16 Mart 2011 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER ... RÜKÛ VE SECDELERDE OKUNACAK DUÂLAR

KÜTÜB-İ SİTTE
İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM : SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
İKİNCİ FASIL: NAMAZ DUALARI

RÜKÛ VE SECDELERDE OKUNACAK DUÂLAR


1. (1801)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Haberiniz olsun, ben rükû ve secde hâlinde Kur´ân okumaktan men edildim. Öyleyse rükûda Rabb Teâlâ´ yı tâzim edin, secdede ise dua etmeye gayret edin, (zîra secdede iken yaptığınız dua) icâbet edilmeye lâyıktır." [Müslim, Salât 207 (479); Ebû Dâvud, Salât 152, (876); Nesâî, İftitâh 98, (2, 189).][89]


AÇIKLAMA:
1- Bir kısım rivâyetler rükû ve secde hâlinde Kur´ân okunmayacağını belirtirler. Şârihler bunun sebebini şöyle açıklarlar: "Rükû ve sücud halleri, kulun Rabbi karşısındaki tevâzuunu ifâde etmektedir. Bu sebeple o haller zikre tahsis edilmişlerdir. Dolayısıyla, aynı halde Kelâmullah ile mahlûkun sözleri eşit tutularak beraber zikredilmeleri mekruhtur.


2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "...Ben rükû ve secde hâlinde Kur´ân okumaktan men edildim" demekle, sâdece kendisine âit bir yasağı değil, ümmetinin de tâbi olması gereken bir yasağı ifâde ediyor. Zîra ümmeti, -nadir hasâis dışında- her hareketinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a uymakta mükelleftir. Üstelik, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashâbına rükû halinde Allah´ı tâzim, secde halinde de dua etmeleri için emirde bulunmuştur. Böyle bir emir de, sözünü ettiğimiz yasağın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in şahsına ait olmayıp, bütün ümmete şâmil olduğunu gösterir.


Hülâsa rükû ve secde hâlinde Kur´ân okumak yasaklanmıştır. Rükûda tesbih, secdede ise tesbih ve dua yapılır.


3- Hanefîlere göre, namazın bir rüknünde, namaz fiilleri cinsinden bir ilâvede bulunulsa secde-i sehiv gerekir, zîra vâcibin veya farzın te´hiri mevzubahistir. Şâfiîlere göre rükû ve secdelerde Fâtiha´dan başka bir sûre veya âyet okumak mekruhtur. Fakat namaz bozulmaz.


4- Fatiha okumaya gelince, bu hususta Şâfiîlerden iki farklı görüş rivâyet edilir: Birine göre Fâtiha ile başka sûre arasında fark yoktur. Dolayısı ile Fatiha´nın okunması da mekruhtur, ancak namazın sıhhatini bozmaz. İkinci görüşe göre Fatiha´yı, rükû ve secdede kasden okumak haramdır, namazı bozar. Sehven okumak mekruh değildir. Ancak, gerek sehven olsun ve gerekse kasden olsun, Fatiha´nın okunması Şâfiî hazretlerine göre secde-i sehiv gerektirir.


2. (1802)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), secdelerinde şunları söylerdi: "Allahümmağfirlî zenbî küllehu, dıkkahu ve cüllehu, evvelehu ve âhirehu, sırrahu ve alâniyyetehu. (Allahım! Büyükküçük birinci-sonuncu, gizli-açık, bütün günahlarımı mağfiret buyur." [Müslim, Salât 216, (483); Ebû Dâvud, Salât 152, (878).][91]


3. (1803)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resullulah (aleyhissalâtu vesselâm) rükûsunda ve secdelerinde şu duayı çokca okurdu: "Sübhânekallâhümme Rabbenâ ve bihamdike, Allahümmağfirlî. (Allah´ım, seni takdis ve tenzih ederim. Rabbimiz! Takdisimiz hamdinledir. Ey Allahım, beni mağfiret et.)" Bu duayı okumakla Kur´ân´a yani Kur´ân´ın: "Rabbini hamd ile tesbîh et" (Nasr 3) âyetine] uyuyordu." [Buhârî, Ezân 123, 139, Meğâzî 50, Tefsîr, İzâcâe nasrullahi ve´l-Feth; Müslim, Salât 217, (484); Ebû Dâvud, Salât 152, (877); Nesâî, İftitâh 153, (2, 219).]


Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî´de gelen bir rivâyette şöyle denir: "Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm) rükû ve secdesinde şöyle derdi: "Subbûhun kuddûsün Rabbü´l melâiketi ve´r-Rûhi, (Münezzehsin, mükaddessin, meleklerin ve Ruh´un Rabbisin)".


Muvatta, Tirmizî ve Ebû Dâvud'un bir rivâyetinde şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı yatakta kaybettim ve araştırdım, derken elim ayağının altına rastladı. Secdede idi ve: "Allahümme innî eûzu birızâke min sahtike ve eûzu bimuâfâtike min ukûbetike ve eûzu bike minke Lâ uhsî senâen aleyke. Ente kemâ esneyte alâ nefsike. (Allahım! Senin rızanı şefaatçi kılarak öfkenden sana sığınıyorum. Affını şefaatçi yaparak cezandan sana sığınıyorum. Senden de sana sığınıyorum. Sana layık olduğun senâyı yapamam. Sen kendini sena ettiğin gibisin)" diyordu."


AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, görüldüğü üzere muhtelif kaynaklarda bazı farklılıklarla gelmiştir. Müellifimiz, burada daha ziyâde rükû ve secde hâlinde okunacak duaları göstermek istediği için rivâyetteki başka unsurları imkân nisbetinde tayyedip hadîsi özetlemiştir. Mesela Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) şöyle anlatır: "Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı yatakta kaybetmiştim. Hanımlarından birinin yanına gitti zannettim. Aramaya başladım. Sonra geri döndüm. Rükû veya secdede idi: "Sübhâneke ve bi hamdike lâilahe illâ ente!" diyordu. Ben: "Annem bâbam sana kurban olsun. Ben neyin peşindeyim, sen neyin peşindesin!" dedim."


2- Âişe vâlidemizin, kıskançlığın sevkiyle Hz. Peygember (aleyhissalâtu vesselâm)´i araması, onu secde eder bulmasına ve secde sırasında okuduğu duaları zabtedip rivâyet etmesine vesîle olur. Şüphesiz, secdede okunacak duaları Ashab biliyor idi. Ancak, bunların farklı şekiller aldığı ortaya çıkmış olmaktadır.


3- Sübbûh, Allah´ın, ilâha lâyık olmayan her türlü noksanlıklardan, şerîkten, benzerden münezzeh olması demektir. Kuddûs ise, Allah´ın, ilaha layık olmayan herşeyden temizlenmiş olduğunu ifade eder, mübârek mânasında olduğu da söylenmiştir. Bu kelimeler sebbûh ve kaddûs şeklinde de rivâyet edilmiştir. Fasih olanı subbûh ve kuddûs şekilleridir. Bunlar, bazı âlimlerce Allah´a ait isimlerdendir, sıfat diyen de olmuştur.


4- Hadiste geçen ruh nedir? Âlimler çoğunluk itibariyle muradın Cebrâil olduğunu söylerler. Bazıları ise "büyük bir melektir" demiştir. Ruh için "İlâhî rahmet", "meleklerin dahi göremediği başka bir mahlûk" diyenler olmuştur. Kur´ân-ı Kerîm´de muhtelif âyetlerde Ruh´a temas edilir (Nahl 2, İsrâ 85, Şuara 193, Gâfir 15, Meâric 4, Nebe 38, Kadr 4). Ruh için Cumhur, "Cebrâil´dir" demiştir. İhtilaflı meselelerde esas olan Cumhur´un görüşüdür.[93]


5- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kulluğun en güzel ifadesi olarak, günahları îtiraf edip, Allah´ın öfke, ceza gibi muâmelerinden Allah´ın rızasına ve affına sığınıyor. "Senden sana sığınıyorum" cümlesi ile ilgili olarak Hattâbî şu açıklamayı sunar: "Burada bir mânâ inceliği vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesellâm) Allah Teâla´nın öfkesinden yine O´nun rızasına, azâbından affına iltica etmiştir. Bunun mânası, O´na karşı yaptığı ubûdiyet ve senalarda vâki olan kusurlardan dolayı Allah´tan af dilemektir.


6- "Sana layık olduğun senâyı yapamam" ifâdesi, Allah´a karşı gerekli olan ubûdiyetin hakkını veremem demektir. Çünkü sena, Allahın üstün vasıflarını zikretmektir. İfâdenin kelimesi kelimesine tercümesi: "Senin senanı saymakla bitiremem, sen kendini nasıl sena etti isen sen öylesin" şeklinde olmalıdır. Allah Teâla Hazretleri´nin nimetleri, sıfatları o kadar çoktur ki, beşer kapasitesi onların tamamını idrâkten âcizdir, akıl Zât-ı İlâhî´nin yüceliğini ihâtadan nâkıstır. Resûlullah (aleyhissalâtu veselâm), beşer idrâkinin, Allah hakkında, -en hâlis niyetle, en kâmil imanla dahî olsa- ortaya koyacağı her çeşit tavsîfatın, takdîratın O´nu açıklamaktan, bütün çıplaklığı ile hakikat-ı İlâhiye´yi ortaya koymaktan aciz ve nâkıs kalacağını böyle ifade buyurmuştur: "Ya Rabb! Biz beşerî idrakimizle seni kavramaktan, mümkün olanlar için yaratılan dilimizle İlahî şuunâtını ifadeye dökmekten âciziz, ancak imanımızla yüceliğini tasdîk ediyor, sen kendini nasıl sena etti isen öyle olduğunun kabul ediyoruz."


