31 Ocak 2013 Perşembe

İMAM NEVEVÎ, HAYATI ve ESERLERİ

NEVEVÎ VE RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN 
II
İMAM NEVEVÎ, HAYATI ve ESERLERİ


     A. Doğumu ve Çocukluğu
     Adı Ebû Zekeriyyâ Yahyâ İbni Şeref İbni Mürî en-Nevevî’dir. 631 yılı Muharrem ayının ortalarında (Ekim 1233) Suriye’nin güneyindeki Havran bölgesinde bulunan Nevâ köyünde doğdu. Köyüne nisbetle en-Nevevî veya en-Nevâvî, o bölgeye nisbetle el-Havrânî, dedelerinden Hizâm’a nisbetle de el-Hizâmî diye anıldı. Kendisinin Nevevî nisbesini kullandığı, yazılarında görülmektedir. Adı Yahyâ olanlar, baba oğul iki peygamberin hâtırasına hürmeten Ebû Zekeriyyâ diye künyelendikleri için, o da geleneğe uyarak, hiç evlenmediği halde, bu künyeyi aldı. İslâm dinine olan hizmetlerine bakarak kendisine, dini ihyâ eden kimse anlamında Muhyiddin lakabı verilmiştir. Övülmekten hoşlanmayan Nevevî, dinin her zaman canlı ve dipdiri olduğunu, kimsenin ihyâsına ihtiyacı bulunmadığını belirterek, kendini tezkiye anlamı taşıdığı için bu lakapla anılmaktan hoşlanmaz, hatta kendisine Muhyiddin diyenlere hakkını helâl etmeyeceğini söylerdi. Babası Şeref İbni Mürî, mütevâzi dükkânında çalışan, çevresinde dürüstlüğü ile tanınan zâhid ve müttaki bir kimseydi.
     Nevevî on yaşına basınca, babasının dükkânında çalışmaya başladı. Fakat o ticaretle uğraşmayı sevmediği gibi, arkadaşlarıyla oynamayı da arzu etmezdi. Erginlik çağına girerken hıfzettiği Kur’ân-ı Kerîm’i her fırsatta okumaktan büyük haz duyardı. Evliyâullahdan mübarek bir zât diye bilinen, daha sonraları Nevevî’nin mânevî mürşidi olan Yâsîn İbni Yûsuf el-Merâkeşî (veya Zerkeşî) o sıralarda Nevâ’ya geldi. Çocukların birlikte oynayalım diye zorlamasına rağmen onlardan kurtulup Kur’an okumaya çalışan Nevevî’yi pek sevdi. Nevevî’nin Kur’an hocasına giderek, bu çocuğun ileride önemli bir âlim ve büyük bir zâhid olacağını tahmin ettiğini, onunla özel surette meşgul olmasını istedi. Fakat Kur’an muallimi ona “Sen müneccim misin?” diye çıkışarak tavsiyesini dikkate almadı.

     B. Tahsili
     Nevevî babasına yardım ederek ve fırsat buldukça çevresindeki âlimlerden temel İslâmî bilgileri öğrenerek on sekiz yaşına kadar memleketinde kaldı. 649 (1251) yılında babası onu Dımaşk’a getirerek Revâhiyye medresesine yerleştirdi. Medresede talebeye günde sadece bir ekmek veriliyordu. Nevevî bu mütevâzi şartlar altında tanınmış âlimlerden okumaya başladı. Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin (ö. 476/1083) Şâfiî fıkhına dair iki mûteber eserinden (büyük boy 166 sayfa tutan) et-Tenbîh’i dört ayda, el-Mühezzeb’in ibâdât bölümünün dörtte birini de (bu kısım büyük boy 257 sayfa tutmaktadır) o yılın geri kalan sekiz ayı içinde ezberledi. Nevevî, aşağıda anlatılacağı üzere, daha sonraları bu iki eseri şerhetmiştir.
     İki yıl sonra babasıyla birlikte hacca gitti. Yolda hastalandı ve Mekke’ye varıncaya kadar sıtmadan kıvrandı. Fakat sesini çıkarıp da hâlinden şikâyet etmedi. Medîne-i Münevvere’de bir buçuk ay kalarak oradaki âlimlerin derslerine katıldı.
     Kendisinde ilme karşı öyle bir iştiyâk vardı ki, bizzat söylediğine göre, iki yıl boyunca yere uzanıp yatmadı. Uykusu gelince kitaplarına yaslanarak biraz uyuklardı. Onun ilme olan düşkünlüğü darb-ı mesel hâline geldi. Hocalarına gidip gelirken bile, okuduklarını tekrar ederdi. Yıllar sonra yazacağı eserlerde belirttiği gibi, ona göre “İlimle uğraşmak, Allah rızâsını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibadetti. İlim tahsili nâfile oruç, namaz ve zikirden daha faziletliydi.”
     Hergün on iki hocadan lugat, sarf, nahiv, fıkıh, hadis, kelâm gibi sâhalarda on iki çeşit ders alıyordu. Hadis ilmine dair okuduğu eserler, bu konuda bir fikir verebilir:
     Kütüb-i Sitte’yi hocalarına bizzat okuduktan başka, Mâlik’in Muvatta’ını, İmâm Şâfiî’nin, Ahmed İbni Hanbel’in, Osman İbni Saîd ed-Dârimî’nin, Ebû Avâne el-İsferâyînî ve Ebû Ya`lâ’nın Müsned’lerini, Dârekutnî ve Beyhakî’nin es-Sünen’lerini, Begavî’nin Şerhu’s-Sünne’si ile Humeydî’nin el-Cem beyne’s-Sahîhayn’ini ve Hatîb el-Bağdâdî’nin el-Câmi` li ahlâkı’r-râvî ve âdâbi’s-sâmi`ini de okudu. Devamlı çalışması sebebiyle, on yıl gibi bir zamanda parmakla gösterilen bir ilim adamı oldu. 660 yılından itibaren de eser vermeye başladı. Nevevî’nin ilk eserini 655 yılında yazdığı da söylenmektedir.

     C. Hocaları
     “Bir kimsenin hocaları, onun dinde babalarıdır. Allah ile irtibatını sağlayan vâsıtalardır” diyen Nevevî, en çok fıkıh ve hadis sahalarındaki âlimlerden faydalandı.
     Hadis ilmindeki hocaları, hadisle ilgili önemli bilgileri öğrendiği ve birçok hadis kitabını kendisinden dinlediği Ziyâ İbni Temmâm el-Hanefî, Sahîh-i Müslim’i okuduğu Ebû İshâk İbrâhim İbni Ömer el-Vâsıtî (ö. 662/1263-64), on yıl boyunca daha çok Buhârî ve Müslim hadislerinin şerhi konusunda faydalandığı ve o devirde bir benzerini görmediğini söylediği İbrâhim İbni Îsâ el-Murâdî el-Endelüsî (ö. 668/1269) ve en büyük hocası olduğu söylenen Ebü’l-Ferec Abdurrahman İbni Muhammed İbni Ahmed el-Makdisî (ö. 682/1283) gibi muhaddislerdir.
     Fıkıh ilmindeki hocaları arasında, kendisinden en çok faydalandığı ve ilk hocam dediği zühd ve takvâ sahibi mükemmel insan İshâk İbni Ahmed el-Mağribî (ö. 650/1252), o devirde Şâfiî fıkhını en iyi bilen Dımaşk müftüsü Ebû Muhammed Abdurrahman İbni Nûh İbni Muhammed el-Makdisî (ö. 654/1256), Şâfiî fıkhının en önde gelen âlimlerinden Ebü’l-Hasan Sellâr İbni Hasan el-İrbîlî (ö. 670/1271-72) ve fıkıh usûlü okuduğu kâdî Ebü’l-Feth Ömer İbni Bündâr et-Tiflîsî (ö. 672/1273-74) gibi fakihler vardır.
     Nahiv ilmi tahsil ettiği âlimler arasında, nahivcilerin imâmı İbni Mâlik et-Tâî’nin (ö. 672/1274) adı zikredilebilir.
     D. Talebeleri
     Nevevî’ye, pek çok âlim talebelik etmiştir. Bunların en meşhuru İbnü’l-Attâr Alâeddin Ebü’l-Hasan Ali İbni İbrâhim ed-Dımaşkî’dir. Bu âlim Nevevî’nin ömrünün son altı yılında ondan hiç ayrılmadığı, devamlı hizmetinde bulunduğu için kendisine “Muhtasaru’n-Nevevî” lakabı verilmiştir. İbnü’l-Attâr, aşağıda belirtileceği üzere, Nevevî’nin hayatını kaleme almış ve yazdığı tercüme-i hâli hocasına kontrol ve tashih ettirmiştir. Hadis usûlüne dair Garâmî sahîh adlı manzûmenin müellifi İbni Ferah el-İşbîlî (ö. 699/1300); el-Menhelü’r-revî adlı usûl-i hadis kitabının müellifi, Mısır ve Şam kadısı Bedreddin İbni Cemâ`a (ö. 733/1333), Şâfiî âlimlerinden kâdî Ziyâüddin Ali İbni Selîm el-Ezrü`î (ö. 731/1330-31), Tehzîbü’l-Kemâl müellifi Yûsuf İbni Abdurrahman el-Mizzî (ö. 742/1341), kâdılkudât Şemseddin İbnü’n-Nakîb Muhammed İbni İbrâhim (ö. 745/1345) ve muhaddis târihçi İbni Kesîr’in babası Ebû Hafs Ömer İbni Kesîr gibi önemli şahsiyetler ona talebelik etmiştir. Bunlardan başka bazı âlimler de Nevevî’den icâzet yoluyla rivayette bulunmuşlardır.
     E. İlmi
     Muhtelif devirlerde hadis ilmini yeniden canlandıran âlimler gelmiştir. Nevevî’nin yaşadığı yüzyılda İbnü’s-Salâh ile Nevevî, bir sonraki asırda Zehebî, müteâkip asırda İbni Hacer el-Askalânî gibi âlimler hadis ilmine büyük hizmet etmişlerdir. Zehebî’nin “hadis âlimlerinin efendisi” diye andığı Nevevî, bir hadis hâfızı, aynı zamanda hadis ilimlerinde tanınmış bir otoriteydi. Sahîh hadisleri olduğu kadar zayıf ve uydurma rivayetleri, râvilerin hâllerini bilirdi. Hadislerde geçen garîb kelimeleri anlamada ve hadislerden fıkhî hüküm elde etmede pek mâhirdi.
     Şâfiî fıkhında devrinin en büyük âlimi o idi. Bu mezhebin esaslarını, usûl ve fürûunu, bir meseleye dâir sahâbe ve tâbiîn âlimlerinin neler söylediklerini, hangi noktada birleşip hangi noktada birbirinden ayrıldıklarını ezbere bilirdi. Birgün İmâm Gazzâlî’nin el-Vasît’inden yapılan bir nakil hakkında kendisiyle münakaşa ettiler. Halbuki Nevevî münakaşa etmekten hiç hoşlanmadığı gibi, münakaşa edenleri de sevmezdi. Şöyle dedi: “Benimle el-Vasît hakkında münakaşa ediyorlar. Ben o eseri dört yüz defa okudum.”
     Tahsil için geldiği Dımaşk’ta kendisinden ilk faydalandığı hocası Şam müftüsü Firkâh ile aralarında daha sonraki yıllarda ganimetlerin taksimi konusunda görüş ayrılığı çıktı. Hocalarına aşırı derecede saygı duymakla beraber, onların Şâfiî mezhebine veya sünnetin açık hükmüne aykırı görüşleri karşısında hiç mütevâzi davranmayan Nevevî, devrin şartlarını dikkate alarak fetvâ veren hocasını tasvip etmedi; bu sebeple araları açıldı.
     Mezhepte imâmı olan eş-Şâfi`î’nin “Helâl ve haram bilgisinden sonra en değerli ilim tıb ilmidir” demesi sebebiyle olmalı ki, öğrencilik yıllarında bir ara tıp tahsil etmek istedi. Bu sebeple İbni Sînâ’nın el-Kânûn adlı eserini satın aldı. Fakat o günden itibaren pek bunalıp sıkılmaya başladı. Sonunda bu hâlin kendisine tıpla uğraşmaktan geldiğini anlayarak el-Kânûn’u sattı ve odasında tıpla ilgili ne varsa elinden çıkarmak suretiyle rahatladı.
     Nevevî muhtelif medreselerde hocalık yaptı. 665 (1267) yılında Ebû Şâme el-Makdisî’nin vefatıyla boşalan Suriye’nin en tanınmış öğretim müessesesi olan Eşrefiyye Dârülhadisi şeyhliğine getirildi. Vefâtına kadar on bir sene müddetle bu görevi devam ettirdi.

