16 Kasım 2011 Çarşamba

DANIŞTAY'A, 25 SÖZLEŞMELİ ZABIT KATİBİ ALINACAK

DANIŞTAY BAŞKANLIĞINA
657 SAYILI KANUNUN 4/B MADDESİNE GÖRE
İSTİHDAM EDİLMEK ÜZERE
SÖZLEŞMELİ ZABIT KATİBİ ALINACAKTIR

     Danıştay Başkanlığında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun değişik 4/B maddesi ve 06/06/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Esaslar ve 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 12 nci maddesine göre, Kurumumuz tarafından gerçekleştirilecek uygulama ve sözlü sınavı sonucuna göre yapılacak yerleştirme ile sözleşmeli personel pozisyonunda 25 Zabıt Katibi alınacaktır.
     Müracaatlar, 14/11/2011 Pazartesi günü saat 09:00 da başlayacak olup 28/11/2011 Pazartesi günü saat 18:00 da sona erecektir.

     BAŞVURU ŞARTLARI
     1. ADAYLARDA ARANAN NİTELİKLER
     A) GENEL ŞARTLAR
a-) 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 48 inci maddesinde belirtilen genel şartları taşımak,
b-) 2010-KPSS lisans ve 2010-KPSS ortaöğretim/önlisans sonuçlarına göre lisans mezunları için KPSSP3, önlisans mezunları için KPSSP93, ortaöğretim mezunları için KPSSP94 puan türünden en az 70 puan almış olmak.

     B) ÖZEL ŞARTLAR
a-)
Fakülte veya Yüksekokulların bilgisayar bölümü, adalet meslek yüksekokulu, meslek yüksekokullarının adalet bölümü, adalet önlisans programı, adalet meslek lisesi veya diğer lise ve dengi okulların ticaret veya bilgisayar bölümlerinden mezun olmak (Bu maddede sayılan öğretim kurumlarından mezun olanlardan veya örgün eğitim yoluyla verilen bilgisayar veya daktilografi dersini başarıyla tamamladığını resmi olarak belgeleyenlerden daktilo veya bilgisayar sertifikası istenmeyecektir.)
b-) Yukarıda sayılanlar dışında, en az lise veya dengi okul mezunu olup, en son başvuru tarihi itibarıyla Milli Eğitim Bakanlığınca onaylı veya kamu kurum ve kuruluşlarınca düzenlenen kurslar sonucu verilen daktilo veya bilgisayar sertifikasına sahip olmak,
c-) Yapılacak uygulama sınavında, meslek liselerinde okutulan daktilografi ders kitabından veya sınav komisyonunca belirlenecek metinden bilgisayar ile noktalama işaretlerine uygun olarak, yanlışsız, vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada en az doksan kelime yazabilmek. (Vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazamayan adaylar sözlü sınavına alınmayacaklardır.)

     2. BAŞVURUDA İSTENEN BELGELER

     Başvuru sırasında aşağıda listelenen belgelerin teslimi/ulaştırılması zorunludur.
a-) Başvuru Formu (Danıştay Başkanlığı’nın internet sitesinden www.danistay.gov.tr temin edilecek ve başvuru sahibi tarafından doldurulup, imzalanacaktır.)
b-) Nüfus cüzdanı fotokopisi (T.C. Kimlik No'lu)
c-) 2010 KPSS sonuç belgesi (KPSSP3, KPSSP93 veya KPSSP94 türü puanları içeren),
d-) Diploma veya mezuniyet belgesinin aslı ya da fotokopisi,
e-) Daktilo veya Bilgisayar sertifikasının aslı ya da onaylı fotokopisi.


     3. BAŞVURU TARİHİ, SÜRESİ, ŞEKLİ VE DİĞER HUSUSLAR
a-) Başvuru 14/11/2011 Pazartesi günü saat 09:00 da başlayacak olup 28/11/2011 Pazartesi günü saat 18:00 da sona erecektir.
b-) Adaylar, Danıştay Başkanlığı’nın internet sitesinden www.danistay.gov.tr  temin edilecek başvuru formunu eksiksiz ve doğru bir şekilde doldurduktan sonra imzalı ve fotoğraflı olarak yukarıda sayılan belgelerle birlikte; şahsen başvurabileceği gibi, yukarıda belirtilen belgeleri APS, iadeli taahhütlü mektupla ya da kargo ile Danıştay Başkanlığı Ana Hizmet Binası Ihlamur Sok. No:4 Sıhhiye/ANKARA adresine ulaştırmak suretiyle de başvuru yapabileceklerdir.
Posta veya kargo ile yapılacak başvuruların, başvurunun son günü mesai bitimine kadar Başkanlığımıza ulaşması gerekmekte olup, bu tarihten sonra Başkanlığımıza ulaşacak başvurular dikkate alınmayacaktır.
c-) Müracaat sonunda adayların beyan ettikleri Kamu Personeli Seçme Sınav Sonuçları ÖSYM Başkanlığından kurumumuz tarafından teyit edilecektir.

     4. UYGULAMA, SÖZLÜ SINAVI VE YERLEŞTİRME
a-) Uygulama sınavı;
Uygulama sınavına alınacak adayların hangi gün ve saatte sınava alınacağı www.danistay.gov.tr  adresinde ayrıca ilan edilecektir.

Yapılacak uygulama sınavında, meslek liselerinde okutulan daktilografi ders kitabından veya sınav komisyonunca belirlenecek metinden bilgisayar ile noktalama işaretlerine uygun olarak, yanlışsız, vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada en az doksan kelime yazılması şarttır. (Vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazamayan adaylar sözlü sınavına alınmayacaklardır.)
b-) Sözlü Sınavı;
Uygulama sınavında başarılı olan adaylar için sözlü sınavın hangi gün ve saatte yapılacağı www.danistay.gov.tr  adresinde ayrıca ilan edilecektir.

c-) Yerleştirme;
Göreve başlatılmaya hak kazanan adayların listesi, www.danistay.gov.tr  sitesinde yayınlanacaktır. Sonuçların yayınlanma tarihi aynı zamanda tebligat tarihi olarak kabul edilecek olup, göreve başlatılacaklara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.
Göreve başlatılmaya hak kazanan adayların, sonuçların ilan tarihinden itibaren en geç 5 gün içerisinde Personel ve Eğitim Müdürlüğüne şahsen ve aşağıda belirtilen belgelerle birlikte başvurmaları gerekmektedir. Bu süre içerisinde başvuruda bulunmayan aday, bu ilanda belirtilen sözleşmeli personel pozisyonuna yerleştirilme hakkını kaybedecektir.


     5. SÖZLEŞME İMZALANMASI SIRASINDA İSTENECEK BELGELER
a-) 2 adet vesikalık fotoğraf (Son 6 ay içinde çekilmiş),
b-) Erkek adaylar için Askerlik Durum Belgesi (30 gün içerisinde alınmış olmalıdır),
c-) Adli Sicil Kaydı ve Adli Arşiv Sicil Kaydı Belgesi (30 gün içerisinde alınmış olmalıdır),
d-) Başvuru tarihi itibarıyla Kamu kurum ve kuruluşlarında 657 sayılı Kanun'un 4/B maddesine göre çalışılmadığına dair beyan dilekçesi,
e-) Sağlık raporu (30 gün içerisinde Tam Teşekküllü Devlet Hastanesinden alınmış)
f-) Diploma veya mezuniyet belgesinin aslı ya da noter onaylı örneği.

     6. SÖZLEŞME ÜCRETİ
     Yerleştirmesi yapılan adaylarla; “Alım Yapılacak Unvan Listesi”nde gösterilen Aylık
Brüt Sözleşme Ücreti üzerinden sözleşme yapılacaktır.


     Alım yapılacak unvan listesi;
UNVAN: ZABIT KATİBİ

ÜCRETİ (Brüt-TL): En az önlisans mezunu 1.302,00 TL

ALINACAK PERSONEL SAYISI: 25 kişi
Diğerleri: 1.274,00 TL

Başvuru formunu doldurmadan önce mutlaka okuyunuz !
     AÇIKLAMALARBaşvuru Formunu doldurmadan önce İlan metnini dikkatlice okuyup, kendinizle ilgili
alanları eksiksiz olarak doldurunuz.
1-) İşaretli alanların doldurulması zorunludur. İşaretli alanları doldurmayanların müracaatları
dikkate alınmayacaktır.
2-) Form, başvuru talebinde bulunanın el yazısı ile okunaklı biçimde, seçme kutuları (X)
koymak suretiyle doldurulacaktır.
3-) Bütün sorular tam, açık ve doğru olarak cevaplandırılacaktır.
4-) Adaylar Başvuru Formunda belirtilen klavye türünde uygulama sınavına alınacak olup
sonradan klavye türünün değiştirilmesi mümkün olmayacaktır.
5-) Gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilen adaylar kazanmış dahi olsalar göreve
başlatılmayacak olup, göreve başlatılanların sözleşmesi iptal edilerek haklarında genel
hükümlere göre işlem yapılacaktır.
6-) 06/06/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe giren
Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar'ın Ek-1 inci maddesinde: “….Sözleşmeli
personelin, hizmet sözleşmesi esaslarına aykırı hareket etmesi nedeniyle kurumlarınca
sözleşmesinin feshedilmesi veya sözleşme dönemi içinde sözleşmeyi tek taraflı feshetmesi
halinde, fesih tarihten itibaren bir (1) yıl geçmedikçe kamu kurum ve kuruluşlarının
sözleşmeli personel pozisyonlarında yeniden istihdam edilemez…..” hükmü yer
almaktadır.

*Başvuru Şartları İçin Tıklayınız.
*Açıklamalar İçin Tıklayınız.
*Başvuru Formu İçin  Tıklayınız.
 

14 Kasım 2011 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜRTED

 KELİMELER - KAVRAMLAR 
M Ü R T E D

     Geri dönmek, geri istemek, eski haline dönmek anlamındaki "irtidad" mastarının ism-i faili. Istılahta ise, müslüman olduktan sonra, İslâm'dan dönüp başka bir dine giren veya dinsizliği tercih eden kimseler için kullanılan bir akaid terimi. Dinden çıkma olayına da "riddet" denir.
     Müslümanın dinden çıkıp, irtidat etmesine sebep olan şeyler şunlardır:
1- Allah Teâlâ'ya ibadette O'na şirk koşmak: "Kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır ve onun varacağı yer Cehennemdir. Zâlimlerin hiç bir yardımcısı da yoktur" (el-Mâide, 5/72). İbadet türlerinden her hangi birini Allah'tan başkasına yönelterek işlemek, ölülerden yardım istemek, aracılık ve şefaat dileyerek ilk müşriklerin yaptığı gibi Allah'a şirk koşmak, (Mekkeli müşrikler ibadet ettikleri ilâhlarının, insanları yarattığına, rızıklandırdığına ve tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanmıyorlardı. Onlar, tapındıkları putlarının Allah indinde bir makama sahip olduklarına ve insanlarla Allah arasında aracı ve şefaatcılıkta bulunduklarına inanıyorlardı): "Bunlar Allah katında şefaatcilerimizdir derler" (Yunus, 10/18). "Şüphesiz, mescidler Allah'a mahsustur. O halde orada Allah ile beraber bir başkasını anmayın" (el-Cin, 72/18). "Doğru dua ancak Allah'a yapılandır. Allah'tan başkasından yardım istenmez. Zira Allah'tan başka diğer varlıklar ise dua edenlerin ve yardım isteyenlerin hiçbir isteğine cevap veremezler. Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin durumu ellerini tamamen açarak suya uzatan kimseye benzer. Ağzına su götürmek ister fakat götüremez. Şu halde kâfirlerin duası sapıklıktan başka bir şey değildir" (er-Ra'd, 13/14).
     Allah'tan başkasına dua edip bir dilekte bulunanlar, kâfirler olarak adlandırılmaktadır. Bu konu üzerinde ulemânın icma'ı olup, buna muhalif görüş beyan eden hiç bir kimse yoktur.
Allah'ın şeriatından başka kanunlarla veya Allah'ın nizamının dışındaki şirk düzenlerinin kaideleriyle hükmetmek de, Allah'a ibadette ortaklar edinmektir: "Hüküm ancak Allah'ındır. O, ancak kendisine ibadet etmenizi emretti" (Yusuf 12/40). "O hiç bir varlığı hükmüne ortak yapmaz" (el-Kehf, 18/26).
     Allah'ın dışında; insan, melâike, cin, taştan heykel vb. adına kurban kesmek veya adak adamak; ayrıca, Allah'a tevekkül eder ve O'na sığınır gibi, bir başka varlığa sığınmak ve ondan medet ummak da irtidadı gerektirecek fiillerdendir.
2- Kâfirleri tekfir etmemek, kâfirler hakkında şüpheye düşmek ve uydukları İslâm dışı ideolojilerinin doğru olduğuna inanmak; anıt, mezar ve ölülere tapınmak; Yahudilik, Hristiyanlık, Komünizm, Kapitalizm, Demokrasi, Sosyal Demokrasi vb. şirk düzenlerini doğrulamak. Allah Teâlâ, bunların hepsinin küfür olduğuna hükmetmiştir. Bu, Kitap, Sünnet ve icma ile sabittir. Buna göre bunların küfür olduğunu kabul etmeyen, Kur'an'ı, Sünnet'i ve icma'ı yalanlamıştır. Müslüman olduktan sonra, bu şekilde düşünmeye başlayan kimse irtidat etmiştir.
3- Muhammed (s.a.s)'in getirdiklerinden bir şeye kızmak ve uygunsuz görmek. Onlarla amel ediyor olsa bile durum değişmez. Allah Teâlâ bunu şöyle ifade etmektedir: "Bunun sebebi, onların, Allah'ın indirdiklerini beğenmeyip çirkin bulmalarıdır. Dolayısıyla da Allah, onların amellerini heder etmiştir" (Muhammed, 47/9).
4- Rasulullah (s.a.s)'in dininin sevap veya günahlarından herhangi birini alaya almak, eğlence konusu yapmak: "Onlara de ki: Allah ile, âyetleri ve peygamberleriyle mi alay ediyordunuz? Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra, inkâr ettiniz" (et-Tevbe, 9/65-66).
5- Kâfirleri alkışlamak ve mü'minlere karşı onlara yardım etmek: "Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah zâlim kavmi hidayete erdirmez" (el-Mâide, 5/51).
6- Allah'ın dininden tamamıyla veya o olmadan dinin sahih olması mümkün olmayan temel unsurlarının birinden yüz çevirmek: "Fakat kâfirler, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirirler" (el-Ahkaf 46/3).
7- Bazı insanların, Muhammed (s.a.s)'in şerîatini aşıp, ona bir şeyler ekleyebileceğine inanması: "İslâm'dan başka bir din arayan kimseden Allah bunu asla kabul etmez. O kimse ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır" (Âlû İmrân, 3/85).
8- Üzerine icma vaki olmuş İslâm'ın farzlarından birisi üzerinde tartışmaya girmek veya yine haramlığı icmayla sabit olan bir şeyi helâl saymak. İmam Suyûtî şart koşulan sahihlik şartlarını taşıyan hadisi inkâr edenin İslâm dairesinden çıkıp irtidat etmiş olduğunu ve kıyamet gününde Yahudilerle, Hristiyanlarla veya küfür gruplarından uymayı dilediği kimselerle haşrolacağını söylemektedir (Miftâhü'l Cenne fi'l-İhticâcı bi's-Sûnne, s. 5).
Bir kimse şehadet getirip, namazını kılsa, orucunu tutsa ve kendisinin müslüman olduğunu iddia etse bile, bu sayılan şeylerden ve İslâm'a dair eserlerin mürted bahislerinde etraflıca zikredilen hususlardan bir tanesini işlediği zaman irtidat etmiş sayılır.
     Burada şöyle bir soru sorulabilir: Bir müslüman nasıl tekfir edilebilir? Zira Rasûlüllah (s.a.s); "Bir adam kardeşine "ey kâfir" derse, bu söz ikisinden biri için mutlaka gerçekleşir" (Buhârî, Edep, 73; Müslim, İman, 111). "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in O'nun Rasulü olduğuna şehadet eden kimseye Allah ateşi haram kılmıştır" (Buhârî, İlim, 49) buyurmaktadır. Burada tekfir edilmesi caiz olmayan müslüman, muvahhid olup, İslâm'a aykırı olan şeylerden kaçınan kimsedir. O, tevhid üzere olan kişidir. İşte Allah Teâlâ bu gibi kimseler üzerine ateşi; kendisine şirk koşanlara ise Cennet'i haram kılmıştır. Nitekim, Rasûlüllah (s.a.s), şöyle buyurmaktadır: "Allah'a inanıp, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayan Cennet'e girmiştir. Allah'a inanıp da, O'na şirk koşan ise Cehenneme girmiştir" (Müslim, İmân, 152).
     Bunun içindir ki Ashab, Müseylemetü'l-Kezzab ve Esvedü'l-Ansî'nin nübüvvetine iman edenleri ve ayrıca zekât vermek istemeyenleri tekfir ederek, onların mürted olduklarına hükmetmiş ve onlarla savaşmışlardı.
     Akıl hastası ve çocuğun dinden dönmesi irtidat cezasını gerekli kılmaz: "Üç kişiden hesap sorma kaldırılmıştır: Aklını kaybetmiş kimse akıllanana kadar; uyuyan uyanana kadar ve çocuk, bulûğa erene kadar. Bu üç zümreden kalem kaldırılmıştır ve yaptıklarından sorumlu tutulmazlar" (Ebu Davud, Hudûd, 17; Tirmizi, Hudud,1; Nesai, Talak, 21; İbn Mâce, Talak, 15).
     Bunun gibi, istemediği ve kastetmediği halde hataen küfrü getiren bir söz sarfeden kimse de mürted sayılmaz: "Allah, ümmetimden hata, unutma ve zorlanma ile yaptığı Şeylerden sorumluluğu kaldırdı" (İbn Mâce, Talâk, 16).
     Kalbi imânla dolu olduğu halde, zorlama (ikrah) ile dinden döndüğünü söyleyen kimse için irtidat vaki olmaz: "Kalbi imanla dolu olduğu halde, inkâra zorlananların dışında her kim imanından sonra Allah'ı inkar edip de küfre göğüs açarsa, işte Allah'ın gazabı o gibilerin başınadır ve onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nahl,16/106). İkrahın özür sayılmasının bir ölçüsü vardır. İçki içmek, ölü eti yemek, küfür ve malı telef etmek şeklindeki zorlama veya dövmek ve hapsetmekle tehdid edilmek, ikrah değildir ve haddi gerektirir. Sadece ölümle tehdit edilip de tehdit edenin bunu yapabilme gücüne sahip olması halinde ikrah özür sayılabilir. Kişi sabreder, dininden dönmez ve öldürülürse bunun karşılığında büyük bir mükâfat alır (el-ihtiyâr, II, 106).
     Zorlama olmadan (ikrah) küfrü gerektiren bir söz söyleyen veya bir iş yapan, bunu korkusundan yahut alay için yapmış olsa bile mürted sayılır. Çünkü mücerred korku özür değildir. Sarhoşların irtidadı hakkında alimler arasında ihtilaf vardır.