7- Hadiste açıklanması gereken bir ifâde: "Bu duayı okumakla Kur´ ân´a uyuyordu" diye tercüme ettiğimiz cümledir. Kelimesi kelimesine tercüme "Kur´ân´ı te´vîl ediyordu" şeklinde yapılmalıydı. İbnu Hacer bunu: "Kur´ân-ı Kerîm´in rükû ve sücudda yapılmasını emrettiği şeyi yapıyordu" diye açıklar. İlâveten der ki: "A´meş´in rivâyetinde açıklandığı üzere "Kur´ân" ile kastedilen şey, bir kısmıdır, o da zikredilen sûredir ve zikredilen zikirdir. İbnu´s-Seken´in rivâyetinde, bundan maksat فَسَبِّحْ بِحَمْدِرَبِّك "Rabbine hamd ile tesbîh et" (Nasr 4) âyetidir. Böylece bu rivâyet, bu âyetteki iki ihtimalden birini tâyin etmiş olmaktadır. Zîra âyetteki "tesbîh et!" emrinden murad, hamd´in kendisi olma ihtimali var, zîra hamd´in tesbîh mânasını taşıması mevzubahistir. Zîra hamd, mahmûd fiilleri Allah´a nisbeti iktiza ettiği için tenzîh mânâsında tesbîhtir de... Durum bu olunca, "Tesbîh et!" emri ile kastedilen şeyin "hamdle mütelebbis (karışık) olarak yapılacak tesbih" olma ihtimâli de var. Bu durumda tesbih ve hamd beraberce yapılmadıkça emre uyulmuş olmaz Âyetin zâhir mânâsı da budur."[94]


8- BÂZI HÜKÜMLER


* İbnu Dakîku´l-Îd der ki: "Bu rivâyet rükûda duanın, sücûdda tesbîhin mübah olduğuna delalet eder. Bu söylenene, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: "Rükûda Rabb Teâlâ´yı tâzim edin, sücûdda da duaya gayret edin" hadisinde muhalefet yoktur. Zîra, sadedinde olduğumuz hadisin cevaza hamledilmesi mümkündür ve bu esastır. Sücudla ilgili emri de duayı çok yapmaya hamledebiliriz. Nitekim "gayret edin" ibâresi de bu çok yapma te´vilini te´yîd eden bir unsurdur."


Secdede duayı çok yapma üzerine hadisler gelmiştir. Bunlardan biri: "Kulun Rabbine en yakın olduğu zaman secde hâlidir. Öyle ise secdede iken çok dua edin" hadisidir.


Secdede çok dua etme emri, her hâceti çokça talep metmeye teşviki de içine alır. Nitekim, daha önce de kaydedildiği üzere, bu ayakkabı bağına varıncaya kadar maddî ihtiyaçlarımızın da talebini ihtiva eder. Çok duaya, istenen bir şeyi tekrar tekrar taleb de dâhildir.


* Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´nin, secde etmekte olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ayağına değmesi, kadının teması ile abdestin bozulmayacağına Hanefîlerce delil kılınmıştır. Ancak diğer üç mezhebe göre kadının değmesi abdesti bozar.


* Secdede ayakları dikmek sünnettir.


4. (1804)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden biri rükû edince üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm (Büyük Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehdir" desin. Bu, en az miktardır. Secde yapınca da üç kere "Sübhâne Rabbiye´l a´lâ (Ulu Rabbim (her çeşit kusurdan) münezzehdir" desin. Bu da en az miktardır." [Ebû Dâvud, Salât 154, (886); Tirmizî, Salât 194, (261).][96]


AÇIKLAMA:
Önceki hadisin açıklamasında belirttiğimiz üzere, rükû ve sücûdda okunacak duaların mâhiyeti rivâyetlerde farklı şekillerde gelmiştir. Sadedinde olduğumuz İbnu Mes´ud rivâyeti onlardan biridir. İbrahim Nehâî, Hasan Basrî, Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf, Muhammed ve bir rivâyette Ahmed İbnu Hanbel bu rivâyeti esas alarak üçer sefer bu duaları okumayı sünnet addetmişlerdir.


Rivâyet üçten aşağı tutulmamasını tavsiye eder. Demek ki, üçten az olursa sünnete riâyet edilmemiş olacaktır. Fazla okumaya mâni yok. Ancak nihâî hududu hususunda bazı yorumlar vardır: Mâverdî: "Kemâli on bir veya dokuzdur, vasatı beştir, ancak bir kere ile iktifa etse yine de tesbih husule gelmiş olur" der. Tirmizî´nin İbnu´l-Mübârek ve İshâk İbnu Râhuye´den naklettiğine göre, imamın beş kere tesbih okuması müstehabdır. Şevkâni´nin kaydına, göre, tesbihlerin dokuzdan fazla kılınması halinde sehiv secdesi gerekeceği, üçten fazla okunduğu takdirde sayının çift değil, tek tutulması ile ilgili sarih bir delil yoktur.


Rükû ve secdelerde yapılacak zikrin hükmü ihtilaflıdır. Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şâfiî´ye göre sünnettir, terkinde bir şey gerekmez, ancak kasden terkedilmesi mekruhtur. Ahmed İbnu Hanbel ve diğer bazı âlimlere göre vâcibtir, kasden terki namazı bozar, sehven terkinde secde-i sehiv gerekir. Zahirîlerden İbnu Hazm ise "farzdır" demiştir.


5. (1805)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), rükû yaptığı zaman: "Allahümme leke reka´tu ve bike âmentü ve leke eslemtü ve aleyke tevekkeltü ente Rabbiye, haşaa sem´î ve basarî ve lahmî ve demî ve izâmî lillahi Rabbi´l-âlemin. (Ey Allahım sana rükû yapıyorum, sana inandım, sana teslim oldum, sana tevekkül ettim. Sen Rabbimsin, kulağım, gözüm, etim, kanım ve kemiklerim Âlemlerin Rabbi olan Allah önünde haşyette, tezellüldedir." [Nesâî, İftitâh 104, (2, 192). Bu rivâyet Müslim´de gelen uzun bir rivayetin bir parçasıdır (Salâtu´l-Müsâfirîn) 201, (771).]


6. (1806)- İbnu Ebî Evfâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sırtını rükûdan kaldırdığı zaman: "Semiallâhu limen hamideh, Allahümme Rabbenâ leke´lhamdü mil´essemâvâti ve mil´el-arzi ve mil´e mâ şi´te min şey´in ba´du. (Allah, kendisine hamd edeni işitir. Ey Allahım, ey Rabbimiz, semâlar dolusu, arz dolusu ve bunlardan başka istediğin her şey dolusu hamdler sana olsun" [Müslim, Salat 204, (476); Ebû Dâvud, Salât 144, (846).]


7. (1807)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) iki secde arasında: "Allahümme´ğfir lî ve´rhamnî, ve´cbürnî, ve´hdinî ve´rzuknî. (Allahım bana mağfiret et, merhamet et, beni zengin kıl, bana hidâyet ver, bana rızık ver) derdi". [Ebû Dâvud, Salât 145, (850); Tirmizî, Salât 211, (284); İbnu Mâce, Salât 23, (898).]


AÇIKLAMA:
1- Son üç rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın rükûdan doğrulurken olsun, iki secde arasındaki doğrulmada olsun muhtelif tesbihler okuduğunu göstermektedir.


2- Okunan duada geçen kelimeler ma´lum ise de şârihler şu açıklamayı sunarlar: "İstenen mağfiret insanlara karşı işlenen günahların affı ve ibâdetlerde yapılan kusurların bağışlanması içindir. İstenen rahmet, amelin karşılığı olan rahmet değil, Allah´ın lütfuna, keremine lâyık olan rahmettir veya "ibadetimi kabul etmek suretiyle rahmet kıl" demektir. Zenginlik talebinden maksad gönül zenginliği, dünya ve madde karşısında istiğna ve tokgözlülük talebidir. Rızk talebinden maksad temiz ve helâl rızık, ihtiyaçları karşılayacak rızıktır veya mânevî derecelerde veya uhrevî yüksek derecelerin kazanılmasında yardımdır.


3-Hadis, ayrıca, oturma sırasında iki secde arasında bu kelimelerle dua etmenin meşrû olduğuna delâlet eder.
 8. (1808)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) secde ettiği vakit şöyle dua okurdu: "Allahım sana secde ettim, sana inandım, sana teslim oldum. Yüzüm de, kendisini yaratıp şekillendiren, ona kulak, göz takan yaratanına secde etmiştir. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir" (Hacc 14).


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın teşehhüdle selam arasında okuduğu en son duası: "Allahümmağfir lî mâ kaddemtü ve mâ ahhartü ve mâ esrertü ve mâ a´lentü ve mâ esreftü ve mâ ente a´lemu bihî minnî ente´lmukaddim ve ente´lmuahhir. Lâ ilâhe illâ ente. (Allahım, geçmiş ömrümde yaptıklarımı, gelecekte yapacaklarımı, gizli işlediklerimi, alenî yaptıklarımı, israflarımı, benim bilmediğim fakat senin bildiğin kusurlarımı affet. İlerleten sen, gerileten de sensin, senden başka ilah yoktur)". [Müslim, Salâtul-Müsâfirîn 201, (771), Tirmizî, Daavât 32, (3417, 3418, 3419); Ebû Dâvud, Salât 121, (760); Nesâî, İftitâh 17, (2, 130).]


9. (1809)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-As (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) gelerek:
"Bana namazda okuyacağım bir dua öğret" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona şu duayı okumasını söyledi:
"Allahümme innî zalemtü nefsî zulmen kesîran ve lâ yağfiru´zzünûbe illâ ente fa´ğfir lî mağfireten min indike verhamnî inneke ente´lğafûru´rrahîm. (Allahım ben nefsime çok zulmettim. Günahları ancak sen affedersin. Öyle ise beni, şanına layık bir mağfiretle bağışla, bana merhamet et. Sen affedici ve merhamet edicisin". [Buhârî, Sıfâtu´s-Salât 149, Daavât 17, Tevhîd 9; Müslim, Zikr 48, (2705); Tirmizî, Daavât 98, (3521); Nesâî, Sehiv 58, (3, 53).]


