18 Aralık 2018 Salı

Bakara Sûresi 254. Ayet'i Kerimenin Meali ve Tefsiri

Bakara Sûresi'nin
254. Ayet-i Kerimenin
Meali ve Tefsiri
  • Bakara Suresi 254. Ayet-i Kerimenin Meali
     "Ey iman edenler! Alım satım, dostluk ve aracılığın olmadığı bir gün gelip çatmadan Allah’ın size verdiklerinden O’nun için harcama yapın. Kâfirler zalimlerin ta kendileridir."
  • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     İnsanlar dünyada bir şeye ihtiyaç duyduklarında ya bunu satın alırlar ya dostlarından karşılıksız temin ederler ya da bir yabancıdan –araya bir dostu veya tanıdığı koyarak– elde ederler. Âhirette bu üç imkândan hiçbiri mevcut değildir. Orada kulun muhtaç olduğu geçer akçe dünya hayatında yaptığı hayırlardır, Allah rızâsı için yapılan harcamalardır, âhirette biçmek için dünya tarlasına ekilen tohumlardır.
     “Allah için harcama” şeklinde çevirdiğimiz infak “O’nun rızâsı dışında bir karşılık beklemeden harcamak” demektir. Bu ibadet maksadıyla ve usulüne uygun olarak yapılırsa zekât olur, sadaka olur, kurban olur; aile ve akrabaya yönelik olursa nafaka olur. Hâsılı burada infak geniş mânada kullanılmış, yalnızca savaşa gidenlere veya yoksullara yapılacak harcama ve yardım kastedilmemiştir.
     Âhirette kulların amel defterleri dolu olursa (dünyada iken ibadet ve infak yapmış olurlarsa) o amellerin (geçer akçelerin) alacağı değerli şeyleri alırlar. Amel defterleri boş olursa dostluk ve şefaatle işlerini yürütemez, ihtiyaçlarını gideremezler. Çünkü orada aracılık ve şefaat Allah’ın iznine bağlıdır, özel durumlara mahsustur ve ortada adalet terazisi (mîzân) vardır.
     “... şefaatin olmadığı” ifadesinden, bunu kayıtlayan ve açıklayan naslar olmasaydı, “âhirette hiçbir aracılığın ve şefaatin olmayacağı” sonucu çıkarılırdı. Halbuki hemen bunu takip eden âyette “Allah’ın izniyle şefaatin olabileceği” ifade edilmiştir. Ehl-i sünnet’e göre âhirette Allah Resulü’nün ümmetine şefaati olacaktır; bu husus birçok âyet ve hadiste bildirilmektedir (bk. Bakara 2/48). Hz. Peygamber’den başka genel olarak peygamberler, melekler, şehidler, Kur’an ve müminlerin şefaatlerine de izin verileceğine, bunların da bazı kimseler için şefaatçi olacaklarına dair hadisler vardır (Buhârî, “Tevhîd”, 24; Müslim, “Îmân”, 302; Ebû Dâvûd, “Cihâd”, 28; Dârimî, “Fezâilü’l-Kur’an”, 1).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 397
[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    7 Aralık 2018 Cuma

    Rüya İle SosyoPsikoloji Köşesi //*\\ SOSYOPSİKOLOJİYE GİRİŞ


    besmele hareketli resimli ile ilgili görsel sonucu
    SOSYOPSİKOLOJİYE GİRİŞ
         Alemlerin Rabbi ve her biri bir alem olan alimlerin Rabbi’ne hamd-ü sena…
         Alemlere Rahmet olan Peygamber Efendimize salat ve selam olsun...

         Gönül Erleri Mail Gurubu Ailesi'nin değerli üyesi; Allah-u Teala'nın selamı, bereketi ve mağfireti üzerinize olsun...

         Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; benim için bu günün heyecan verici özel bir anlamı var... Tevafuk bu ya, bugün (yani 12 Aralık) küçük oğlum Abdullah Enes'in 15. doğum günü ve benim de Gönül Erleri'ne özel SosyoPsikolojik yazılar yazmaya başladığım gün...
         Gönül Erleri Mail Gurubu; benim tam dokuz senedir üyesi olduğum, harika bir mail trafiği olan ve çok güzel faaliyetler düzenleyen çok büyük bir aile... Böylesi güzel bir topluluğa özel yazılar yazmamı rica eden Gönül Erleri Genel Koordinatörü AbdulMevla kardeşimizi kırmayarak yazmayı kabul ettim. Çünkü biliyorum ki hatalarımı kapatacak, belki uyaracak çok samimi bir gurupla muhatabım. Yine de sürçi lisan edersem şimdiden affınıza sığınıyorum...

    hoÅŸcakal veda ile ilgili görsel sonucu     Bu yazıların sizler için verimli olacağını düşünüyorsanız, her ayın 12 sinde yeni yayınlanacak yeni yazılarımı siz de takip edin. Bugünkü ilk konumuzun; biraz tanım ve bilgi içerikli, ısınma yazısı olmasını istedim... Bundan sonrakiler ise biraz sizin değinmemizi istediğiniz konular, biraz benim katkılarımla oluşsun... İnşAllah hep birlikte, her ayın bir günü verimli bir 10-15 dakika geçirelim... Tevfik Allah'u Teala'dan, vesselam...

         * Yeni evli genç bir mimar iyi bir burs kazanır. Altı ay sureyle dünyada mimari eserleri gezip görecek, bilgi ve öngörüsünü artıracaktır. Ailesiyle vedalaşıp yola çıkar. Ancak kısa bir süre sonra, onlardan ayrılamayacağını düşünerek geri döner. Duygusal olarak aslında uzak yaşamanın zorluğunu hisseden mimar, kazandığı bursun tüm ailesinin yol masraflarını  karşılamaya yetmeyeceğinden bursu da iade eder...

    başarmak ile ilgili görsel sonucu     * Liseli bir öğrenci iki yıldan beri büyük bir azimle derslerine çalışmaktadır. Nihayet çalışmalarının semeresini görür ve tıp fakültesini kazanır. Böylece genç yaşta kaybettiği babasına verdiği, doktor olma sözü yerine getirmiştir.

         Şimdi, konumuz olan sosyal psikolojiyi bu iki örnek üzerinden somutlaştıralım.

         Temelde sosyal psikoloji, sosyoloji ve psikolojinin ortak noktasını teşkil eden insanı ve davranışlarını inceler.
         Yukarıdaki iki hikayede geçen olayların ortak yanları nelerdir? Genç mimar ailesine bağlılığı nedeniyle son derece zor kazanılacak bir bursu geri çevirmiştir. İkinci örnekte ise; liselinin babasına verdiği söz, hayatının yönünü belirlemiştir…
         Bu örneklerden hareketle düşünelim. İnsanlar arası ilişkilerimizi belirleyen, yönlendiren ve bu yönde davranış üreten faktörler nelerdir?
         Bu iki örnekte de bir ortak nokta daha var. Kişiler; rasyonel bir davranıştan ziyade heyecanlarına ve duygularına kapılmış görünmekteler... Tüm insanlar böyle midir?
         Evet hepimiz diğer insanlardan etkileniriz ve buna sosyal psikolojide ‘SOSYAL ETKİ‘ olarak adlandırırız.
         Sosyal etki; diğer insanların söylediklerinin, eylemlerinin ya da yalnızca varlıklarının, düşüncelerimiz, duygularımız, tutum ya da davranışlarımız üzerinde yaptığı etkidir. Yani bireyin olaylara, karşılaştığı durumlara tepkileri, davranışlarının oluşumunda kendi duygu ve düşünceleri tek başına bir neden oluşturmayabilir. Çoğu zaman bireyin sosyal çevresi davranışların oluşumunda çok önemli bir fonksiyon göstermektedir.

    sosyal psikoloji ile ilgili görsel sonucu     Bütün bu tanımlamalardan yola çıkıp kendi yaşantımıza baktığımızda insan olarak toplumsal bir varlık oluşumuzu ve başka bireylerle ilişkiler kurarak gelişimimizi sürdürdüğümüzü daha iyi anlarız. Sosyal ilişkiler, bireyin; arkadaş, komşu, meslektaş gibi diğer bireylerle oluşturdukları etkileşimler olarak tanımlanır. Bu etkileşimler tartışma, kıskançlık, sırların ifşası, sözünde durmama gibi olumsuz özellikleri yanında, sevgi, doyum, rehberlik ve yardımlaşma gibi olumlu duyguları da ortaya çıkartacak özellikleri içerisinde barındırır. Olumlu ilişkiler bireylere sevgi, yakınlık ve rehberlik sundukları için bireyleri mutlu etmektedir. Yapılan araştırmalarda mutlu bireylerin daha fazla sosyal ilişkileri olduğu görülmüştür.
         Aslında bütün bu araştırmaların ve bilimin tek ortak amacı vardır; İNSAN..!
         İnsan sosyalin en üstü olduğu gibi, varlıkların da en üstünüdür. İnsan topluma eklemlenme sürecinde her şeye bir yorum ve anlam getirme telaşı içindedir. Bu; anlamlandırma, algılama, yeterlik, dış dünyayı görme, izleme şeklinde gerçekleşir. Algıladığı bilgiler ışığında sosyalleşen insan hemen hemen tüm davranışlarını öğrenme yoluyla gerçekleştirir. Bilgi ve becerilerin elde edilmesiyle, aitlik duygusu yaşadığı toplumda kendine daha yaşanılır bir alan oluşturur...