     F. Görünüşü ve Yaşayışı
     Nevevî orta boylu, kara yağız bir kimseydi. Bir kaç teli ağarmış sık ve siyah sakalı heybetli görünüşüne ayrı bir ağırlık verirdi. Ciddi yüzünde tebessüm az görülürdü. Kılığı kıyafeti devrinin âlimlerinin özel giyim kuşamına hiç benzemezdi. Sırtındaki kaba dokunmuş pamuk elbise ve başındaki küçük sarığıyla onu gören, Dımaşk’ı gezmeye gelmiş Nevâlı bir köylü zannederdi.
     Ömrünü ilme nikâhlayan Nevevî hiç evlenmedi. Belki evliliğin kendisini meşgul edeceği, belki de kendisine muhtelif sorumluluklar yükleyeceği kanaatıyla evlenmeyi hiç düşünmedi.
     Âhirete duyduğu özlem sebebiyle dünya zevklerine, yiyip içmeye, giyinip kuşanmaya, kısaca söylemek gerekirse rahat yaşamaya değer vermezdi. Günde bir defa geceleyin, sadece bir çeşit yemek yerdi. Sofrasında iki çeşit yiyecek nâdiren bulunurdu. Eti, köyüne gideceği zamanlar yerdi. Sadece seher vakti su içerdi. Karla soğutulmuş suyu içmez; rutubeti uyku getirir diye salatalık bile yemezdi. Kebap ve tatlıya zâlimlerin yiyeceği diye iltifat etmezdi. Talebeliğinden itibaren kazandığı az uyuma alışkanlığını, fânî ömrü, yeterince değerlendirebilmek için hayatı boyunca uyguladı.
     Onun hayatını yazanların hemen hepsinin belirttiğine göre, Dımaşk’ta yetişen meyvaları yemezdi. Bunun sebebini soran talebesi İbnü’l-Attâr’a, Dımaşk’ta pek çok vakıf arazi bulunduğunu, bunların titizlikle idare edilmediğini, ortaklığın meşrû bir şekilde yapılmadığını, dolayısıyla bu meyvalara haram karıştığını söyledi. Babasının getirdiği yiyeceklerle geçimini sağlar, sadece onun getirdiği incirleri yerdi. Bütün bu hâller onun iradesinin ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir.
     En büyük ibadetin samimi bir niyetle helâl ve haramları öğrenmek olduğunu söyleyen Nevevî, hayatı boyunca kimseden bir kuruş almadı. Görev yaptığı medreselerden kendisine verilen aylıkla kitap alır, sonra da bunları o medreseye vakfederdi. Eşrefiyye dârülhadisinden hiç maaş almadı. Onun bu hâli, hak mefhumuna ne büyük önem verdiğini göstermektedir. Nevevî’yi yakından tanıyan bazı âlimler onun bir sahâbî gibi, bazıları ise bir tâbiî gibi yaşadığını söylemişlerdir.
     İlimle bu kadar çok meşgul olmasına rağmen ibadete, Kur’an okumaya ve Allah Teâlâ’yı zikretmeye geniş zaman ayırırdı. Bir gece sabaha doğru Dımaşk Câmii’nde bir direğe yönelmiş karanlıkta namaz kılıyordu. Allah Teâlâ’nın, zâlimler ile onların arkadaşı olan günahkârları cehenneme götürmeleri için meleklere verdiği “Onları tutuklayın; çünkü onlar sorguya çekileceklerdir” [Sâffât sûresi (37), 24] emrini, hesâba çekilen kendisiymiş gibi derin bir hüzün ve huşû içinde dakikalarca tekrarlayıp durmuştu.
     Nevevî’yi yakından tanıyan bazı âlimler onun kerâmetlerinden sözederler.
     G. Yöneticileri Uyarması
     Nevevî, emir bi’l-ma`rûf nehiy ani’l-münker görevini yerine getirme konusunda benzeri pek az bulunan bir insandı. Haksızlığa boyun eğmez, doğru bildiğini söylemekten, yöneticileri sözlü veya yazılı olarak uyarmaktan çekinmezdi.
     I. Baybars diye bilinen, Mısır ve Suriye’de Memlûk Devleti’ni kurarak on yedi yıl saltanat süren el-Melikü’z-Zâhir Rüknüddin el-Bundukdârî’ye Nevevî’nin muhtelif mektuplar yazdığı, hatta bu mektupların bir kısmını ileri gelen âlimlere de imzalatarak müşterek bir dilekçe halinde sunduğu ve kıtlık sebebiyle maddî sıkıntı içinde bulunan Dımaşk halkına kolaylık göstermesini, ağır vergilerle onları zor durumda bırakmamasını istediği bilinmektedir. Dileği yerine getirilmediği veya isteklerinin aksi yapıldığı zaman bu mektupların sertlik dozunun daha da arttığı, hiçbir tehdidin ve hatta ölümün kendisini yıldırmayacağını sultana hatırlattığı görülmektedir. Fakat bu mektuplarında sultana karşı hiçbir zaman saygısızlık göstermemiştir. Onun dindar bir kimse olduğunu bildiği için, âyet ve hadislerden pek çok örnekler vererek kendisini iknâ etmeye çalışmıştır.
     Nevevî’nin asıl hedefi sultanın halka iyi davranmasını temin etmek olduğu için yumuşak ve yapıcı bir üslûp kullanmayı tercih etti. Bu mektuplarında Allah Teâlâ’nın sultana kısa zamanda büyük zaferler, geniş topraklar nasip ettiğini, din düşmanlarını bozguna uğrattığını söyledikten sonra, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini dinine hizmet etmesi, müslümanların haklarını gözetmesi, halka şefkat göstermesi, onların zayıflarına sahip çıkması ve tebaasını her türlü zarardan koruması için bu makama getirdiğini, bunları yapmayıp halkın hakkını çiğnediği takdirde Allah’ın huzurunda zor durumda kalacağını hatırlattı. Halkın toprağını elinden almanın dinen câiz olmadığını, bu uygulamayla yetim, dul, yoksul bir çok zavallıya büyük zararlar vereceğini, o güne kadar dinin emirlerinden ayrılmayan sultanın, kendi halkının malını zorla ellerinden almasının doğru olmayacağını belirtti.
     Nevevî’nin sultanı bu tarzda uyarması bazı kimseleri telaşa düşürdü. Ona, bu tavrını bırakmadığı takdirde hizmetlerinin engellenebileceğini söylediler. Sultana karşı direnmekten vazgeçmesini istediler. Hiçbir mevkide gözü olmayan Nevevî, bu kimselere de zehir zemberek denen cinsten mektuplar yazarak uyardı, onları dinin buyruklarına uygun yaşamaya dâvet etti.
     Haçlılara karşı verdiği savaşlarla ünlü melik Baybars, aslında samimi bir müslümandı. Bu Kıpçak asıllı Türk sultanı, Moğolların Suriye’ye saldırdığı sıralarda halkın münbit topraklarını, bahçelerini hazineye katmak istemiş, bunun için de Suriyeli âlimlerin fetvasına başvurmuştu. Bazı âlimler korktukları için, bazıları dünyalık elde etmek için sultanın istediği fetvâyı vermişti. Baybars Nevevî’den de fetva istemiş, fakat bu uygulamanın haksızlık olduğuna inanan Nevevî fetvâ vermeye yanaşmamıştı.
     Anlatıldığına göre Sultan’ın bu konudaki ısrarları üzerine Nevevî ona şunları söylemişti:
     — İyi biliyorum ki, sen bir zamanlar Emîr Bunduktâr’ın kölesiydin. Hiçbir şeyin yokken Allah lutfedip seni melik yaptı. Duyduğuma göre sarayında, eğerlerinin kayışları altından mâmul bin kölen, çeşit çeşit zinet eşyalarına sahip iki yüz câriyen varmış. Bütün bunları onlardan alıp savaş hazırlığı için kullandığın hâlde devlet hazinesi yetersiz kalırsa, halkın malına el koyman için o zaman sana fetvâ veririm. Daha sonra Suriye’lilere yüklenen savaş vergilerinin ağırlığından söz ederek bu vergilerin kaldırılmasını, müderrislerin maaşlarının azaltılmamasını istedi.
     Nevevî’nin bu pervâsız sözlerine ve istediği fetvâyı vermemesine çok kızan melik:
      Şehrimden çık git! dedi. Nevevî:
      Baş üstüne! diyerek Dımaşk’ı terk etti ve Nevâ’ya gitti.
     Nevevî huzurundan çıkınca sultan Baybars onun vazifesine son verilmesini ve maaşının kesilmesini emretti. Adamları ona Nevevî’nin bir vazifesi bulunmadığını, dolayısıyla maaş da almadığını, söylediler. Bunun üzerine Baybars:
      Öyleyse ne ile geçiniyor? diye sordu.
      Babasının gönderdikleriyle, dediler.
     Söylendiğine göre melike Nevevî’yi niçin öldürtmediğini sorduklarında:
      Bunu istemedim değil. Fakat onu öldürtmeyi her arzu ettiğimde, ikimizin arasında ağzını kocaman açmış bir arslan buna engel oldu. Öldürülmesini emretseydim beni parçalayacaktı, dedi. Nevevî ile birkaç defa görüşen el-Melikü’z-zâhir, ondan çekindiğini yakınlarına itiraf etmiştir. Nevevî 665 (1266-67) yılında, 34 yaşında Eşrefiyye dârülhadisi şeyhi olduğuna göre, bu hâdisenin daha önce meydana geldiği anlaşılmaktadır.
     Nevevî’nin melik Baybars’a karşı gösterdiği bu yiğit tavrından sonra ünü yayıldı. Eserlerine büyük rağbet gösterildi.
     H. Vefatı.
     Talebesi İbnü’l-Attâr’ın söylediğine göre, vefatından iki ay kadar önce ziyaretine gelen bir fakir, köylülerden birinin hediye ettiği ibriği Nevevî’ye teslim etti. Hayatı boyunca hiç kimseden bir şey kabul etmeyen Nevevî, ibriğin bir sefer âleti olduğunu söyleyerek aldı.
     Vefât edeceğini sezmiş olmalı ki, kendisine sefer izni çıktığını söyleyerek hocalarının kabirlerini, şehirdeki tanıdıklarını ziyaret etti ve kitaplarını medreseye vakfetti.
     Daha sonra Kudüs’e gitti. Ziyâretini tamamlayıp Nevâ’ya döndü. Birkaç gün sonra babasının evinde hastalanarak 676 yılının 24 Receb (22 Aralık 1277) çarşamba günü seher vakti Mevlâ’sına kavuştu.
     Cenâb-ı Hak şefaatına nâil eylesin.