AÇIKLAMA:
1- Kaydettiğimiz bu son rivâyetler namazda, selamdan önce okunması sünnet olan duaları göstermektedir. Bu dualarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) nefsine zulmettiğini ifâde edip af ve mağfiret dilemekte, gizli-açık, evvel-âhir işledikleri günahlardan söz etmekte, Allah´ tan rahmet taleb etmektedir. Bazı âlimler, sûre-i Fetih´in baş kısmında ifâde edildiği üzere, geçmişgelecek bütün günahlar Cenâb-ı Hakk´ın affına mazhar olduğu halde Resûlullah´ın böyle dua etmesini müşkilâtlı bulmuşlar. Ancak bu itiraza birkaç açıdan cevap verilmiştir:
1) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ümmetine duayı öğretmek maksadıyla böyle hareket etmiştir.
2) Bu duadan murad, ümmeti için talepte bulunmaktır, böylece mâna şöyle olur "Yâ Rabbi ümmetim için senden mağfiret diliyorum..."
3) Tevâzu yolundan gidip, kulluk izhar etmek, Allah´tan korkuyu benimseyip, tâzimini ifâde etmek, O´na olan fakrını göstermek, rızasını arzu ederek emrine itaat etmek istemiştir. Duasına icabet edilmiş olmasına rağmen talebi tekrar etmekten vazgeçmiyor, çünkü bu davranış sevap hâsıl etmekte, mânevî ve uhrevî dereceleri yükseltmektedir.


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın dua hususunda verdiği bu şahsî örnek, ümmeti böyle davranmaya, duada ısrara teşvik eder. Zîra Efendimiz, mazhar olduğu kesin mağfirete rağmen tazarru, dua ve niyazı terketmezse, bu hususta kesin bir garantisi olmayan insan daha çok dua ve tazarru etmek zorundadır.


2- Hz. Ebû Bekir´e öğrettiği duadan hareketle şu da söylenmiştir: "Bir insan sıddîkiyet gibi ne kadar yüce bir mertebede de olsa kusurdan mücerred olamaz".


3- "Şanına layık bir mağfiretle bağışla" diye tercüme ettiğimiz ifade; indindeki mağfiretle diye, aslına kelime yönünden daha uygun bir tercümeye de kavuşturulabilir. Tîbî, buradaki mağfiret kelimesinin nekre oluşunu "künhü idrak edilmeyen büyük bir gufran (bağışlama) talebi" olarak açıklar. Allah´ın indinden olma vasfının da buradaki büyüklük arzusunun bir başka ifâdesi olduğunu belirtir ve: "Çünkü Allah´ın indinden olan şeyi vasfetmek mümkün olmaz" der. İbnu Dakîku´l-Îd iki ihtimalin üzerinde durur: "Biri, mezkûr tevhide bir işârettir, sanki şöyle denmiş olmaktadır: "Allahım, bunu ancak sen yaparsın, öyleyse onu benim için yap!" Diğerine gelince -ki bu ihtimal daha muvafıktır- bu, kulun güzel veya başka bir amel sebebiyle hiçbir sûrette liyakat kazanmaksızın sırf mahz-ı lütuf olacak bir mağfiretin talebine işarettir". Bâzı âlimler, bu ikinci te´vîli tercih ederek mânayı şöyle ifade etmişlerdir: "Allahım, ben amelimle lâyık olmasam da sen bana, (şanına yakışan) bir fazlınla mağfiret eyle".


4- Âlimlerden cevâmiu´lkelîm ihtiva eden matlub duaları sormak müstehabtır. Ancak duanın, namazın neresinde yapılacağı hadiste tasrih edilmemiştir. Cumhur, bazı karînelerden hareketle, yerinin son oturmada (ka´de-i âhire´de), selam vermezden önce olduğunu söylemiştir. Hemen kaydedelim ki sücûd ve teşehhüdde olacağını söyleyen de olmuştur.

10 Mart 2011 Perşembe

İSLAM TARİHİ ... BEDİR MUHAREBESİ

İSLAM TARİHİ
BEDİR MUHAREBESİ
Hicretin 2. senesi, 17 Ramazan, Cuma (Mîlâdî: 13 Mart 624).


   Kureyş'in Ticâret Kervanı
     Hicretin ikinci senesinde Kureyş müşrikleri bir ticâret kervânı hazırlamışlardı. Şam pazarına gönderilen kervâna Mekke'den kadın erkek hemen hemen herkes hisselerine göre ortak idiler. Bin deveden meydana gelen ve sermayesi 50.000 dinar olan bu büyük ticâret kervanının satılan malları karşılığında harbe hazırlık için silâh alınacaktı. Kervânın yola çıkarılmasındaki asıl maksat buydu. Kureyşliler ayrıca kervânla birlikte Ebû Süfyan başkanlığında 30-40 kişi kadar muhafız da göndermişlerdi. (462)
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu haber aldı. Ebû Süfyan başkanlığındaki bu büyük ticâret kervanının Mekke'ye dönmesine mâni olmaya karar verdi. Teşkilatlandırdığı 300 kişiyi aşkın (305-315) Sahabî ile yola çıkmaya hazırlandı.
     Sahabîler Bedir seferine katılmayı şiddetle arzu ediyorlardı. Hattâ bu hususta kur'a çekenler bile vardı. Ensardan Sa'd, babası Hayseme'ye, "Eğer bu seferin mükâfatı Cennetten başka birşey olmasaydı, senden geri kalırdım. Ben bu seferde bana şehidlik nasip olmasını umuyorum" diyerek sefere katılma arzusunu izhar etmişti. Babası ise ona, "Sen rahatsız olan hanımının yanında kal da ben gideyim" diye cevap vermişti.
     Ama Sa'd bunu kabul etmemiş ve aralarında kur'a çekilmesine karar vermişlerdi. Çekilen kur'a Sa'd'a çıkmış ve sefere o iştirak etmişti. Bedir'de şehid düşerek bu yüksek arzusuna da nail olmuştu. (463)
     Sefere çıkmak için yalnız erkeklerde değil, kadınlarda da büyük bir istek ve arzu vardı. Sefer hazırlıkları yapılırken Ümmü Varaka bint-i Abdullah Resûlullah'ın huzuruna gelerek şöyle dedi: "Yâ Resûlallah! Bana müsâade et de sizinle birlikte ben de çıkayım. Yaralarınızı tedâvi ederim." Resûl-i Ekrem Efendimiz bu fedakâr kadına, "Sen evinde otur Kur'ân oku! Muhakkak ki Allah, sana şehidlik nasib eder" buyurdu. Bu hâdiseden sonra Peygamber Efendimiz onu hep "şehîde" diye anardı.
     Nitekim, hafız olan Ümmü Varaka, Hz. Ömer devrinde biri erkek, diğeri kadın iki uşağı tarafından geceleyin üzerine kadife örtü basılarak şehid edildi. Katiller yakalanarak asılmak suretiyle cezalandırıldılar. Medine'de asılarak cezalandırılanların ilki bunlar oldu. (464)


   Medine'den Hareket
     Peygamber Efendimiz, yerine namaz kıldırmakla Abdullah ibni Ümmi Mektûm'u vazifelendirdi. Ensardan Ebû Lübâbe Hazretlerini ise, şehre nâib (vekil) tâyin etti. Ramazan ayından on iki geceyi geride bıraktıkları oldukça sıcak bir Cumartesi gününde, mücahidlerle Medine'den hareket etti. (464)
     Resûl-i Ekrem Efendimizin beyaz sancağını Mus'ab bin Umeyr (r.a.) taşıyordu. İki siyah bayraktan Ukab adındaki Hz. Ali'nin, diğeri ise Ensardan Sa'd bin Muaz Hazretlerinin elinde idi. (466)
     Kervân, Bedir mevkiinde karşılanacaktı. Çünkü burası Mekke, Medine ve Suriye'ye giden yolların birleştiği stratejik önemi olan bir noktaydı.
     Mücâhidler, yazın en sıcak günlerinin birinde Medine'den yola çıkmışlardı. Üstelik Ramazan ayı olduğu için oruçlu bulunuyorlardı. Kavurucu sıcaklar altında, alev saçan çöl üstünde, oruçlu halde yol almak oldukça güçtü. Bu sebeple Peygamberimiz orucunu açtı. Mücâhidlere de açmalarını emir buyurdu. (467)
     Henüz Medine'den fazla uzaklaşılmamıştı. Resûl-i Ekrem, küçük yaşta olanları ordudan ayırarak geri çevirdi. Bu küçük mücâhidler (sekiz genç), ordudan geri kalmaktan fazlasıyla üzüldüler. Bunun üzerine Peygamberimiz bir-ikisine tekrar orduya katılma izni verdi. Hz. Sa'd bin Ebî Vakkas der ki: "Resûlullahın küçüklerimizi geri çevirmesinden biraz önce, kardeşim Umeyr'in göze görünmemeye çalıştığını gördüm.
"'Kardeşim sana ne oldu?' diye sordum. 'Allah Resûlü'nün beni küçük görüp geri çevirmesinden korkuyorum. Halbuki, ben sefere çıkmak istiyor, Allah'ın bana şehîdlik nasip etmesini umuyorum,' diye cevap verdi.
"Kendisi Resûlullah'a arzedilince küçük görüp ona, 'Sen geri dön' dedi.
"Umeyr ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah da müsaade etti. Umeyr'in boyu kısa olduğu için kılıcını bağlayamamış, ben yardım ederek bağlamıştım." (468)
     Allah yolunda savaşıp şehidlik mertebesine ulaşmak isteyen Umeyr, harp esnasında ınüşriklerin oklarına hedef olup bu yüksek gayesine ulaştı.
     Müslümanlarla beraber iki at, yetmiş deve vardı. Develere nöbetleşe biniliyordu. Peygamber Efendimiz de bu hususta, diğer Müslümanlardan kendisini farklı görmek istemiyordu. Hz. Ali ve Mersed bin Ebû Mersed ile bir deveye nöbetleşe biniyorlardı. Yürüme sırası Efendimize geldiğinde, diğer iki Sahabî, "Yâ Resûlallah! Sen bin, biz senin yerine yürürüz" diyorlardı.
     Ancak Peygamber Efendimiz, bunu kabul etmiyor ve "Siz yürümekte benden daha kuvvetli olmadığınız gibi, sevap ve mükâfat hususunda da ben sizden daha müstağnî ve ihtiyaçsız değilim" (469) diye cevap veriyordu. Bu hareketiyle Resûl-i Kibriyâ, İslâmın getirdiği adâlet ve müsavat düsturunu, her şeyden önce bizzat şahsında tatbik etmiş oluyordu.
     İslâm ordusu, kavurucu sıcaklar altında yoluna devam ediyordu. Henüz Bedir mevkiine varmadan, Ebû Süfyan başından beri endişe duyduğu hususu haber aldı: "Müslümanlar kervânı ele geçirmek için yola çıkmışlar!"     Mekke'ye derhal bir haberci gönderirken, kendisi de hiç konaklamadan kervânın istikametini değiştirerek Kızıl Deniz sahilinden Bedir'e uğramadan Mekke'ye doğru yol aldı.


   Kureyş'in Harbe Hazırlanması
     Ebû Süfyan'dan önce Mekke'ye varan haberci Zamzam, acaib bir kılıkla devesinin üzerinde bağıra bağıra haberi duyurdu: "Ey Kureyş topluluğu! Ticâret kervanınıza, Ebû Süfyan'ın yanındaki mallarınıza Muhammed ve Ashabı saldırdılar! Ona ulaşabileceğinizi sanmıyorum. İmdât! İmdât!"
     Haliyle bu haber Kureyş'in infiâline sebep oldu. Zira kervânda hemen hemen her âilenin malı vardı. Kureyşliler derhal toplandılar. Sürat'le hazırlığa başladılar. Alelacele hazırlanan Müşrik ordusunun sayısı 950'yi buldu. Bunların 100'ü atlı 700'ü develi idi.
     Bu rakam, kervânı takibe çıkan Müslümanların sayıca üç katı demekti. Aynı zamanda Kureyş ordusu silâh bakımından da Müslümanlardan çok daha üstündü. Bu arada müşrik ordusuna katılmak istemeyenler de çıktı. Fakat, Ebû Cehil ve diğer ileri gelenlerin baskısı karşısında onlar da iştirâk etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen Ebû Leheb hasta olduğunu bahâne etti ve yerine bedelle birini göndererek Mekke'de kaldı.
     Hazırlanan müşrik ordusu, muganniyelerin söylediği şarkıların, kadınların çaldığı deflerin coşkun havası içinde Mekke'den Bedir'e doğru hareket etti.
     Yolda kervânını Bedir'den arızasız geçiren Ebû Süfyan'dan kendilerine şu haber geldi: "Siz kervânınızı, kervan üzerindeki adamlarınızı ve mallarınızı muhafaza etmek için yola çıkmıştınız. Allah onları kurtarıp selâmete erdirdi. Artık dönünüz!"
     Ancak, Ebû Cehil dönmek niyetinde değildi. Başkalarının da geri dönmesine rıza göstermeyerek şöyle konuştu: "Vallahi Bedir'e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız. Develer boğazlayıp, yemekler yeriz. Şaraplar içeriz! Câriyelere şarkılar söyleterek eğleniriz! Başımıza toplanacak Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra hep bizden korkar dururlar. Haydi ilerleyiniz!" (470)
     Müşrik ordusu Bedir'e doğru ilerlemeye başlarken, haberci de Ebû Süfyan'ın yanına dönüp durumu kendisine anlattı. Ebû Süfyan bu haberden memnun olmadı ve "Yazık oldu kavmime! Bu Amr bin Hişâm'ın, Ebû Cehil'in işidir! Dönmek istemedi. O, bunu halka baş olmak sevdasıyla yaptı. Azgınlık, eksiklik ve uğursuzluk getirir" dedi.
     Endişesini ise son cümlesiyle şöyle dile getirdi: "Eğer, Muhammed'in Ashâbı, onlara rastlarsa, işleri tamamdır!" (471)
     Ebû Cehil'in bütün şirretliği ve kışkırtıcılığına rağmen, ordudan ayrılanlar oldu. Ahnes bin Şerik müttefiki bulunan Zühreoğullarını ikna ederek beraberce Mekke'ye döndüler. Daha sonra bunları Hz. Ömer'in kabilesi Adiyy bin Ka'boğulları takib etti.
     Müşrik ordusuna Hâşimoğulları da katılmıştı. Kureyşten bazıları kendilerine, "Vallahi, ey Haşimoğulları! İyi biliyoruz ki sizler, her ne kadar bizimle sefere çıkmışsanız da, kalbiniz Muhammed'ledir" deyince, Ebû Tâlib'in oğlu Tâlib de bir kısım kimselerle birlikte geri döndü.
     Peygamber Efendimiz, mücâhidlerle Safra yakınındaki Zefiran mevkiine vardığında, Kureyşin büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılaşacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremediler. Zira, niyetleri harb etmek değildi. Bunun için bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik alınan isrihbarâta göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silâhça onlardan üstün idi.


   Mücâhirlerle İstişâre
     Resûl-i Ekrem, Ashâbını topladı. Kervanın takib edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı hususunda onlarla istişarede bulundu. Bir kısım mücahid, kervanın takib edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Peygamber Efendimiz, bundan hoşlanmadı. O sırada, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha muvafık olacağı hususunda konuşunca, Peygamber Efendimiz (sav.) bundan memnun oldu. Daha sonra Ensardan Mikdat bin Esved Hazretleri şöyle dedi: "Yâ Resûlallah! Rabbim sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz İsrailoğullarının Hz. Musâ'ya dediği gibi, 'Git Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız' tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz." (472) Feragat ve cesaret timsali bu Sahabînin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem kendilerine hayır duâda bulundu.
     Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat Ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü, onlar Medine dahilinde Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı.
     Resûl-i Ekrem onların bu konudaki görüşlerini sordu. Ensar namına Sa'd bin Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu: "Yâ Resûlallah! Biz sana îmân ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itâat etmek üzere sana kesin sözler de verdik. Yâ Resûlallah! Nasıl bilirsen, öyle yap. Biz seninle beraberiz. Seni Hak dinle gönderen Allah'a yemin olsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah'ın bereketi ile yürüt bizi." (473)
     Karar artık kesinlik kazanmıştı. Bir avuç mücâhid herşeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman Sahabîlerin gözünü korkutmadı. Kur'ân'ın ifadesiyle "Ölümün ağzına girmeyi" (474) seve seve göze alıyorlardı. Onlar, Allah'ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin idrâkinde olarak, din sahibinin yardımını esirgemeyeceğine gönülden inanıyorlardı.
     Mücâhidlerin sayısı az, îmân ve cesaretleri ise sıradağlar gibiydi. İstinad noktaları, reisleri, Kâinatın Sahibi, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed idi (sav.) idi. Böyle bir ordu elbette her şeyi göze alarak müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!
     Sa'd bin Muaz'ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir sadâ ile mücâhidlere şu müjdeyi verdi: "Yürüyün ve Allah'ın lütfu ile şâd olun. İşte Kureyşin tek tek düşüp uzayacağı yerleri şimdiden görür gibiyim." (475)
     Bu konuşma mücâhidler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat arttırdı. Bedir'e doğru şevkle yol almaya başladılar.
     İslâm ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Şu küçük tepe yakınındaki kuyu başında bir takım bilgiler elde edeceğimizi umarım" buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr bin Avvam, Sa'd bin Ebî Vakkas gibi bazı Sahabeleri oraya gönderdi.
     O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücâhidler onlardan bazılarını ele geçirdiler.
     Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, "Bana, Kureyş hakkında mâlumat veriniz" dedi. Onlar, "Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar" dediler. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "O topluluk ne kadar vardır?" diye sordu. "Pek çok" diye cevap verdiler. Efendimiz tekrar, "Onların sayıları ne olabilir?" dedi. "Bilmiyoruz" cevabını verdiler.
     Bu sefer Peygamber Efendimiz, "Onlar her gün kaç deve kesiyorlar" diye sordu. "Bir gün 9, bir gün 10" dediler. Bunun üzerine Resûlullah, "Onlar, 950 ile 1000 kişi arasındadır" buyurdu. Sonra, "İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?" diye sordu. Müşrik sucuları Kureyş ileri gelenlerinden bir çoğunun ismini sıralayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashâbına dönerek şöyle buyurdu: "İşte Mekke, ciğerpârelerini size fedâ etti!"
Sonra yine adamlara, "Gelirken, Kureyşten geri dönenler oldu mu?" diye sordu. "Evet" dediler, "Beni Zühreler, Ahnes bir Şerik'le geri döndüler. O zaman Peygamber Efendimiz, "O, doğru yolda değilken, Âhireti, Allah ve Kitabı bilmezken Zühreoğullarına doğru yolu göstermiştir" buyurdu. (476)
     Bedir'e vardığı gece Peygamber Efendimiz, "İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filânın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır! Şurasıdır" buyurdu ve elini o yerlere koyarak müşrik Kureyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gösterdi. Hz. Ömer der ki: "Onlardan hiç birisi de, Nebiyy-i Ekremin elini koyduğu yerlerin ne ilerisinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler." (477)


   İslâm Ordusunun Bedir'e Önce Gelişi
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücâhidlerle, müşriklerden önce Bedir'e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını Ashabıyla görüştü. O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubab bin Münzir ayağa kalktı ve, "Yâ Resûlallah! Biz, harbci kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbâı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm," diye konuştu.
Sonra da, "Yâ Resûlallah! Burası, sana Allah'ın emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsi bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?" diye sordu. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi" buyurdu.
     Bunun üzerine Hubab şöyle dedi: "Yâ Resûlallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu su ile dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler. Zor duruma düşerler."
     Peygamber Efendimiz (sav.) "Ey Hubâb, doğru olan görüş senin işâret ettiğindir" buyurarak hemen ayağa kalktı, bunu gören mücâhidler de derhal ayağa kalktılar. Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun altına kadar gittiler.
     Sonra Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyu ile dolduruldu ve içine de bir kab konuldu. (478)
     Bu arada, Sa'd bin Muaz Hazretlerinin teklifi ile Resûl-i Ekrem Efendimiz için hurma dallarından bir gölgelik, yâni çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir'le birlikte girdi.
Sa'd bin Muaz Hazretleri de kılıcını takınıp Ashab-ı Kiramdan bir kaç zâtla birlikte gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı. (479)


   Ordunun Harp Nizamına Sokulması
     Peygamber Efendimiz, Bedir'e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Sonra da her mevzideki grup için bir kumandan tâyin etti. Müslüman kuvvetler; Muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısıma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus'ab bin Umeyr, Evslilerinkini Sa'd bin Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubab bin Münzir Hazretleri tutuyordu. (480)
     Peygamber Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu talimatı verdi: "Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebât ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunda, düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır." (481)
     Mücâhidlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaâ harbinde bulunacak Müslümanlar için bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu. Çünkü, taarruz taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla hücum esnasında çok çok bir kaç taş taşıyıp atabilirlerdi...
     Harpten bir önceki geceydi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikte idi. Bütün gecesini Kadir-i Zülcelâle ibadetle geçirmişti.
     Arkasından Rabb-i Rahîmine ellerine açarak kâinatı ağlatacak kadar hazin, arz ve semaya göz yaşı döktürecek kadar tesirli şu duâsını yaptı:
"Allah'ım! Bana yaptığın va'dini yerine getir!
"Allah'ım! Bu bir avuç Müslüman mücâhid helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz." (482)
     Resûl-i Kibriya Efendimiz vakit namazlarında da aynı duâyı tekrarlıyordu. Bu duâyı duyan mücâhidler ise heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.


   İki Ordu Karşı Karşıya
     Resûl-i Ekrem, ordusuna ait hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.
     Manzara oldukça düşündürücü ve ibretliydi. Birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu arkaba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.
     Peygamber Efendimiz de, gölgelikten çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki, düşman sayıca ve silâhça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsavî bir mücadele verilemeyeceği kanâatı uyandırıyordu. Ama mücâhidler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
     Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat, müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Âmir bin Hadremî harp usulûne muhalefet ederek mücâhidlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca' Hazretlerine isabet etti ve orada İslâm ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, "Mihca', şehidlerin efendisidir" buyurarak İslâmın bu ilk şehidini tebcil etti.
     Mihca' Hazretlerinin şehadeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan Rabiaoğulları Utbe ile Şeybe ve Utbe'nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.
     Benî Neccar'dan Afra isminde bahtiyar İslâm kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir'de bulunuyordu. Onlardan ikisi Muâz ve Avf ile Resûlullahın şâiri Abdullah bin Ravâha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, Ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu...
     Müşrikler, "Siz kimlersiniz?" diye sordular. Onlar, "Ensardan filân ve filânız" diye cevap verdiler.
Müşrikler; "Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğulları ile çarpışacağız" dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, "Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!" diye konuştular. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine duâ etti. Sonra da, "Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali" diye emretti. (483)
     Resûl-i Kibriyâ Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman Sahabî derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için Utbe onları tanıyamadı.
     "Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığımızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım," diye seslendi.
Üç kahraman Sahabî de isim ve şöhretlerini söyleyince müşrikler, "Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz, buyurun" deyip kılıçlarını sıyırdılar. Ubeyde bin Hâris, Utbe bin Rebiâ ile, Hz. Hamza dengi Şeybe bin Rabiâ ile ve Hz. Ali ise Velid bin Utbe ile çarpışacaktı. (484)
     Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübârezeleri o vaktin hükmüne göre seyre değer hâdiselerinden sayılırdı. Buna binâen; iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular...
     Teke tek vuruşma şimşek sür'atiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Sonra da Hz. Ubeyde'nin yardımına koştular. Utbe'nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzuruna getirdiler.Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, "Yâ Resûlallah, ben şehid miyim?" diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Evet, şehidsin" buyurdu ve yerinin Cennetü'l-Firdevs olduğunu söyledi.
     Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup din-i İslâm uğrunda çektiği ezâ ve cefalardan dolayı asla üzülmediğine dâir güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan Bedir'den dönülürken yolda vefat etti. Oraya defnedildi. (485)
     Adamlarının birbir yere serildiğini gören müşrikleri büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye ve toparlamaya çalışıyordu. Allah yolunda çarpışmayı en büyük şeref telâkki eden Müslüman mücâhidler ise, âdeta heyecanlarından yerlerinde duramâz hale gelmişlerdi. Bir an evvel muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz âdeta mücessem îmân halini almış bu bir avuç mücâhidin haline bakarak, Cenâb-ı Hakka şöyle içli niyâzda bulundu:
"Allah'ım! Onlar yaya ve yalın ayaklılar, Sen onlara binecek ver!
"Allah'ım! Onlar açtırlar, Sen onları doyur!
"Allah'ım! Onlar fakirdirler, Sen onları fazl ve kereminle zengin eyle!" (486)
Sonra da dilinden düşürmediği duâsını tekrarladı:
"Allah'ım! Bana yaptığın va'dini yerine getir!
"Allah'ım! Bu bir avuç mücâhidi helâk edersen, artık sana yeryüzünde ibâdet edecek kimse kalmaz!"


   Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
     Manzara oldukça ibretli idi. Mus'ab bin Umeyr, Müslümanlar safında Muhacirlerin sancaktarı iken, kardeşi Ebû Aziz İbn-i Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarı idi. Daha garibi de vardı. Hz. Ebû Bekir oğlu Abdullah ile Müslümanlar safında bulunurken, diğer oğlu Abdurrahman ise Kureyş müşrikleri arasında idi. Cesâreti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı. Hz. Resûlullahtan oğluyla çarpışmak için müsaade istedi. Fakat, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Ey Ebû Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin" buyurarak izin vermedi ve yanından ayırmadı.
     Hz. Resûlullahtan oğluyla kılıç kılıca döğüşmek için izin alamayan Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.) hiddetli hiddetli oğluna, "Ey Abdurrahman! Bana olan münasebetin nerede kaldı" diye seslendi. Abdurrahman ise, "Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka birşey kalmadı." (487) diye cevap verdi.


   Harp Başladı
     Tarih; 17 Ramazan, Cuma günü, sabah saatleri. Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırıya geçmişti. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, mücâhidleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehid düşenlerin makamlarının Cennet olacağını müjdeliyordu. "Zafer bizimdir," diyerek de her zaman mücâhidlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücâhidlerin de cesaretini arttırıyordu.
     Hz. Ali der ki: "Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullaha sığınmıştık. O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi. Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!" (488)
     Hazreç kabilesinden Hâris bin Sürakâ adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temaşa ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücâhidlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehid oldu. İşte Ensardan ilk şehid düşen bu zâttır.
     Harp safında bulunan mücâhidleri aşıp giden bir okun, geride Hâris'e isabet edip onu şehid etmesi hepsi için bir ibret dersi oldu. Harb bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise durmadan mücâhidleri harpte sebat etmeye çağırıyor ve şöyle diyordu: "Muhammed'in varlığı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki; Allah'ın rızasını umarak sabr ve sebât göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri Allah, muhakkak Cennetine koyacaktır!"
     Ensardan Umeyr bin Humâm Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullahın bu müjdesini işitti ve "Ne iyi! Ne iyi! Cennete girmek için şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş" diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı. Hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletlerine ve âhiret hayatının ehemmiyetine dâir, beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, bir çok müşriki öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.


   Bir Mu'cize
     Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve şöyle duâ etti:
"Yüzleri kara olsun! Allah'ım! Kalblerine korku sal! Ayaklarına titreme ver." (489)
"Yüzleri kara olsun" sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşrikin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.
     Kur'ân-ı Azimüşşan bu mu'cizeyi şu âyetiyle ilân eder: "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zamanda sen atmadın, ancak Allah attı..." (490)
     Evet, Resûl-i Kibriyânın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürmüştü.
     Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücâhidler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini arttırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da Kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu: "Allah'ım! Bana va'dettiğin yardımı lütfet." Bu münacaâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki, ridâsı mübârek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübârek omuzlarına koydu ve "Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz O, sana olan va'dini yerine getirecektir" (491) dedi.
     Bir müddet sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz şöyle buyurdu: "Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah'ın yardımı geldi. İşte şu Cebrâil'dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silâhlanmış, emir bekliyor!"
     Kur'ân-ı Azimüşşan bu vak'ayı da şöyle hatırlatır: "Muhakkak ki, siz Bedir'de zayıf durumda iken Allah size yardım etmişti de muzaffer olmuştunuz. Öyleyse Allah'tan korkun ki, Onun yardımına şükretmiş olasınız." O zaman sen mü'minlere, 'Rabbinizin gökten indirdiği üç bin melekle yardıma gelmesi size yetmez mi?' diyordun." (492)
     Rivâyet edilmiştir ki; o esnâda, benzeri görülmedik gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr çıktı. O da geçip gitti. Daha sonra üçüncü bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.
     Bu, Cebrâil (a.s.) emrindeki 3000 meleğin gelip Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi. Melekler; başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız Cebrâil'in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.
Parolaları "Yâ Mansur! Emit" olan mücahidler düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.
     Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.) son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hâmza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman Sahabî müşrik ileri gelenlerinden bir çok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.