         Gönül Erleri için kaleme aldığım bu ilk yazımda, sosyal ve psikolojinin birbiriyle olan ilişkisini ve davranışlarımıza olan yansımasını anlatmaya çalıştım. Yazımı sonlandırmadan önce ilmin kaynağı olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) in (bütün toplumların en büyük mühendisi, psikolog, sosyolog, vs..) birkaç tavsiyesini sizlerle paylaşmak istiyorum.

    * "Sizden biriniz kendiniz için istemediğini kardeşi içinde istemediği sürece gerçek mümin olamaz."

    * "İman etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmediğiniz sürece de iman etmiş sayılmazsınız."

    * "Müslüman elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir."

         Hayırlar feth olsun, şerler def olsun… Ahir ve akıbetimiz hep hayır üzere olsun... Büyüklerin duası ve himmeti hep üzerinize olsun...

         Sevgi, saygı ve selamet ile...
    Rüya Şahinoğlu
    [​IMG]

    6 Aralık 2018 Perşembe

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YED

    KELİMELER ~ KAVRAMLAR
    YED
    (اليد)

         Kudret, mülkiyet, hâkimiyet mânasında Allah’a nisbet edilen zâtî sıfatlardan biri.
         Sözlükte “el” anlamındaki yed mecaz ve kinaye yoluyla “güç-kudret, mülkiyet, hâkimiyet, nimet-lutuf, yardım-destek” gibi mânalara gelir (Lisânü’l-Arab, “ydy” md.; Kamus Tercümesi, IV, 1238-1239). Kelime sekizi müfred, üçü tesniye, biri çoğul kalıbında on iki âyette Allah’a nisbet edilir (M. F. Abdülbâki, el-Mucem, “yed” md.). Bu âyetlerde belirtildiğine göre yahudiler Allah’ın elinin sıkı olduğunu iddia edince Cenâb-ı Hak, “İki eli de açıktır” ifadesiyle geniş cömertliğini beyan etmiş (el-Mâide 5/64), Hudeybiye Antlaşması’nda Allah’ın elinin (destek ve himayesinin) biat eden ashabın ellerinin üzerinde bulunduğu belirtilmiş (el-Feth 48/10), bunun yanında Allah Teâlâ semayı kendi elleriyle (kudretiyle) yarattığını, bütün hükümranlığın yanı sıra hayır ve lutfun da kendi elinde olduğunu ve bunları dilediğine vereceğini bildirmiştir (ez-Zâriyât 51/47; el-Mü’minûn 23/88; Âl-i İmrân 3/26, 73).
         Yed kelimesi çeşitli hadis rivayetlerinde de Allah’a nisbet edilir. Hadislerde Allah’ın iki elinin de sağ el (hayırlı, lutfedici) olduğu ifade edilmiş (Müslim, “İmâre”, 18), O’nun yardım elinin ve himayesinin cemaatin üzerinde bulunduğu (İbnü’l-Esîr, s. 1007), müminin sadaka niyetiyle verdiği bir hurmayı Uhud dağı büyüklüğüne ulaşıncaya kadar elinde çoğalttığı (Müsned, II, 418), Âdem’i eliyle (bizzat) yarattığı ve Tevrat’ı eliyle (bizzat) yazdığı kaydedilmiştir (Müsned, I, 281; II, 248; Buhârî, “Enbiyâ”, 3). Kur’ân-ı Kerîm’de sözlük anlamı “sağ, sağ el”; “güç-kudret, kemal”; “hayır, uğur” olan yemîn kelimesi (Lisânü’l-Arab, “ymn” md.) zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmekte (ez-Zümer 39/67; el-Hâkka 69/45), aynı kelime hadis rivayetlerinde de yer almaktadır (Müsned, II, 242, 313, 500; Müslim, “İmâre”, 18; Tirmizî, “Tefsîr”, 5/3; İbn Mâce, “Muķaddime”, 133; İbnü’l-Esîr, s. 1010). Yine Kur’an’da sözlük anlamı “almak, tutmak, avucunda tutmak, sahip olmak”, “daraltmak” olan kabz kavramı Allah’a nisbet edilmekte (el-Bakara 2/245; el-Furkan 25/46), aynı kavram hadislerde de geçmektedir (Wensinck, el-Mucem, “ķbz” md.). Bu kavramın yer aldığı âyetlerdeki mânası “Allah’ın rızkı daraltması” ve “gölgeyi murat ettiği yöne çekmesi” şeklindedir. Kabza ile yemîn kelimelerinin geçtiği âyette ise (ez-Zümer 39/67) kıyamet gününde bütün yeryüzünün Allah’ın kabzasında (mülkiyet ve hâkimiyetinde, Mâtürîdî, XII, 368-371) ve göklerin de sağ eliyle (kudret) dürülmüş olacağı beyan edilmektedir (krş. Lisânü’l-Arab, “kbz” md.).
         Naslarda Allah’a nisbet edilen yed, yemîn ve kabz kavramlarının anlamı hakkında âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Bu kavramların hakikat mânasında olup naslarda belirtildiği gibi Allah’ın iki elinin bulunduğunu ileri süren ve sayıları çok az olan Müşebbihe ile Mücessime bir yana (Beyhaki, s. 417; İbnü’l-Cevzî, s. 12-13), aralarında bazı farklılıklar bulunmakla birlikte Selefiyye ile kelâmcılar meseleye dair bazı yorumlar ortaya koymuştur.
         1. Yed, yemîn ve kabz Allah’ın keyfiyeti bilinmeyen zâtî sıfatlarıdır. Bunlara yaratıklarınkine benzeyen “el” anlamı verilemeyeceğinde şüphe yoktur; bununla birlikte zâhirî mânaları dışında “kudret, nimet, yardım” gibi mecazi anlamlar da yüklenerek te‘vil edilemez. Zira böyle bir te’vil dil bilimi açısından tutarlı görünmez. Meselâ Allah’ın Âdem’i iki eliyle yarattığını ifade eden âyete, “Âdem’i iki kudreti veya iki nimetiyle yarattı” mânası verilemez. Yahudilerin, “Allah’ın eli sıkıdır” şeklindeki iddialarına karşılık, “Aksine O’nun iki eli de açıktır” buyurulması da (el-Mâide 5/64) O’nun zâtına iki el nisbet edilmesi gerektiğini kanıtlar. Bu sebeple Allah’ın, yaratıkların eline benzemeyen ve zâtının bir parçasını teşkil eden organ anlamına gelmeyen iki elinin bulunduğuna inanmak icap eder. Nitekim hayat, ilim gibi ilâhî sıfatlarda da “yaratıkların sıfatına benzemeyen” kaydı konulmaktadır. Allah’a sol el nisbet edilmez, çünkü sol el eksiklik ve güçsüzlük anlamı taşır. Hadiste yer alan, Allah’ın iki elinin de sağ el olduğuna ilişkin beyanlar da bunu göstermektedir. Yine hadiste yer alan, kıyamet günü Allah’ın yerküreyi bir eline, gökleri de diğer eline alacağına dair ifade de bunu ortaya koymaktadır. Selefiyye’ye mensup âlimlerle Ebû Hanîfe ve Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî gibi bazı kelâmcılar bu görüştedir (İbn Huzeyme, I, 193-198; Eş’arî, s. 125-140; Beyhaki, s. 416-419; Beyzâvî, s. 190; Beyâzîzâde, s. 186).
         2. Naslarda Allah’a atfedilen yed, yemîn, kabza ve kef gibi, zihinde organ anlamını çağrıştıran ve Allah’ın parçalardan oluştuğunu akla getiren bütün kavramlar, hakikat manasında olmayıp mecaz veya istiare niteliği taşıdığından dildeki kullanımlar dikkate alınarak te’vil edilmelidir. Aksi takdirde teşbih ve tecsîme düşmekten kurtulmak mümkün olmaz. Buna göre yed ve yemîn, Allah’ın yaratıcılığı ve yüceliğinin kemalini dile getiren, her şeyin O’nun hükümranlığına boyun eğdiğini belirten kudretini ve yaratıklarına lutufta bulunduğunu bildiren nimetini, bazan da emrini ve hükmünü ifade eder. Yed kelimesinin tesniye kalıbında yer alması kudret ve nimetinin büyüklüğünü anlatma amacı taşıyan ve mübalağa ifade eden bir kullanımdır. Hadislerde Allah’ın iki elinin de sağ el olduğunun belirtilmesi yed kelimesinin mecazi anlama geldiğine işaret etmektedir. Kabz (kabza) ve kef de “kudret ve hükümranlık” mânasındadır. Kelâmcıların çoğunluğu ile İbnü’l-Esîr ve İbnü’l-Cevzî gibi bazı Selefîler bu görüştedir (Kadî Abdülcebbâr, s. 228; Nesefî, I, 131; İbnü’l-Cevzî, s. 11-12, 52-53).

         Allah’a izâfe edilen yed ve onunla eş anlamlı ya da bağlantılı diğer kavramların zâhirî ve hakikat mânasında kullanılmadığını âlimlerin büyük çoğunluğu kabul etmektedir. Selefiyye mensuplarının bu kavramları te’vil etmekten kaçınması teşbih meselesini ortadan kaldırmamaktadır. Zira söz konusu kelimelere “el, sağ el; tutmak, avucunda tutmak” gibi mânalar verilmesi kaçınılmaz şekilde insan zihninde yaratılmışlara özgü bazı organ ve fiilleri çağrıştırır. Bunların yaratılmışlara has organ ve fiillere benzemediğini söylemek de soruna çözüm getirmemektedir, çünkü insan ancak yaşadığı âlemdeki nesne ve olayları algılayabilmektedir. Yed kelimesinin bazı naslarda tesniye olarak kullanılması, Türkçe’de “işe iki elle sarılmak” sözünde olduğu gibi kemal mertebesinde iş görmek demektir. Yemîn (sağ el) de aynı konumdadır. Esasen bu tür kelime ve kavramlar Arapça sözlüklerde kelâmcıların yaptığı te’villere paralel olarak şiirlerden örneklerle çokça zikredilmektedir.
    Yusuf Şevki Yavuz
    TÜRKİYE DİYANET VAKFI
    İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
    İlgili resim

    25 Kasım 2018 Pazar

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ MÜSLÜMANLARIN DOKUNULMAZ HAKLARI . 3

    RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
    27
    باب تعظيم حُرمات المسلمين
     وبيان حقوقهم والشفقة عليهم ورحمتهم
    MÜSLÜMANLARIN
    DOKUNULMAZ HAKLARI - 3
    MÜSLÜMANLARIN DOKUNULMAZ HAKLARINA
    SAYGI GÖSTERMEK
    HAKLARININ AÇIKLANMASI VE ONLARA KARŞI
    ŞEFKAT VE MERHAMETLİ OLMA GEREĞİ

    • Hadis-i Şerifler:
         236. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hiyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın, diğer müslümana ırzı, malı ve kanı haramdır. Takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” Tirmizî, Birr 18
    • Açıklamalar:
         Bu hadis, muhteva olarak, bir önceki hadisin benzeridir. Ancak burada, önceki hadiste anılan kardeş olmanın gerektirdiği niteliklere bazı ilaveler vardır.
         Hâinlik, eminliğin zaddıdır. Hıyanet, emanete aykırı olan her türlü haksızlığın ve güven hissi vermemenin adıdır. Oysa müslüman, emanete hıyanet etmeyen kimsedir. Çünkü emanete hıyanet, münafıklık alâmetlerindendir. Müslüman, münafığa ait bir vasfı üzerinde taşımamalı ve bu sebeple saygınlığını yitirmemelidir. Kâfir ve münafıkların saygı duyulacak bir vasfı yoktur. Onlar, bazı söz ve işlerinde doğru ve haklı olabilirler, ancak bunun Allah katında bir sevabı ve mükâfatı olacağı düşünülemez. Çünkü onların bu halleri, bir ibadet, Allah’a yakınlık, sevap ve uhrevî mükâfat inancına dayanmaz. Sadece dünyalık menfaatlerine yöneliktir. Allah da, kendilerine dünyalık rızıklarını ihsân etmektedir.
         Yalan, İslâm dininin kesinlikle yasakladığı kötü hasletlerden biridir. Dinimiz, doğruluğa büyük bir önem verir ve doğruları yüceltir. Yalan ve yalancılık, inanmayanların ve münafıkların vasfıdır. Kur’an’ın bir çok âyeti ile Peygamber Efendimiz’in bir çok hadislerinde doğruluğun ve doğruların fazileti, yalancılığın ve yalancıların ise bayağılığından bahsedilir. Bunları, bizi doğruluğa teşvik, yalandan sakındırma gayesi taşıyan tâlimatlar olarak kabul etmemiz gerekir.
         Müslümanın müslümanı terketmesi, ondan ayrılması ve din kardeşine yardımcı olmaması, şiddetle haram kılınmıştır. Bir müslüman, mazluma yardımı, zâlimin zulmüne engel olmayı terkedemez. Çünkü bu davranışlar, her müslüman için gücünün yettiği kadarıyla yerine getirilmesi gereken bir vecibedir. Allah Teâlâ “İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın” [Mâide sûresi (5), 2] buyurur. İyilik olarak tercüme ettiğimiz “birr” ile “takvâ”nın ne kadar muhtevalı terimler olduğunu ve neleri kapsadığını daha önce yeterince açıklamıştık. Günah ve düşmanlık birer zulümdür. Kişi günah işlemekle kendine zulmetmiş olur, düşmanlık ise dostluğu ortadan kaldırır.
         İslâm, insanların can ve mal güvenliğini, ırz ve namusunun korunmasını garanti altına alır. Bu garantiler öncelikle müslümanların kendi aralarında sağlanır. Fakat netice itibariyle bütün insanlar için bu hakların kudsiyeti kabul edilir. İslâm, bunlara ilâveten insanların inanç hürriyetini ve akıllarını korumayı da esas alır. Bu sebeple, canı, malı, ırzı ve namusu, dini ve aklı korumak ve bunlar uğrunda savaşmak gerekebilir. Bunlar uğrunda ölenler de şehit sayılır. Çünkü bunların her biri fertler için vazgeçilmez temel haklardır.
         Hadiste ırz, mal ve candan bahsedilmesinin sebebi, bu üçünün esas olması, diğerlerinin bunlardan sonra gelmesidir. Çünkü ırz, mal ve cana tecavüzün haramlığı Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir.
         Başkalarını hakir görmek, küçümsemek, müslümana yakışmayan kötü huylardan biridir. Bunun sebebi ise kibirdir. Kibir, dinimizde büyük günahlardan sayılır. Peygamber Efendimiz “Kalbinde zerre kadar kibir olan kimse cennete giremez” (Müslim, İman 149) buyurur. Çünkü “Kibir hakkı inkâr ve insanların onurunu kırmaktır” (Müslim, İman 147).
         İnsanları küçük gören ve onurlarını kıran bir kimsenin onlara ulaştırabileceği bir tebliğ ve çağrı yoktur. Çünkü başkasını küçümseyen kimse kendi saygınlığını yitirir. Saygınlığı olmayanlar ise tebliğ ve çağrı insanı olamaz. Başkalarına değer vermeyene, değer verilmez. Dini tebliğ vazifesi yapanların üstün insânî niteliklere sahip olmaları gerekir. Tebliğci niteliği olmayan, insanlarla ilişkileri düzensiz kimselerin çoğaldığı bir toplumda kardeşlik ve dostluklar azalır, yardımlaşma duygusu zayıflar, mukaddes sayılan mefhumlar ortadan kalkmaya başlar ve takvâ sahiplerine rastlamak neredeyse mümkün olmaz. Çünkü bütün iyilikler ve güzellikler, iyilerin hakim olduğu veya çoğunlukta bulunduğu bir toplumda gelişip, yaygınlaşır. Kötülüklerin ve kötülerin çoğunlukta olduğu toplumlarda ise, iyiyi ve iyiliği bulmak nâdirattandır. İslâm’ın yegâne hedefi, yeryüzünde iyilikleri yaygınlaştırmak, kötülükleri ortadan kaldırmak, bu tamamen mümkün olmasa bile asgariye indirmektir.

         Bu hadisin benzer bir rivayeti 246 numara ile tekrar gelecektir.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Müslümanlar birbirlerinin din kardeşidir.
    2. Müslümanın müslümana yardımı terketmesi caiz değildir.
    3. Müslümanın canı, malı ve ırzı başka müslümana haramdır, bunlara tecavüz yasaklanmıştır.
    4. Takvânın yeri kalbdir. Belirtileri ise, işlediğimiz fiillerdir.
    5. Müslümanı hakir görmek, küçümsemek, büyük günahlardandır.

         237. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Birbirinizle hasetleşmeyiniz. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için artırmayınız. Birbirinize kin ve nefret beslemeyiniz. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyiniz. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah’ın kulları, böylelikle kardeş olunuz. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. –Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki– Takvâ buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her müslümanın kanı, malı ve ırzı, başka müslümana haramdır.”
    Müslim, Birr 32. Ayrıca bk. Buhârî, Edeb 57;
    Ebû Dâvûd, Edeb 47; Tirmizî, Birr 24;
    İbni Mâce, Duâ 5
    (Müslim rivayeti dışındakiler, Enes İbni Mâlik’ten gelmiştir.)
    • Açıklamalar:
         Hz. Peygamber, iyi müslüman olmayı, din kardeşliğini ve dostluğu engelleyen davranışlardan, kötü hasletlerden bazısını bu hadislerinde açıklamıştır. Bundan önceki iki hadiste de bunlardan bir kısmını görmüştük.
         Haset, başkasının sahip olduğu bir nimeti, mevki ve makamı, üstün sayılan bir vasfı çekemeyerek, onun din kardeşinden alınmasını ve yok olmasını istemektir. Biz, haseti dilimizde kıskanmak ve çekememek diye ifade ederiz. Haset, İslâm ahlâk ve âdâbında kötü ve çirkin huyların başında gelir.Hasetin zıddı ve övgüye lâyık olan davranış ise gıbta, imrenmedir. Gıbta, kişinin, bir başkasının sahip olduğu iyilik ve güzelliklere, nimet ve faziletlere kendisinin de sahip olmasını arzu etmesidir. Fakat bunda başkasında bulunanın yok olmasını veya bulunmamasını istemek söz konusu değildir.
         Haset, dinimizde haram kılınmış olan kötü hasletlerden biridir. Kitap ve Sünnet’te bu hususa işaret eden pek çok nas vardır. Hasedin haram kılınması ve kötü karşılanmasının sebebi, hasetçinin itirazının ve muhalefetinin gerçekte Allah’a karşı olmasındandır. Çünkü insana her türlü nimeti, mevki ve makamı, üstünlüğü ve hayrı veren Allah’tır. O halde bir kimsenin sahip olduğu nimetlere karşı haset etmek, kıskançlık beslemek, Allah’ın iradesine müdahale anlamına gelir. Bunun zararı da hasetçiden başkasına değildir. Peygamber Efendimiz, imanla hasetin kulun kalbinde bir arada bulunamayacağını söylemiştir (Nesâi, Cihad 8). Buna göre haset, gerçek müminlerin vasfı olamaz. Kalb böyle bir manevi hastalıkla, kirlilikle malül olunca başka iyiliklerin ve hayırlı amellerin de kıymeti ve sevabı noksanlaşır veya yok olur. Nitekim Efendimiz şöyle buyurmuştur:
         “Şüphesiz, ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi haset de iyilikleri yer bitirir”
    (Ebû Dâvûd, Edeb 44;
    İbni Mâce, Zühd 22).

