.
     29 Ekim sabahı, garnizonun etrafı tamamen sarılmıştı. Mücahidler düzenli bir şekilde grub grub oturuyor, gizemli bir teslimiyet var, kimisi silahını son defa temizliyor, kimisi Kur’an okuyor, bazıları da şakalaşıyor. Bilal de silahını temizledi, yağladı, silip kuruladı. Yiv setini yağladı, sildi. Şarjörleri boşalttı. Yaylarını söktü, yağladı, sildi, mermileri her ihtimale karşı nemden arındırmak için kuru bir bezle sildi. Söktüğü bütün parçaları yeniden toparlayıp taktı. Kurma kolunu bir kaç defa çekip bıraktı. Şakırtılar çıkaran mekanik ses, saat tıkırtısı, gibi ahenkle kulaklarına doldu. Mermileri kütüklere doldurdu. İki yedek şarjörü yerlerine koydu. Sırt sırta monte edilmiş iki şarjörü, silahına taktı. Fitilli tahrip kalıplarını ve kurmalı iki adet taarruz el bombasını da kütüklüğe yerleştirdi. Savaş öncesi bütün hazırlıklarını bitirmişti. Taarruz zamanı olarak ikindi vakti belirlenmişti. Henüz erken olmasına rağmen teçhizatını kuşandı. Kağıda yazmaya başladı.
“Bu savaş bitecek, hem de karanlığa kalmadan.
Bir iki saat içinde bitecek...”
Kiranmincan, gör nasıl savaşıldığını, döne döne savaşıldığını.
Önden gidenin, düşenin, şehid olanın yerine geride kalanın nasıl doldurduğunu gör.
Gör Kiranmincan, sözünde duranlardan sonrakilerini de, nasıl sözlerinde durduklarını.
Ve havan toplan gürlemeye başladı.
Narayı tekbirlerle havanların sesleri birbirlerine karışıyordu.
Kalekovların ince ve tiz seslerini, kaleşinkofların daha kaba sesleri bastırıyordu.
Artık ortalık tozun dumanın, patlayan bombaların, uçuşan mermilerin içinde kalmıştı. Havanlar susunca, taarruz gurubu ilk hamlesini yaptı.
Geridekiler onları koruma atışı yapıyorlardı.
Öndekiler duruyor, arkadakiler yükleniyordu.
Metre metre, kurşun kurşun ilerliyorlardı.
Geri dönüşü, yılması, sürçmesi yoktu ve olmayacaktı.
Binaların, mevzilerin içindeki havkiler, perçemiler, demokratlar ne haldeydi.
Karamsarlık basmamış mıydı daha onları?
Kararan havaya dönmemiş miydi içleri.
Geberecekler, ya da silahları bırakıp teslim olacaklardı.
Ve bir bölge daha temizlenecek, arınacaktı...
Şehidlerin kanları Kiranmincan’ı da yıkayacak, sağların tekbirleri aydınlıklar saçacaktı.
Öncüler kapıdaydılar, kollarına bombaları düşman mevzilerine düşüreceği noktadaydılar.
Fitilli tahrip kalıpları çıkarıldı, çakılan kibritlerle tutuşturuldu.
Mücahid, gözleri ateş alan barutun, fitilin içine doğru nasıl koşturup gidişini gördü.
Yılan tıslamasını andıran sesi de, onca gürültünün içinde kulakları duyuyordu.
Aynı anda denilebilecek yakınlıkta dört kalıp birden havalanmış ve
düşman kalesinin kapısına düşmüştü.
Bilal’in grubunun gözleri kapıda, kulakları patlayacak tahrip kalıplarındaydı.
Öteki sesleri duymuyorlar, diğer tarafları görmüyor ve düşünmüyorlardı.
Zaman ne de uzun geliyordu.
Beş saniye, on saniye ne kadar uzundu, şaşılası şeydi doğrusu.
Ve patlamalar, parçalanan kapılar, yıkılan duvarlar,
düşman karakol kalesinin içine doğru koca bir boşluk açılmıştı.
Bir mücahid fırlamıştı yerinden. Hedef karakolun içiydi.
Yıkılan kapının gediğine gelince birden doğruldu ve durdu.
Her şey durmuştu. Geriden bakanlar, onu koruma atışı yapanlar da durdular.
Ne oluyordu?
Ve bir çınar gibi, sırt üstü düştü mücahid.
İkinci mücahid koştu, O da vurulup düşmüştü.