30 Ocak 2013 Çarşamba

Şehid, Düşerken Toprağa!.. / AbdulKadir Seven

Şehid, Düşerken Toprağa!..
     Dün gelen mailleri açarken dostumun gönderdiği mail, bizi ciddi şekilde sarstı desek yeridir. Genelde resim çekmek ve çekilmekle pek aramız yoktur. Fakat dostlar öyle bir resim çekmiş ki işte o resim her şeyin ifadesiydi. Bizi biz yapan ve bizlerden bir kareydi.
     Yıllardır hasretiyle yandığımız, şehadet marşlarına kazdığımız dizeler, gerçek sahiplerini bulunca bizi ne zaman bulacak, ne zaman biz de şahidleri olacağız; "o ölümsüzlük diyarı"nın diye dertlenir, hüzünlenirdik.
     Şimdi / işte şimdi...
     Ya şimdi! Bizi bulacak birazdan dediğimiz, ama bir türlü bulmayan o nişanlı mermiler! Zaman ve mekânı belli olmayan, aynı sevdaya gönül vermiş, bu kavganın deli çocuklarıyla sevdalanır, gecelerimize kurşun dökerdik.
     Takdiri ilahi...
     Gemi ehli yol alınca, bizler; "eyvah, kaçtı avuçlarımızdan, avuçlarımızı ovarken sıyrıldı sevdanın yiğidleri." Haberler geldi o diyarın sakinlerinden. Coğrafyamın dört bir yanına şehidler getirildi.
     Fatih camii oldukça kalabalık ve birer birer şehidler anılarak namazlar kılındı. Dokuz can ve dokuz fidan. Şehidlerin namazları kılındıktan sonra memleketlerine götürülürken ŞEHİD Necdet Yıldırım bizlere kaldı. Onbinlerce yürek Necdet’i cenaze aracına koymazken, omuzlarda taşıdık aziz yiğidimizi. Rabbimin lutfu şehidimiz o kadar aziz insanın arasında bizlerin omzuna düştü. Helallik aldık ve şehidimizle konuştuk omuzda taşırken.
     Beyazıd camii ve onbinler tek yürek aynı safta. Ne meşrep, ne mezhep nede hizb. Bir şehidin ardında şehadete namzet yiğitler.
     Ah keşke!
     Ah keşke!
     O gemide bende olsaydım. Dercesine suratlar önde. Tekbir ve marşlarla uğurlarken şehidimizi; Rabbime hamd olsun Cevdet Kılıçlar kardeşimiz omuzlarımıza düştü Şehidimizle adeta konuşurcasına halleştik. Bekle geliyoruz ey can! Prangalardan sıyrılıp geleceğiz inşALLAH!

     Şehid Bahaddin Yıldız ağabeyimizi Fatih Camii'nden şehidlik kabristanına taşırken omuzlarımızda taşıyamadık. Kabristanda yüzlerce insan, iki yiğidi uğurlarken bizde herhangi bir kabrin başında şehidimize doğru gözlerimiz hüzünle bakıyorduk. Rabbim lutfetti şehidimize açılan yer hazırlanırken baş kısmı önümüze geldi. Yüzlerce kardeşimizin arasında sanki bir el ısrarla şehidimizi yanı başımıza koydu. Şehid öğretmenimizle kısık bir edayla...
     Ey yaşayan şehid!
     Ey bu diyarın bağrından yetişmiş yiğit ağabey!
     Rabbine dua eyle biz yaşayan ölüler için. Dua eyle ki, bizleri de katına alsın.
     "Rabbim! Ne olur yegane İlahım! Şehidimizin şefaatine nail eyle bizleri. Bizlere de şahadet şerbeti ihsan eyle".
     Bu duaları ederken o kadar düşündük ki; acaba bizi bulur mu? Bulur mu? Kutlu şehadet. Rabbim şahiddir ki hiçbir karede bulunmak bizlere bu kadar lezzet vermedi. Ne kardeşlerimizle, ne de çocuklarımız ve ehlimizle. Yaşadığımız bunca güzelliği kardeşlerimizle paylaşmak istedik.
     Kim bilir sıra kimde?

     Selam ve dua ile...
AbdulKadir Seven

BİLİŞİM UZMAN YARDIMCILIĞI GİRİŞ SINAVI İLANI (20 Personel Alınacak)


BİLİŞİM UZMAN YARDIMCILIĞI
GİRİŞ SINAVI İLANI
     1. Genel Bilgiler
     Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu merkez ve taşra teşkilatına yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamada yapılacak giriş sınavı ile Bilişim Uzman Yardımcısı alınacaktır.
Genel İdare Hizmetleri sınıfı 8 inci ve 9 uncu dereceli kadrolar için toplam 20 (yirmi) adet kadroya atanacak Bilişim Uzman Yardımcılarının alan/bölüm ve kontenjanları aşağıda gösterilmiştir:
ALANADET
Elektronik, Elektrik-Elektronik, Elektronik ve Haberleşme, Bilgisayar ve Telekominikasyon Mühendisliği15
Hukuk5

     2. Sınava Katılma Şartları
     Yapılacak olan giriş sınavına katılabilmek için;
a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde yer alan genel şartları taşımak,
b) En az dört yıllık lisans öğrenimi veren, mühendislik alanında elektronik, elektrik-elektronikelektronik ve haberleşme, bilgisayar ve telekomünikasyon mühendisliği bölümlerinden; sosyal bilimler alanında Hukuk Fakültesinden ya da bunlara denkliği Yüksek Öğretim Kurulunca kabul edilmiş yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarından mezun olmak,
c) Yazılı sınavın yapıldığı tarihte 35 yaşını doldurmamış olmak (29/09/1977 ve sonraki tarihlerde doğanlar),
ç) 9-10 Temmuz 2011 veya 7-8 Temmuz 2012 tarihlerinde A Grubu kadrolar için yapılan Kamu Personel Seçme Sınavında ilgili puan türünde en az 70 puan almış olmak kaydıyla, başvuruda bulunanlar arasında yapılacak sıralamada;
· Elektronik, elektrik-elektronik, elektronik ve haberleşme, bilgisayar ve telekomünikasyon mühendisliği bölümü mezunları için KPSSP-2 puan türünden ilk 300,
· Hukuk Fakültesi mezunları için KPSSP-79 puan türünden ilk 100
aday arasına girmiş olmak,
d) İngilizce, Fransızca veya Almanca dillerinden KPSS yabancı dil testinde soruların en az yüzde 70’ine doğru cevap vermiş olmak veya Kamu Personeli Yabancı Dil Bilgisi Seviye Tespit Sınavından en az 70 puan ya da dil yeterliği bakımından denkliği kabul edilen ve uluslararası geçerliliği bulunan başka bir sınavdan eşdeğer puan almış olmak
gerekmektedir.
     Alanlar itibariyle son sıradaki adayla aynı puana sahip olan adaylar da giriş sınavına girmeye hak kazanır.