     Mürtedin Cezası
     Müslümanın irtidadı; görülmesi, duyulması, itiraf etmesi veya iki âdil müslüman tarafından şahitlik edilmesi hallerinde sabit olur.
     Mürtedin cezası, eğer tevbe etmezse öldürülmektir: "Dinini değiştireni öldürün" (Buhârî, Cihâd, 149). Ulemanın çoğunluğu kadın için de aynı hükmün uygulanacağı görüşündedirler. Ancak Hanefiler bu konuda farklı görüştedirler. Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin (Ebu Davud, Cihad, 121) hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir (İbn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (t.y.), VIII, 125; Seyyid Sâbık, Fıkhu's-Sünne, Kahire, (t.y.), II, 385 v.d.).
     Mürtede had uygulanmadan önce, tevbe edip İslâm'a dönmesi telkin edilir. Fakat bunun ne şekilde uygulanacağı hakkında ihtilaf vardır. Alimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, üç defa tevbe etmesi istendikten sonra öldürülür. Hz. Ömer (r.a), irtidad edenin üç gün hapsedilip tevbe etmeye çağrılması ve bu zaman zarfında yiyecek olarak suçluya ekmek verilmesi gerektiğini bildirmiştir.
     Hz. Ali (r.a), bu müddeti bir ay olarak uygulamıştır. En-Nahaî ise bunun bir zamanla sınırlandırılmaması ve tevbe edene kadar sürekli İslam'a çağrılması gerektiği görüşünü ileri sürmüştür. Ancak, bu görüş, Sünnet ve icma ile sabit olan irtidad cezasının uygulanmasını imkansız kılacağından itibara şayan değildir.
     İmam Mâlik, Leys, İshak ve Ebu Hanîfe; zındıkın ve irtidat edip tevbe ettikten sonra tekrar dinden dönenin tevbesinin dikkate alınmayacağını ve haddin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Çünkü zındıkın mürted sayılmasını gerektiren önceki görüşlerinden döndüğü hiç bir zaman açık olarak tesbit edilemez. Allah Teâlâ; "Ancak, tevbe edip kendilerini düzelten ve Allah'ın indirdiğini açıklayanlar müstesna" (el-Bakara, 2/160) buyurmaktadır.
     Dinden dönmeyi birkaç defa tekrarlayanların tevbelerinin kabul edilmeyeceğine delil olarak da şu âyeti kerîme gösterilmektedir: "İman edip sonra inkâr eden, sonra imân edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri gidenleri Allah ne bağışlayacak ne de doğru yola eriştirecektir" (en-Nisa, 4/137).
     Müslüman anne babadan doğan ve müslüman olarak yetişen kimse irtidat edince, tevbe etmeye çağrılmadan had uygulanır. Fakat daha önce küfre girip sonra müslüman olan kimse tevbeye çağrılır.
     Allah'a ve Rasûlüne küfreden kimse de tevbe etmeye çağrılmadan öldürülür. Böyle bir kimse tevbe etse dahi durum değişmez. Çünkü, Allah'a ve rasûlüne küfretmek haddi gerektirir. Tevbe ise haddi düşürmez (İbn Kudame, a.g.e., 125 vd.)
     Mürtedin irtidat etmesiyle birlikte, bütün salih amelleri silinir ve o ebedî olarak Cehennemde kalır: "Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır" (el-Bakara, 2/217).
     Bu, tevbe edilmediği takdirde böyledir. Mürted tevbe ettiği takdirde, irtidat etmeden önceki amellerinin yok olup olmayacağı hususunda İslâm alimleri arasında görüş ayrılıkları vardır. İmam Şafiî'ye göre irtidad edip, sonra İslam'a dönenin haccı da dahil hiç bir ameli düşmez. İmam Malik'e göre ise amellerinin tamamı, irtidad ettiği an düşer (el-Kurtubî, el-Cami'li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1965, III, 48).
     İrtidatla birlikte evlilik akdi fesh olur. Ancak mürted tekrar İslâm'a döner ve her iki taraf evliliklerini sürdürmek isterse, yeniden bir nikâh akdi ve mehir söz konusu olmaz. Hanefiler kocanın irtidadına bağlı boşanmayı bâ'in talak* olarak kabul etmişlerdir. Mürted, müslüman yakınlarına mirasçı olamadığı gibi, o öldüğünde de müslüman yakınları ona mirasçı olamazlar: "Kâfir müslümana, müslüman da kafire mirasçı olamaz" (Buhârî, Ferâiz, 26; Müslim, Ferâiz, 1).
     Ancak âlimler bu konuda da ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali (r.a), Hasan, Şa'bi, Leys, Ebu Hanife ve İsbak ibn Raheveyh müslüman yakınların mirasa sahip olacaklarını kabul ederken; Mâlik ve Şafii'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup âlim de mürteddin malının beytülmale intikal edeceğini söylemişlerdir. Ebu Hanîfe'ye göre, irtidad halinde kazanılan mal fey* hükmündedir (Kurtubî, a.g.e., III, 49). Ebu Hanîfe, irtidad etmeden önce sahip olunan malın mirasçılara intikal edebileceğine hükmederken, mürtedin irtidadla birlikte hukuken ölmüş olduğu prensibinden hareket etmektedir. Ebu Yusuf, Muhammed ve Şubrume her hâlukârda mirâs olayının sözkonusu olduğunu söylemişlerdir. Kurtubî; "İki millet (mü'min ve kâfir) arasında miras yoktur" (Ebu Davud Ferâiz, 13; Tirmizi, Ferâiz, 16; İbn Mâce, Ferâiz, 6) hadisinin hükmünün mutlak olacağını ileri sürerek, müslümanla mürted arasında veraset olayından bahsedenlerin görüşlerini reddetmektedir (Kurtubî, aynı yer).
     Mürted, had uygulanana kadar, malının gerçek sahibi olup, bunda dilediği gibi tasarruf etmekten alıkonulamaz. Öldürülmeyi hak etmiş olması, O'nun malındaki tasarruf hakkını düşürmez. Bu konu diğer had gerektiren cezalarda olduğu gibi değerlendirilir. Bunun gibi, kaçıp daru'l harbe sığınsa, mülkiyet hakkı yine düşmez. İslâm ülkesindeki mal varlığı yed-i emin vasıtası ile koruma altına alınır (Seyyid Sabık, a.g.e., 390).
     Ayrıca mürted öldüğünde yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namaz kılınmaz ve müslüman mezarlığına defnedilmez. Mürted için istiğfar câiz olmadığı gibi, onu rahmetle anmak da caiz değildir: "Ne peygamberin ne de mü'minlerin cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, yakın akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz"(et-Tevbe, 9/113).
     Bir kimse İslâm'dan çıkıp, başka bir dine girdiği zaman onun irtidadına hükmedilerek cezalandırılır. Ancak, irtidat olayı bununla sınırlı mıdır; yoksa kâfirlerin din değiştirip başka bir küfür dinine girmesi de irtidad mı sayılır? Alimler bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
     Zâhiren bakıldığında bir kâfir, bâtıl olan dininden çıkıp, onun gibi bâtıl olan başka bir dine girmiş olduğundan dolayı sorgulanmaz. Çünkü küfür tek bir millettir. Ancak, İslâm'ı terkedip başka bir dine girenin durumu, hidayetten yüz çevirip, dalâleti seçtiği için farklılık arzetmektedir. Malikîler ve Hanefîler bu görüştedirler.
     Şafiîler'de ise bu konuda iki farklı görüş vardır. Bir kâfir, dininden döndükten sonra, ya İslâm'a girer ya da öldürülür. Taberânî ibn Abbas'tan merfu olarak şöyle bir hadis nakletmektedir: "Dininden çıkıp kendisine İslam'dan başka bir din seçeni öldürün"  (Seyyid Sabık, a.g.e., 382). Ahmed ibn Hanbel'in de iştirak ettiği diğer görüş ise şöyledir: Kâfirin seçtiği yeni din, eski dininden yukarıda ise, sorgulanmaz, aksi halde irtidat cezası uygulanır. Yahudî veya Hristiyan'ın Mecusîliği seçmesi gibi (bk. Seyyid Sabık aynı yer).

     İslam'da mürtedin öldürülmesinin hikmeti
     İslâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibadettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de ahirettir. O, akıl ve mantık üzerine bina edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun edebî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim İslâm'a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkar ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.
     İnsan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gaye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.
     Diğer bir açıdan bakıldığında da İslâm'ın insanın yaşayışında ihtiyaç duyduğu her şeyi kapsayan bir nizam olduğu ve bu nizamın değer ve hududlarının korunmasının mutlak anlamda gerekli olduğu görülecektir. Çünkü hiç bir nizam yoktur ki, onu yok etmeye, yeryüzünden silmeye yönelik tehditlere karşı korunmadan ayakta durabilsin, varlığını devam ettirebilsin. Bir düzenin korunmasını sağlayan en önemli şeylerden biri de, her dileyenin dilediği gibi onu inkâr ederek, dışına çıkmasını engellemektir. Bu yapılmadığı taktirde, bir düzenin korunması mümkün değildir.
     İslâm'dan çıkıp irtidat etmek; ihanet ederek ona baş kaldırmak ve parçalayıp yok etmeye azmetmektir. İslâm toplumunu bu tür bir tehlikeden korumak için önlemlerin alınması kaçınılmazdır. Bunu önlemek ise, beşerî sistemlerin de uygulamak zorunda oldukları gibi ölüm cezası vermeye bağlıdır.
     Komünist veya kapitalist toplumların hangisinde olursa olsun, devletin anayasal nizamının dışına çıkıp ona başkaldıran kimse, ülkesine ihanet suçuyla itham edilir ve ölüm cezası ile cezalandırılır. Bu, İslâm'ın bu konudaki uygulamasına karşı çıkanların itirazlarının gerçekte, İslâm'a karşı olan düşmanlıklarından kaynaklandığını ortaya koymaktır. İslâm'ın mürted'e uyguladığı cezanın mantık dışı hiç bir taraf olmadığı ortadadır. Zaten tarihe bakıldığında, müslümanları idare edenler, bu haddi, hakedenlere uygulamaktan ne zaman yüz çevirmişlerse, işte o zaman, devlet ellerinden gitmiş, İslâm toplumu İslâm dışı güçlerin baskısı altında ezilir hale gelmiştir (Seyyid Sabık, a.g.e., 387).

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Eymen ed-DIMAŞKÎ
Ömer TELLİOĞLU
            

            

13 Kasım 2011 Pazar

İSLAM TARİHİ ... İFK HÂDİSESİ

   İ S L A M   T A R İ H İ   
İfk Hâdisesi
     Zâhiren iman etmiş görünüp hakikatte iman etmemiş münafıklar gürûhu, her zaman her fırsatta Resûl-i Ekrem Efendimizi ve ashabını rahatsız etmek gayret ve maksadını taşıyorlardı. Bu maksatlarında muvaffak olmak için de ellerinden gelen her yola başvurmaktan asla çekinmiyorlardı. Öyle ki Kâinatın Efendisinin lekesiz, tertemiz mahrem hayatına dil uzatacak kadar küstah ve âdice hareket edebilme cür’etini bile gösterebiliyorlardı.
     İfk Hadisesi, Hz. Âişe (r.a.) validemize, münafıkların reisi Abdullah b. Übey tarafından yapılan iftira hadisesidir. Hadise şöyle cereyan etmiştir:
     Hz. Âişe’den (r.a.) öğrendiğimize göre, Re­sû­lul­lah (a.s.m.) herhangi bir se­fere çıkacakları zaman Ezvac-ı Tâ­hi­rat arasında kur’a çeker, kur’a kime düşerse onu beraberinde götürürdü. [1] Benî Müstalık Gazâsı’nda ise, kur’a, Hz. Âişe vali­demize düşmüştü. [2]
     Hadisenin bundan sonrasını bizzat Hz. Âişe validemiz şöyle anlatmıştır:
“Re­sû­lul­lah’la beraber sefere çıkmıştım. Bu sefer, hicab ayeti inzâl buyrul­duktan sonra idi. Bunun için ben hevdeçin içinde taşınır, konak yerine de yine hevdeç içinde indirilirdim. Bu suretle gittik. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) bu gazâsından (Benî Müstalık) dönüyordu. Medine’ye yaklaştığımızda bir konak yerine indi. Gecenin bir bölümünü orada geçirdi. Sonra göç edilmesini emretti. Hareket emri verildiği zaman, ben kalkıp ihtiyacımı gidermek için yalnız başıma ordudan ayrılıp gittim. Kaza-yı hacet ederek, dönüp bindiğim devenin yanına geldim. Göğsümü yokladığımda, Yemen göz boncuğundan dizilmiş ger­danlığımın kopmuş olduğunu fark ettim (Bu gerdanlığı annesi Ümmü Rû­man düğün hediyesi ola­rak takmıştı). Dönüp gerdanlığımı aramaya koyul­dum. Fakat onu aramak beni yoldan alıkoymuştu. Ben öyle zannetmiştim ki se­fere iştirak etmiş olanlar bir ay bekleseler dahi, benim devemi, ben hevdeçte bulunmadıkça sevk etmezler. Hâlbuki yolda bana hizmet edenler, gelip hev­de­cimi yüklemişler, bindiğim deveyi de hareket ettirmişlerdi. Onlar beni hevdeç içinde sanıyorlarmış. Çünkü o zaman kadınlar hafif idi; iri ve ağır vü­cutlu de­ğillerdi. Yemek de az yerlerdi. Bu sebeple hizmetçiler, hevdeci yükle­mek üzere kaldırdıklarında hevdecin ağırlık derecesinin farkına varamayarak yüklemiş­ler. Hem ben, küçük ve zayıf bir kadındım. Deveyi sürüp gitmişler. Gerdanlığımı, ordu ayrılıp gittikten sonra buldum. Hemen dönüp ordu­gâha geldim. Fakat onlardan kimseyi bulamadım. Hepsi çekip gitmiş. Ben de oradan evvelce bulunduğum yere geldim. Çarşafıma bürünüp yanımın üzerine uzandım. Hevdeç­te beni bulamayınca, aramak için yanıma gelirler sandım. O sırada gözlerimi uyku bürüdü; uyumuş kalmışım. Safvan b. Muattal, ordunun arkasına kalır, halkın mallarını araş­tırır, bir şey kalmışsa, kaybolmamak için, alıp diğer konak yeri­ne götürürdü. Safvan, askerin arkasından yürüyerek, sabaha karşı bulunduğum yere doğru gelmiş. Uyuyan bir insan karaltısı görünce, gelip başucuma dikilmiş ve beni görür görmez tanımış. Çünkü bize hicab ayeti inmeden evvel, onun beni görmüşlüğü vardı. Safvan, beni görünce şaşırarak ‘İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn=Biz Al­lah’ın kullarıyız ve muhakkak O’na dönüp varıcıyız’ dedi. Hemen onun sesine uyandım. Çarşafımla yüzümü örtüp büründüm. Vallahi, onunla ne bir kelime konuşmuşuzdur, ne de istircadan [“İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn”dan] başka ondan bir kelime işit­mi­şimdir. Bundan sonra Safvan, devesini ıhdırdı. Beni, binsin diye ayağını devesinin ön ayağına bastı. ‘Bin’ dedi ve kendisi geri çekildi. Ben de hemen kalkıp deveye bindim. Kendisi de devenin başını, yularını çekerek askere yetişmek için süratle ilerlemeye başladı. Sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik. Nihayet asker, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki Saf­van’ın, devenin yularını çekerek konak yerine getirdiği görüldü.” [3]

     Başmünâfığın Durumu Değerlendirmesi
     Safvan b. Muattal, Hz. Âişe validemizi deve üzerinde getirirken, münafıkla­rın başı Abdullah b. Übey’le karşılaşmışlardı. Abdullah b. Übey, “Bu kimdir?” diye sordu.
“Âişe’dir” dediler.
     Kavmi arasında itibarı oldukça sarsılan, bütün nazarları menfi şekilde üs­tüne toplamış bulunan başmünafık, bu masum hadiseyi diline dolamak istedi. Bu meş’um niyetini hemen orada izhar etti:
     “Vallahi” dedi. “Ne Âişe o adamdan dolayı kurtulur, ne de o adam Âişe’den dolayı kurtulur!”
     Daha bir sürü alçakça lâf etti. [4]
     Ordugâh, başmünafık Abdullah b. Übey b. Selûl’ün yap­tığı iftirayla çalka­lan­dı.
Hz. Âişe der ki:
     “İftiracılar, aleyhimde söyleyeceklerini söylemişler, ordugâh çalkalanmış! Vallahi, benim bunların hiçbirinden haberim yoktu!” [5]

     Şen’î İftira
     Görüldüğü gibi, hadise her türlü şaibeden uzak cereyan etmişti. Hz. Âişe vali­demiz, mâkul ve meşru bir mâzeret sebebiyle geride kalmış. Bir müddet son­ra, ordunun geride kalan veya düşen eşyalarını bulup sahiplerine teslim et­mek üzere toplamakla vazifeli gayet saf, temiz kalpli ve sonradan hasur ol­du­ğu, yani erkekliği bile bulunmadığı anlaşılan Safvan b. Muattal tarafından gö­rülmüş ve getirilip orduya yetiştirilmiştir.
     Kur’an-ı Azîmüşşan’a göre, peygamberler, mü’minlere öz nefislerinden da­ha üstündür. Ezvac-ı Tâhirat da, “mü’­min­lerin anneleri” hükmündedir. Re­sûl-i Ekrem Efendimizden sonra bile zevcelerinden herhangi birini nikâhlamak ke­sinlikle yasaklanmıştır. [6] Buna binaen, Allah’a ve Resûlüne gerçek manada iman etmiş ha­kikî bir Müslümanın, bu kadar kesin ve açık ayetler karşısında, Hz. Re­sû­lul­lah’ın, ge­rek sağlığında ve gerek Mele-i A’lâ’ya yükselişlerinden sonra, zevcelerinden her­hangi birisine, değil kötü gözle bakması, hatta böyle bir kötülüğü kalbinden geçirmesi bile tasavvur edilemez.
     Allah ve Resûlüne gerçek manada iman etmiş ve onların emir ve yasakla­rına riayet eden gerçek bir mü’min ve Müslüma­nın, canından çok sevdiği Pey­gamberinin zevcesini, örtüsüne bürünmüş ve ya­payalnız uykuya dalmış hal­de görünce, onu hürmet ve saygı içinde deveye bindirip, or­duya süratle yetiştir­mesi kadar tabii ve zarurî ne olabilirdi?
     İşte, gerçek manada bir mü’min ve Müslüman olan, hatta erkeklik özelli­ğinden bile mahrum bulunan Safvan b. Muattal da, dininin gereği olan bu va­zi­feyi yapmıştır. Ne var ki kalplerinde hastalık bulunan, dilleriyle “İman etti” deyip, kalben iman etmemiş bulunan ve işleri güç­leri mü’minleri birbirine düşürmek olan mü­nafıklar, hususan Abdullah b. Übey b. Selûl, bunu bir ganimet bilmiş ve di­li­ne dolayarak Hz. Âişe valide­mi­ze şen’îce iftirada bulunmuştur. Maksadı, üze­rine toplanan nazarları dağıtmak, Resûl-i Kibriya Efendimizin nâzik ru­hu­nu rencide etmek ve Müslümanları birbirine düşürmek, onların birbirine karşı olan itimatlarını sarsmaktı.

     Hz. Âişe’nin,
     Söylenenlerden Uzun Müddet Habersiz Oluşu
     Münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in başlattığı, Hasan b. Sâbit, Mistah b. Üsâse, Hamne binti Cahş ve halktan bazı saf Müslümanların, münafıkların tuza­ğına düşerek etrafa yaydıkları iftira hadisesinden, Hz. Âişe’nin uzun bir müddet haberi olmamıştı. Bu hususu Hz. Âişe (r.a.) şöyle anlatır:
“Medine’ye gelince, ben, çok geçmeden ağır bir hastalığa (hum­ma) tutul­dum. Bir ay çektim. Meğer bu esnada halk arasında As­hab-ı İfk’in iftiraları do­la­şıyormuş! Ben ise olanlardan bütünüyle habersizdim. Aleyhimde iftiraları Re­sû­lul­lah’la annem ve babam da duymuşlar, fakat bana hiçbir şeyden bah­setmiyorlardı.
“Yalnız, hastalığımda beni şüphelendiren bir husus vardı: Nebi’den (a.s.m.) daha önce hastalığım zamanında görmüş ol­duğum lütuf ve şefkati bu hastalı­ğım esnasında görmüyordum. Ve adımı bile zikretmeden ‘Hastanız nasıl?’ di­yor ve bununla iktifa ediyordu. Benim, iftiracıların uydurduklarından hiç ha­berim yoktu.” [7]
Söylenenleri Hz. Re­sû­lul­lah, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Âişe’­nin anneleri duy­muş olmasına rağmen, Hz. Âişe’ye bir şeyden bahsetmiyorlardı. Ancak yuka­rıda zikrettiğimiz şekilde, Hz. Re­sû­lul­lah’ın kendisine karşı tavrından Hz. Âişe endişe duyuyor ve üzülüyordu. Fakat bunun sebebinden haberi yoktu.

     Hz. Âişe, İftirayı Nasıl ve Kimden Öğrendi?
     Hz. Âişe, iftirayı kimden ve nasıl öğrendiğini de şöyle anlatır:
“Aradan yirmi küsur kadar gece geçmişti. Hastalığımı atlatmış, nekâhet devresine girmiştim.
“Bizler, o zaman Arap olmayanların evleri yanında edindikleri şu helâları, ko­kusundan tiksindiğimiz için, evlerimizin yanında bulundurmaz, Medine’nin kır­larına çıkardık. Kadınlar, her gece oraya, ihtiyaçlarını gidermek için çıkar­lar­dı.
“Ben, yine bir gece Mistah b. Üsâse’nin annesiyle, hacet giderme yerimiz olan Menası tarafına çıkmıştım. Mıs­tah’­ın annesi, çarşafına takılarak düşünce, ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ di­ye­rek oğluna beddua etti.
“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun?’ dedim. Sustu, cevap ver­medi.
“İkinci kere ayağı dolaşıp düştü. Yine ‘Mıstah yüzünün üzerine düşsün, kahrolsun!’ dedi.
“Ben, ‘Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun?’ dedim.
“Yine susup cevap vermedi.
“Üçüncü kere düştü. Yine ‘Mıstah yüzünün üzerine düş­sün!’ diye beddua etti.
“Ben yine ‘Ey ana! Ne diye oğluna beddua ediyorsun? Bedir Savaşı’nda bu­lunmuş bir zâta hiç sövülür, beddua edilir mi?’ dedim.
“O, ‘Vallahi, ben, ona, senin aleyhinde söylediklerinden dolayı beddua edi­yorum!’ dedi.
“‘O, neler söylemiş?’ diye sordum.
“Bunun üzerine, Mıstah’ın annesi, iftiracıların söyledik­lerini ba­na teker te­ker anlattı. Hastalığım tekrar geri geldi. Vallahi, üzüm­tüm­den hacetimi gider­meye bile güç yetiremedim ve döndüm. O ka­dar ağladım ki ağlamaktan ci­ğerlerim kopacak, parçalanacak sandım.” [8]

     Hz. Âişe, Annesinin Evinde
     Hastalığında, Hz. Âişe’ye annesi Ümmü Rûman bakıyordu.
Bir gün yine Re­sû­lul­lah, selam verip yanına girdi. Hz. Âi­şe’­nin ismini zik­ret­meden, “Hastanız nasıldır?” diye sordu. Başka da hiçbir şey konuşmadı.
Hz. Âişe der ki:
“(Bunun üzerine) Artık kendimi tutamadım. ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Şimdiye kadar görmediğim eziyeti görüyor ve çekiyorum. Bana müsaade etsen de annemin evine gitsem. Hastalığıma orada bakılsa olmaz mı?’ dedim.
“Re­sû­lul­lah, ‘Gitmende bir mahzur yok’ dedi.
“Ben, ebeveynimin yanına gidip, aleyhimde haberin iç yüzünü anlamak is­tiyordum.
“Re­sû­lul­lah, yanıma bir hizmetçi katıp, beni babamın evine gönderdi.
“Annem, ‘Kızcağızım, sen niçin geldin?’ diye sordu.
“‘Anneciğim!’ dedim, ‘Halk, benim aleyhimde neler söyleyip duruyormuş da, siz bana hiçbir şey sızdırmadınız!’
“Annem, ‘Kızcağızım,’ dedi. ‘Sen kendini hiç üzme, sıhhatini düşün. Val­lahi, bir kadın senin gibi güzel ve kocasının yanında sevgili olsun ve onun bir­çok ortağı bulunsun da onu kıskanmasınlar ve onun aleyhinde birtakım lâflar çıkarmasınlar; bu pek nâdirdir!’
“‘Babamın bundan haberi var mı?’ dedim.
“‘Evet...’ dedi.
“‘Re­sû­lul­lah’ın da haberi var mı?’ diye sordum.
“‘Evet...’ dedi.
“Kendimi tutamadım, ağladım.
“Babam, damda Kur’an okuyordu. Sesimi duyunca, indi. Anneme, ‘Nedir bu hali?’ diye sordu.
“Annem, ‘Aleyhindeki dedikodulardan haberi olmuş’ dedi.
“Babamın da gözleri yaşla doldu.
“O gece, sabaha kadar hep ağlayıp durdum.” [9]

     Pey­gam­be­ri­mizin Ashabıyla İstişâresi
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Âişe aleyhinde yapılan iftiranın etrafta konu­şul­duğu günlerde vakitlerinin çoğunu evinde geçiriyor, dışarıya pek çıkmı­yor­du.
Konuyla ilgili vahyin gelmesi gecikince, ashabıyla konuştu, onların fikirle­rini aldı.

     Hz. Ömer’in Görüşü
     Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Hâşâ, bu, büyük bir bühtan ve iftiradır. Kat’î bili­yorum ki bu, münafıkların yalanıdır. Allah Teâlâ, bedeninize sinek kondur­maktan sizi koruyor. Bedenini böyle pisliklere konan sineklerden bile muha­faza eden, onları bedenine yaklaştırmayan Allah, nasıl olur da aileni, böyle kö­tülüklere bulaşmaktan korumaz?” diye fikrini beyan etti.

     Hz. Osman’ın Kanaati
     Hz. Osman ise, görüşünü şöyle açıkladı:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Allah, üzerine insan ayağı basmasın ya­hut yeryüzündeki pis­likler üzerine düşmesin diye gölge­ni­zi yere düşürmekten korumaktadır. Böy­le gölgenizi bile hiç kimseye çiğnetmezken, nasıl olur da sizin ailenizin na­musunu herhangi bir kimsenin kirletmesine meydan ve imkân verir?”

     Hz. Ali’nin Görüşü
     Hz. Ali ise, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Bir gün bize namaz kıl­dırıyordun. Na­maz içinde iken, ayakkabılarını çıkarmıştınız. Size uyarak biz de çıkarmıştık. Namazı bitirince, ayakkabılarımızı çıkarmanın sebebini bize sormuştun. Biz de sana uymuş olmak için çıkardığımızı söylemiştik. Bunun üzerine siz, ‘Temiz ol­madıkları için onları çıkarmamı bana Cebrail emretti’ demiştiniz. Böyle, ayak­kabılarınıza bulaşan bir pislik, size bildirildiği ve onları pislik bulaşığın­dan dolayı çıkarmanız size emredildiği halde, ailenize, namus kirletecek kö­tü­lüklerden bir şey bulaşsın da, onu çıkarmanız için size emredilmesin, olur mu hiç?” diye fikrini açıkladı. [10]

     Hz. Âişe’nin Hizmetçisinin Görüşü
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu arada, Hz. Âişe validemizin hizmetçisi Be­ri­re’nin de görüşünü sordu.
Berire, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onun hakkında kusur olarak sadece şunu söyleyebilirim: Kendisi çok genç bir ka­dındı. Ev halkının hamurunu yoğururken uyuya kalırdı da, evde beslenilen koyun gelir, hamurunu yerdi.” [11]

     Hz. Zeyneb’in Görüşü
     Hz. Zeyneb (r.anha), Pey­gam­be­ri­mizin zevceleri arasında güzelliği ve Efen­di­miz yanındaki mevkii ile kendisini Hz. Âişe validemizle eşit görür ve onunla daima rekabet halinde bulunurdu. Buna rağmen Hz. Âişe hakkında bu hususta en küçük bir kötü zanna kapılmamıştı. Re­sû­lul­lah, bu hususta onun görüşünü de sorunca, şu cevabı verdi:
“Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, işitmediğimi ‘İşittim’ demekten kulağımı, görmediğimi ‘Gördüm’ demekten gözümü korurum. Vallahi, ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyo­rum.” [12]

     Pey­gam­be­ri­mizin Hitabesi
     Aslında Resûl-i Ekrem Efendimiz, zevcesi Hz. Âişe’nin böyle bir isnattan uzak olduğunu çok iyi biliyordu; ancak böylesine haince ve sinsice plânlı bir if­tiranın halk arasında yayılması, kendisini son derece üzmüştü. Bu, Hz. Âişe’­ye karşı ister istemez tavrını değiştirmesine sebep ol­muş­tu. Nitekim mes­citte irad ettiği hutbede bunu açıkça ifade ediyordu:
“Ey Müslümanlar cemaati! Ailem aleyhindeki iftirasıyla beni üzüntüye dü­şüren bir şahsa karşı bana kim yardım eder? Hâlbuki, vallahi ben, ailem hak­kında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Onlar (iftiracılar), öyle bir adamın ismini de ileri sürdüler ki ben onun hakkında da hayırdan başka bir şey bilmi­yorum.” [13]

     Pey­gam­be­ri­mizin, Hz. Âişe’yle Konuşması
     Hz. Âişe’ye iftira edilişin üzerinden bir ay gibi uzun bir müddet geçmiş ol­ma­sına rağmen, Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) bu hususta herhangi bir vahiy inmedi.
Mescitte ashabına irad ettiği hitabesinden birkaç gün sonra, Hz. Ebû Be­kir’in evine vardı. Selam verdikten sonra, Hz. Âişe’nin yanına oturdu ve “Ey Âişe! Hakkında bana şöyle şöyle sözler erişti. Eğer sen bu isnatlardan uzak isen, yakında Allah, seni onlardan be­rî ve uzak olduğunu açıklar. Yok, eğer böy­le bir günaha yaklaştınsa, Allah’tan af dile ve O’na tevbe et! Çünkü kul, gü­nahını itiraf ve sonra da tevbe edince, Allah da ona afv ile muamele buyu­rur.”
Hz. Âişe, o andaki durumunu da şöyle anlatır:
“Re­sû­lul­lah (a.s.m.) sözlerini bitirince, gözümün yaşı kesildi. Öyle ki gözya­şından bir tek damla bulamıyordum.
“Hemen babama dönüp, ‘Re­sû­lul­lah’a bu hususta benden taraf cevap ver’ dedim.
“Babam, ‘Vallahi kızım! Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) ne diyeceğimi bile­mi­yorum!’ dedi.
“Sonra anneme döndüm. ‘Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) bu hususta benim tarafım­dan sen cevap ver’ dedim.
“O da, ‘Vallahi, ben de Re­sû­lul­lah’a ne diyeceğimi bilmi­yorum!’ de­di.” [14]