         Alış-veriş ve ticârî hayat, her birimizin az veya çok içinde bulunmak zorunda olduğumuz bir muameledir. Çünkü insan tek başına bütün ihtiyaçlarını kendisi üretemez. Bir insanın ihtiyaç duyduğu eşya pek çok kişi tarafından üretilip satışa arzedilir. Bunun neticesinde çarşı ve pazarlar oluşmuştur. İslâm dini, her konuda olduğu gibi, alış-veriş ve ticaret konusunda da insanların hayrına olan düzenlemeler yapmıştır. Peygamber Efendimiz, müşteri kızıştırmayı, alınmayacak bir malın fiyatını artırıp piyasayı yükseltmeyi ve insanlara böylece zarar verilmesini yasaklamıştır. Müşteri kızıştırma o malı alacağı veya ihtiyacı olduğu için değil, satıcı lehinde ve alıcı aleyhinde olmak üzere, bir malın fiyatını artırma girişimidir. Bu ise bir hilekârlık ve aldatmacadır. Ticarette hile yapmak ve aldatmak ise haram kılınmıştır. Peygamberimiz hile yapanın cehennemde olduğunu söyler (Buhârî, Büyu’ 60). Bir başka hadislerinde “Aldatan bizden değildir” buyurur.
    (Müslim, Îmân 164; Ebû Dâvûd, Büyû’ 50; Tirmizî, Büyû’ 72).
    Bunlar, ticarette uyulması gerekli temel ahlâk kurallarıdır.

         Buğz kelimesi, sevmeme, biri hakkında gizli ve kalbî düşmanlık hissi besleme, kin ve nefret duyma anlamlarına gelir. Müslümanlar arasında kardeşlik ve dostluğa engel olan, bulunması arzu edilmeyen kötü hasletlerden biri de buğzdur. Fertleri birbirine karşı sevgisiz, düşmanlık hissi besleyen, kin ve nefret duygularıyla dolu olan bir toplum, iş düzenini kaybedeceği gibi, dışa karşı da güven veremez ve örnek bir tavır sergileyemez. Oysa İslâm dini, sağlam karakterli ve üstün ahlâk sahibi fertlerden oluşan örnek bir toplum meydana getirmeyi hedefler. Sevgisizlik, kin ve nefret, hem kişilik sahibi fertlerin yetişmesini, hem de hedeflenen topluma ulaşmayı engelleyen sebeplerin önde gelenlerindendir. Bundan dolayı Allah ve Resûlü tarafından kötü görülmüş, kınanmış ve yasaklanmıştır.
         Buğz, şayet Allah rızası için olursa bunda bir sakınca yoktur ve câizdir. Peygamberimiz, Allah için seven ve Allah için buğz edenin imanını kemâle ulaştırmış olacağını söyler (Ebû Dâvûd, Sünnet 15; Tirmizî, Kıyâmet 60). Allah’ın hoşnut olmadığı, haram ve günah sayılan işlere ve bunları yapanlara karşı sevgisiz davranmak ve bunlardan tiksinmek de Allah sevgisinin gereğidir. Şu halde, insana ihsân edilmiş olan her hissi, her duyguyu iyi ya da kötü yönde kullanma iradesi insanın kendisine bırakılmıştır. Sorumlu kılınışımızın sebebi de budur. İslâm, insanda mevcut olan his ve duyguları dumura uğratmayı değil, geliştirmeyi ve yerli yerinde kullanmayı bize öğretir ve müntesiplerini bu yönde eğitir.
         Peygamber Efendimiz’in bizleri sakındırdığı ve uzak durmamızı emrettiği kötü huylardan biri de, inananların birbirinden yüz çevirmesi, birbirleriyle alâkayı kesmeleridir. Dinimiz, gerek konuşma, gerekse yardımlaşma ve ilgilenme açısından, mü’minlerin birbirlerinden kopmalarını, ayrılmalarını ve birbirlerine uzak durmalarını yasaklamıştır. Bunun aksine, her karşılaşıldığında selâmlaşmayı, çeşitli vesilelerle sık sık görüşmeyi, cemaate devam etmeyi, birbirlerinin halleriyle hallenmeyi de en üstün ve kıymetli davranışlar olarak daima tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz dinen geçerli sayılan bir gerekçe bulunmaksızın, üç günden fazla dargın ve küskün durmayı helâl saymamıştır. Bütün bunların ortaya koyduğu gerçek, gelişigüzel sebeplerle ve geçerliliği savunulamayacak bahanelerle mü’minlerin birbirinden uzak durmalarının câiz olmadığıdır.
         Bir kimsenin satışı üzerine, bir başkasının satış yapması helâl olmaz. Müşteri, bir satıcıdan herhangi bir malı satın aldıktan sonra, başka bir satıcının o müşteriye: “Sen bu alış verişten vazgeç, ben sana aynı malı daha ucuz fiyata veririm” veya “ben sana bu maldan daha iyisini aynı fiyata veririm” gibi sözler söylemesi ve alış-verişi bozdurması câiz değildir. Çünkü böyle davranışlar, insanlar arasında anlaşmazlıkların, dedikoduların çıkmasına, dargınlık ve kırgınlıkların doğmasına, kin ve nefret duygularının oluşmasına sebep olur. Bunlar, müslümanların dostluk ve kardeşliklerini, samimiyetlerini, birbirlerine güven duygularını ortadan kaldırır, toplumun fesada uğramasına yol açar. Bu ise haram kılınmıştır. Ancak, satıcı sattığı mal hususunda müşteriyi serbest bırakmış, daha iyisini ve daha ucuzunu bulursan onu al veya oradan al gibi bir tercih hakkı tanımışsa, o takdirde yapılan muamelede bir sakınca olmaz ve câizdir.
         Müslümanların birbirleriyle kardeş olmalarının yolu, Allah ve Resûlünün koyduğu prensiplere uymaktır. İşte bunlardan bir kısmı bu hadiste sayılmıştır. İslâm’ın bu yöndeki prensiplerinin hadiste sayılanlardan ibaret olduğunu söylemek doğru olmaz. Fakat sayılanların pratik hayatta ön sıralarda yer alan ve herkesi her an ilgilendirenler olduğunu söyleyebiliriz. İslâm’ı kabul eden ve müslüman olduğunu söyleyen herkes, dini, Allah ve Resûlünün koyduğu temel prensipler ve kendi bütünlüğü içinde idrak etmek zorundadır, parçayı bütünün tamamı olarak görmek mümkün değildir.
         Hadisimizin son kısmında geçen prensipleri, bundan önceki iki hadisin açıklamalarında izah etmiştik. Hadisin sondan bir önceki cümlesi 1574 numaralı hadis içinde en son cümlesi ise 1530 numara ile tekrar gelecektir.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Hasetin haramlığı, Kitap, Sünnet ve icmâ ile sabittir. Başkasına haset eden, gerçekte Allah’a itiraz etmiş sayılır, çünkü haset edilene nimeti veren Allah’tır.
    2. Müşteri kızıştırmak, almayacağı ve ihtiyacı olmayan bir malın fiyatını artırmak haram kılınmıştır. Bu davranışta piyasayı yükseltme, aldatma ve hilekârlık, insanlara zulüm vardır.
    3. Allah rızası için olmayan buğz, kin, nefret ve dargınlıklar haramdır.
    4. Haramlar ve günahların işlenmesine karşı buğz etmek câizdir.
    5. Müslümanların birbirlerine yüz çevirmesi, yardımı ve alâkayı kesmesi helâl değildir.
    6. Bir satıcının, müşteriye herhangi bir malı sattıktan sonra, başka bir satıcının aynı malı daha ucuz vereceğini veya aynı fiyata daha iyi mal vereceğini söyleyerek alış-verişi bozdurması haramdır.
    7. Din kardeşliği, kan kardeşliğinden daha önceliklidir.
    8. Müslümanın haksızlık yapması, din kardeşine yardımı kesmesi, onu hakir görmesi câiz değildir.
    9. Takvâ kalbde bulunan bir duygudur. Zâhirî ameller takvânın birer belirtisi sayılır.
    10. Müslümanların kanı, malı ve ırzı başka müslümanlara haramdır. Bunlara tecâvüz karşılık görür ve muhataba müdafaa hakkı doğar.

         238. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz.”