     3. Sınava Başvuru ve Başvuru Belgeleri
     Giriş sınavına katılmak isteyen adayların öncelikle Kurumun internet sitesinde (www.btk.gov.tr) yer alan başvuru formunu doldurarak, elektronik ortamda göndermeleri gerekmektedir. Adayların, müteakiben;
a) Yüksek öğrenim diploması veya mezuniyet belgesinin aslı veya kurumca onaylı örneği,
b) T.C. kimlik numarası beyanı,
c) Üç adet vesikalık fotoğraf (4,5x 6 cm.),
ç) KPSS sonuç belgesinin aslı veya bilgisayar çıktısı,
d) KPDS dil puanını beyan edecekler için sonuç belgesinin aslı veya bilgisayar çıktısı
ile başvurularını 03-07/09/2012 tarihleri arasında Kurumun merkez teşkilatının bulunduğu Yeşilırmak Sokak No.16 Demirtepe/ANKARA adresine şahsen ya da posta ile yapmaları gerekir. Posta ile yapılan başvurularda, istenilen belgelerin Kuruma en geç son başvuru tarihi mesai saati bitimine kadar ulaşması şarttır; postadaki gecikmeler dikkate alınmaz.
Yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarından mezun olan adayların, diploma denkliğinin Yükseköğretim Kurulunca kabul edildiğini gösterir belgenin aslını veya kurumca onaylı örneğini de başvuru belgelerine eklemeleri gerekir.
     Adaylardan istenen belgelerin asılları ibraz edilmek kaydıyla, fotokopileri başvuru esnasında tasdik edilir.
     Posta ile başvuru yapacak adaylar belgelerin noter onaylı suretlerini gönderebilirler ya da asıllarını da göndermeleri durumunda fotokopileri Kurum tarafından tasdik olunur. Belgelerin asılları, talep etmeleri halinde adaylara iade edilir.

     4. Sınav ve Değerlendirme
     Giriş sınavına katılmaya hak kazanan adaylar önce yazılı sınava alınacaktır. Yazılı sınav, 29/09/2012 tarihinde saat 14:00’da Ankara’da (Atatürk Lisesi, Sıhhiye, Çankaya) yapılacaktır.
     Yazılı sınava katılan adaylar arasında en yüksek puandan başlamak üzere öğrenim alanları itibariyle yapılacak sıralamada atama yapılacak boş kadro sayısının 4 katı aday başarılı kabul edilerek sözlü sınava girmeye hak kazanacaktır. Alanlar itibariyle son sıradaki adaylarla aynı puana sahip olan adaylar da sözlü sınava kabul edilecektir.
     Sözlü sınava girmeye hak kazananların aşağıdaki belgeleri en geç sözlü sınav tarihinden 3 (üç) gün önce Kuruma teslim etmeleri gerekmektedir:
a) Adayın özgeçmişi,
b) Erkek adaylardan, askerlikle ilişkisinin bulunmadığına dair yazılı beyan,
c) Sabıka kaydının bulunmadığına dair yazılı beyan,
ç) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek bir durumu bulunmadığına dair yazılı beyan.
     İstenen belgeleri bildirilen süre içinde teslim etmeyen adaylar sözlü sınava girme hakkını kaybederler.
     Adayların yazılı ve sözlü sınavlarda başarılı olabilmeleri için en az 70 puan almaları şarttır.
Yazılı ve sözlü sınavlarda başarılı olanların yazılı ve sözlü notlarının aritmetik ortalaması alınarak adayların giriş sınavı puanı ve öğrenim alanları itibarıyla başarı sırası belirlenir. Duyuruda yer alan boş kadro sayısı kadar aday başarılı olmuş kabul edilecektir. Giriş sınavında başarılı olmak kaydıyla öğrenim alanları itibarıyla boş kadro sayısının en fazla yarısı kadar da yedek aday belirlenir.
     Yazılı ve sözlü sınava girmeye hak kazananlar ile sınavlarda başarılı olanlar Kurumun resmi internet sitesinde ilan edilir; ilgililere ayrıca elektronik posta veya kısa mesaj yolu ile bildirimde bulunulur; ilgililere bunun dışında bir tebligat yapılmaz.

     5. Sınav Konuları
     Bilişim Uzman Yardımcılığı yazılı sınav konuları;
· Elektronik, elektrik-elektronik, elektronik ve haberleşme, bilgisayar ve telekomünikasyon mühendisliği bölümü mezunları için; Bilgisayar Programlama, Veri Tabanı Yönetimi, Bilgisayar Ağları, Veri Yapıları ve Algoritmalar, İnternet ve Bilgi Güvenliği, İşletim Sistemleri, Yazılım Mühendisliği, Matematik ve Mühendislik Uygulamaları, Sayısal Mantık Tasarımı, Bilgisayar Mimarisi, Sinyaller ve Sistemler, Haberleşme ve Mikro İşlemciler konularından,
· Hukuk Fakültesi mezunları için; Anayasa Hukuku ve T.C. Anayasası, İdare Hukuku, Borçlar Hukuku (Genel Esaslar), Medeni Hukuk (Başlangıç Hükümleri, Şahsın Hukuku), Ticaret Hukuku (Ticari İşletme, Şirketler Hukuku ve Kıymetli Evrak Hukuku), Ceza Hukuku, Uluslararası Hukuk ve Elektronik Haberleşme Hukuku konularından
oluşacaktır.

     6. Diğer Hususlar
     Sınava katılma şartlarını taşımadığı daha sonra tespit edilenler sınava alınmazlar. Bunlardan sınava girmiş olanların sınavları geçersiz sayılır, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilir.
     İstenen belgelerde gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılır, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilir. Bunlar hiçbir hak talep edemezler ve haklarında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Bu şekilde Kurumu yanıltanlar kamu görevlisi ise durumları çalıştıkları Kurumlara da bildirilir.
     Adayların sınavda yanlarında nüfus cüzdanı, sürücü belgesi ya da pasaport bulundurması gerekmektedir. Yanında bunlardan herhangi biri bulunmayanlar sınava alınmazlar. Adayların yazılı sınavda yanlarında yumuşak uçlu kurşun kalem ve silgi bulundurmaları da gerekmektedir.
     Sınav sürecine ilişkin gerekli bilgilendirmeler ve ilanlar Kurumun resmi internet sitesi üzerinden (www.btk.gov.tr) yapılacaktır. Adayların sınava ilişkin gelişmeleri Kurumun resmi internet sitesinden takip etmeleri gerekmektedir.

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN 'e Giriş / Sünnete Yöneltilen İtirazlar

GİRİŞ 

HADÎS - SÜNNET
NEVEVÎ VE RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN 
H A D İ S - S Ü N N E T


     D. Sünnete Yöneltilen İtirazlar
     İslâm tarihi içinde sünneti kaynak olarak kabul etmeyip inkâr eden herhangi bir mezhep mevcut olmamıştır. Sünnetin şer’î delillerden olduğu herkes tarafından kabul edilmiştir. Ancak sünneti prensip olarak kabul etmekle beraber, onun yazılı belgeleri demek olan hadislere yer yer itiraz eden kişi ve gruplara rastlanagelmiştir. Bu itirazlara gerekçe olarak da Kur’ân-ı Kerîm’in ön plana çıkarıldığı görülmektedir. Meselâ ashâb-ı kirâmdan İmrân İbni Husayn radıyallahu anh, Hz. Peygamber’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri:
     — Ey Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset! demiştir. Bunun üzerine İmrân:
     — Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı.
     Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine:
     — Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! dedi.
     Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî demiştir ki “Bu adam daha sonra müslümanların fakihlerinden oldu” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110).
     Bu ve benzeri münferit olaylar, tâ eskiden yani sahâbe döneminden beri görülegelmiştir. İmam Şâfiî bu istikâmetteki görüş sahipleriyle tartışmaya girerek onları cevaplandıran ve susturan ilk müelliflerdendir. Bu sebeple şimdilerde modernistler tarafından tenkide tâbi tutulmaktadır.
     Zaman içinde uzun süre hiç seslendirilmeyen bu yöndeki itirazlar, batı sömürgeciliğinin etkisiyle son bir-iki asırdır İslâm dünyasında yeniden gündeme gelmiştir.
     Mısır’da Tevfik Sıdkı, Ahmed Emin, İsmail Edhem ve Ebû Reyye gibi kişiler ve bunları belli bir dönem için de olsa destekleyen bir kaç kişi, Hindistan’da Ehl-i Kur’ân Cemiyeti çevresinde kümelenen kişiler ve onların öteki İslâm ülkelerindeki uzantıları şimdi yeniden “Kur’ânla yetinme” çağrıları yapmaya başlamış, “sünnetsiz İslâm arayışı” içine girmişlerdir. Her konuda âyet aramakta, âyet dışında kendilerini bağlı hissedecekleri bir başka “lâ raybe fih” delilin bulunmadığını ileri sürmektedirler.
     Bu anlayışın varacağı nihâî noktayı, Ehl-i Kur’ân Cemiyeti’nin kurucusu Gulâm Perviz Ahmed’in hayatında izlemek mümkündür. Bu kişi, “Kur’ân dışında herhangi bir söz ile amel edenlerin, -isterse bu söz Hz. Peygamber’e ait ve mütevâtir-sahih bir hadis olsun- “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendileridir” [Mâide sûresi (5), 44] âyetinin hükmüne girerler” demek cür’etini göstermiştir. Buna karşılık devrin âlimleri de kendisinin küfre girdiğine dâir fetvâ vermişlerdir (Bilgi için bk. Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, VII, 425).
     Varacağı nokta bu olayla daha baştan belli olan bu akımın -maalesef- memleketimizde de şu veya bu şekilde gündeme getirilmekte olması, yeni yeni yerleşmekte olan İslâm bilincini ve birikimini temelden yaralayabilecek tehlikeli bir gelişme olarak görülmektedir.
     Burada konuya ait iddiaları tek tek cevaplandırma durumunda değiliz. Ancak şu kadarına işaret etmek yerinde olacaktır.
     Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile emir ve yasaklarını kullarına duyurması, Allah Teâlâ için bir âcizlik ve eksiklik değilse, sünnetin varlığı da Kur’ân-ı Kerîm’in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyâcı varsa, Kur’ân’ı anlamakta da Peygamber’in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve tavır Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir: “ Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, “biz onu bunu bilmeyiz, Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar” derken bulmayayım!” (Ebû Davûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbni Mâce, Mukaddime 2).
     İslâm ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamber’in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslâm’ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Onun verilerine yani hadislere yöneltilecek hiçbir tenkid, sünnetten uzak kalmayı haklı kılamaz. Bir başka ifade ile ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnete rağmen müslümanlık...

     1. Hadisler Kelimesi Kelimesine Aynen mi Rivayet Edilmiştir?
     Hadislerin Hz. Peygamber’in mübarek ağzından çıktığı gibi kelimesi kelimesine aynen nakil ve rivayet edilip edilmediği merak konusudur? Bu soruya mutlak olarak evet veya hayır şeklinde cevap verilemez. Lafzan rivayet esas olmakla beraber, “mânanın ters yüz edilmemesi” kaydıyla, gerçekten çok sıkı şartlar altında mâna ile hadislerin rivayet edilmesine izin verilmiştir. Aynı hadisin değişik rivayetlerinde görülen kelime değişiklikleri, takdim-te’hirler o hadisin mâna ile rivayet edildiğini gösterir. Bütün hadislerin aynı lafızlarla rivayet edilmiş olmasını düşünmek ve istemek, tabiîlik ve gerçekçilikten uzak ve ümmeti zora koşan bir düşünce ve temenni olur.
     Öte yandan hadislerin mâna ile rivayetinin mümkün olması, -mânayı doğru yansıtmak kaydıyla- onların başka dillere tercüme edilmesinin câiz olduğuna da delil sayılmıştır. Mâna ile hadis rivayeti ruhsatına rağmen ilk müslüman nesiller, hadise karşı nasıl dikkatli ve titiz davranmışlarsa, bugün de tercümelerde aynı dikkat ve itinayı göstermek gerekir. Rastgele, alelacele ve piyasa hesaplarıyla hadisleri ve hadis kitaplarını tercüme ve neşre kalkışmak bu açıdan büyük sakıncalar taşımaktadır.
     Şuna da işaret edelim ki, mâna ile hadis rivayetine ruhsat verilmesi, hadislerin, hadis kitaplarında toplanmasından önceki şifahî rivayet dönemlerine aittir. Bugün artık kimse mâna ile hadis nakletmeye kalkışamaz. Kitaplara geçmiş lafızlardan birini tercih edip kullanmak zorunluğu vardır.

     2. Şifâhî Rivayete Güvenilebilir mi?
     Hadis tarihinin ve sünnete ait metinlerin, bir başka ümmette benzeri görülmeyen bir titizlik ve ilmî usûllerle tesbit ve nakledilmiş olması, her nedense Batılı ilim çevrelerini rahatsız etmiştir. Şifâhî nakle dayanan eski kültürlerinin bir kelimesini bile fedâ etmek istemeyen Batılılar, şifâhî rivayete güvenilemeyeceğini, dolayısıyla başlangıçta şifâhî bir dönem geçirmiş olan hadislere bel bağlanamayacağını söylemektedirler.
     Daha başlangıçta doğru olarak kaydedilmiş ve iyi korunmuş yazılı vesikalara göre şifâhî rivayetlerin daha az emniyet telkin ettiği doğrudur. Ancak bu, hiçbir zaman, yazılı vesikaların her türlü tehlikeden uzak kaldığı anlamına gelmez. Şifâhî rivayetler için düşünülen güven kırıcı ihtimaller kadar yazılı vesikalar için de bir çok noktadan endişe belirtmek mümkündür. Nitekim günümüz basın-yayın organları bu konuda duyulabilecek endişenin boyutlarını sahte evrak tanzimi, vesika tahrifi gibi olaylarla hemen her gün kamu oyuna arz etmektedir.
     Bu olaylar da göstermektedir ki, asıl mes’ele, rivayetin yazılı ya da şifâhî olması değil, o rivayeti nakledenlerin kişiliği, inanç değerleri ve mensup olduğu kültür çevresidir. Bu çok önemli noktayı dikkatlerden kaçırmak suretiyle güveni yazılı vesikaya bağlamak hatalı, doğruluğu tartışılabilir ve büyük ihtimalle de kasıtlı bir tavırdır.
     Kaldı ki, hadislerin Hz. Peygamber zamanından beri bizzat onun izni ile yazıya geçirilmeye çalışıldığı tarihi bir gerçektir. Ayrıca her hadis metninden önce yer alan “sened” dediğimiz o hadis metninin kendilerinden alındığı ravileri gösteren kısım, bizim şifâhî rivayetlerimizin bile daima ilmî usûllere uygun ve denetime açık olduğunu belgelemektedir.
     İlk müslüman nesillerin hadisleri, dine sahip çıkma gaye ve gayretiyle en sağlam şekilde tesbit ve muhâfaza ettikleri de gözardı edilmemelidir.

     3. Hadisçiler Sadece Senedle mi Meşgul Olmuşlardır?
     Sünnet’e ait bilgi ve belgeler demek olan hadislerin, sened ve metin denilen iki ana bölümden meydana geldiğine yukarıda işaret etmiştik. Bu belgelerin gerçekten Hz. Peygamber tarafından söylenmiş sözleri veya işlenmiş fiilleri bize yansıtıp yansıtmadığını anlamak için yapılması gereken iş, bu bilgileri bize nakleden kişilerin güvenilirlik açısından tetkik edilmesidir. Bir başka ifade ile, hadis râvilerinin niteliklerinin araştırılmasıdır. Râviler, her hadisin senedinde isimleri zikredilen kişilerdir. Hadisçiler, bu kişilerin durumlarını en küçük ayrıntısına kadar bilimsel usullerle araştırmak suretiyle verdikleri haberler ve rivayet ettikleri hadisler konusunda kanaat edinmeye ve bu kanaatlarını da özel terimlerle ifadelendirmeye fevkalâde önem vermişlerdir. Bir başka deyimle, haber kaynaklarını araştırmak suretiyle o kaynaklar aracılığı ile kendilerine ulaşan haberlerin sıhhatini tesbite yönelmişlerdir. Bu konuda gerçekten hayranlık uyandıracak ilmî usuller geliştirmişlerdir. Genel bir tavır olarak da senedin durumunu açıklamayı, hadis metninin sağlamlık derecesini belirtmek için yeterli görmüşlerdir. Bu konudaki çalışma yoğunluğunu dikkate alan bazı kimseler, hadisçilerin sadece senedle meşgul olup hadislerin metinleriyle ilgilenmediklerini sanarak onları suçlamaya kalkmışlardır.
     Hadisçilerin senedlere özel bir önem verdikleri doğrudur. Ancak bu, onların metin tenkidi ile hiç meşgul olmadıkları anlamına gelmez. İç tenkid veya metin tenkidi konusunda da geliştirilmiş özel bilim dalları bulunmaktadır. Meselâ, hadis metinlerinde geçen anlaşılması zor kelimeleri konu edinen Garîbü’l-hadis ilmi, hadislerin anlaşılmasını kolaylaştıran “Hadislerin vürud sebepleri ilmi”, “Nâsih-mensuh ilmi”, birbirine mâna bakımından zıt gibi görünen hadisleri tetkik eden “Muhtelifü’l-hadis ilmi”, Allah Teâlâ’nın sıfatlarıyla ilgili kelimeler ihtiva eden hadisleri inceleyen “Müşkilü’l-hadis ilmi”, muârızı olmayan hadisleri ifade eden “muhkem” gibi terimler doğrudan doğruya ve sadece hadis metinleriyle ilgilidir. Ayrıca maklûb, müdrec, münker, musahhaf ve muallel gibi sened ve metin arasında müşterek olan terim ve bilimsel branşlar da söz konusudur.
     Hadisçiler gerek sened gerekse metin tenkidinde tarih, psikoloji ve sosyolojiden yararlanmışlardır. Bir sözün uydurma olup olmadığını tesbit için dikkate aldıkları ölçüler, hadisçilerin metin tenkidi konusundaki gayretlerinin en belirgin örneklerini oluşturmaktadır. Bu konular ve daha ilave edilebilecek olan hususlar ehlince bilinmektedir (Geniş bilgi için bk. Muhammed Lokman es-Selefî, İhtimâmü’l-muhaddisîn bi nakdi’l-hadîs seneden ve metnen, Riyad l408/l987).
     Hadisçiler, ilâhî vahye mazhar, cevâmiü’l-kelim özelliğine sahip bir peygamberin beyânlarıyla karşı karşıya olduklarını pek iyi biliyorlardı. Bu vasıfların sahibi bir peygamber, muhtelif sebeplerle çağdaşlarının anlayışları dışında kalacak sözler söyleyebilir, haberler verebilirdi. Buna mâni olacak herhangi bir şey söz konusu değildi. Kanun maddeleri gibi özlü sözlerle hukukî kâideler vaz edebilirdi. Sözleri mecâzî bir mâna ifade edebilirdi. İleride keşfedilecek bir ilmî hakikate işaret etmiş olabilirdi.
     Bütün bunlardan dolayı hadisçiler, diğer kişilerin sözlerine uyguladıkları tenkidleri Hz. Peygamberin hadisleri için tatbik etmekte ihtiyat göstermişler temkinli davranmışlardır (Geniş bilgi için bk. Mustafa es-Sibâî, es-Sünne ve mekânetühâ fi’t-teşrî’i’l-İslâmî, s. 275-279).
     Biz, hadisin sened ve metinlerini inceleme usullerinin tarihte bir benzerinin bulunmadığı ve bunun sadece müslümanlara ait bir ilmî üstünlük olduğu görüşündeyiz. 
     E. Bazı Sorular
     1. Sahih Hadislerin Sayısı Ne Kadardır?
     Sahih hadislerin sayısı hakkında kesin bir rakam vermek mümkün değildir. Sahih adıyla telif edilmiş hadis kitaplarında bulunan hadisler ile diğer sahih hadis kaynaklarındaki hadislerin toplamı aşağı-yukarı yirmi bini bulur. Ancak unutulmamalıdır ki, sahih, hasen ve zayıf gibi terimlerle anılan hadisler hakkında daima farklı görüş beyan edenler olabilir. Çünkü bu değerlendirmeler, araştırmaya dayalı nisbî değerlendirmelerdir. Günümüzün bilgisayar teknolojisinden yararlanılarak kendilerine “sahih” hükmü verilmiş hadislerin bir sayımını yapmak mümkündür. Önümüzdeki yıllar, muhtemelen bu konuda belli rakamlara ulaşmamızı mümkün kılacaktır.
     2. Sahih Hadisler Sadece Kütüb-i Sitte’de mi Bulunur?
     Hadisler çoğu kere, “bu, Kütüb-i Sitte’de var mı?” veya “Buhârî bunu nakletmiş mi?” yahut da “Müslim’in kitabında geçiyor mu?” cümleleriyle araştırılmaktadır. Bu tür sorular, aslında, sahih hadislerin sadece Kütüb-i Sitte’de veya Buhârî ve Müslim’in el-Câmi’u’s-sahîh’lerinde bulunduğu, bunların dışındaki hadis kitaplarına güvenilemeyeceği kanaatından kaynaklanmaktadır. Bu, çoğu kişinin her şeyi Kur’an’da aramasına benzemektedir. Yeterli din kültürü almamış kimseler, dinî bir esas kendilerine hatırlatılınca hemen “bu Kur’an’da var mı?” diye itiraz anlamında sorular sorarlar. Her şeyi Kur’an’da aramak nasıl hatalı bir tutum ise, hadis diye duyulan her sözü de mutlaka Buhârî ya da Müslim’de bulmaya çalışmak, yahut Kütüb-i Sitte’de görmek istemek de en azından o kadar hatalıdır. Güvenilir her hadisin mutlaka Buhârî ve Müslim’de olması lâzım geldiği düşüncesinden vaz geçilmelidir. Zira Buhârî de Müslim de “bütün sahih hadisleri toplamak” amacıyla kitaplarını tasnif etmiş değillerdir. Kitaplarına aldıklarının kendilerine göre “sahih” olmasına dikkat etmişler, fakat bütün sahihleri toplamak gibi bir çalışma içine girmemişlerdir.
     Buhârî ve Müslim dışında hatta Kütüb-i Sitte dışında kalan diğer hadis kitaplarında da sahih hadisler bulunmaktadır. Şu kadar var ki âlimler, Buhârî ve Müslim’in her ikisinin birden kitabına aldığı (müttefakun aleyh) hadisleri, en güvenilir sahih hadisler olarak kabul etmişlerdir. 
     3. Şerhsiz Hadis Okumak Doğru mudur?
     Kur’ân’ı ve dolayısıyla İslâm’ı Sünnet’e mürâcaat etmeden anlamak ve yaşamak ne kadar mümkünse, şerhlere baş vurmadan hadis okumak suretiyle İslâm’ı anlayıp yorumlamak da ancak o kadar mümkündür. Çoğu yerde insan, kendi anlayışının yetersizliği sebebiyle sıkıntıya düşebilir. Bu sebeple, kısa da olsa şerh ihtiva eden eserlerden hadis okumak, başlangıçta doğacak anlayış hatalarını önleyecektir.