Bilal olayı görmüyor, seyretmiyor, yaşıyordu.
Bütün damarları ayağa kalktı.
Görüyordu, tam karşıda bir makinalı tüfek yuvası vardı. Onu görüyordu.
Üç fidan mücahidi kana boğanı, kıyanı görüyordu.
Birden yerinden fırladı. Taarruz grubunu bir solukta geçti.
Nere Abdullah, nere Abdullah, seslerini duymuyordu.
Gediğe varmadan önce, olanca hızıyla yere attı kendini.
Mermiliğindeki tahrip kalıbını çıkardı.
Taarruz grubu da kalkmış koşuyor, diğerleri de onları takip ediyordu.
Gediğin çevresini tutmak için bütün grup ayaklanmıştı, bu iş bitecekti artık.
Bilal tahrip kalıbını tutuşturmuş ve tekrar ayağa kalkmıştı.
Gediğe doğru koşuyor, makinalı tüfek yuvasına uçmak istiyordu.
İşte yüzyüze, işte göz gözeydiler ve işte makinalı tüfeğin ağzı Bilal’in göğsündeydi. Havalanan sağ kolu, tahrip kalıbını olanca hızıyla fırlattı.
Kalıp hedefine doğru son arzu gibi bir kuş olup uçuyordu.
Tam gediğin ağzında durdu. Bilal dimdik durdu, dağ gibi durdu.
Bozdağ’ın görkemli duruşu gibiydi.
Kendini zorladı, sağ eli boşalmıştı.
Sol elindeki çift şarjörlü kalaşnikofunu, sağ eline geçirmişti.
İlerlemek istiyordu.
Üç mücahid kardeşini gözlerinin önünde biçen yuvayı, elleriyle dağıtmak istiyordu.
Fakat, gidemiyordu.
Rüyadaki gibiydi.
Her şeyi yerindeydi, gücü kuvveti.
Fakat gidemiyordu.
Bir şeyler tutuyordu, tutmuştu O’nu.
Bu da mı rüyaydı?
Bu savaş bitecekti.
Zaferle bitecekti.
Silahını yeniden teslim edecek ve mutlu bir şekilde on beş yirmi günlük yolu
üç güne indirmenin, mutluluğu içinde dönecekti.
Sizleri çok özledim anacığım. Çocukluğumu, ilkokul günlerimi, lise günlerimi hatırlıyorum. Hayat ne çabuk geçiyor, namazlarına dikkat et ana, babama itaat et. Sabret ve kafir düzene beddua et.
Yine dağların sevdası düştü yüreğime anne
Kurşunların sevdası
Zulümlerden bıktım usandım
Yüreğim kanıyor anne,
Kara bulutlar bir sağanaktır tutturmuş gider
Dünya zulüm, zulüm kokar anne
Bir bahar düşlüyorum anne
Gözlerimiz güneşe doymuş ışıl ışıl
Şehadet rüzgarına kapıldık yüreğimiz göçüyor anne
Bu savaş bitecek, bu savaş bitecek,
Hemde karanlığa kalmadan anne
Kanlı gömleğimi göğsüme basıp
Tağuta lanet okursun ağlarsın ana
Yürekler avuçta dağlara çıkıp
Şehit şehid vardık düşman üstüne ana
Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana
Şarapnel altında kurşun altında
Tekbir getiririz marşlar söyleriz ana
Şafakla birlikte düşman üstüne
Cehennem alevi olur yağarız ana
Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana
Dağlardan dünya bir başka görünür
Ölüm korkusu gözümden silinir ana
Her şehidin kanı bir lale olmuş
Haydi sende katıl bize katıl der ana
Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana
Ve 29 ekim 1987
Bilal de can evinden vuruldu
Yaprak yaprak düştü
Şehit kanlarının karıştığı toprağa
Görün dağlar
Görün nasıl döne döne savaşıldığını
Görün sözlerinde duranları
Ve sonrakilerin nasıl sözlerinde durduklarını
Grup Genç

     Yirmi dört yıl önce aramızdan ayrılan şehid Bilal Yaldızcı ve diğer şehidlerimiz, ümmet bilincinin nasıl bir şey olduğunu kanları pahasına ispatlamış oldular.
     Yazımızı Şehit Bilal’ın sözleriyle noktalayalım:
“Bilal ölmüş derlerse sakın inanma ana.
Bil ki ben şehid olmuşumdur.
Şehitler ölmez ana…”

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...