    Buhârî, Îmân 7; Müslim, Îmân 71-72.
    Ayrıca bk. Tİrmizî, Kıyâmet 59;
    Nesâî, Îmân 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
    • Açıklamalar:
         İman, sevginin, Allah sevgisinin ürünüdür. İnanmak, kendisine inanılanı sevmek demektir. Bir mü’min için en üstün sevgiye lâyık olan, en yüce olandır. En yüce olan ise, bir olan Allah Teâlâ’dır. Mü’minlerin diğer bütün sevgileri, Allah sevgisine bağlıdır. Birini seven kimse sevdiğinin arzu ve isteklerini eksiksiz yerine getirir. Böyle olmazsa, sevgisi samimi ve inandırıcı olmaz. Allah’ı seven kimse, Allah’ın emir ve yasaklarına eksiksiz uyar.
         Bu hadis, gerçek bir mü’minin bencillikten, dünyalık toplama hırsından ve sadece kendini düşünmekten ne denli uzak, buna karşılık din kardeşleri başta olmak üzere, başka insanlara karşı ne ölçüde diğergam, fedâkâr, yardımsever, şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olması gerektiğini ortaya koyucu niteliktedir. Bir insanın kendi öz nefsi için sevdiği ve istediği bir şeyi mü’min kardeşleri için de istemesi, bir sevgi toplumu oluşturmanın temel şartıdır. Bunun bir diğer şartı da müminlerin birbirlerini sevmeleridir.Nitekim Peygamberimiz “Birbirinizi sevmedikçe gerçek mânada iman etmiş sayılmazsınız” (Müslim, Îmân 93) buyurarak bu gerçeği perçinlemiştir.Bu hadisi 185 numara ile de açıklamıştık.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Kendisi için arzu ettiğini mü’min kardeşi için de istemeyen kimse gerçek mü’min olamaz.
    2. Kişinin din kardeşi için arzu ettiği, iyi ve hayır sayılan şeyler cinsinden olmalıdır.
    3. Mü’minin, diğer kardeşlerine karşı şefkat ve merhamet sahibi olması gerekir.
    4. Sevgi, imanın ve Allah’a gerçek anlamda kul olmanın temelidir.

         239. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
         “Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et.”
         Bir adam:
    - Ya Resûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz? dedi. Peygamberimiz:
    – “Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu.
    Buhârî, Mezâlim 4; İkrâh 6.
    Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68
    • Açıklamalar:
         Bir çok defa ifade ettiğimiz gibi, zulüm, adâletin zıddıdır. Adâlet bir fazilet, zulüm ise bayağılıktır. Dinimiz, zulmü şiddetle yasaklar. Zulüm, her türlü haksızlığın adıdır. İnsan olma haysiyetine sahip olan hiç kimse zulmü sevmez, zâlimin destekçisi olmaz.
         Bir insan mü’min olduğu halde zâlim olabilir, zulüm işleyebilir. Nitekim hadîs-i şerif de buna delil teşkil etmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “İnananlar ve imanlarına zulüm, haksızlık karıştırmayanlar. İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır” 
    [En’âm sûresi(6), 82)7].
         Bu âyet nazil olunca sahâbe Resûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek:
    - Hangimiz nefsimize zulmetmeyiz ki? dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:
    – “Buradaki zulümden maksat sizin zannettiğiniz değil, Lokman aleyhisselâm’ın oğluna söylediği şu sözde bahsedilenlerdir: “Ey oğulcuğum! Allah’a şirk koşma, doğrusu şirk en büyük zulümdür” [Lukmân sûresi (31), 3].Burada anılan şirk, zulmün en büyüğüdür. Peygamberimiz âyette kastedilen mânanın bu olduğunu onlara hatırlatmıştır. Fakat bundan alacağımız en önemli ders, sahâbenin bu konuda ne kadar hassas davrandığıdır. Bir başka önemli nokta da zulümle şirk arasındaki bağlantıdır. Her zulümde şirkten bir eser olduğu düşünülebilir. Yahut, şirkten nasıl sakınılması gerekiyorsa, zulümden de öylece sakınılması gerektiği kalblere ve kafalara yerleştirilmek istenilmiştir.
         Mazlum, zulme ve haksızlığa uğrayan kimsedir. Mazluma yardım etmek ve ona yapılan haksızlığı ortadan kaldırmaya çalışmak dînî ve vicdânî bir görevdir. Bütün peygamberler, yeryüzünden zulmü ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdir. Bu yüzden de, gönderildikleri toplumlarda peygamberlere ilk karşı çıkanlar, onlara eziyet ve işkence yapanlar o toplumun içindeki zâlimler ve baskı grupları olmuştur. Buna karşılık, peygamberlere ilk inanan ve onun yanında yer alanlar ise mazlumlardır. Her defasında gâlip gelenler de haktan yana tavır koyup zulme başkaldıranlar olmuştur. Çünkü zulüm pâyidâr olmaz. Allah’ın yardımı zâlimlere değil, daima mazlumlaradır. “Zâlimin zulmü varsa, mazlûmun da Allah’ı var” atasözü bu değişmez gerçeğin evrensel ifadesidir.
         Sahâbe-i kirâm, mazluma yardımı anlamış, ama zâlime nasıl yardım olunacağını Resûlullah’a sorma ihtiyacı duymuştur. Çünkü ilk akla gelen, zâlime yardımın da zulüm olduğudur. İşte bu isabetli soru ve Allah Resûlünün cevabı sayesinde biz de konuyu anlamış bulunuyoruz. Buna göre zâlimin zulüm yapmasına engel olmak ona bir yardımdır. Çünkü, yapacağı zulüm ve haksızlıktan onu kurtarmak, işleyeceği haram ve günaha engel olmak, dünya ve âhirette hak edeceği cezadan onu kurtarmak demektir. Zâlime bundan daha büyük bir yardım olmaz. Buna karşılık, zâlimin zulüm yapmasına göz yummak ve engel olmamak da zulmün bir çeşididir.
         Peygamber Efendimiz, bu tâlimatlarıyla Câhiliye Arapları arasında yaygın olan bir anlayışı da yıkmış, bâtıl ve yanlışın yerine hakkı ve doğruyu ikâme etmiştir. Çünkü Araplar arasında kavmiyetçilik ve kabilecilik gayreti yüzünden, zâlim de olsa kendi ırkının ve soyunun insanını destekleme, ona yardımcı olma âdeti çok yaygındı. Peygamberimiz, böylelikle yanlış üzerine bina kılınmış bir yapıyı tamamen kaldırıp atmak yerine, düzeltip hakka hizmet eder hale getirmiştir.
    • Hadisten Öğrendiklerimiz:
    1. Mazluma yardım dinimizin esaslarından biridir.
    2. Zâlimin zulmüne mani olmak, ona karşı yapılabilecek en büyük hayırdır.
    3. Zulmün ve haksızlığın her çeşidi dinimizde yasak ve haram kılınmıştır.
    4. Zâlimin zulmüne engel olmak, mazluma yardımcı olmak sayılır; zulme engel olmamak ise, bir çeşit zulümdür.
    riyazüs salihin ile ilgili görsel sonucu
    harika ayıraç ile ilgili görsel sonucu

    22 Kasım 2018 Perşembe

    SOSYO PSİKOLOJİ KÖŞESİ / Rüya Şahinoğlu

     SOSYO PSİKOLOJİ KÖŞESİ 
    Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, gülümsüyor, yakın çekim
        Rüya Şahinoğlu
         1970 yılında İstanbul'un Fatih ilçesinde dünyaya geldi. Aslen Rize kökenli. Liseyi bitirdikten sonra o dönemin şartlarında ailesi üniversite ortamlarına girmesini istemediği için 2 yıllık (MYO statüsünde) olgunlaşma enstitüsünde eğitimini sürdürdü.
         1992 yılında evlendi. Bir kız, iki erkek evlat annesi. 2000 li yıllarda bir moda evi açtı. Yaklaşık üç yıl o iş ile iştigal etti. Sonrasında Network Marketing ticari modelinde çalışmalar yapmaya başladı.
         İnsanları ve insanlara yardım etmeyi, hayırlı gördüğü işlerde koşturmayı ve üstlendiği işleri, ticari sorumlulukları da severek yapmakta. İnsanlara, daha iyi nasıl faydasının dokunacağını hep düşünmekte ve emin olduğu alanlarda da imkanları ölçüsünde gayret sarf etmekte.
         Nlp, Hipnoz, Acces the Bars ve Yaşam Koçluğu sertifikalı, yaklaşık üç yıl gibi uzun süreli eğitimlere katıldı. Aldığı uzun süreli eğitimlerin ardından kendi Homeofisinde NLP ve HİPNOZ teknikleriyle Çözüm Odaklı Koçluk yapmaya basladı ve hala yapıyor.
         Özlem duyduğu üniversite okuma hayallerine ise 2014 de başladı.
         İstanbul Üniversitesi AUZEF Sosyal Hizmetler ve AÖF Sosyoloji mezunu. Yıldız Teknik Üniversitesi P.D. Formasyon aldı ve Felsefe Gurubu öğretmenlik yapmaya stajyer olarak başladı. Halen İlahiyat Fakültesinde eğitimine devam ediyor. Sağlığı ve imkanları el verdiği sürece yüksek lisans ve doktora eğitimine devam etmeyi hedefliyor.
         2009 yılında katıldığı ve onursal üyesi olduğu Gönül Erleri Mail Grubu'nun Blok'unun (bu site) Rüya İle SosyoPsikoloji Atölyesi köşesinde Nisan 2019 a kadar her hafta Sosyo Psikolojik önemli bir konuda kısa, anlaşılır ve takip edilir düzeyde notları yayınlanacak...

    21 Kasım 2018 Çarşamba

    Bakara Sûresi 252 ve 253. Ayet'i Kerimelerinin Mealleri ve Tefsirleri

    Bakara Sûresi'nin
    252 ve 253. Ayet'i Kerimelerinin
    Mealleri ve Tefsirleri

    • Bakara Suresi 252. Ayet-i Kerimenin Meali:
         "İşte bunlar sana gerçek olarak okumakta olduğumuz Allah’ın âyetleridir ve sen şüphesiz Allah’ın elçilerinden birisin."
    • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
         Hz. Peygamber’in bütün bu anlatılanları bilmesi, Allah’ın ona bunları vahyetmesi sayesinde olmaktadır. Bunları ona okuyan, bu gerçekleri kendisine bildiren Allah’tır. İşte bu vâkıa da onun Allah elçisi olduğunun bir başka delilini teşkil etmektedir.

    • Bakara Suresi 253. Ayet-i Kerimenin Meali:
         "O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Allah içlerinden bir kısmıyla konuşmuş, bir kısmını da derecelerle yükseltmiştir. Meryem oğlu Îsâ’ya açık deliller verdik ve onu Rûhulkudüs’le destekledik. Allah dileseydi elçilerin ardından gelen insanlar, kendilerine bunca açık delil geldikten sonra birbirine düşüp savaşmazlardı; lâkin farklı yollara yöneldiler. Bu sebeple kimileri iman etmiş, kimileri de inkâr etmişlerdir. Allah dileseydi aralarında savaşmazlardı fakat Allah dilediğini yapar."
    • Yukarıdaki Ayet-i Kerimenin Tefsiri:
         Daha önceki âyetlerde müminler cihada teşvik edilmişler, geçmiş ümmet ve peygamberlerin hayatlarından örnekler verilmiş, bunlardan ibret alınması istenmişti. Muhatapların zihinlerinde bu peygamberlerin tamamının aynı derece ve vasıfta olup olmadıkları, insanlara dünya ve âhiret mutluluğu getirmek üzere gönderildikleri halde bunca savaşın niçin ortaya çıktığı gibi sorular doğabileceğinden bunlara cevap verilmiştir.
         Peygamberlerin ortak oldukları sıfat ve kemalin yanında, bir de farklı oldukları sıfat ve lutuflar, derece ve özellikler vardır. Peygamberliğin asgari şartı olan “ruh ve beden sağlığı, doğruluk, güvenilirlik, zekâ, tebliğ ve günahsızlık” vasıfları bütün peygamberlerde vardır. Bu vasıfları sebebiyle onlar peygamber olmayan insanlardan üstündürler. Peygamberlerin farklı özellikleri, kemalleri, mazhar oldukları ilâhî lutuflar da vardır. Bunlardan bir kısmına burada bir kısmına da başka âyetlerde işaret edilmiştir. Bu sebeple müminlerin, genel olarak “Peygamberlerin bir kısmı diğerlerinden üstündür” demelerinde, buna inanmalarında, kezâ Kur’an’da ve hadislerde zikredilen belli peygamberlere mahsus faziletleri, üstün vasıfları, imtiyazları zikretmelerinde bir sakınca yoktur. Problem belli bir peygamberin diğerinden üstün, son peygamberin de bütün peygamberlerden üstün olduğuna inanmak ve bunu söylemekle ilgilidir. Zira Kur’an’da “O’nun peygamberleri arasında ayırım yapmayız” (Bakara 2/285), bazı hadislerde de “Peygamberler arasında üstünlük sıralaması yapmayın”; “Beni diğer peygamberlerden üstün tutmayın” buyurulmuştur (Buhârî, “Enbiyâ’”, 35; Müslim, “Fedâil”, 159).
         Bu âyet ile anılan âyet ve hadisler arasında çelişme bulunmadığını ortaya koymak üzere çeşitli açıklamalar yapılmıştır:
         a) Hz. Peygamber kendisine bu gerçek (hem peygamberlerin birbirinden üstün hem de kendisinin hepsinden üstün olduğu hususu) bildirilmeden önce böyle söylemişti, âyet hadislerin hükmünü kaldırdı.
         b) Bunu tevazuundan söylemiştir.
         c) Peygamberler arasında üstünlük konusunun tartışılması ihtilâf ve kavgaya yol açar diye yasaklamıştır.
         d) Hepsinde ortak olan peygamberlik vasfını kastetmiş, bu bakımdan üstünlük sıralaması yapılmasını menetmiştir...
         Bu açıklamaları nakleden Şevkânî’nin kendi görüşü farklıdır. Ona göre âyetle hadisler arasında bir çelişki yoktur. Âyet Allah’ın peygamberlerini, fazilet ve kemal bakımından birbirinden farklı kıldığını ifade ediyor, bu bizim üstünlük sıralaması yapmamızın câiz olduğunu göstermez. Çünkü bu sıralamada kullanılacak ölçüyü yalnızca Allah bilmektedir. “Onların bir kısmını derecelerle yükseltti” cümlesinden, son peygamberin en üstün olduğu mânasını çıkarmak da doğru değildir; çünkü bunun kesin delili yoktur. Hz. Peygamber’in yüceliği, faziletleri, onun yasağını çiğneyerek başkalarından üstün olduğunu söylemeye ihtiyaç bırakmayacak açıklık ve zenginliktedir (I, 296-297).

         Kanaatimizce yukarıda işaret edilen âyet ve hadisler dikkatle incelendiğinde birbiriyle çelişmeyen iki fikrin bulunduğu görülmektedir:
        1. Peygamberler arasında ayırım yapılmasını tasvip etmeyen naslarda “Peygamberlik vasfı bakımından birini diğerinden ayırt etmeyiz, hepsine iman ederiz” anlamı vardır.
         2. Peygamberler arasında, Allah katında, ölçüsünü yalnız kendisinin bildiği bir derecelenme farkı vardır.
         İbn Âşûr “peygamberler arasında isim belirleyerek üstünlük sıralaması yapmanın câiz olmadığı” konusunda Şevkânî gibi düşünmekle beraber Hz. Peygamber’in diğerlerinden üstün olduğuna inanma ve bunu ifade etme konusunda farklı bir açıklama yapmıştır: Hz. Peygamber’in, ona gönderilen kitabın ve getirdiği dinin diğerlerinden üstün olduğu, detayları farklı olsa da aynı mânada birleşen birçok âyet ve hadisle sabittir. Bunlar teker teker ihtimalli olsa bile tamamı birden alındığında kesinlik ifade eder. Bu ifadelerin en güçlüsü Allah Teâlâ’nın bütün peygamberlere hitap ederek onlardan, son peygambere iman ve yardım sözü aldığını bildiren âyette görülmektedir (Âl-i İmrân 3/81).

         Onun Allah tarafından bize bildirilen üstünlük derecelerinin başlıcaları şunlardır:
         a) Onun elçiliği bütün insanlığa yöneliktir.
         b) Dünya durdukça devam edecektir.
         c) Peygamberlik onunla son bulmuştur.
         d) Onun asıl mûcizesi Kur’an’dır ve bu mûcizenin sihir ve göz boyamayla karıştırılması mümkün değildir, kendisinden sonra da devam etmektedir. Onun eşsizliğini –bu işten anlayan– herkes, her zaman görme imkânına sahiptir.
         e) Onun getirdiği din faydalıyı elde etme, zararlıdan uzak kalma ve insanı –kendisi için mukadder olan– en üstün kemale ulaştırma şeklinde üç evrensel temele dayanmaktadır.
         f) Kısa bir zaman içinde düşmanlarını yenilgiye uğratıp ülkelerini ele geçirmiştir.
         g) En büyük mûcizesi olan Kur’an kesin rivayet yoluyla nakledilmiştir.
         h) Kabri bellidir ve ümmeti ona yaklaşıp sevgilerini sunma imkânına sahiptir (III, 7-8).
         Başka âyetlerde (Nisâ 4/164; A‘râf 7/144) açıkça ifade edildiği için burada “Allah’ın kendisiyle konuştuğu” peygamberden maksat Hz. Mûsâ olmalıdır.
         Allah Teâlâ’nın konuşmasına iki noktadan bakmak gerekir: Konuşma vâkıası ve bunun kullara anlatılış şekli, yani konuşma (teklîm) kelimesinin mecaz veya hakikat mânasında kullanılışı.
         Allah Teâlâ’nın peygamberlerine birçok nimeti vardır ki diğer kullar bunları idrak edemezler, haklarında bilgi sahibi olamazlar. Vahiy, ruhun ve meleklerin gelmesi, Allah’ın büyük âyetlerinin müşahede edilmesi bunlardandır. Allah’ın onlara bildirdiği melek, şeytan, levh-i mahfûz, kalem, sırat ve benzerleri de yine sıradan insanların duyu organlarıyla görüp hissedemedikleri şeylerdir. Bazı filozoflar bütün bu gayba dahil varlıklara ait kelimeleri te‘vil etmişler; meselâ “melek” kelimesini, hayra ve iyiliğe çağıran akıl gücü (kozmolojik akıl); “vahiy”i, bu gücün insan idrakine ulaştırdığı şey; Rûhulkudüs veya Rûhulemîn’i, kozmolojik akılların, insanlığın hayrına ve saadetine yönelik düşüncelerin kaynağı olan en üst mertebesi; “şeytan ve cin”i, kötülüğe ve bozulmaya davet eden şehvet ve öfke güçleri; “vesvese ve nezga”yı, fert ve toplum için kötü, yıkıcı düşünceler olarak yorumlamışlardır. Halbuki apaçık Kur’an âyetleriyle diğer peygamberlerden nakledilenler, bütün bu gayb âlemine ait varlıkların gerçek olduklarını, bunlarla mecaz veya temsil kastedilmediğini göstermektedir. Allah Teâlâ’nın konuşması da böyledir. Konuşma (teklîm, kavl) bir başka hakikat ve olayın bu kelimelerle ifade ve temsili değildir. Burada ve Nisâ sûresinin 164. âyetinde ifade edilen konuşma, şekil itibariyle bizim bildiğimiz ve kullandığımız konuşmadan farklı da olsa etki ve sonuç itibariyle aynı mahiyette gerçekleşmiştir. Şûrâ sûresinin 51. âyetinde de bu konuşmanın “ya vahiy, ya perde arkasından yahut da bir elçi göndererek” yapıldığı bildirilmiştir.
         “Allah’ın konuşması (teklîm) ve söylemesi (kavl) ses, harf ve ağız yapısıyla olmadığına göre böyle bir bildirme ve iletişim şekline ‘konuşma, söyleme’ demek, bu kelimeleri mecazi mânada kullanmak değil midir?” meselesine gelince, öncelikle Allah Teâlâ’nın hayat, ilim, irade, verme (îtâ) gibi diğer fiil ve sıfatlarına bakmak gerekir. Bunlar da Allah ile kulları arasında ortak (her ikisi için) kullanılan kelimelerdir; etki ve sonuç itibariyle aynı, şekil ve gerçekleşme bakımından farklıdırlar. Nasıl bu sebeple Allah’ın işitmesi, görmesi ve hayatına mecazi denilmiyorsa, konuşması ve söylemesine de mecazi denilemez. Esasen kelimeler önce maddî varlıkları ifade için vazedilmiş, daha sonra –insanlığın fikir ve kültür hayatı geliştikçe– mânevî, aklî kavramlar için de kullanılmışlardır. Bu ikinci mânalarda ilk kullanışlar mecaz yoluyla olsa da zaman geçtikçe hakikat haline gelmiştir.
         Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması, Şûrâ sûresinde açıklanan “konuşma çeşitleri”nden biri olan “perde arkasından konuşma” yoluyla gerçekleşmiştir. Bu konuşmada melek aracılığı yoktur, doğrudan kalbe ve zihne iletilme de yoktur. Konuşan gözükmeksizin bir “söyleme ve anlama” vardır. Söyleyen, konuşan Allah olduğuna göre elbette burada insanlar arasındaki konuşmada kullanılan araçlar, sesler ve harfler mevcut değildir. Allah Teâlâ’nın kelâm (konuşma) sıfatının eseri ve tecellisi olan, bu sıfatın, açıklama iradesini yerine getirmek üzere ilgiliye taalluku (onunla keyfiyetsiz olarak ilişki kurması) sonucunda, –Allah bakımından değil kul bakımından yeni– oluşan bu konuşma, melek aracılığı ile olduğunda Cebrâil’e nasıl ulaşıyorsa onun aracılığı ile olmadan peygambere de öyle ulaşmaktadır. Çünkü yaratılmış olmak, Allah’ın sıfatı olmamak bakımından bu ikisi (Cebrâil ile peygamber) arasında fark yoktur. Bunun ötesinde Allah’ın, peygamberlerine konuşmasının mahiyetini ancak Allah ve peygamberleri bilir (ayrıca bk. Nisâ 4/164; A‘râf 7/143-144).
         Özellik ve görevleri yukarıda açıklanan peygamberler, Allah’ın kullarına O’nun âyetlerini getirip tebliğ ettikleri, dünya ve âhirette mesut olmanın yollarını gösterdikleri halde bu savaşlar niçindir? Bu soruya Kur’an’ın verdiği cevap tek kelimeyle “ihtilâf”tır. İhtilâf “anlaşmazlığa düşmek, farklı yönlere yönelmek, farklı anlamak, düşünmek ve istemek”tir. İnsanları bu özellik içinde yaratmayı Allah istemiştir. Dileseydi hepsi aynı şekilde anlayan, düşünen, isteyen kullar yaratabilirdi. O takdirde bir başka âlem bir başka düzen olurdu. Allah bunu değil onu (olanı, mevcudu) istemiştir. Ancak insanların ihtilâf edebilir kabiliyette yaratılmaları gerçekleri anlamalarına, iradelerini iyi kullanmalarına, nefis ve şeytan yerine Allah’ın elçilerine uymalarına engel değildir; ihtilâf ve tercih seçenekleri içinde bunlar da vardır. İnsanların bir kısmı akıl ve iradelerini küfrü ve inkârı seçmek, bir kısmı da imanı seçmek üzere kullanmışlar, böylece yeryüzünde daima müminler (Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla gönderdiği hak dine inananlar) ve kâfirler (hak dine inanmayanlar) olmuştur. İnsanların birbirine düşmeleri ve savaşmalarının sebebi, başta din olmak üzere çeşitli konulardaki farklı anlama, inanma, düşünme ve istemeleridir yani ihtilâftır ve ihtilâf fiilen kullardan kaynaklanmaktadır.

    Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 391-396
    [​IMG]
      Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
      kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

      12 Kasım 2018 Pazartesi

      KELİMELER ~ KAVRAMLAR: YE’CÛC ve ME’CÛC

      KELİMELER ~ KAVRAMLAR
      YE’CÛC ve ME’CÛC
      (يأجوج ومأجوج)

           Zülkarneyn döneminde ortaya çıkan ve kıyametin kopmasına yakın dönemde zuhur ederek yeryüzünde bozgunculuk yapacak olan topluluk.
           Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin kökeni hakkında dilciler farklı görüşler ileri sürmüştür. Râgıb el-İsfahânî ile İbn Manzûr’a göre bu iki kelime Arapça’dır (el-Müfredât, “ecc” md.; Lisânü’l-Arab, “ecc” md.; Kamus Tercümesi, I, 697-698). Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Beyzâvî ve Ebü’l-Beka el-Kefevî gibi âlimlere göre ise Arapça’ya başka dillerden geçmiştir (el-Keşşâf, II, 498; Mefâtîhu’l-ġayb, XXI, 170; el-Külliyyât, s. 3). Birinci görüşü savunanlar söz konusu kelimelerin “ateş alevlenip durulmak; su tuzlu ve acı olmak; düşmana saldırmak, hızlı koşmak” anlamlarındaki “ecc”, “ak kor haline gelmiş ateş, parlak nesne” mânasına gelen “evc” yahut “yayılmak, etrafa dağılmak” anlamındaki “ycc” ve “mcc” köklerinden türediğini, ayrıca “hızlı hareket eden, etrafa yayılan; ateş gibi yakıp yok eden kimse veya topluluk” mânalarında mecazen kullanıldığını belirtirler. Ye’cûc ve Me’cûc’ün Arapça’ya başka dillerden girdiğini kabul edenler söz konusu dillerin İbrânîce, Âsurîce, Ârâmîce, Yunanca veya Türkçe olabileceğini ileri sürerler.
           İbrânîce’den geçtiğini iddia edenler Ahd-i Atîk’teki Gog ve Magog’a atıfta bulunurlar. Ahd-i Atîk’e göre Magog, Nûh’un oğlu Yâfes’in yedi çocuğundan biri (Tekvîn, 10/2) veya bu nesilden gelenlerin yaşadığı ülkenin adı (Hezekiel, 38/2), Gog ise Meşek ve Tubal’ın kralı ya da Magog ülkesinin halkıdır (Hezekiel, 38/1-3; 39/1-2). Ahd-i Atîk’te Gog yahudilere musallat olan, onların mallarını yağmalayan, çocuklarını öldüren bir topluluk şeklinde nitelendirilir (Tesniye, 28/49-57; Yeremya, 5/15-18).
           Ahd-i Cedîd’e göre Gog ve Magog, kutsal şehri işgal etmek üzere İblîs’in kendileriyle iş birliği yapacağı bir topluluktur (Vahiy, 20/1-9). Mûsâ Cârullah, Gog ile “gök” kelimesi arasındaki benzerlikten hareketle Ye’cûc ve Me’cûc kelimelerinin Türkçe kökenli olabileceğini söyler ki (Kur’ân-ı Kerîm Âyet-i Kerîmelerinin Mûciz İfadelerine Göre Ye’cûc, s. 11-12) bu görüş hiçbir şekilde açıklanamayacak bir iddiadan ibarettir.
           Ebü’l-Kelâm Âzâd’ın verdiği bilgiler ise şöyledir: Milâttan önce 600 yıllarında bugünkü Moğolistan topraklarında yaşayan ve kendilerine Mongol denilen bu topluluğun adı “mongog” veya “monçuk”tan gelir, bu da Me’cûc kelimesine çok yakındır. Bilimsel ve antropolojik verilerle Kur’an’ı tefsir etmeye çalışan Cemâleddin el-Kasımî, Araplar’ın Kafkas dağlarının arkasında yaşayan Âkûk ve Mâkûk adlı iki kavimden söz ettiklerini ve bunları Ye’cûc ve Me’cûc diye adlandırdıklarını kaydeder (Mehâsinü’t-tevîl, VII, 100).