     Memleketimizde uzunca bir süreden beri, sadece tercümesi ile halkımıza sunulmuş bulunan Riyâzü’s-sâlihîn’in, çok okunan bir hadis kitabı olarak, tatmin edici bir şerhinin bulunmaması büyük bir boşluk doğurmaktaydı. Son yıllarda yoğunlaşan ilgi ve ihtiyacı dikkate alarak, elinizdeki bu tercüme ve şerhi gerçekleştirmeye çalıştık.
     Bu çalışmamızla necip milletimizin sünnet bilgi ve kültürüne bir katkıda bulunabilirsek, gerçekten mutlu olacağız. Zira biz, sünnetteki yorumuyla Kur’an’ı ve İslâm’ı kavramak ve yaşamakla iyi müslüman olunacağına inanmaktayız. Bunun yolu da hadis kitaplarımızdan yararlanmaktır.
     Geçmişte İslâm âlimleri hadis metinlerini büyük hacimli ve belli tertiplere sahip kitaplarda toplamışlar, böylece ümmetin istifadesine sunmuşlardır. Özellikle hicrî ilk üç-dört asır bu tür çalışmaların yoğunlaştığı asırlardır. Daha sonraki dönemlerde, bu hacimli hadis kitaplarından seçmeler yapılmak suretiyle farklı tertip ve muhtevâda hadis kitapları meydana getirilmiştir. Hadis kültürü bakımından kendisine çok şey borçlu olduğumuz İmam Nevevî ve onun Riyâzü’s-sâlihîn adlı eseri bu alanda müstesnâ bir yere ve kıymete sahip bulunmaktadır.

28 Ocak 2013 Pazartesi

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN 'e Giriş / Sünnetle İlgili Bazı Meseleler


GİRİŞ 
HADÎS - SÜNNET
NEVEVÎ VE RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN 
H A D İ S - S Ü N N E T

     C. Sünnetle İlgili Bazı Meseleler

     1. Sünnetin Kaynağı
     Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona vahy-i metlüv (okunan vahiy) denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona vahy-i gayr-i metlüv denilmektedir.
     Hz. Peygamber; vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber’de, meleke-i nübüvvet denilen bir peygamberâne ictihad, kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber, başkalarının intikal edemediği birtakım ilâhî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
     Hz. Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur’an-ı Kerîm değişik kelime ve tâbirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta’lîm ve irâe gibi kelime ve terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in ilâhî irâdenin beyânı niteliğindeki açıklamaları, ilâhî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan doğmaktadır denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.

     2. Sünnetin Dindeki Yeri
     Yukarıda işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla “Sünnet, Allah Resûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir.” Şer’î delillerin ikincisi olan sünnetin tarifinde “peygamberlik” kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz’in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar, Kur’an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zâtına yönelik olması arasında hiç bir fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı hükümlere bağlansa bile, “Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller” olarak “sünnet” kavramı ve kapsamı içindedir. Kimine vâcip, kimine mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik, kimilerinin belli bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.
     Yalnız burada bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber’in sözlerini “sünnet” kavramından ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin o çerçevede düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.
     Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani “sünnet”’in dinde delil olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup bulunmamaktadır.
     Öte yandan, Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük sûresinin benzerini getirmekten âciz kalmış ilâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.
     Kur’an’da sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir delilin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan bir âyetin zâhirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini gösteren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
     Diğer taraftan Peygamber’in mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatadan korunmuş olduğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap ve Sünnet’ten her biri yekdiğerini desteklemekte ve doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.
     İmam Şâfiî’nin ifadesiyle Kur’ân’ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması, önce bu kaynak birliği içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle hareket edilmesi lâzım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır, deyip hemen birincisinden vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi çözüm yollarına baş vurulmalıdır. 

     Sünnet, Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: Te’kid, tefsir, teşrî’.
     Te’kid: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur.
     Meselâ; ”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”, “Kâbe’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” (Buhârî, Îmân,1, 2; Müslim, Îmân 19-22) hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir.
     Yine “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin...” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” (Ebû Dâvûd, Menâsik 56) hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade etmektedirler.
     Burada akla, sünnetin Kur’an’a verdiği destek ve teyid, Kur’an için bir kıymet ifade eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’an arasındaki kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur’an için değilse bile, Kur’an’ın muhâtapları açısından sünnetin teyid ve te’kidi elbette büyük bir anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.
     Tefsir veya beyân: Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi ( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “inanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” [En‘am sûresi (6), 82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.
     Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Bu sebeple “Sünnet Kitab’ın açıklayıcısıdır” denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit edilmiştir.
     Sünnetin bu iki fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.
     Teşrî: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu âlimler tarafından tartışılmıştır. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
     Bir kısım âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun kalbine Allah Teâlâ tarafından konulan hikmetten ibârettir. Peygamber’in kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.
     Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber’in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah’ın yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında biribirlerinden ayrılmaktadırlar. İhtilâf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme noktasında yoğunlaşmaktadır.
     Kitap’ta olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab’a muhâlefet anlamına gelmez mi? diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür,
     Kitap üzerine yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir:
     1. O konu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ortaya konulmamış olur.
     2. Var olan bir hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) olabilir. (Tabiî sünnetin mütevâtir olması halinde bu ihtimal düşünülebilir)
     3. Hükmü bir konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.

     Bu demektir ki, Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:
     a. Kitab’ın (yani âyetin) beyânı.
     b. Kitab’ın bir açıklama getirmediği konudaki hükmü tek başına (müstakillen) açıklaması.
     Muhassıs, bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir kısmıyla sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların hükmünü tek başına beyân etmiş olur. Meselâ “Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4), 24] âyetinden sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” (Buhârî, Nikâh 27; Müslim, Nikâh 33) buyurmuştur. Bu şu demektir: Âyetteki “bunların dışında kalanlar” ifadesinden maksat, dışda kalanların hepsi değil, bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helâlliğine delâlet etmiş, fakat hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur. Resûlullah’ın beyânı muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh eden sünnete ait delillerin beyân ve müstakillik olmak üzere iki yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
     O halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf’a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.
     Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ’nın, peygamberine kitabında indirmediği bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mâni herhangi bir hal de söz konusu değildir. Zira “Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir” [Enbiyâ sûresi (21), 23].

     3. Sünnetin Bağlayıcılığı
     Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü’minlere seçim hakkı tanınmadığını belirleyen âyetler, sünnetin müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı rolünü ortaya koymaktadır.
     Ancak Hz. Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber; 
    - Risâlet (peygamberlik), İftâ (müftilik)
    - Kazâ (hâkimlik)
    - İmâmet (devlet başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.