   Ebû Cehil'in Öldürülmesi
     Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil'i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahidlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hattâ, Ebû Cehil zannıyla Hz. Hamza müşriklerin reislerinden Mahzumoğullarından Halid bin Velid'in biraderi olan Ebû Kays İbn-i Velid'i ve Hz. Ali yine Beni Mahzumdan Abdullah İbn-i Münzir'i öldürmüşlerdi.
     Ebû Cehil, yetmiş yaşında pek gözlü, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslâm düşmanı idi. "Anam beni bugün için doğurmuş" diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu.
     Mahzumoğulları, müşriklerden bir çok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil'in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
     Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Hz. Abdurrahman bin Avf, harp safında sağına soluna bakınca Ensâr gençlerinden iki delikanlıyı gördü.
     Onlardan biri kendisine yaklaşarak, "Ey Amca! Sen Ebû Cehil'i tanır mısın?" diye sordu.
Abdurrahman bin Avf, "Evet tanırım. Ne yapacaksın onu?" deyince genç şöyle dedi:"Allah'a söz verdim. Ebû Cehil'i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim, yahut bu uğurda şehid olacağım!"
Abdurrahman bin Avf Hazretleri gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.
     Abdurrahman bin Avf, önceleri kendi kendine "Harp safında iki çocuk arasında kaldım" derken, onların bu cesurca sözlerine hayret etti.
     Bu iki genç, Afra Hatunun harbe iştirâk etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.
O sırada Abdurrahman bin Avf'ın (r.a.) gözü müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzumoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil'e ilişti. Soran gençlere, "İşte aradığınız Ebû Cehil" dedi.
     İki kahraman fedâi derhal kılıçlarını sıyırıp Ebû Cehil'in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler. Bu iki genç gibi bir çok mücahid de Ebû Cehil'i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil'e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, Ensardan Muaz bin Amr bin Cemuh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil'in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil'in oğlu İkrime de kılıcı ile onun elini, kolunu yaraladı.
     Bu kahraman Sahabî der ki: "Elim derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesilen elimi arkama atıp hep çarpışıp durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım." (493)
     Muaz bin Amr bin Cemuh'un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de Ebû Cehil'in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek, kılıç darbeleriyle yere serdiler. Öldü zannıyla bırakıp gittiler.
"Ebû Cehil Bu Ümmetin Firavun'udur"
     O esnâda Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, "Acaba Ebû Cehil, ne yaptı? Ne oldu? Kim gidip bir bakar" buyurarak ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
     Mücahidler aradılar. Fakat bulamadılar. Peygamber Efendimiz, "Arayınız! Benim onun hakkında sözüm var. Eğer siz onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız" buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti: "Bir gün onunla Abdullah bin Cud'â'nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkılınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, dizinden kaybolmadı!" (494)
     Bunun üzerine Abdullah ibni Mes'ud Hazretleri Ebû Cehil'i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, "Ebû Cehil sen misin?" dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve "Ey Allah'ın düşmanı, nihâyet Allah seni, hor ve hakir etti, gördün mü?" dedi.
     Can çekiştiği halde Ebû Cehil şöyle dedi: "Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bir büyük kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bugün bana zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver."
     İbni Mes'ud Hazretleri, "Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır" diyerek son nefesinde onu ye'se düşürdü. Böyle her cihetten me'yus olan Ebû Cehil bir kere daha küfrünü kustu: "Muhammed'e söyle ki, şimdiye kadar onun düşmanı idim. Şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!"
     Bunun üzerine İbni Mes'ud Hazretleri, hemen başını kesti. Böylece Ebû Cehil, son nefeste bile îmâna gelmedi, küfür ve dalalette ısrar edip Cehennemi boyladı. İbni Mes'ud (r.a.), kesik başı alıp huzur-u Nebevîye getirdi. "İşte Allah'ın düşmanı Ebû Cehil'in başı" dedi.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah'a hamdolsun!" dedikten sonra, "Bu ümmetin firavunu işte budur" buyurdu. (496)
     Ebû Cehil'in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye bin Halef de Mekke'de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fenâ halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisin geri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular. Ele geçirilenler ise esir alındılar.


     Netice
     Bir kaç saat bütün şiddetiyle devam eden kıyasıya mücadele neticesinde Peygamber Efendimizin kumandanlığını yaptığı İslâm ordusu, parlak bir muzafferiyet elde etmişti. Mücahidler 14 şehid vermişlerdi. Müşriklerden öldürdüklerinin sayısı ise 70 kadardı. Bir o kadarını da esir almışlardı. Öldürülenlerden 24 kişi müşriklerin ileri gelenlerindendi. Mücahidler, Peygamberimizin emri gereği, müşrik ileri gelenlerinin cesetlerini toptan bir çukura gömdüler.
     Resûl-i Ekrem, şehid olan mücahidlerin cenaze namazını da Bedir'de kıldı. Bu parlak zaferle şüphe ve tereddüt bulutları parçalandı. Müslümanların cesaretlerine bir kat daha cesaret katılmış oldu. Peygamber Efendimiz derhal iki haberci çıkararak bu şanlı zaferin bir an evvel Medine'ye duyurulmasını istedi. Habercilerden biri şehrin üst tarafında diğeri ise alt tarafında bu muhteşem müjdeyi Müslümanlara ulaştırdı.
     Büyük bir hezimete uğrayan Kureyş ordusu, geride bir çok mal ve 70 esir bırakmıştı. Ganimet malları; 150 deve, 10 at, külliyetli miktarda kırmızı kadife, harp âlet ve edevâtı, sahtiyan, ev ve giyim eşyasından ibaretti.
Esirler arasında, Resûl-i Ekrem Efendimizin amcası Abbas, amcası oğullarından Ukayl bin Ebî Talib ve Nevfel bin Abdülmuttalib ile kerimeleri Hz. Zeyneb'in kocası Ebü'l-Âs ibni Rebi' de vardı. Yine Musab bin Umeyr'in kardeşi ve müşrik ordusunun baş bayraktarı olan Ebû Aziz ibni Umeyr de esirler arasında idi.
Esirlerin kaçmaması için ellerinin bağlanmasına Hz. Ömer me'mur edildi.
     Abbas, hepsinin büyüğü olduğu için pek sıkı bağlanmıştı. Bu sebeple de gece inlemeye başladı. Bu iniltiyi duyan Efendimizin gözüne bir türlü uyku girmiyordu.
"Yâ Resûlallah! Ne diye uyumuyorsunuz? diye sorduklarında,
"Abbas'ın inlemesi yüzünden" diye cevap verdi.
     Resûl-i Kibriyâ Efendimizin rahatsız ve müteesir olmasını istemeyen Ashab-ı Güzinden bazıları gidip Abbas'ın bağını çözdüler.
     İniltinin kesildiğini gören Efendimiz, "Abbas'ın iniltisini ne diye işitmiyorum?" diye sordu. Sahabîler, "Onun bağını çözdük" dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, "Bütün esirlerin bağını çözünüz" buyurduktan sonra uyudu.

Notlar:
462. Sîre, 2/257; Tabakât, 2/11
463. Tabakât, 3/482
464. Tabakât, 8/457; Müsned, 6/405
465. Tabakât, 2/12; Sîre, 2/263
466. Sîre, 2/264
*Bedir, Medine'den yüz yirmi fersah, (takriben 145 km) uzaklıkta Medine'nin Güney-Batı yönüne düşen bir ovanın adıdır. Etrafı yüksek dağlarla çevrilidir. Câhiliye Devrinde burası bir panayır yeri olarak kullanılıyordu. Akar suyu ve muz, üzüm gibi meyveleri bol olan bir yerdi
467. Tabakât, 3/149-150
468. Tabakât, 2/21
469. A.g.e., 2/21
470. Sîre, 2/270
471. Megâzi, s.30
472. Sîre, 2/266
473. A.g.e., 2/267; Tabakât, 2/14
474. Enfâl Sûresi, 5-6
475. Sîre, 2/267
476. A.g.e., 2/268; Megâzi, s.37-38
477. Müslim, 5/170
478. Sîre, 2/272; Tabakât, 3/567-568
479. Tabakât, 2/15
480. A.g.e., 2/14
481. A.g.e., 2/15; Sîre, 2/272, İsâbe, 2/235
482. Taberî, 2/269
483. Sîre, 2/277; Tabakât, 2/17
484. Tabakât, 2/17
485. İstiâb, 3/1021
486. Tabakât, 2/20
487. Sîre, 2/291
488. Tabakât, 2/23
489. Sîre, 2/280
490. Enfâl Sûresi, 17
491. Tabakât, 3/601-602; Müslim, 5/156-157
492. Âl-i İmrân Sûresi, 123-124
493. Sîre, 2/287-288; Taberî, 2/284
494. Sîre, 2/288; Taberî, 2/284