           Gog Magog kıssasının Kitâb-ı Mukaddes’te yalnızca gelecekle irtibatlandırılmasına karşılık Kur’an’da bahsedilen Ye’cûc ve Me’cûc biri geçmişte vuku bulmuş, diğeri gelecekte vuku bulacak olaylarla ilişkili olarak iki defa zikredilmiştir. Kehf sûresinde Ye’cûc ve Me’cûc’den zaman ve mekân belirtilmeden geçmişte yaşamış bir topluluk şeklinde söz edilmekte, onların etrafa zarar verdikleri ve Zülkarneyn’in yaptırdığı büyük sed sayesinde engellendikleri bildirilmektedir (18/93-97). Enbiyâ sûresinde ise Ye’cûc ve Me’cûc’den gelecekte ortaya çıkacak bir topluluk olarak söz edilir, burada da yer ve zamana değinilmeden gerçek vaad yaklaştığında Ye’cûc ve Me’cûc’ün önünün açılacağı kaydedilir (21/96-97). “Gerçek vaad”den maksat müfessirlerin büyük çoğunluğuna göre kıyametin kopmasıdır, dolayısıyla Ye’cûc ve Me’cûc kıyametin yaklaştığına işaret eden bir alâmettir veya kıyametin ilk aşamasında ortaya çıkacaktır. Âyetlerin anlamından hareketle şunları söylemek mümkündür: Ye’cûc ve Me’cûc çevreye yayılıp zarar veren, yakıp yıkan toplulukların bir tasviridir; Kur’an, geçmişte olduğu gibi gelecekte de bu niteliği taşıyan toplulukların ortaya çıkacağını haber vermektedir. Bunlar çok kalabalık bir topluluktur ve yeryüzünde fesat çıkaracaktır.
           Hadislerde “Eşrâtü’s-sâa”, “Fiten ve Melâhim”, “Ķıyâmet”, “Enbiyâ” gibi bölümler altında nakledilen rivayetlerde konuyla ilgili daha geniş bilgiler mevcuttur. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber bir gün uykudan uyandıktan sonra, “Vukuu yaklaşan felâketten dolayı vay Araplar’ın haline!” demiş ve Ye’cûc-Me’cûc’ün seddinde küçük bir deliğin açılacağını haber vermiştir (Buhârî, “Enbiyâ”, 7; “Menâķıb”, 25; “Fiten”, 4; Müslim, “Fiten”, 1). Yine kıyamet vakti gelince Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddi yıktıktan sonra tepelerden akın edip yeryüzüne dağılacakları, gittikleri her yeri yakıp yıkacakları, insanların korkularından kalelerine ve barınaklarına sığınacakları, yeryüzündeki bütün suları içip Taberiye gölünü kurutacakları, herkesi yok ettiklerini zannettikleri bir sırada Allah Teâlâ’nın, boyunlarına isabet edecek bir deve kurtçuğu göndererek onları helâk edeceği, sonunda insanların şehirlerden ve kalelerden çıkıp hayvanlarını serbest bırakacakları rivayet edilmiştir (Müsned, III, 77; İbn Mâce, “Fiten”, 33). Zayıf kabul edilen bazı rivayetlerde ise mi‘rac esnasında Hz. Muhammed’in Hz. Îsâ’dan bu konuda bazı haberler duyduğu, Îsâ’nın Allah’a dua etmesi neticesinde Ye’cûc ve Me’cûc’ün helâk edileceği, cesetlerinin yağmur sularıyla denizlere sürükleneceği bilgisine de yer verilir (Müsned, I, 375; IV, 181; Müslim, “Fiten”, 110; Tirmizî, “Fiten”, 33, 59).
           Ye’cûc ve Me’cûc konusuna tarih, tefsir, kelâm ve hadis şerhi kitaplarında da yer verilir. Bu tür eserlerde Hz. Peygamber’e erken devir kaynaklarında bulunmayan bazı rivayetler nisbet edilir (sıhhati için bk. Müsned, VI, 20-21). Vehb b. Münebbih ile Kâ‘b el-Ahbâr gibi râvilere atfedilen ve hadis âlimlerince “garîb” diye nitelendirilen bu rivayetlerde Ye’cûc ve Me’cûc için yapılan seddin nasıl yıkılacağı anlatılır (Taberî, XVII, 89; İbn Kesîr, II, 112). Konu tarih kitaplarında da ele alınır ve Zülkarneyn ile bağlantılı olarak Ye’cûc-Me’cûc’den bahsedilir (Makdisî, IV, 61; Sa’lebî, s. 362; Bîrûnî, s. 41; Kâtib Çelebi, s. 377-379). Zülkarneyn’in Ye’cûc ve Me’cûc’ün saldırılarını engellemek için yaptırdığı sed tarihte Sedd-i İskender diye anılır (bk. SEDD-i İSKENDER).
           Tefsir ve hadis kitaplarında metinlerin açıklanması çerçevesinde Ye’cûc ve Me’cûc’den söz edilirken kelâm kitaplarında bu konuya “Eşrâtü’s-sâa” bahsinde temas edilir. Özellikle Ye’cûc ve Me’cûc’ün kimlikleri, sayıları, yerleri, ortaya çıkış zamanları gibi hususlarda geniş açıklamalar yapılır (Şemsüleimme es-Serahsî, s. 45-46; Berzencî, s. 152-156; Sıddîk Hasan Han, s. 165-166). Buna göre Ye’cûc ve Me’cûc Hz. Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundan gelen bir topluluktur; Tâvil, Tâyis ve Mensik diye üç kola ayrılmıştır. Birinciler uzun, ikinciler orta, üçüncüler ise kulaklarından birini döşek, diğerini yorgan yapacak kadar kısa boyludur; hiçbiri kendi soyundan bin çocuk dünyaya getirmeden ölmez. Hz. Îsâ’nın nüzûlünden önce seddin arkasından çıkıp yeryüzünde bozgunculuk yapacaklardır. Mûsâ Cârullah, Ye’cûc ve Me’cûc’ün tek bir topluluk değil farklı topluluklar olduğunu, insanların güçsüz zamanlarında ortaya çıktığını ileri sürer. Bazı rivayetlerde bunlar geniş yüzlü, kırmızı tenli, küçük gözlü, basık burunlu diye nitelendirilir. Kıldan ayakkabı giydikleri ve deri kalkanlar kullandıkları, bu giyim-kuşam tarzının da doğu toplumlarına
      ait olduğu, dolayısıyla onların Türk soyuna mensup bulundukları söylenmiştir. Ancak güvenilir rivayetlerin hiçbirinde Ye’cûc ve Me’cûc ile Türkler arasında bir bağlantı kurulmamıştır. Bu yakıştırmaların, Gog ve Magog’un doğudan çıkacağı iddiasının yer aldığı Ehl-i kitap’tan veya Türkler’e düşman olan topluluklardan kaynaklandığını söylemek mümkündür (Çelebi, s. 128-132).
           Sonuç olarak Ye’cûc ve Me’cûc, Kur’an’da ve sahih hadislerde zikredilir; ancak bu isimlerin birer özel isim mi yoksa cins ismi mi olduğu tartışmaya açıktır. Geçmişte yaşadıkları ve gelecekte ortaya çıkacaklarına dair Kur’an’da yer alan bilgiden hareketle Ye’cûc ve Me’cûc’ün yaşadıkları yerden çıkarak dünyaya yayılıp çevrelerine zarar veren, her yeri yakıp yıkan topluluklar olduğunu, tarihte geçtiği gibi gelecekte de bu niteliği taşıyan toplulukların ortaya çıkacağını söylemek isabetli görünmektedir.
           Fiten ve melâhim kitaplarında yer verilen Ye’cûc ve Me’cûc bahsine dair müstakil kitaplar da kaleme alınmış olup bazıları şunlardır: Seyyid Hâşim Feyyâz el-Hüseynî, Yecûc ve Mecûc beyne’l-haķiķati ve’l-hayâl (Kum 1325); Mehmed Tevfik, Ye’cûc ve Me’cûc (İstanbul 1327); Mûsâ Cârullah (bk. bibl.); Ukkāşe Abdülmennân et-Tîbî, Yeǿcûc ve Mecûc: Sıfâtühüm ve adedühüm ve mekânühüm ve ķıssatü Zi’l-ķarneyn maahüm (Kahire 1989); Abdülhamîd Muhyiddin, Yecûc ve Mecûc (Kahire 1414/1994); Şefî‘ Mâhî Ahmed, Yecûc ve Mecûc: Fitnetü’l-mâzî ve’l-hâżır ve’l-müstaķbel (Riyad 1416/1996); Abdülhamîd Hişâm Kemâl, Yecûc ve Mecûc (Kahire 1998); Ömer Faruk Kutay, Kur’ân-ı Kerîm Âyetlerine Göre Ye’cûc ve Me’cûc (İstanbul 1950); Muhammed Ali Lâhûrî, el-Mesîhu’d-Deccâl ve Yecûc ve Mecûc (Lahor 1931, 1932).

      İlyas Çelebi

      TÜRKİYE DİYANET VAKFI
      İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
      İlgili resim

      07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

      07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...