     Risâlet yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, genelde âyetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama (takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis), helâl ve haramı açıklama, akâid ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilâhî ahkâmın bir beyân ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşrî anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân tasarrufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamber’in bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
     İftâ, Allah Teâlâ’nın hükmünü delillerden çıkararak dinî soruları cevaplandırmak, ahkâmı Allah adına haber vermek, tebliğ ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yolla ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.
     Kazâ, iki veya daha fazla kişi arasında cereyân eden anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek (adâlet tevzii) maksadıyla verdiği hükümlerdir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır (münşî’dir.)
     Hz. Peygamber, kendisine getirilen dâvalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur:
     “Dâvanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum” (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, VI, 307, 320; Buhârî, Ahkâm 20).
     Hz. Peygamber’in kazâ tasarrufu olarak ortaya koyduğu sünnet, sadece dâvacı ve dâvalıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği usûl, dikkate aldığı esaslar, kazâ ve hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.
     İmâmet (devlet başkanlığı) tasarrufu, ilk üç vasfı ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir selâhiyet ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan Efendimiz’in bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır.
     Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikce, benzeri haklar mü’minler tarafından re’sen elde edilemez. Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezâların infâzı, orduların teşkili ve sevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan veya temsilcisi hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icrâ ve infaz edilmesi câiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan değiştirebilir. Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali sevketmiştir.
     Hz. Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilmektir. Âlimler, bu noktadaki farklı tesbitleri dolayısıyla bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır. Meselâ Hz. Peygamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur” (Buhârî, Hars 15) buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu hadîs-i şerîfi iftâ ve tebliğ sıfatıyla ortaya koyduğu kabul edilirse, bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullanılır hâle getiren kişi, oraya sahip olabilecektir. Nitekim İmam Şâfiî, bu hadisi fetvâ ve tebliğ tasarrufuna bağlamış, “Çünkü Resûlullah’ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkca hadisleri buna göre yorumlamak gerekir” demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi olmaz. Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sahip olabilir.
     Hz. Peygamber bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse, bu hüküm diğer başkanları bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkelerinde kamu yararını gözeterek devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması, sürekli olarak devletin iznine bağlı bulunur. Ebû Hanîfe bu görüştedir. Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ) vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir. İmam Mâlik, bu konuda şehir ve mücâvir alan topraklarını birbirinden ayırmış, şehir topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır (Konuya ait geniş bilgi için bk. Karâfi, İhkâm, s. 86-l09; İbn Aşûr, Makâsıdu’ş-şerî’a, s. 27-40).
     Bu misalde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu tasarrufların, onun hangi vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira sünnetin bağlayıcılık çerçevesini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle alâkalı bulunmaktadır.
     Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vâcip, mendup, müstehab gibi) farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.


     4. Sünnetin Evrensel Bütünlüğü
     Sünnetin tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel bütünlüğü demektir.
     “De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim” [A’râf sûresi (7), 158] âyeti ve konuya ait diğer âyetler, bir taraftan İslâm’ın cihanşümul bir din olduğunu ilân ederken bir taraftan da Hz. Peygamber’in elçiliğinin ve dolayısıyla onun sünnetinin, yaşama tarzının evrensel boyut ve karakterini ortaya koymaktadır.
     İslâm tebliğine muhâtap olan insanlar arasında çeşitli açılardan farklılıklar olacağı pek tabiîdir. Bu farklılıklara rağmen her insan veya topluluk, yatıp kalkmak, yiyip içmek, ağlayıp gülmek, alış veriş, hayır-hasenât yapmak, öğrenip öğretmek, hastalanıp tedâvî olmak gibi hayatın bütün hallerinde kendilerine örnek alacakları bir rehbere muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç, rûhî ve hissî alanlarda ve ilişkilerde daha büyük boyutlardadır.
     İşte bütün toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet, ümmet ve insanlık seviyesinde ve evrensel çerçevede karşılamak, şekillendirmek, örneklendirmek sünnetin sorumluluğu ve özelliğidir. Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’i “en güzel örnek” diye tanıtması, onun hayatında bütün bu hayat şart ve şekillerine göre İslâm çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli bir çeşitlilik, zenginlik, seyyâliyet ve uygulanabilirlik bulunduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm, “O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır. Hz. Peygamber’in hayatını ciddiyet ve insaf ile tedkik eden herkes neticede, “tarih boyunca başka hiçbir kimsede toplanmamış, hayatın her yönünü etkileyen, şekillendiren üstün özelliklerin Resûl-i Ekrem’de bir arada görüldüğünü” itiraf etmek zorunda kalmıştır.
     Hz. Peygamber’in temiz bir geçmişe sahip olduğu, hem Kur’ân-ı Kerîm’in şehâdeti hem de Mekkelilerin kendisine “el-Emîn” lakabını vermelerinden anlaşılmaktadır. Peygamberliğine karşı çıktıkları zaman o kendisini “daha önce yıllarca aralarında yaşamış olduğu”nu hatırlatarak savunmuştur. Bu demektir ki, Hz. Peygamber’in, peygamberlik öncesi hayatı bile örnek alınabilecek temizliktedir.
     Onun peygamberlik günleri, hemen hemen her safhasıyla gözler önündedir. Örnek alınacak şahsın pratik bir hayat sahibi olması fevkalâde önem taşımaktadır. Bu da örneğin, çok yönlü bir yaşayış deneyimine sahip olmasıyla mümkündür. Ümmet için Hz. Peygamber’in yegâne örnek oluşu biraz da bu açıdan ele alınmalıdır. Zira sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir. Bir anlamda sünnet, son ilâhî kitap Kur’an’ın, “son peygamber”, “âlemlere rahmet”, “üsve-i hasene”, “büyük ahlâk sahibi”, “mü’minlere düşkün ve onların sıkıntıya uğraması kendisine çok ağır gelen” bir Allah elçisi olarak Resûlullah tarafından evrensel plânda ortaya konmuş nebevî yorumudur.
     Bu sebeple de Kur’ân-ı Kerîm, beşerî, coğrafî, tarihî, sosyal, meslekî ve ekonomik farklılıklarına rağmen bütün insanları Resûlullah’ın sîretine, hayat modeline uymaya, onun izinden gitmeye, onun yoluna koyulmaya davet etmektedir. Çünkü onun sünneti, muhtelif toplum kesimlerinin hepsine birden örnek olabilecek zenginliktedir. Onun hayatı, canlı Kur’an niteliğiyle insan hayatına tam bir uygulama örneği ve ışığıdır. Herkes onda örnek alabilecek bir yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmemek, Hz. Peygamber’i ve onun şekillendirdiği İslâm hayatını kavramakta ve tabiatıyla Resûlullah’ı anlamakta çekilen güçlüklerin ve düşülen yanlışların gerçek sebebidir. Konuya ait bütün olumsuz ve temelsiz düşünce ve beyânların düzeltilebilmesi, sünneti evrensel boyut ve bütünlüğü içinde algılayabilmeye bağlıdır.
     Hz. Peygamber’in sünnetinin evrensel boyutta uygulanabilir bir bütünlüğe ve esnekliğe sahip olduğunu gösteren ashâb-ı kirâma ait bir kaç tesbiti şöylece sıralayabiliriz:
     Yapılabilecekleri emrederdi: Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına emrettiği zaman, daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri amelleri emrederdi” (bk. Buhârî, İmân 13).
     Ümmetini düşünürdü: İbni Abbas radıyallahu anhümâ, Hz. Peygamber’in, “Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” buyurduğunu (Buhârî, Mevâkît 24); Ebû Hüreyre radıyallahu anh de “Ümmetime zor geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını emrederdim” buyurduğunu (Müslim, Tahâret 42) haber vermektedirler. Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber “Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin” (Buhârî, İ’tisâm 2) buyurmuştur.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz gösterdiği yolda, dinî gayretle de olsa, aşırı davranılmasını aslâ tasvip etmemiştir. “Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir şeyi yapmaktan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerinde Allah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim” (Buhârî, İ’tisâm 5) buyurarak kendisinden daha ileri bir müslüman olma imkânının bulunmadığını dile getirmiştir.
     “Yapılabilecekleri emretmiş” olmasına rağmen, onun emirlerini önemsemeyerek karşı çıkanları da aslâ hoş karşılamamıştır. Seleme İbni Ekvâ anlatıyor:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sol eliyle yemek yiyen Büsr İbni Râi’l-ayr’i gördü ve kendisine: 
     — Sağ elinle ye!” buyurdu. Büsr:

     — Yapamıyorum, dedi. (Müslim’in rivayetinde onun, bu sözü kibirlenerek söylediğine işaret edilmektedir). Hz. Peygamber:
     — Yapamaz ol!” buyurdu.
     Râvî Seleme İbni Ekvâ diyor ki, “Bundan sonra adamın sağ eli ağzına ulaşamaz oldu” (bk. 161, 614, 742 numaralı hadisler).