9 Mart 2011 Çarşamba

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MUSİBET

 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
M U S Î B E T

     Başa gelen felâket, belâ, afet, sıkıntı, ceza gibi olaylar için kullanılan bir terim.
     Bir musibete uğrayan kimse, ya Allah (c.c.) tarafından imtihan edilmekte veya işlediği bir kötülüğe karşı cezalandırılmaktadır. Musîbet kelimesi Kur'an-ı Kerim'de bu iki anlamda da kullanılmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de Allah Teâlâ sevdiği mü'min kullarına değişik şekiller altında musîbetler göndererek onları imtihan ettiğini ve bu musibetlere karşı gösterdikleri sabır ve tevekkül neticesinde de büyük mükâfatlarla mükâfatlandırılacaklarını bildirmektedir. İnananlar zümresi içerisinde peygamberlerin Allah Teâlâ'ya en yakın kitle oldukları halde, musîbetlerin en büyüklerine uğradıkları görülmektedir. Nuh (a.s), İbrahim (a.s), Musa (a.s) ve İsa (a.s)'ın kıssaları bunun örnekleriyle doludur. Ulu'l-azm peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s) de Mekke döneminde büyük musîbetlere maruz kalmıştır. O, kavmi tarafından yalanlanmış, işkence görmüş, ölümle tehdit edilmiş, hatta taşa tutulmuştur. Taif'e gidip halkı Allah'ın dinine davet ettiği zaman, onlar bir peygambere uymayı reddettikleri gibi köle ve çocuklara onu taşlatmışlardı. İnsanlığa rahmet olarak gönderilmiş o büyük peygamber, Taiflilerin saldırısından kurtulduktan sonra, ellerini kaldırıp Rabbine şöyle seslenmişti:
     "Ya Rabbi; Gerçekte benim üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet senin bana karşı bir gadap ve öfkenden ileri gelmiyorsa, ben buna aldırış etmem ve gönülden tahammül ederim."
     Allah Teâlâ da ona; "Ey Muhammed! Sen de, "azim ve sebat" sahibi peygamberlerin sabrettiği gibi sabret" (el-Ahkaf, 45/35) şeklinde vahyetmiştir.
     Allah Teâlâ, hidayet ihsan edip rahmet nuruyla kuşattığı mü'min kullarım, bir takım dünyevî zorluklarla imtihan ederek bunu onlar için bir rahmet vesilesi kılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır: "And olsun ki sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet dokunduğu zaman "Mutlaka biz Allah içiniz ve mutlaka O'na döndürüleceğiz" derler" (el-Bakara, 2/155-156).
     Bu ayetler, her ne şekilde olursa olsun, karşılaşılan bir belâ ve musîbet karşısında inanan kimselerin göstermesi gereken tavrı ortaya koymaktadır.
     Musîbete karşı takınılan tavır, aynı zamanda iman ile nifakın arasını ayıran ve münafık tiplerin kalplerindeki nifakı açığa çıkaran bir imtihan aracıdır. Yani imanların musibetle sınanmasıdır.
     Münafıklar, müslümanlar savaşta bir başarısızlığa (musîbete) uğradığı zaman onlarla birlik olmadıkları için sevinirler ve bunu kendileri için bir nimet sayarlar. Allah Teâlâ gerçek anlamda nimetlendirilenlerin musibetlere uğrayıp bunlara sabreden kimselerden başkaları olmadığını ve farklı düşünenlerin ise kalplerinde hastalık bulunan tipler olduğunu bildirmektedir:
     "Şüphesiz ki içinizden (savaşa çıkmak için) pek ağır davrananlar vardır. Size bir musîbet geldiği zaman (onlar) 'Allah bana nimet ihsan etti de onlarla beraber olmadım' der" (en-Nisa, 4/72).
     Diğer bir musîbet de, insanların işledikleri kötü amelleri ve kalplerindeki nifak ve küfürlerinden dolayı muhatap oldukları musibettir. Kur'an-ı Kerîm'de bu anlamda kullanılan musîbet kelimesi ile, bu kötülüklere karşı bir cezalandırma kastedilmektedir: "Başınıza gelen bir musîbet kendi ellerinizle kazandığınız günahlar yüzündendir. O, işlenenlerin bir çoğunu da affeder" (eş-Şûra, 42/30).
     Münâfıkların hallerinden sözedilen başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Kendi yaptıklarından dolayı başlarına bir musîbet geldiğinde nice olur halleri..." (en-Nisa, 4/62).
     İşlenilen kötü amellere karşılık ahirette elim cehennem azabına uğrayanların durumları da musîbet olarak nitelendirilmektedir:
     "Eğer onlar (Yahudiler) işledikleri günahlar yüzünden başlarına bir musibet geldiği zaman; 'Rabbimiz bize Peygamber gönderseydin de biz de senin âyetlerine uyup mü'minlerden olsaydık ya' diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)" (el-Kasas, 28/47).
     İnsanların başına gelen bütün musîbetler Allah Teâlâ'nın izni ve takdiri dahilinde ortaya çıkmaktadır: "Yeryüzüne ve kendinize inen hiç bir musîbet yoktur ki biz onu yapmadan önce Levh-i mahfuz'da yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır" (el-Hadîd, 57/22);
"Allah'ın izni olmadan kulun başına hiç bir musibet gelmez..." (et-Teğâbun, 64/11).
     Bu anlamda, ölüm olayı da bir musibet olarak zikredilmektedir:
"... Veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse..." (el-Maide, 5/106).
     Bir de, toplum boyutunda kavimlerin helak edilişi musibeti vardır ki bu, azgın bir kavmin kendi elleriyle işledikleri günahları ve aşırı sapıklıkları yüzünden peygamberlerine karşı direnmeleri neticesinde ortaya çıkmaktadır. Allah Teâlâ, aynı zamanda bu musîbetleri diğer toplumlar için birer ibret vesilesi de kılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'de helâk edilişleri ve buna sebeb olan durumları tafsilatlı bir şekilde gözler önüne serilen, Nuh, Âd, Semûd, Lût kavimlerinin başlarına gelenler bu tür musibetlerdendir.

Ömer TELLİOĞLU
Şamil İslam Ansiklopedisi

5 Mart 2011 Cumartesi

İSLAM İLMİHALİ ... BEŞİNCİ BÖLÜM: TEMİZLİK - 4. GUSÜL

 
İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Beşinci Bölüm: Temizlik
IV. Gusül
     Sözlükte gusül (gasl ve gusl) "bir şeyi su ile yıkamayı", fıkıh ilminde ise "bütün vücudun temiz su ile yıkanması şeklinde yapılan hükmî temizlik işlemi"ni ifade eder. Fıkıhta abdeste küçük temizlik, abdest almayı gerektiren hallere küçük kirlilik (hades-i asgar), gusle büyük temizlik, guslü gerektiren hallere de büyük kirlilik (hades-i ekber) denilir. Guslün Türkçe'deki bir başka adı da boy abdestidir.
     Kur'an'da "Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin" (el-Mâide 5/6) buyurularak cünüplük halinden kurtulmak için guslün gerekliliği bildirilmiş, ayrıca hayzın (ay hali) kadınlar için mazeret hali olduğu belirtilerek gusledip temizleninceye kadar onlarla cinsel ilişki kurulması yasaklanmıştır (el-Bakara 2/22). Cünüplük hali ile kadınların hayız ve nifas kanlarının kesilmesi halinde guslün gerekli olduğu ve bunun nasıl yapılması gerektiği hususuna Hz. Peygamber'in söz ve uygulamaları da önemli açıklamalar getirmiştir.
     Abdest gibi gusül de esasen hükmî-dinî temizlenme ve arınma vasıtasıdır. Böyle olmakla birlikte bunların maddî temizlenmeyi de sağladığı, ayrıca birçok tıbbî yararlar içerdiği de inkâr edilemez. Guslün insan sağlığı açısından önemi ve yararı Doğulu ve Batılı ilim adamlarınca ayrı ayrı dile getirilmiş, boy abdesti temizliği müslüman milletlerin belirgin özelliği, İslâm medeniyetinin beden temizliğine ve sağlığına verdiği önemin âdeta simgesi olmuştur. Gusül ile, hayız, nifas ve cünüplük halinin vücutta bırakabileceği maddî bir kalıntı ve bulaşıklar iyice temizlenmiş olur. Ayrıca gusül, cünüplük halinin vücutta yol açacağı yorgunluk ve gevşekliği giderme, bedende yeni bir denge kurma, kan dolaşımını düzene koyma ve kişiyi hükmî kirlilikten kurtararak ibadet atmosferine hazırlama gibi beden ve ruh sağlığı açısından birçok yararı içinde barındırır. Buna ilâve olarak, bilinebilen veya bilinemeyen birçok hikmet ve fayda taşıdığı inancıyla Allah'ın bu emrini yerine getiren mümin Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmenin haz ve sevabına kavuşur.
 
     A) GUSLÜ GEREKTİREN DURUMLAR
     Esasen hükmî-dinî temizlenme ve arınma vasıtası olan guslün sebebi hükmî kirliliktir. Bu sebeple hükmî kirlilik hali sayılan cünüplük, hayız ve nifas halleri guslü gerektiren üç temel sebeptir. Ancak bu üç durumun dinî literatürde büyük kirlilik olarak anılması, bu durumdaki kimselerin dinen necis sayıldığı anlamına gelmez. Mümin necis olmaz. Hatta müşriklerin necis olduğu meâlindeki âyet de (et-Tevbe 9/28) onların hükmî kirliliklerine işaret olarak anlaşılmıştır. Bu sebepledir ki, cünüp olan, hayız ve nifas gören kimselerin hükmî kirliliği, onların namaz, tilâvet secdesi, Kâbe'yi tavaf, Kur'an'ı eline alma ve Kur'an okuma, mescide girme gibi belirli ibadetleri veya ibadetle yakından ilgili fiilleri yapmak için gerekli ruhî ve mânevî hazırlığa sahip olmadıkları anlamına gelir. Bundan dolayı cünüp kimsenin oruca devam etmesi veya namaz vaktine kadar yıkanmayı geciktirmesi günah sayılmayıp namazın kılınabileceği son vakit öncesinde gusletmesi farz görülmüştür. Diğer bir anlatımla gusül, hükmî kirliliği sona erdirip belirli ibadetleri yapmayı mümkün hale getiren bir hükmî temizlenme usulünden ibarettir.
 
