İSLAM TARİHİ
Uhud Muharebesi Sonrası
Hamraü'l-Esed Seferi
Uhud’dan Medine’ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Kureyş müşriklerinin geri dönüp Medine’ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel bertaraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların eski güç ve cesaretlerini korudukları, etrafa gösterilmeliydi.
Peygamber Efendimiz, Uhud’dan Medine’ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra, Hz. Bilâl’i huzuruna çağırdı ve “Resûlullah, düşmanınızı takip etmenizi size emrediyor! Dün, Uhud’da bizimle birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud’a katılanlar geleceklerdir!” diye seslenmesini kendisine emretti. [81]
Sahabelerin çoğu Uhud’dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Resûlullah’ın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.
Yaralı İki Kardeşde Cihat Aşkı
Abdü’l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Râfi’ b. Sehl, ağır yaralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyunca bir anda yaralarının ağrı sızısını sanki unutuverdiler ve “Ne yapıp da bu davete katılabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. “Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Resûlullah’la gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?” diyorlardı.
Abdullah, Rafi’e, “Haydi, gidelim” deyince, Rafi, “Vallahi, benim yürümeğe takatim yok!” diye cevap verdi.
Abdullah diretti:
“Haydi, gel! Olmazsa, bir hayvan kiralarız!”
Sonunda yola çıktılar. Rafi takatten kesilince, Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahitlere katıldılar. [82]
Ağır yaralılardan biri de, Üseyd b. Hudayr adındaki sahabeydi. Yedi ağır yarası vardı. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ekrem’in emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahitlere katıldı.
Medine’den Ayrılış
Resûl-i Ekrem Efendimiz de bizzat yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası vardı, alnı yarılmıştı, azı dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı, sağ omuzu yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri görünmüyordu. Bu haliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali’ye verdi, yerine de Abdullah b. Ümmî Mektum’u vekil bırakarak Medine’den ayrıldı.
Keşif Kolu
Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Kureyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak onları yakalayıp şehit ettiler.
Resûl-i Ekrem, Hamraü’l-Esed mevkiine vardı, karargâhını orada kurdu. Şehit edilen gözcülerden ikisini de orada bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yakmak üzere mücahitlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bütün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş, etrafa bir korku ve dehşet saldı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan biri yakalandı. Bu adam, Bedir’de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Peygamberimize ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dair söz verince fidyesiz salıverilen şâir Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durmamış ve tekrar Uhud’a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.
Ebû Azme, yine Peygamber Efendimizden, serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve kesin oldu: “Mü’min, bir yılanın deliğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mekke’de ellerini yanaklarına sürüp ‘İki kere Muhammed’i aldattım, onunla gönül eğlendirdim!’ dedirtmem!” Emir üzerine, boynu vuruldu. [83]
Huzaalı Mabed’in Peygamberimizle Konuşması
Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamraü’l-Esed mevkiinden ayrılmış değildi. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Huzaalılardan Ma’bed b. Ebî Ma’bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları kadar müşrik olanları da Peygamber Efendimize son derece bağlı idiler; olup bitenlerden hiçbir şeyi ondan gizlemezlerdi.
Mabed, henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendimize sâdık biri idi. “Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah’ın onlara karşı sana sıhhat ve âfiyet vermesini dileriz!” diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.
Mabed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam etti. Revha denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. Onlar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemişlerdi. Şöyle diyorlardı: “Muhammed’in sahabelerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük, fakat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke’ye nasıl gideceğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz!”
Görüldüğü gibi, gelişmeler, Peygamber Efendimizin kanaatini doğruluyordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.
Mabed’le Ebû Süfyan Arasında Geçen Konuşma
Kureyş’in reisi Ebû Süfyan, Mabed’le karşılaşınca, “Ey Mabed! Geldiğin yerden ne haber?” diye sordu.
Mabed, “Muhammed ve sahabeleri, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda askerle takibinize çıktılar!” diye cevap verdi.
Ebû Süfyan hayretle, “Eyvah! Neler söylüyorsun sen?” dedi.