     Hz. Peygamber çevresine karşı duyarlıydı, cemaatini gözetirdi. Enes ibni Mâlik radıyallahu anh’ın şu müşâhedeleri bunu göstermektedir: “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hiç bir şeyi eksik bırakmaksızın, insanların en hafif namaz kıldıranıydı.”
     “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazdayken, annesinin yanında mescide gelmiş bir çocuğun ağlamasını işitir de kısa bir sûre okuyuverirdi” (Buhârî, Ezân 65; Müslim, Salât 37, 187)
     Kolaylaştırma onun temel prensibiydi. Hz. Peygamber bu prensibi “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” (Buhârî, İlim 11) şeklinde tesbit ve ilân etmiştir.
     Bütün bu nakillerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı gibi sünnet, kolaylaştırma ve sevdirme çizgisinde İslâm’ın uygulanışından ibarettir. Bu sebeple de her insan ve toplum Hz. Peygamber’in hayatında ve sünnetinde kendilerine örnek olacak birçok yön ve olay bulabilir. Çünkü bütün insanlığı bir şahsiyette toplayıp misallendirmek Allah Teâlâ için asla zor değildir. Bu sebeple Hz. Peygamberin sîreti, hayatın her safhasını kapsayan bir bütünlük içindedir. O Allah’ın kendisine verdiği yetki ile, ülkelerinde krallara, devlet başkanlarına; yollarda, yaylaklarda çobanlara; mekteplerde hocalara; sınıflarda öğrencilere; obalarda fakirlere; köşklerde zenginlere; otağlarda, kışlalarda ordulara, komutanlara; yuvalarda analara-babalara, yavrulara kısaca bütün insanlara aynı çağrıyı yapmakta, kendisini izlemeye davet etmektedir. Çünkü onun sîreti, bütün insanlık için en güzel örnektir. Çünkü onun sünneti, dünyayı kucaklayıcı bir zenginlik, çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve âhenk manzûmesidir.
     Hz. Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve önemli konularla meşgul olması hemen herkes tarafından pek tabiî karşılandığı halde, onun, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul olmasını bazıları akıllarına sığdıramayabilirler. Nitekim Selmân-ı Fârisî’ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:
     — Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi, ama her şeyi, hatta helâya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?
     Selmân, gayet ciddî bir edâ ile:
      Evet, gerçekten de öyle, diye onu tasdik ettikten sonra Hz. Peygamber’in tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini sıraladı (bk. Müslim, Tahâre 57-58).
     Hiç kuşkusuz işlerin ve konuların önemlerine göre sıralanması esastır. Ancak insan hayatındaki her şeyin belli şekillerle ıslah edilmesi, inanç sisteminin gereklerine uygun hâle getirilmesi de aynı derecede önemlidir. Hz. Peygamber ümmetine bir baba gibi her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. Bunda “küçük işlerle meşgûliyet” gibi bir basitlik değil, “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve insanı bir bütün olarak değerlendirme” gibi derin ve anlamlı bir hassâsiyet yatmaktadır. İşte Selmân, bunun farkındaydı ve aklınca alay etmek isteyen “bir peygamber de böyle şeylerle uğraşır mıymış?” demeye getiren devrin çağdaş müşrik kafasına gerçeği bütün safiyeti ve açıklığı ile haykırıyordu: “Evet, herşeyi bize o öğretiyor!.”
     Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ da kendisine:
     — Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e; 
      — Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” (Nesâî, Taksîru’s-salât 1) diyor, ashâbın bilgi kaynağının ve her sâhada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifade ediyordu.
     Hz. Peygamber’in sünnetinin, evrensel karakteri, onun ashâb-ı kirâm tarafından değiştirilmesine mâni olmuştur. Nitekim Hz. Âişe: “Eğer kadınların yeni yeni icad ettikleri halleri Resûlullah görseydi, -İsrailoğullarının kadınlarının men olunduğu gibi- onları mescidlere gitmekten menederdi” (Buhârî, Ezân 163; Müslim, Salât 144) demekle beraber, böyle bir yasaklama yoluna ne kendisi gidiyor, ne de halifelerden böyle bir yasak getirmelerini istiyordu. Çünkü “Allah’ın Hanım kullarını, Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz!” (Buhârî, Cum’a 13) hadîs-i şerîfi ona bu yetkiyi vermiyordu.
     Sünneti evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her hareketimizde çıkış noktası olarak benimsemek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi kurtaracaktır. Hatta onların da geçerli olacağı yöre ve dönemlerin bulunabileceği fikrine ve rahatlığına ulaştıracaktır. Bu ise İslâm kültürü olduğunu belirttiğimiz sünnete dair hiçbir bilgi ve belgenin zâyi olmamasını gerektirir. Hz. Peygamber bütün hayatı boyunca, söz ve davranışları ile Kur’an’da bildirilen hakikatların izahını yapmıştır. Bu sebeple Zührî’nin dediği gibi, “Peygamberlik Allah vergisidir. Resûl’e tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir” (bk. Beğavî, Şerhu’s-sünne, I, 217).
     Netice itibâriyle bir kere daha vurgulamamız gerekirse, sünnetin temel özelliğini gerçekçilik, evrensellik ve esneklik yani uygulanabilirlik olarak tesbit etmemiz mümkündür. Aslında bunlar, bizzat İslâm’ın temel özellikleridir.
     İslâm, en son ve en mükemmel din, Hz. Muhammed de en son peygamberdir. Kıyamete kadar geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine çözüm getirmek ve müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla yükümlüdür. Böyle olunca da sünnetin gerçekleri esas alması, insanı tanıması, ona her türlü imkân ve şartta yaşayabileceği genel esasları tedricî olarak öğretmesi, aynı konuda uygulanabilir farklı şekil ve biçimleri sunması pek tabiîdir. Bu söylediklerimiz, cihanşümullüğün yani evrenselliğin bir sonucudur.
     Aynı konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadislerin, bu açıdan bakıldığı zaman tabiîlikler manzumesi oldukları, bu bahis konusu farklılıkların ya da seçenek imkânlarının ümmet için tam bir rahmet vesilesi olduğu açıktır. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir. Bu yüzden de getirdiği esasların kıyamete kadar dünyanın her tarafında uygulanabilir olması, kendisine inananların hidâyetlerini temin edebilmesi açısından hayâtî bir zorunluluktur. 

     5. Sünnetin Korunmuşluğu
     Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını açıklamaktadır [bk.Tevbe sûresi (9), 32]. “Allah’ın nuru”, kulları için seçtiği, onları kendisinden sorumlu tuttuğu ve Resûlü’ne vahyettiği şeriatıdır. Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır.
     Allah Teâlâ “Gerçekten Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da elbette biziz” [Hicr sûresi (15), 9] buyurmuştur. Bu âyette geçen zikri, Kitap ve Sünnet olarak anlamak mümkündür. Zikir kelimesi Kur’ân ile tefsir edilecek olursa, bu takdirde âyetteki hasr ifadesinden, Kur’ân’ın dışında hiçbir şeyin korunmayacağı, koruma hükmünün sadece Kur’ân’ı içine aldığı anlamı çıkmaz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’da Kur’ân dışında başka şeyleri de meselâ, Resûlullah’ı insanların vereceği zararlardan koruyacağını bildirmiş ve korumuştur. Yine arşı, gökleri ve yeri kıyamete kadar yok olmaktan koruyacaktır. Sonra âyetteki “lehû” kelimesinin öne alınmış olması, hasr için değil, âyet sonlarındaki uyuma riâyet içindir.
     Kur’ân’ın korunması, sünnetin korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını önler. O halde sünnetin korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, sünnetin de korunması demektir.
     Sünnetin korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havâle edilmiş gözükmektedir. Yani sadece Kur’an ile sünnetin korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm bilginlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesâiler ile gözler önüne serilmiş bir gerçektir.
     Sünnetin tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman, elbette onların bütün sünneti ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü ele alındığı zaman sünnetten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Tıpkı herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu gibi. Hatta İmam Mâlik’e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegâne hadis kitabı olarak ilân etme teklifini iletince, büyük imam “Bizim muttali olmadığımıza başkaları muttalî olmuş olabilir” diyerek karşı çıkmış, sünneti, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, sünnetin tümünü ihâta etmişlerdir. Bu da sünnetin korunmuşluğunu gösterir.

     6. Sünnetin Kurtarıcılığı
     Sünnetten yararlanabilmek için her şeyden önce onun “en güzel örnek” olduğuna, yaşanabilirliğine, insan özüne ve ihtiyaçlarına en üst seviyeden cevaplar ve alternatifler getirdiğine inanmak gerekir. Sonra da bu inanca dayalı olarak sünneti kendi özellikleri içinde iyi tanımak lâzımdır. Zira Hz. Peygamber âlemlere rahmet ve hidâyet rehberi olarak gönderilmiştir. Onun sünneti, hidâyette olabilmenin çarelerini göstermektedir. Sünnetin kurtarıcılığından şüphe etmek Hz. Peygamber’in risâletine karşı çıkmak anlamına gelir. Nitekim Abdullah İbni Mes’ûd bir defasında “Nebinizin sünnetini terkettiniz mi saptınız gitti demektir” tenbihinde bulunmuştur.
     “Gerçekten sen doğru yola çağırıyorsun” [Mü’minûn sûresi (23), 73; ayrıca bk. Şûra sûresi (42), 52] ve “Eğer o peygambere itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz” [Nûr sûresi (24), 54] âyetleri, sünnetin kurtarıcılığını ortaya koyan Kur’ânî delillerdendir.
     Hz. Peygamber de muhtelif hadîs-i şerîflerinde bir yandan kendi konumunu anlatırken bir yandan da ümmetin kurtuluşuna olan katkısını açıkça gözler önüne sermiştir. Ateşe düşmeye çalışan kelebek ve pervâneleri kovalamaya çalışan kişi durumunda olduğunu hatırlatarak “Ben sizi bel bağınızdan tutmuş ateşe düşmekten kurtarmaya çalışıyorum; siz ise, elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz” buyurmuştur. O kendisinin ümmet için kurtuluş vesilesi olduğunu daha başka hadislerinde de yine böyle temsillerle açıklamıştır. Kendisini, düşmanı görüp koşarak gelen ve milletini uyaran bir haberciye benzettiği hadis de bu hususta tam bir kanaat verecek açıklıktadır:
     “Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:
     - Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi bildiren apaçık bir haberciyim. Binaenaleyh canınızı kurtarmaya bakın!
     Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terkedip gittiler, kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı, yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hal, bana itaat, getirdiklerime ittiba edenler ile bana isyan ve Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir” (Buhârî, İ’tisâm 2).
     Sünnetin kendisine sarılanları kurtardığı kesindir. Tâbiîn müfessirlerinden Dahhâk İbni Müzâhim ne güzel ifade etmiştir: “Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira âhirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur” (Kurtubî, Tefsîr, XIII, 365).
     İmam Mâlik de sünneti Nuh aleyhisselâm’ın gemisine benzetmiş ve “Kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur” demiştir (Süyûtî, Miftâhü’l-cenne, s. 53-54).

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...