     a) Cünüplük
     Fıkıh dilinde cünüplük (=cenâbet), cinsî münasebet veya şehvetle meninin gelmesi (inzal) sebepleriyle meydana gelen ve belirli ibadetlerin yapılmasına engel olan hükmî kirlilik halinin adıdır. Meni gelsin veya gelmesin cinsî münasebet sonunda kadın da erkek de cünüp olur. Cünüplüğe yol açan cinsî münasebetin ölçüsü ve başlangıç sınırı, erkeklik organının sünnet kısmının girmiş olmasıdır. Erkek veya kadından şehvetle (cinsî zevk vererek) meninin gelmesi cünüplüğün ikinci sebebidir. Meninin uyku halinde veya uyanıkken, iradî ya da gayri iradî gelmesi sonucu değiştirmez. Şâfiîler hariç fakihlerin çoğunluğu, cünüplük için meninin şehvetle gelmesini şart gördüklerinden, ağır kaldırma, düşme, hastalık gibi sebeplerle meninin gelmesini cünüplük sebebi saymazlar.
     Uyandığında ihtilâm olduğunu hatırlamamakla birlikte elbisesinde meni bulaşığı gören kimsenin gusletmesi gerekir. Buna karşılık ihtilâm olduğunu hatırladığı halde elbisesinde böyle bir iz görmeyen kimsenin ise gusletmesi gerekmez.
     Cünüp olan kimsenin farz veya nâfile herhangi bir namaz kılması, tilâvet secdesi yapması, Kâbe'yi tavaf etmesi, Mushaf'ı eline alması, camiye girmesi ve orada bulunması câiz görülmez. Bu kimseler dua ve zikir maksadıyla besmele çekip Fâtiha, İhlâs, Âyetü'l-kürsî gibi sûre ve âyetleri okuyabilirler. Cünüp kimsenin bu halini herhangi bir farz namazın ifası vaktine kadar geciktirmesi ve bu arada yeme içme de dahil beşerî ve sosyal faaliyetlerini sürdürmesi fıkhen câiz ise de bir an önce cünüplükten kurtulması, bunun için de ilk fırsatta boy abdesti alması, değilse cinsel organını, el ve ağzını yıkaması tavsiye edilmiştir.
 
     b) Hayız ve Nifas
     Hayız (ay başı) ve nifas (loğusalık) kanlarının kesilmesiyle veya bu iki hal için öngörülen âzami sürelerin dolmasıyla gusül gerekli olur. Bu süreyi aşan kanamalar özür hali (istihâze) sayıldığından bu tür kanamanın sona ermesi halinde gusül gerekmez.
     Hayız ve nifas halindeki kadının hükmü cünüp kimseninki gibidir. Ayrıca bu durumdaki kadınların cinsel ilişkide bulunması haramdır, oruç tutması da câiz değildir. Kadınlara mahsus haller ve bunların fıkhî hükmü aşağıda anlatılacaktır.
     Fakihlerin çoğunluğuna göre, müslümanın cenazesinin -şehid hükmüne tâbi olanlar hariç- yıkanması gerekir ve bu görev geride kalanlar için cenaze namazı gibi farz-ı kifâye cinsinden bir dinî sorumluluktur. Bu yıkama bir yönüyle o müslümanın cünüp olarak ölmesi ihtimaline karşı bir tedbir mahiyetinde ise de esasen İslâm'ın insana verdiği değerin, müslüman olarak yaşamış bir kimseye karşı gösterilen sevgi ve saygının bir ifadesidir.
     Yeni müslüman olmuş bir kimsenin sırf bu sebeple gusletmesi Mâlikî ve Hanbelî fakihlerine göre vâcip, Hanefî ve Şâfiîler'e göre ise mendup bir davranıştır. Cünüp ise gusletmesinin gerekliliğinde ittifak vardır. İslâm dinine giren kimsenin bu sebeple guslü, geride kalan mânevî kirlilikten ve günahlardan arınıp yeni bir hayata tertemiz başlangıç anlamını taşır.
     Yukarıda sayılanlara ilâve olarak cuma ve bayram namazları öncesinde, hac veya umre niyetiyle ihrama girerken ve Arafat'ta vakfe için gusletmek sünnet, cenaze yıkama, kan aldırma, Mekke ve Medine'ye girme, Berat ve Kadir gecelerini ihya etmeyi isteme, bir toplantıya katılma, yeni elbise giyme, bir günahtan tövbe etme gibi çeşitli sebep ve durumlarda gusletmek de müstehap görülmüştür.
 
     B) GUSLÜN FARZLARI
     Gusül, ilgili âyette de (el-Mâide 5/6) işaret edildiği gibi bütün vücudun kuru bir yer kalmayacak şekilde tamamen yıkanmasından ibarettir. Bunda bütün fakihlerin ittifakı vardır. Ancak Hanefî ve Hanbelî mezhebinde ağız ve burnun içi gusülde bedenin dış kısmından sayılmıştır. Böyle olunca guslün; ağza su almak (mazmaza), burna su çekmek (istinşak) ve bütün vücudu yıkamak şeklinde üç farzından söz edilir. Mâlikî ve Şâfiîler ile Şîa'dan Ca`ferîler'e göre ağız ve burnun içini yıkamak sünnettir. Gusülde niyet etmek, Hanefîler'e göre sünnet, diğer mezheplere göre farzdır. Mâlikîler'e göre vücudu ovalamak ve gusül işlemlerinin arasını açmamak da guslün farzlarındandır.
     Gusül mutlak su denilen nehir, pınar, kuyu, deniz, kaynak ve yağmur suları ile yapılır. Saç, sakal, bıyık ve kaşların yıkanıp diplerine suyun ulaşması, kadınların örgülü olmayan saçlarını yıkamaları ve saç diplerine suyun ulaşması gerekir. Örgülü saçın çözülmesi şart olmayıp sadece diplerine suyun ulaştırılması yeterli olur. Hanbelîler hayız ve nifas sebebiyle gusül için örgünün çözülüp saçın yıkanmasını gerekli görür. Gusül esnasında, bedendeki yara üzerinde sargı varsa bakılır; şayet yıkama yara için zararlı olmayacaksa sargı çözülüp yıkanır, değilse sargı üzerine meshedilir. İlmihal türü kitaplarda yer alan, boy abdesti alan kimsenin vücudunda iğnenin deliği kadar kuru yer kalmaması tavsiyesi gerçek mânada değil, vücudun su ile iyice yıkanması gerektiği şeklinde anlaşılmalıdır. Diş dolgusu ve kaplama, ayrıca deri üzerinde olup suyun deriyle temasını önleyen ve izâlesinde de güçlük bulunan boya ve benzeri maddeler, yukarıda da açıklandığı üzere gusle mani değildir. Bu sebeple vücudun maddî temizliğini imkân ölçüsünde ve sabun kullanarak yaptıktan sonra deri üzerinde kalıp suyun deriye ulaşmasına mani olan boya, hamur gibi maddeler guslün sıhhatine engel olmaz. Diş dolgu ve kaplaması da böyledir.
 
     C) GUSLÜN SÜNNETLERİ ve ÂDÂBI
     Bu ibadeti oluşturan fiillerden hangilerinin farz veya vâcip, hangilerinin sünnet ve âdâb olduğu konusunda fakihlerin görüş ayrılığına düşmesinin sebebi, Hz. Peygamber'in sahâbeye ibadetleri, hangi alt fiilin farz veya adâb, emredilmiş veya tavsiye edilmiş olduğu açıklama ve ayırımını yapmaksızın bütün halinde uygulayarak ve fiilen örnek olarak göstermiş, sahâbenin de ibadetleri Hz. Peygamber'den gördüğü ve öğrendiği şekilde yapmaya çalışmış olmasıdır. Daha sonraki dönemde fakihler bu rivayet ve bilgileri inceleyip hangi fiilin o ibadetin ana unsuru, hangilerinin de tavsiye edilen fiiller olduğunu belirlemeye çalışmışlardır. Bu durum, bir ibadetin farz ve sünnetleri konusunda fakihlerin farklı sonuçlara varmasını kaçınılmaz kılmıştır. Böyle olunca ibadetlerin ifası, bir mezhebin belirlediği farz çizgisinin altına düşmediği müddetçe kişiyi prensip olarak sorumluluktan kurtarırsa da, madem ki ibadetler Allah'ın rızâsını kazanmak, ona kulluğumuzu ve bağlılığımızı en iyi şekilde arzetmek için yapılır, o halde ibadetlerin mümkün olduğu ölçüde bütün farz, sünnet ve âdâbıyla yapılması gerekir.
     Gusle besmele ve niyet ile başlamak, öncelikle elleri ve avret yerini yıkamak, bedenin herhangi bir yerinde kir ve pislik varsa onu gidermek, sonra namaz abdesti gibi abdest almak, fakat su birikintisi varsa ayakların yıkanmasını sona bırakmak, abdestten sonra önce üç defa başa, sonra sağ, sonra sol omuza su dökmek, sonra diğer uzuvları yıkamak, her defasında bedeni iyi ovuşturmak, her âzayı üçer defa yıkamak, suyun kullanımında aşırı davranmamak, avret yerlerini örterek yıkanmak, gusül esnasında konuşmamak, gusülden sonra çabucak giyinmek guslün belli başlı sünnet ve âdâbındandır. Abdestin âdâbı sayılan diğer güzel davranışlar gusül için de geçerlidir.
     Müslümanın kaplıca, yüzme havuzu, hamam gibi umuma açık yerlerde yıkanırken avret yerlerini örtmede titizlik göstermesi, başkasının açılan avret yerlerinden gözünü sakındırması, ayrıca bu yerlerde sağlık ve temizlik kurallarına da âzami ölçüde uyması gerekir. Hz. Peygamber hamama bir örtü ile girilmesini emretmiş, avret yerlerini açarak veya çıplak yıkanan kimselere meleklerin lânet edeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, "Hammâm", 2-3; Nesâî, "Gusl", 2). İslâm bilginlerinden hamama gitmeyi doğru bulmayanlar da dönemlerinde hamamlardaki açıklık ve hayasızlıktan şikâyetçi oldukları için bir bakıma tepkisel davranıp karşı tedbir almaya çalışmışlardır. Hadislerde ve fıkıh kitaplarında bu konuda dile getirilen kaygı ve sakıncalar, o dönemde insanların örtünmeye ve edebe dikkat etmeksizin fütursuzca soyunup yıkandığı hamamların komşu ülke ve bölgelerde yaygın olması, aynı âdetin müslümanlar arasında da yayılma istidadı göstermesi sebebiyledir. Bu tehlike ve sakıncanın bulunmadığı dönemlerde hamamlar ve umumi temizlik mahalleri İslâm'ın temizliğe verdiği önemin bir yansıması olarak İslâm toplumunda giderek yaygınlaşmış, neticede bu eserler İslâm medeniyet ve mimarisinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...