Mabed gayet sâkin bir eda ile “Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün” diye konuştu. Ebû Süfyan, hiddetli hiddetli, “Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini kazıyacağız!” dedi.
Mabed, Ebû Süfyan’ın hiddetine aldırmadan, “böyle tehlikeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim! Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım.”
Ebû Süfyan’ın hiddeti meraka döndü. “Neler söyledin bakayım!” dedi. Mabed şiirine başladı:
“Çokluklarından ve dehşetli gürültülerinden,
az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti!
Sanki, yeryüzünde insan ve at seli akıyordu.
Yanlarında mızrak ve kalkanları bulunmayan,
Silahsız, bodur ve şanlı arslanlar koşuşuyorlardı sanki!
Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!
Acele yanlarından uzaklaştım.
Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yükselmişler!
Onlar, sizinle karşılaşınca, Betha vadisi, sâkinleriyle beraber sallanacak!
‘Yazık oldu!’ dedim, ‘Ebû Süfyan b. Harb’a!’
Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve
onlardan her düşünen kimse için,
neticenin dehşetli olacağını haber veren ikazcıyım!
Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed’in ordusudur ki;
o ordu bayağı insanlardan teşekkül etmemiştir!
Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibaret değildir.” [84]
Mabed’in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan’la arkadaşlarının kalplerine korku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke’nin yolunu tuttular. Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifa etmiş olan Mabed ise, kabilesinden biriyle durumu Peygamber Efendimize bildirdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamraü’l-Esed’de üç gece kaldı. Düşmandan herhangi bir hareket görmeyince Medine’ye döndü. Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamraü’l-Esed Seferi olarak da anılır. Bu sefer münâsebetiyle inen ayet-i kerimelerin birkaçında meâlen şöyle buyruldu:
“Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Resûlünün davetine icabet edenler ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için çok büyük mükâfat vardır. Onlar öyle kimselerdir ki halk, kendilerine ‘düşmanlarınız, size karşı ordu hazırladılar; o halde onlardan korkun’ dedi de, bu söz onların imanlarını artırdı ve üstelik ‘Allah bize kâfidir ve O ne güzel vekildir!’ dediler.” [85]
UHUD MAĞLUBİYETİNİN BAZI HİKMETLERİ
Uhud Muharebesi’nde Müslümanların mağlup duruma düşmeleri, bir kısmının yaralanması, diğer bir kısmının şehit olmasının birtakım hikmetleri vardı:
1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği, bu musibetle gayet açık bir surette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn tepesine yerleştirdiği okçulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği halde, onlar, “Müslümanlar galip geldiler” düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesinde ise, Müslümanların elde ettikleri parlak muzafferiyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.
2) Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar, insanlara her hususta rehber gönderilmişlerdir. Peygamber
Efendimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gönderilmiştir; ta ki insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhî yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit mutlak imam ve insanlığın en büyük rehberi olamazdı.
Bu hikmete binaendir ki Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik ettirmek için ara sıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mucize göstermiştir; sâir zamanlarda o da diğer insanlar gibi Cenab-ı Hakk’ın kâinata koyduğu adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere girmeyi” emrederdi. Uhud’da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi. Ayrıca şayet Peygamber Efendimiz, her zaman İlâhî yardıma mazhar olup mucizeler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihanın sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de, Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir es-Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirlerinden ayırt edilmesi bu durumda mümkün olmazdı.
Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münafıklar, sözleri ve davranışları ile kendilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğmuş oluyordu.3) Müşrikler içinde, o zamanda, sahabeler safında bulunan büyük sahabelere istikbâlde mukabil gelecek Hz. Hâlid b. Velid, Amr b. Âs gibi birçok zât vardı. Denilebilir ki hikmet-i İlâhîyye, istikbâlde sahabeler safında yer alıp büyük hizmetler görecek olan bu zâtların şanlı ve şerefli olan istikbâlleri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, istikbâlde elde edecekleri hasenatlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş. “Demek, mâzideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup olmuşlar; ta o müstakbel sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] korkusuyla değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslamiyete girsin ve o şehamet-i fıtrîyeleri çok zillet çekmesin!” [86]
Notlar:
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 49.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder