7 Kasım 2010 Pazar

Ardahan Üniversitesine Akademik Personel Alınacak

Ardahan Üniversitesi Rektörlüğünden:
AKADEMİK PERSONEL İLANI
Üniversitemizin aşağıda belirlenen birimlerine 2547 Sayılı Kanun ve Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nin ilgili maddelerine göre öğretim üyesi alınacaktır.
Adayların, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 48. maddesinde belirtilen şartları taşımaları gerekmektedir.
Başvuru süresi ilanın yayım tarihinden itibaren on beş (15) gündür. Resmi bayram tatil süresi kadar ek başvuru süresi tanınacaktır. Başvurular şahsen yapılacak olup, süresi içinde yapılmayan başvurular ve eksik belgeli dosyalar ile postayla yapılacak başvurular kabul edilmeyecektir.
Doçent kadrosuna başvuracak adaylar; başvurdukları birim ve anabilim dalını belirten dilekçelerine özgeçmiş, nüfus cüzdan sureti, 2 adet fotoğraf, doçentlik belgesi, diğer öğrenim belgeleri ile Bilimsel Çalışma ve Yayınlarını kapsayan eserlerden 4 (dört) takım dosyayı ekleyerek Personel Dairesi Başkanlığı’na başvuracaklardır.
Yardımcı Doçent kadrosuna başvuracak adaylar; başvurdukları birim ve anabilim dalını belirten dilekçelerine özgeçmiş, nüfus cüzdan fotokopisi, askerlik belgesi, öğrenim belgeleri (lisans, yüksek lisans, doktora ve uzmanlık belgesi), 2 adet fotoğraf, yayın listesi ile birlikte Bilimsel Çalışma ve Yayınlarını kapsayan eserlerden 4 (dört) takım dosyayı ekleyerek Personel Dairesi Başkanlığı’na başvuracaklardır.
Herhangi bir kamu kurumunda çalışanlar (daha önce çalışıp ayrılsalar dahi) çalıştığı kurumdan alacakları onaylı ayrıntılı hizmet belgesini başvuru belgesine ekleyerek ibraz edeceklerdir.
Yurtdışından alınan diplomaların Üniversitelerarası Kurulca denkliğinin onaylanmış olması gerekmektedir. Atamaların yapılabilmesi için adayların durumunun ilan edilen kadro derecesine uygun olması gerekmektedir.
Duyurulur.
Tel: 0 478 211 64 46

Birimi Bölüm / Anabilim Dalı Unvanı Der. Adet Açıklama
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı /
Türk Halk Edebiyatı
Doç. 1 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı /
Yeni Türk Edebiyatı
Yrd. Doç. 3 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı / Yeni Türk Dili Yrd.Doç. 3 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Tarih / Ortaçağ Tarihi Yrd. Doç. 3 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Tarih / Genel Türk Tarihi Yrd. Doç. 5 1  
İktisadi ve İdari Bilimler Fak. İşletme / Yönetim ve Organizasyon Yrd. Doç. 4 1  
Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği /
Gıda Teknolojisi
Yrd. Doç. 4 1 Süt ve Süt Ürünleri alanında Doktora yapmış olmak.

4 Kasım 2010 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... İBÂDET

 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
  İ B Â D E T


Cinleri ve insanları, beni tanımaları,
bana ibâdet etmeleri için yarattım.
(Zâriyât sûresi: 56)

   Allahu Teâlâyı (cc.), görür gibi ibâdet et!
Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor."
(Hadîs-i Şerîf - Buhârî ve Müslim)
  
Eğer ibâdet bir kuş olsaydı,
şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu.
(Yahyâ bin Muâz)

İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı.
İbâdetin özü de; kalbin her zaman
Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)

İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati,
kıyâmetin bin senesinden daha iyidir.
Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir.
Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz.
O hâlde, ey mü'min kardeşim!
Vaktini boş şeylerle geçirme!
Zamânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan!
Namazlarını vaktinde kıl ki,
kıyâmet günü pişman olmayasın!
Çok büyük sevâba kavuşasın!
(Cüneyd-i Bağdâdî)

   İBÂDET

   Kelime anlamı itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, küçüklüğünü kabul etmek demektir. Şer'i anlamı ise, Allah'ın sevdiği, emrettiği, kabul ettiği ve razı olduğu bütün gizli-açık amel ve sözlerdir. Bunlardan bazıları; iman, islam, ihsan, dua, korkmak, umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak, yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak, kurban kesmek, adak adamak, ilah olarak yalnızca Allah'ı tanımak, Allah'ın hükmüne teslimiyet göstermek, Allah için sevip Allah için buğzetmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tavaf etmek, tevbe-istiğfar etmek vs. dir. (Muhammed b. Abdulvehhab, Tevhid, s.f 80, Tevhid Yayınları)
   İbadet niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, Cenab-ı Hakka yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiillerden ibarettir. Bu, bizi yoktan var eden, bize sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah'ı ta'zîm (ululamak, yüceltmek) amacı güden bir kulluk görevidir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1935, 1/95)
   Bu duruma göre ibadet, Cenab-ı Allah'a karşı gösterilen saygı ve hürmetin, en yüksek derecesini ifade eder. En geniş anlamda ibadet, Allah'ın hoşnut ve razı olduğu bütün fiil ve davranışları kapsamına alır. (Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/53)
   İbadet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir. İbadet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbadet, Allah'a karşı duyulan saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu, Allah'ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.
   Allah'ın razı olduğu bütün ameller ibadet kapsamına girer. Bir diğer deyişle salih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)in yapılması ibadettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine itaat istemektedir. Yani Allah'a itaat manası taşıyan her hareket ibadettir.
   İbadet, 'abd' kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek, boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de 'abd' denirdi. Onlar, sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin malı sayılırlardı.
   İnsanın Allah karşısındaki durumu, kölenin efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. İnsanlar Allah'ın köleleri değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeyi ve en yüksek tazimi Allah'a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur, yani ibadettir. (Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, s.f. 282, Beyan Yayınları)

   İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir:
1) Hür olanın zıddı olan köle,
2) Boyun eğmek ve itaat etmek,
3) Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,
4) Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.

   Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaata layık olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid, kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir.

   Kur'ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."
   Demek ki İslamî manasıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."
   "İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Mesela namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.
   "İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.

   İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, Rasulü Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "abd/kul" kelimesi ile isimlendirmiştir. (2/23, 17/1, 18/1, 57/9)
   O yüzden şehâdet kelimesinde bile "rasül" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abduhu: O'nun kulu" ifadesi kullanılır. Çünkü risalet, Muhammmed'in (s.a.v.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.

   İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Gerçek iman kulun kalbine girdiği zaman bu pratiğe salih amel şeklinde yansır. Allah insanlardan söz söylemelerini değil, sözlerini doğrulayacak salih amel işlemelerini ister. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle, veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar. 

   Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak", "naça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" manasına gelen "ubûdiyet"tir.
   İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.

3 Kasım 2010 Çarşamba

KAZÂ VE KADERE İMAN

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ

Not: İMAN ESASLARI başlıklı bölümümüzde aşağıdaki konuları daha önce yayınlamıştık. Eğer onları okumadıysanız lütfen okuyun...
İmanın 6 şartından biri olan KAZA VE KADERE İMAN konusuna başlıyoruz.
 
  a) Kazâ ve Kaderin Anlamları
   Kader sözlükte "ölçü, miktar, bir şeyi belirli ölçüye göre yapmak ve belirlemek" anlamlarına gelir. Terim olarak "yüce Allah'ın, ezelden ebede kadar olacak bütün şeylerin zaman ve yerini, özellik ve niteliklerini, ezelî ilmiyle bilip sınırlaması ve takdir etmesi" demektir. Allah'ın ilim ve irade sıfatlarıyla ilgili bir kavram olan kader, evreni, evrendeki tüm varlık ve olayları belli bir nizam ve ölçüye göre düzenleyen ilâhî kanunu ifade eder.
   Sözlükte "emir, hüküm, bitirme ve yaratma" anlamlarına gelen kazâ, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeylerin zamanı gelince, her birisini ezelî ilim, irade ve takdirine uygun biçimde meydana getirmesi ve yaratmasıdır. Kazâ Allah'ın tekvîn sıfatı ile ilgili bir kavramdır.

  b) Kazâ ve Kadere İman
   Kader ve kazâya iman yüce Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvîn sıfatlarına inanmak demektir. Bir başka deyişle bu sıfatlara inanan kimse, kader ve kazâya da inanmış olur. Bu durumda kader ve kazâya inanmak demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız, faydalı ve faydasız her ne varsa hepsinin Allah'ın bilmesi, dilemesi, kudreti, takdiri ve yaratması ile olduğuna, Allah'tan başka yaratıcı bulunmadığına inanmak demektir.
   Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey, Allah'ın ilmi, dilemesi, takdiri ve yaratması ile olur. Her şeyin bir kaderi vardır. Bunun anlamı ise şudur: Yüce Allah, insanları hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini ezelî yani zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilir ve bu bilgisine göre diler, yine Allah bu dilemesine göre takdir buyurup zamanı gelince kulun seçimi doğrultusunda yaratır. Bu durumda Allah'ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah'ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Aslında insanlar, Allah'ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler ve pratik hayatta bu bilginin etkisi altında kalmaksızın kendi iradeleriyle davranmaktadırlar. Bir başka ifadeyle söylersek biz, yüce Allah bildiği için belli işleri yapmıyoruz. Bizim bu işleri yapacağımız, O'nun tarafından ezelî ve mutlak anlamda bilinmektedir. Allah, kulu seçen ve seçtiklerinden sorumlu olan bir varlık olarak yaratmış, onu emir ve yasaklarla sorumlu ve yükümlü tutmuştur. Ayrıca Allah Teâlâ, kulun seçimine göre fiilin yaratılacağı noktasında bir ilâhî kanun da belirlemiştir.
   Kader konusunda bilinmesi gereken bir başka husus da şudur: Kader iç yüzünü ancak Allah'ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan bir ilâhî sırdır. Zaman ve mekân kavramlarıyla yoğrulmuş bulunan insan aklı, zaman ve mekân boyutlarının söz konusu olmadığı bir ilâhî ilmi, irade ve kudreti kavrayabilme güç ve yeteneğinde değildir. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir.
   Kader ve kazâya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan "Allah böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım?" diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak Allah tarafından yaratılmışlardır. Ayrıca sır olan kaderin iç yüzü Allah'tan başkası tarafından bilinemez. O halde kader ve kazâya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslâm'ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. Allah her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse Allah da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilâhî kanundur ve bir kaderdir.

  c) Kader ve Kazâ ile İlgili Âyet ve Hadisler
   Kader ve kazâya iman, her şeyin Allah'ın takdirine bağlı bulunduğuna işaret eden âyetlerin yanı sıra ilâhî ilmin, olmuş ve olacak tüm varlık ve olayları kuşattığını belirten âyetlerde ısrarla vurgulanmıştır. Hz. Peygamber de bazı meşhur hadislerinde kadere imanı bir iman esası olarak açıklamıştır. Kader konusu ile ilgili bazı âyetlerin meâli şöyledir:

"...O'nun katında her şey bir ölçü (miktar) iledir" (er-Ra`d 13/8).
"...Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (el-Furkan 25/2).
"De ki: Allah'ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez..." (et-Tevbe 9/51).

   Bu âyetlerden başka Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu, dilediğini sapıklığa sevkedip, dilediğini hidayete erdirdiğini, insanlar arasında ölümü O'nun takdir ettiğini bildiren âyetler de (bk. ez-Zümer 39/62; es-Sâffât 37/96; el-A`râf 7/178; el-Vâkıa 56/60 vb.) kapsam açısından kâinatta her şeyin belli bir kadere bağlı bulunduğu, bunun da Allah Teâlâ tarafından belirlendiği sonucunu ortaya çıkarmaktadır.
   Hz. Peygamber de Cibrîl hadisi diye bilinen hadiste açıklandığı gibi, kadere imanı iman esasları arasında saymıştır. Bu hadiste geçtiğine göre Cebrâil (a.s.) Peygamberimiz'e:
- "İman nedir?" diye sormuş, o da:
- "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır" cevabını vermiştir (bk. Müslim, "Îmân", 1; Ebû Dâvûd, "Sünnet", 15; İbn Mâce, "Mukaddime", 9).

   Kaderin bir ilâhî sır oluşunu ve insanlar tarafından gerçek anlamda çözülmesinin imkânsızlığını göz önünde bulunduran Hz. Peygamber kader konusunu tartışan ashabını uyararak şöyle buyurmuştur: "Siz bununla mı emrolundunuz? Veya ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk olmuşlardır. Böyle tartışmalara girmemelisiniz" (Tirmizî, "Kader", 1).

  d) İnsanın İradeli Fiilleri ve Fiillerinin Yaratılması
  
   aa) Allah'ın ve İnsanın İradesi
   Sözlükte "seçmek, istemek, yönelmek, tercih etmek ve karar vermek" anlamlarına gelen irade terim olarak, "Allah'ın veya insanın ilgili seçeneklerden birini seçip belirlemesi, tayin ve tahsis etmesi" diye tanımlanır.
   Allah'ın iradesi ezelîdir, sonsuzdur, sınırsızdır, herhangi bir şeyle bağlantılı değildir ve mutlaktır. İnsanın iradesi ise sonlu, sınırlı, zaman, mekân vb. şeylerle bağlantılıdır. Evrende meydana gelen her olay ve varlık, Allah'ın tekvînî (oluşumla ilgili) iradesi ile meydana gelir. Kul da Allah'ın kendisine tanıdığı sınırlar içinde fiilini seçer. Kulun fiilinde hür olması demek, hürriyetine inanması, fiili yaparken herhangi bir baskı altında olmadığını kabullenmesi demektir.
   Ehl-i sünnet'in önemli iki kolu olan Eş`arîler ve Mâtürîdîler, insanın iradesi ve bu iradenin fiildeki rolü konusunda temelde görüş birliği içinde olmuşlardır. Ancak Eş`arîler, Allah'ın iradesinin her şeyi kuşattığını dikkate alarak, bu iradeye küllî (genel) irade adını vermişler ve böyle bir nitelendirme ile onu, kulun iradesinden ayırt etmek istemişlerdir. Mâtürîdîler ise, Allah'ın iradesine ilâhî ve ezelî irade demişler, küllî ve cüz'î irade terimlerini kulun iradesinin iki yönünü belirtmekte kullanmışlardır. Küllî irade, Allah tarafından kula verilmiş olan, yapma veya yapmamayı tercihte aracı kabul edilen seçme yeteneğidir. Cüz'î irade ise küllî iradenin, iki taraftan birine aktif biçimde yönelmesinden ibarettir. Mâtürîdîler bu sebeple cüz'î iradeye, azm-i musammem (kesinleşmiş karar), ihtiyâr (seçim) ve kasıt (yönelme) adını da verirler.

   bb) İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü
   İnsanlar fiillerde gerçek bir irade hürriyetine sahiptirler. Çünkü insan bu gerçeği kendi içinde her an duymakta, yaptığı işlerde hür olduğunu hissetmektedir.
   Yüce Allah, insanların irade sahibi, dilediğini yapabilir bir varlık olmasını irade ve takdir buyurmuş ve onları bu güç ve kudrette yaratmıştır. Bu sebeple insanlar kendi istek ve iradeleriyle bir şey yapıp yapmamak gücündedirler, iki yönden birini tercih edip seçebilirler. İnsanın sevabı ve cezayı hak etmesi, belli işlerden sorumlu olması bu hür iradesi sebebiyledir. Fiilin meydana gelişinde kulun hür iradesinin etkisi vardır. Fakat fiillerin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Allah kulların iradeli fiillerini, onların iradeleri doğrultusunda yaratır. Bu, Allah'ın buna mecbur ve zorunlu olmasından değil, âdetullah ve sünnetullah adı verilen ilâhî kanununu yani kaderi bu şekilde düzenlemesindendir. Bu durumda fiili tercih ve seçmek (kesb) kuldan, yaratmak (halk) Allah'tandır. Kul iyi veya kötü yönden hangisini seçer ve iradesini hangisine yöneltirse Allah onu yaratır. Fiilde seçme serbestisi olduğu için de kul sorumludur. Hayır işlemişse mükâfatını, şer işlemişse cezasını görecektir.
   İnsanın hür bir iradeye sahip olduğunu ve bu iradesinden dolayı sorumlu ve yükümlü bulunduğunu gösteren âyetler vardır:
   "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim" (eş-Şems 91/7-8).
   "Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör" (el-İnsân 76/3).
   "Kim iyi bir iş yaparsa lehine, kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara asla zulmedici değildir" (Fussilet 41/46).

   O halde insanlar, Allah'ın kulları olarak sorumluluklarını bilip doğru, iyi, güzel, hayırlı şeyler işleyip, yanlış, kötü, çirkin ve şer davranışlardan uzaklaşmalılar, böylelikle âhirette güzel karşılıklara ve mükâfatlara ulaşmaya çalışmalıdırlar.

   cc) İnsanın Fiillerinin Yaratılması
   İnsanın fiilleri, zorunlu (ıztırarî) fiiller ve ihtiyarî (iradeli) fiiller olmak üzere ikiye ayrılır. Nefes alışımız, kalp atışımız, midemizin sindirimi gibi zorunlu ve refleks hareketlerimizin oluşturduğu fiillere ıztırarî fiiller adı verilir. Bunların oluşumunda insan iradesinin herhangi bir rolü yoktur. Dolayısıyla da insan bu fiillerden sorumlu değildir.
   Yazı yazmak, oturup kalkmak, namaz kılmak veya kılmamak, hayır veya şer, iyi veya kötü bir şey işlemek gibi hür irademizle seçerek yaptığımız fiiller ise iradeli fiillerimizdir. İradeli fiillerimizin oluşumunda herhangi bir baskı ve zorlama altında değilizdir. Her ne şekilde olursa olsun bizi ve yaptıklarımızı yaratan Allah Teâlâ olduğu için, bizim her iki çeşit fiilimizi yaratan da Allah Teâlâ'dır.
   Ehl-i sünnet'e göre kulların fiillerini onların iradeleri doğrultusunda yaratan Allah olduğu için, yaratma sıfatı Allah'tan başka bir varlığa verilemez. Bu sebeple kulun, fiilini kendisinin yarattığı ileri sürülemez. Çünkü bir âyette "Allah her şeyin yaratıcısıdır..." (ez-Zümer 39/62) buyurulmuştur. İnsanın fiili de şey kapsamındadır. Şey somut varlığı olan demektir. O halde insan fiilinin yaratıcısı da Allah Teâlâ'dır.
   Buna göre insan, hür iradesi ile fiili seçer, gerekli gücü sarfeder, Allah da onun neyi seçeceğini ezelî ilmi ile bilir, bu ilmine göre irade ve takdir buyurur ve bu iradesi doğrultusunda yaratır.
(Kaza ve Kadere İman başlıklı bölümümüze kaldığımız yerden devam edeceğiz)

2 Kasım 2010 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER... KONU: NİFAK

H A D İ S - İ    Ş E R İ F L E R
Konu: Nifak
1. (5765)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar." [Buharî, İman 24, Mezalim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106, (58); Ebu Davud, Sünnet 16, (4688); Tirmizî, İman 14, (2634); Nesâî, İman 20, (8, 116).][1]

   A Ç I K L A M A: 

   Nifak, bâtının zâhire muhalefetidir. Eğer bu, imanî itikadda olursa buna nifaku´lküfr denir, eğer inanç esaslarına müteallik olmazsa buna nifaku´l-amel denir, buna bizzat yapmak da girer, terk de girer. Nifakın pek çok mertebeleri, dereceleri vardır. Esasen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada nifaka giren bütün vasıfları saymış değildir. Başlıcalarına dikkat çekmiştir. Nitekim bir başka rivayette nifakın dört değil üç alâmeti olduğu söylenir: "Konuşunca yalan söyler, söz verince döner, itimad edilince ihanet eder." Hatta bu sonuncu vechin izahında alimler: "Bu üç hasleti zikrederek diğer hasletlere bir uyarıda bulunmuştur" derler ve şu açıklamayı yaparlar: "Diyanetin aslı üç esasa inhisar eder: Kavl (söz), fiil (iş), ve niyet. Aleyhissalâtu vesselâm kizb ile kavlin fesadına, hıyanetle fiilin fesadına, verdiği sözden dönme (hulf) ile de niyetin fesadına uyarıda bulunmuştur."

   Nevevî der ki: "Ulemadan bir kısmı, zikri geçen hasletler bazan, tekfir edilemeyeceği hususunda herkesin icma ettiği, Müslümanlarda da bulunduğu için, bu hadisi müşkil bulmuştur. Aslında hadis müşkil değildir, bilakis manası da sahihtir. Muhakkik alimlerimiz derler ki: "Bu hadisin manası şudur: "Sayılan bu hasletler nifaktırlar. Bu hasletleri taşıyanlar, bu vasıflarda münafıklara benzerler ve onların ahlaklarıyla ahlaklanmışlardır."

   İbnu Hacer, Nevevî´nin bu açıklamasını daha da açar: "Derim ki: "Bu cevaptan çıkan netice, hadisteki münafık tesmiyesinin mecaza hamlidir, yani "Bu hasletleri taşıyan kimse münafık gibidir" demektir. Bu yorum da "nifak"tan kastedilen şeyin "nifaku´lküfr" olmasına binaendir. Nitekim, mezkur işkale cevap olarak şu açıklama da getirilmiştir: "Hadiste geçen "nifak"tan murad nifaku´l-ameldir. Bunu, daha önce de belirttik. Bu açıklama Kurtubî´nin de hoşuna gitmiş, hatta Hz. Ömer´den gelen şu rivayetle buna delil de getirmiştir. Hz. Ömer, Huzeyfe (radıyallahu anhümâ)´ye "Bende nifaktan bir şey biliyor musun " demiştir. Hz. Ömer burada nifaku´lküfrü kastetmiş değildir, bilakis nifaku´l-ameli kastetmiştir.

   Bazı alimler, "hadiste mezkur sıfatlara nifak denmesi, o hasletleri irtikab etmeye karşı korkutma ve sakındırma maksadını güder, zahir, kastedilenden farklıdır" demiştir. Bu açıklamayı da Hattâbî beğenmiştir. Hattâbî şu ihtimale de yer verir: "Bu sıfatla muttasıf olan kimse , o haslete iyice alışmış ve kendisinde sabit bir yol, değişmez bir huy halini almış olan kimsedir." Bu tahminini hadiste geçen إِذَا edatıyla delillendirir. "Bu edat hangi fiilin başına getirilirse, onun tekerrürünü ifade eder" der.

   Bazı alimler de: "Hadisteki nifak ıtlakı, o hasletlerin galebe çalması sebebiyle onları mühimsemeyen, hafife alan kimseye aittir" demiştir. "Çünkü, derler, kimin hali bu olursa umumiyetle o kimsenin itikadı da bozuk olur.”

   Bazıları bir başka nokta-i nazardan hadisi değerlendirmiştir. Bunlara göre, münafık kelimesinin başındaki eliflam, "ahd" içindir. Yani münafıkla kastedilen belli muayyen bir şahıs vardır veya Resulullah devrindeki münafıklar hakkındadır. Bu görüş sahiplerinin verdikleri örnekler hep zayıf hadislere dayanır."

   Özetleyerek aldığımız bu yorumları kaydeden İbnu Hacer yapılan bu açıklamalar arasında Kurtubî´nin hoşuna giden te´vilin en güzel te´vil olduğunu söyler.[2]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
2. (5766)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Nifak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde vardı. Şimdi ise, imandan sonra küfür vardır." [Buhârî , Fiten 21.][3]

   A Ç I K L A M A: 

Burada Huzeyfe İbnu´l-Yeman (radıyallahu anh) ne demek istemiştir Bunun izahında farklı yorumlar ileri sürülmüştür:

* İbnu´t-Tin der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde münafıklar, dilleriyle inanıyorlar, kalpleriyle inanmıyorlardı. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm´dan sonra gelenler İslam içinde ve İslam fıtratı üzere doğdular. Öyleyse onlardan kim küfre düşerse mürteddir. Bu sebepledir ki, münafıkların tabi olduğu ahkâmla, mürtedlerin tabi olduğu ahkam farklı olmuştur."
* İbnu Hacer de şu yorumu yapar: "Huzeyfe (radıyallahu anh)´nin, nifaka düşmeyi nefyetmediği açık, her halukârda o, önceki münafıklarla sonraki münafıkların hükümlerinin aynı olmadığını söylemektedir. Çünkü nifak, küfrü gizleyip iman izhar etmektir. Bunun her asırda olması mümkündür. Hüküm farklılık kazanmıştır. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlarla iyi geçiniyor, onların İslam diye izhar ettiklerini onlardan kabul ediyordu, hatta onlardan İslam´a muhaliflik ihtimali zuhur etse bile. Amma Aleyhissalâtu vesselâm´dan sonra, İslam´a muhalif bir şey izhar eden kimse, izhar ettiği bu şeyden dolayı derhal muaheze edilir, kendileriyle iyi geçinmeye ihtiyaç kalmadığı için iyi geçinme hatırına bu hatalar gözardı edilip terkedilemez."
* Bazı alimler de şunu söylemiştir: "Hz. Huzeyfe´nin maksadı, İmama itaati terketmenin cahiliye işi olduğunu söylemektir. İslam´da ise cahiliye yoktur veya cemaate tefrika sokmak Cenab-ı Hakk´ın "Tefrikaya düşmeyin..." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizlikapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."[4]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
3. (5767)- Esved rahimehullah anlatıyor: "Hz. Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un ders halkasında idik. Huzeyfe (radıyallahu anh) geldi ve yanımızda durup bize selam verdi:

"Nifak, sizden hayırlı bir kavme indirildi" dedi. Esved de (hayretle):

"Sübhanallah, Aziz ve Celil olan Allah: "Münafıklar cehennemin en aşağı derekesindedir" (Nisa 145) buyuruyor" dedi. Bunun üzerine Abdullah tebessüm etti. Huzeyfe de mescidin bir kenarına oturdu. Derken Abdullah kalktı ve arkadaşları da dağıldılar. Huzeyfe beni çağırmak için bana bir çakıl attı, yanına geldim. Bana: "Abdullah´ın gülmesi tuhafıma gitti, halbuki o benim söylediğimi bilen birisi. Yemin olsun nifak, siz (tabiiler)den daha hayırlı bir kavme indirildi. Onlar (nifaktan) sonra tevbe ettiler. Allah da tevbelerini kabul etti" dedi."
[Buharî,Tefsir, Nisa 25.][5]

   A Ç I K L A M A: 

1- Alimler, ayete dayanarak "münafıkların azabı kâfirlerin azabından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, dinle istihza etmektedirler" demişlerdir.

2- Hadiste sahabelerin tabiinden daha hayırlı olmalarına rağmen nifakın yani münafıklığın onlardan çıkmış olmasını söylemekle Hz. Huzeyfe muhataplarına ciddi bir uyarıda bulunmuş olmaktadır.

İbnu Hacer der ki: "Münafıklıkla iptila edilenler sahabe tabakasından idiler. Sahabe ise tabiin tabakasından hayırlıdır. Lakin Allah onları nifakla iptila etti. Onlar irtidad ettiler ve münafık oldular, böylece onlardan hayırlılık gitti. Birkısmı tevbe etti ve hayırlılık onlara geri geldi. Sanki Hz. Huzeyfe, hitap ettiği kimseleri sakındırdı ve onlara gururlanıp aldanmamalarını hatırlattı. Çünkü kalp dönücüdür. Bugünkü hal üzere gidemeyebilir. Bu sebeple onları imandan çıkmaya karşı sakındırdı. Çünkü ameller sona göre değerlendirilecektir. Onlara, imanlarından son derece güven içinde olsalar bile, Allah´ın mekrine karşı emin olmamaları gereğini açıkladı. Nitekim onlardan önceki ve kendilerinden daha hayırlı olan sahabe tabakasında buna rağmen irtidad edenler ve nifaka düşenler olmuştur. Sahabeden sonra gelen tabakanın aynı şeye düşmesi haydi haydi imkan dahilindedir."

Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un tebessümünün , Hz. Huzeyfe´nin bu isabetli açıklaması karşısındaki taaccübünden ileri geldiği belirtilmiştir.

Hz. Huzeyfe, Hz. Abdullah´ın tebessümünün mahiyetini anlayamamış olmalı ki, niye tebessüm etti diye hayret etmiş ve hayretini el-Esved´e açıklama ihtiyacını duymuş ve: "Niye güldüğüne hayret etmekte haklıyım, çünkü o benim ne demek istediğimi tam anladı ve sözlerimdeki doğruluk ve isabetliliği de biliyor" manasında serd-i kelam etmiştir.

Hadisten, içine düştükleri nifak ve küfürden dönen zındıkların tevbesinin makbuliyetine delil çıkarmışlardır.[6]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
4. (5768)- İbnu Ebi Müleyke rahimehullah anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından olup da Bedir Gazvesi´ne katılanlardan otuz kadarına yetiştim. Hepsi de kendi hesabına nifaktan korkuyorlar ve dinlerinde fitneye düşmekten kendilerini emniyette hissetmiyorlardı." [Buharî, İman 36 (Bab başlığında kaydetti).] [7]
   A Ç I K L A M A: 

1- Hadis, mü´minin iman üzere son nefesini vereceğinden emin olmayıp, "nifaka düşer miyim endişesiyle her an tetikte olması gereğini te´yid ediyor. İbnu Hacer, hadisin açıklanması sadedinde İbnu Ebi Müleyke´nin karşılaştığı ve dolayısıyla imanından endişe içinde olan, nifaka düşmekten korku duyanları belirtme sadedinde Hz. Aişe, kızkardeşi Esma, Ümmü Seleme, Dört Addullahlar, Ebu Hureyre, Ukbe İbnu´l-Haris, Misver İbnu´l-Mahreme vs´nin ismini zikreder. Devamla der ki: "Bunların amelde nifaka düşmekten korktuklarını cezmen söylüyor. Esasen, başkalarından bunun aksine bir rivayet de mevcut değildir. Dolayısıyla sanki burada bir icma mevcuttur. Çünkü mü´mine amelinde, her an, ihlasa muhalif birşeyler arız olabilir. Onların böyle bir durumdan korkmaları illa da onlardan bunun vukuunu gerektirmez. Bu, onların vera ve takvadaki mübalağalarından ileri gelen bir haldir. Allah onlardan razı olsun, şefaatçilerimiz kılsın."

İbnu Battal der ki: "Onlar korktular, çünkü ömürleri uzadı ve beklemedikleri değişmelere şahit oldular, bunları bertaraf etmeye güçleri yetmedi. Sükut ile müdahene haline düşmekten korktular."

2- Hadisin devamında İbnu Ebi Müleyke der ki: "Onlardan hiçbiri imanda, Hz. Cebrail ve Mikail imanı üzere olduğunu iddia etmedi. İbnu Müleyke, bu sözüyle o yüce sahabilerin kendilerine iman meselesinde nifakın arız olmadığını cezmen söylemediklerini belirtmektedir. Çünkü, bu husus, Cibril aleyhisselam´ın imanı mevzuunda cezmen ifade edilir.

3- Buhârî hazretleri, aynı rivayetin devamına Hasan Basri rahimehullah´ın şu sözünü ekler: "(Allah Teala´dan) ancak mü´min korkar, ondan kendini ancak münafık emniyette hisseder." Nitekim ayet-i kerimede "Rabbinin makamından korkana iki cennet vardır" (Rahman 46). Bir başka ayette de "Hüsrana düşmüş bir kavmden başka kimse Allah´ın mekrinden emin değildir" (A´raf 99) buyurulur.Dikkat edersek Hasan Basri´nin kelamında korkulacak şey mezkur değildir. Alimlerden bir kısmı, kastedilen şeyin "Allah" olduğunu söylemiştir. Diğer bir kısım alimler de nifak olduğunu söylemiştir. Siyak nifak görüşünü destekler ise de, her iki mefhum da muhtevaya uygundur. [8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/177.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/177-178.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/179.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/179.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/180.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/180-181.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/181.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/182.

1 Kasım 2010 Pazartesi

İSLAM TARİHİ - MESCİDİ NEBEVÎ'NİN İNŞÂSI

İ  S  L  A  M     T  A  R  İ  H  İ
 ~~~*~~~*~~~*~~~*~~~*~~~
MESCİDİ NEBEVÎ'NİN İNŞÂSI
   Hicretin 1. senesi. Milâdi 622.
   Resûl-i Ekrem, Medine'ye teşrif buyurduklarında, içinde cemaatle namaz kılabilecekleri, gerektiğinde toplanıp meselelerini konuşabilecekleri bir yerden mahrum bulunuyorlardı. Bu mühim vazifeler için merkez teşkil edecek bir mescid gerekiyordu.
   Efendimiz, Medine'de ilk olarak bu mescidi inşâ etmekle işe başladı. Şehre ilk girdiklerinde devesi Neccaroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetimin üzerinde hurma kuruttukları arsalarına çökmüştü. Bu iki yetim Medineli Müslümanlardan Muaz bin Afra'nın (r.a.) himâyesinde bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, bu arsayı satın almak istediğini Muaz Hazretlerine bildirdi. Ancak, bu fedakâr Sahabî arsanın bedelini, himâyesindeki iki yetime vererek bu büyük şeref ve ücrete nail olmak için bağışlamak istediğini söyledi. Fakat Peygamberimiz kabul etmedi. Sonra da arsa sahibi iki yetimi çağırarak, arsalarının bedelini ödemek istedi. İki genç yetim de, "Yâ Resûlallah! Biz onun bedelini ancak Allah'tan bekleriz. Sana onu Allah rızası için bağışlarız" dediler.
   Resûl-i Ekrem, gençlerin bu tekliflerini de kabul etmedi ve bedeli olan 10 miskal altına arsayı satın aldı. Bu miktarı Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle Hz. Ebû Bekir onlara hemen ödedi. (413)
   Fedakâr Sahabîler tarafından arsa kısa zamanda ter temiz hale getirildi ve Resûlullahın emriyle kerpiçler kesilip hazırlandı.
   Peygamberimiz, mescidin temelini atacağı sırada, yanında Hz.Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bulunuyordu. Müslümanlardan oraya uğrayan biri, "Yâ Resûlallah! Yanında sadece şu birkaç kişi mi var?" diye sordu.
   Resûl-i Kibriyâ Efendimiz cevaben, "Onlar benden sonra işi yönetecek olanlardır" buyurdu. Onu takiben sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali temele birer taş koydular. Böylece Mescid-i Nebevî'nin temelleriyle birlikte Dört Halife devrinin manevi temelleri de atılmış oluyordu.
   Mescidin inşasında Peygamber Efendimiz; bilfiil durmadan dinlenmeden çalıştı. Bir taraftan mübârek elleriyle kerpiçler taşırken, diğer taraftan Müslümanları şevk ve gayrete getirici şu sözleri söylüyordu:
"Taşıdığımız şu yük, ey Rabbimiz! Hayber'in yükünden daha hayırlı, daha temiz, Yâ Rab! Hayır, ancak âhiret hayrı! Sen, Muhacirle Ensar'a acı!" (414)   Durup dinlenmeden yapılan çalışma neticesinde Mescid-i Nebevînin inşâsı kısa zamanda tamamlandı. Her türlü süsten uzak dört duvarı kerpiçten olan bu kudsî mâbedin tavanı yoktu. Henüz Kâbe kıble olarak tayin edilmemiş bulunduğundan, kıblesi Kudüs'e doğru idi. Dörtgen şeklinde idi ve üç kapısı ile bir de mihrabı vardı. Mihrab yerine sıra halinde hurma gövdeleri dizilmişti. Minberi yoktu. Sadece Resûlullahın hutbe irâd buyururlarken dayanmaları için bir hurma kütüğü bulunuyordu. Sonraları Sahabîlerin arzusu üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. (415) Mescid-i Nebevî değişik tarihlerde tâdilatlar görerek bugünkü şeklini almıştır.
   Mescid-i Nebevî, sadece cemâatle namaz kılmak için kullanılmıyordu. Bunun yanında Müslüman nüfusun dinî ihtiyaçları da burada karşılanıyordu. Ayrıca, burada öğretim yapılıyor, elçi ve kabile temsilcileri de, ilerde görüleceği gibi kabul ediliyordu.
   Mescid-i Nebevînin yanına Ayrıca kerpiçten, önce biri Hz. Sevde diğeri Hz. Âişe'ye mahsus olmak üzere iki oda yapıldı. Odaların üzerleri hurma kütüğü ve dalları ile örtüldü. Sonraları Resûl-i Ekrem başka zevceler alınca odalar arttırıldı. Dördü kerpiçten olan odaların beşi ise taştandı. Hepsinin üzeri hurma dallarıyla tavanlanmıştı.
   Mescid-i Nebevî'ye bitişik odalar yapılınca Peygamber Efendimiz Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin evinden oraya taşındı. (416)

   Hanînü'l-Ciz' Mûcizesi
   Mescid-i Nebevî ilk yapıldığı sırada minbersizdi. Resûl-i Ekrem, hutbe irâd buyurduklarında kuru bir hurma kütüğüne dayanırdı.
   Uzun müddet böyle devam etti. Bilâhare, Ashabın isteği üzerine üç basamaklı bir minber yapıldı. Artık Peygamber Efendimiz buraya çıkıp halka hitapta bulunuyordu.
   Resûl-i Ekrem, yapılan minbere çıkıp ilk hutbesini okuduklarında, hamile deve ağlayışını andıran acı sesler ve ağlamalar duyuldu. Baktılar, ortalıkta ne hamile deve ve ne de deve yavrusu vardı. Ağlayan o kuru direkti. Kütüğün deve gibi ağlayışını Peygamber Efendimizle birlikte Ashab-ı Güzin de duyuyordu. Bir türlü susmuyordu. Fahr-ı Âlem, minberden inip yanına geldi. Elini üstüne koyup teselli edince sustu. Hatta hurma kütüğünün deve gibi sızlamasını işiten Sahabîler de göz yaşlarını tutamamışlar, hüngür hüngür ağlamışlardı.
Evet, kuru direk Efendimizden uzak kaldı diye ses verip ağlıyordu. Üzerinde yapılan "Zikrullah"dan ayrı kaldı diye hamile deve gibi enin ediyordu. Kuru direği teselli edip susturan Resûl-i Ekrem Ashabına dönerek şöyle buyurdu:
   "Eğer, ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, Resûlullahın ayrılığından kıyâmete kadar ağlaması böyle devam edecekti." (417)
   Resûl-i Ekremin emriyle bu kütük, minberin altına kazılan bir çukura gömüldü. Sonraları Hz. Osman devrinde Mescid yıktırılıp yeniden tamir edildiğinde Übeyy bin Ka'b Hazretleri onu evine aldı ve çürüyünceye kadar sakladı. (418)   Kuru hurma kütüğünün, cemâatın gözleri önünde ağlayıp sızlaması Hz. Resûlullahın parlak bir mucizesiydi. Evet, cin ve ins Peygamberler Peygamberini tanıdıkları gibi, cansız kuru ağaçlar da onu tanıyor, vazifesini biliyor ve davasını halleriyle tasdik ediyorlardı.
   Hasan-ı Basrî Hazretleri, bu mu'cizeyi talebelerine ders verirken, kendisini tutamaz göz yaşları arasında şöyle derdi:
   "Ağaç, Resûl-i Ekreme (a.s.m.) meyl ve iştiyak gösteriyor. Sizler o Resûle meyl ve iştiyak göstermeye daha ziyade müstahaksınız." (419)   Kuru, câmid ağaçlar Kâinatın Efendisine meyl ve muhabbet gösterirlerken, biz şuurlu insanlar ona karşı lakayt davranırsak, acaba o kuru direklerden daha aşağı bir dereceye düşmüş olmaz mıyız?
   Ona iştiyak ve muhabbet ise ancak Sünnet-i Seniyyesine ittiba etmekle mümkündür.
   Diğer bir rivâyete göre, kuru direk ağlayınca Resûl-i Ekrem Efendimiz elini üstüne koydu ve "İstersen seni daha önce bulunduğun bahçeye göndereyim. Köklerin tekrar bitsin, hilkatin tamamlansın, yaprak ve meyvelerin yenilenip tazelensin. Ve eğer istersen, Evliyaullahın meyvenden yemesi için seni Cennete dikeyim?" diye sordu.
   Kuru ağaç, arzusunu şöyle dile getirdi: "Beni Cennette dik ki, meyvelerimden Cenâb-ı Hakkın sevgili kulları yesin. Hem orası bir mekândır ki, orada çürüme yoktur, bekâ bulayım."
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem arzusunu yerine getirdiğini ifâde buyurdu ve sonra da Ashabına dönerek şu dersi verdi: "Ebedî âlemi, fani âleme tercih etti." (420)

413. Tabakât, 1/239
414. Sîre, 2/142; Tabakât, 1/240
415. Tabakât, 1/240
416. Sîre, 2/143
417. Mektûbat, s.134
418. Tabakât, 1/252
419. Mektûbat, s.135
420. A.g.e., s.135
Kainat' ın Efendisi (ASM), Salih Suruç

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...