     Hz. Âişe’nin Cevabı
     Baba ve annesi Re­sû­lul­lah’a herhangi bir cevapta bulun­mayınca, Hz. Âişe biz­zat konuşmak mecburiyetinde kal­dı. Şe­hâdet getirip, Cenab-ı Hakk’a hamd ve senâda bulunduktan sonra, “Vallahi” dedi. “Ben anladım ki siz halkın yap­tığı dedikoduyu işitmişsiniz. Hatta onlara inan­mış gibisiniz! Şimdi, ben size o kötülükten uzağım, de­sem —ki Allah biliyor, uzağımdır— beni doğrulamazsı­nız! Faraza, ben, kötü bir iş yaptım (!) desem, —ki Allah biliyor, ben böyle bir şeyden uzağım— siz, beni hemen tasdik edersiniz! Vallahi, ben kendim için de, sizin için de Ya­kub’­un (a.s.) oğullarıyla olan mi­sâlinden başka getirecek misâl bulamıyorum. Nitekim o zaman o, ‘... Artık bana düşen, güzel bir sabırdır. Si­zin şu anlatışınıza karşı yar­dı­mı­na sığınılacak, ancak Allah’tır’ [15] demişti.” [16]

     Pey­gam­be­ri­mize Vahyin Gelişi
     Henüz Resûl-i Kibriya Efendimiz yerinden kalkmamıştı. Ev halkından da hiç kimse dışarı çıkmamıştı. Peygamber Efendimize hemen orada vahiy geldi. Hz. Âişe o ânı da şöyle anlatır:
“Re­sû­lul­lah’ı, vahyin ağırlığı ve şiddetinden terlemek gi­bi vahiy alâmetleri bürüdü. Nitekim vahiy sırasında, kış günleri bile kendisinden inci tanesi gibi ter dökülürdü. Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.) üzerine elbisesi örtüldü, başının altına da derinden bir yastık konuldu. Vallahi, ben ne korktum, ne de aldırış ettim. Çünkü o fenalıktan uzak olduğumu ve Allah Teâlâ’nın bana zulmetmeyeceğini biliyordum. An­nemle babamın ise, halkın ağzında dolaşan dedikodular, Allah tarafından doğrulanacak diye korkularından ödleri kopuyor, cansız düşüvere­ceklerini sanıyordum.” [17]
     Vahiy hali Resûl-i Kibriya Efendimizin üzerinden kalkınca, sevincinden gü­lüyordu. Hz. Âişe’ye, “Müjde ey Âişe! Yüce Allah, seni, kesin olarak tebrie etti, yapılan iftira­dan berî ve uzak kıldı.” dedi. [18]
     Hz. Ebû Bekir de son derece sevindi. Yerinden kalkıp, kızı Hz. Âi­şe’nin ba­şını öptü.

     İnen Ayetler
     Cenab-ı Hak, konuyla ilgili olarak Resûlüne indirdiği ayet-i kerimelerde şöyle buyurdu:
“O uydurma haberi getirenler içinizden (mahdut) bir zümredir.
“Onu siz kendiniz için bir kötülük sanmayın. Bilâkis, sizin için bir hayırdır. Onlardan herkese kazandığı günah (nisbetinde ceza) vardır. Onlardan günahın büyüğünü yüklenen o adama da pek büyük bir azap vardır.
“Onu (iftirayı) işittiğiniz vakit, erkek mü’minlerle kadın mü’­min­ler, kendi vicdanları (önünde) iyi bir zanda bulunup da, ‘Bu, apaçık bir iftiradır’ demeleri (lâzım) değil miydi?
“Buna karşı dört şahit getirmeli değil miydiler? Mademki bu şahitleri geti­remediler; o halde onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridir!
“Eğer dünyada ve ahirette Allah’ın ihsan ve rahmeti üzerinizde olmasaydı, o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azap çarpardı.
“O zaman siz, o (iftirayı) dillerinizle (birbirinize) yetiştiriyordunuz; hak­kın­da hiçbir bilginiz olmayan şeyi, ağızlarınızla söylüyor ve bunu kolay (gü­nah olmayan şey) sanıyordunuz. Hâlbuki, o(nun günahı) Allah katında bü­yüktür.
“Onu (iftirayı) duyduğunuz zaman, ‘Bunu söylemek bize yakışmaz. Hâşâ! Bu büyük bir iftiradır’ demeniz (lâzım) değil miydi?
“Eğer siz gerçekten iman eden kimselerseniz, böyle bir şeye ebedîyyen bir daha dönmenizi Allah size yasaklıyor!
“Allah, size ayetlerini açık açık bildiriyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir; tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.
“Mü’minler içinde, kötü sözlerin yayılıp duyulmasını arzu edenler yok mu? Dünyada da, ahirette de onlar için acıklı bir azap vardır! Onları (kötülüğü yay­mak isteyenleri) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
“Ya üzerinizde Allah’ın fazl ve rahmeti olmasaydı, ya hakikat Allah çok esirgeyici, çok merhametli olmasaydı, haliniz nice olurdu?” [19]
Böylece, Cenab-ı Hak, vahiyle Hz. Âişe hakkında söylenenlerin bir iftiradan ibaret olduğunu haber vererek hem Resûlünün temiz ruhunu ve pâk vicdanını üzüntüden kurtardı, hem Hz. Ebû Bekir’in şahsiyetinin küçük düşürülmesine müsaade etmedi, hem de Müslümanlar arasında zuhur eden fitne ve fesadın büyümesine fırsat vermedi.

     En Üstün Beraat
     Bir gün, Hz. Abdullah b. Abbas’tan, Hz. Âişe’yle (r.anha) ilgili ayetlerin tef­siri so­rulmuştu. Şu izahta bulunmuşlardı:
“Yüce Allah, dördü dört şeyle beraat ettirmiş, yapılan iftiralardan onları temize çıkarmıştır:
“1) Hz. Yusuf’u, Züleyha’nın kendi ehlinden getirilen bir şahidin diliyle be­raat ettirmiştir.
“2) Hz. Mûsa’yı, Yahudilerin dedikodularından, elbisesini alıp getiren taşla beraat ettirmiştir.
“3) Hz. Meryem’i, kucağındaki oğlunu dile getirip, ‘Ben Allah’ın kuluyum’ diye söyletmek suretiyle temize çıkarmıştır.
“4) Hz. Âişe’yi ise, Yüce Allah, kıyamete kadar bâkî kalacak olan i’cazkâr ki­tabı Kur’an’daki o azametli ayetlerle beraat ettirmiştir; ki bu derece belâğatlı temize çıkarmanın benzeri görülmemiştir. Bakınız da, bununla diğer beraat et­tirmeler arasındaki büyük ve üstün farkı görünüz.
“Yüce Allah, bunu ancak Resûlünün mertebesinin yüceliğini ortaya koymak için yapmıştır.” [20]

     İftiracıların Cezaya Çarptırılmaları
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, konuyla ilgili vahiy geldikten sonra çıkıp halka bir hutbe irad etti, sonra da gelen Kur’an ayetlerini onlara okudu.
Bilâhare, yapılan iftirayı dilleriyle yaymakta en çok ileri giden Mistah b. Üsâse, Hassan b. Sâbit ile Hamne binti Cahş’a had vurulmasını emretti. İftiracı­lara had olarak seksener kamçı vuruldu. [21]
__________________________________________________________________________
[1] Buharî, Sahih, c. 3, s. 154.
[2] Buharî, Sahih, c. 3, s. 154.
[3] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 310-311; Müslim, Sahih, c. 8, s. 113-114.
[4] Taberî, Tefsir, c. 18, s. 89.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 311.
[6] Ahzab, 6, 53.
[7] Müslim, Sahih, c. 8, s. 114.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 311-312; Müslim, a.g.e., c. 8. s. 114; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 332-333.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 311-312; Müslim, a.g.e., c. 7, s. 115; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 333.
[10] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 624-625.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 313-314; Müslim, a.g.e., c. 8, s. 115.
[12] Müslim, a.g.e., c. 8, s. 118.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 312; Müslim, a.g.e., c. 8, s. 115; Tirmizî, a.g.e., c. 5, s. 332
[14] Müslim, a.g.e., c. 8, s. 116; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 197
[15] Yusuf, 18.
[16] Müslim, a.g.e., c. 8, s. 116.
[17] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 315; Müslim, a.g.e., c. 8, s. 117.
[18] Müslim, a.g.e., c. 8, s. 117; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 197.
[19] Nur, 11-20.
[20] Nesefî, Tefsir, c. 3, s. 138.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 315; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 6, s. 35.
Kainatın Efendisi - Sevgiler Sevilisi
Hz. Muhammed (sav.)
Yazar: 
Salih Suruç

9 Kasım 2011 Çarşamba

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 6. Konu: NAMAZA AYKIRI DAVRANIŞLAR


İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
6. Konu: NAMAZA AYKIRI DAVRANIŞLAR
     Bir müslümanın namaz esnasında, daha önceki bölümlerde ayrı ayrı sayılan namazın farz, vâcip, sünnet ve âdâbını en iyi şekilde yerine getirmeye gayret etmesi ve bu ibadetin mâna ve gayesine aykırı her türlü davranıştan da kaçınması gerekir. Namaza aykırı davranışlar, bu aykırılığın derecesine göre namazın mekruhları ve namazı bozan şeyler şeklinde ikili bir ayırım içinde ele alınır.
     A) NAMAZIN MEKRUHLARI
     Namazda yapılması hoş karşılanmayan davranışlara "namazın mekruhları" denir. Genel olarak namaz için öngörülmüş bulunan biçimsel yapıya aykırı olan davranışlar ile namazın gerektirdiği saygı, tâzim, tevazu, boyun bükme ve sükûnet haline de aykırı olan ve namazda kalbi meşgul edecek ve insanı ibadetin gerektirdiği kalp huzurundan ve huşûdan alıkoyacak davranışlar mekruh sayılmıştır. Namaz esnasında elbiseyle veya vücudun bir yeriyle oynamak gibi namazla ilgisi olmayan ve onunla bağdaşmayan bir hareketin yapılması mekruhtur. Çünkü bu şekildeki davranışlar namazın biçimsel yapısına aykırıdır ve aynı zamanda namazın gerektirdiği saygı ve tâzim vaziyetiyle de bağdaşmamaktadır.
     Bunun yanında namazın vâciplerinden ve sünnetlerinden birini terketmek de mekruh sayılmaktadır.
     Namazın vâciplerinden birini, meselâ Fâtiha sûresini okumayı kasten yani bilerek ve isteyerek terketmek tahrîmen mekruhtur. Bir vâcibin terkedilmesi sebebiyle tahrîmen mekruh olan bu namaz esas itibariyle sahih yani geçerli olup kişiden namaz borcunu düşürür ise de iade edilmesi yani yeniden kılınması vâciptir.
     Namazın sünnetlerinden birini, meselâ Sübhâneke okumayı, rükû veya secdelerdeki tesbihleri kasten terketmek mekruhtur. Namazın sünnetlerinden birini terketmek, genel olarak tenzîhen mekruh olmakla birlikte, tenzîhen mekruh sayılan şeylerin bir kısmı tahrîmen mekruha yakındır. Meselâ müekked bir sünneti terketmek, bir vâcibi terketmek derecesine yakın bir mekruhluğu (kerâhet) ifade eder. Müstehap (mendup) olan bir şeyi terketmek ise mekruh olmayıp daha iyi ve faziletli olanı terketmek (terk-i evlâ) sayılır.

     Namazda mekruh sayılan şeyler şunlardır:
     1. Bir zararın giderilmesi veya namazın tamamlanması amacı olmaksızın namaz dışı bir davranışta bulunmak. Meselâ alnın secde mahalline yerleşmesini engelleyen sarık vb. şeyleri çekmek namazın tamamlanması amacı taşıdığından ve akrep gibi zararlı hayvanları öldürmek de bir zararın giderilmesi amacı taşıdığından mekruh sayılmamıştır. Buna karşılık parmak çıtlatmak, giysisinin kolunu kıvırmak, bunu gerektiren bir özür olmadığı halde -peş peşe olmamak üzere- birkaç adım yürümek, sinek vb. haşeratla meşgul olmak gibi davranışlar mekruhtur. Namaz dışı davranış amel-i kesîr (bk. Namazı Bozan Şeyler) boyutuna varırsa namaz bozulur.
     2. Namaza ilişkin fiilleri özürsüz yere, namazın sünnet ve âdâbına uymaksızın yerine getirmek. Meselâ bir özrü olmaksızın duvar, direk, baston vb. bir şeye hafifçe yaslanmak; daha dizleri yere koymadan elleri yere koymak, secdeden kalkarken dizleri ellerden önce kaldırmak; oturuşlar esnasında bağdaş kurmak veya dizleri dikmek; kıyam esnasında elleri yana bırakmak; erkekler için secde esnasında kolları tamamıyla yere yapıştırmak böyledir.
     3. Kıyam, rükû ve secde aralarındaki tekbir ve zikirleri kendi yerlerinden sonraya bırakmak. Meselâ kıyamdan rükûa vardıktan sonra "Allahüekber" demek, rükûdan doğrulduktan sonra "Semiallahu limen hamideh" demek mekruhtur. Rükû tekbiri alınmaya ayakta iken başlanmalı, rükûa varırken bitirilmelidir. Söz ile fiil eş zamanlı olmalıdır.
     4. Namazda esnemek, gerinmek ve boğazı açıyormuş gibi yapmak. Mümkün olduğunca esnemeyi önlemeye çalışmalı, esnemek durumunda kalınca sağ el ile ağzı kapatmalıdır. Nezle vb. sebepten burnu akan kişi, burnunu mendille siler. Grip olan kişi de öksürecek olduğunda ağzını eliyle veya mendiliyle kapatmalıdır. Bu durumda olan kişilerin mescide gelmeleri de mekruhtur.
     5. Namazda iken verilen selâmı el veya baş işaretiyle almak. Tahrîmen mekruh olan bu fiille kimilerine göre namaz bozulur.
     6. Namazda huşû halini artırmak veya uygunsuz bir şeyi görmekten sakınma gibi bir amaç olmadıkça gözleri yummak, gözleri sağa sola veya aşağı yukarı çevirmek, başı hafifçe bir tarafa çevirip bakmak.
     7. Abdesti sıkışık olduğu halde namaz kılmak. Hz. Peygamber sıkışık durumda olan veya yemek hazırken namaza duran kişinin namazının faziletinin tam olmayacağını belirtmiştir (Müslim, "Mesâcid", 67).
     8. Elbise, vücut veya namaz mahallinde namazın geçerliliğine engel olmayacak miktarda necâset bulunduğu halde namaz kılmak. Dinen necis sayılmamakla birlikte kirli elbise ile namaz kılmak da mekruhtur.
     9. Temiz olmayan şeylere karşı ve bunların yakınında, kişinin kendini ibadete vermesini engelleyecek ve zihni meşgul edecek yerlerde namaz kılmak. Ateşe ve puta tapma inancını çağrıştırması düşüncesinden hareketle ateşe, insan veya hayvan tasviri bulunan resim ve heykele karşı namaz kılınması mekruh sayılmıştır. Aynı şekilde bir insanın yüzüne karşı namaz kılmak da mekruhtur.
     10. Başkasına ait bir yerde veya başkasına ait bir elbise içinde, sahibinin izni ve razılığı olmaksızın namaz kılmak.
     11. Dişlerin arasında kalmış yutulması namazı bozmayacak miktardaki yiyecek kırıntısını yutmak. Yutulan şey nohut tanesi büyüklüğünde olursa namazı bozar.
     12. Cemaatle namaz kılınırken, imamdan önce rükû ve secdeye gitmek veya ondan önce rükû veya secdeden doğrulmak. Bu davranışın muktedînin namazını bozacağı, imamdan önce rükû ve secdeden başını kaldırmış kişinin rükû ve secdeye geri dönüp imamla birlikte hareket etmesi, aksi halde o rek`atın eksik kalacağı ve sonradan tamamlanması gerektiği, bu da yapılmazsa namazının bozulmuş olacağı görüşleri de mevcuttur.
     13. Namazda kıraate ilişkin mekruhlar daha ziyade kıraatin sünnetlerinden birinin terki sebebiyle olur. İkinci rek`atta birinci rek`attan daha uzun okumak böyledir.
     14. Bir rek`atta bir sûrenin iki kere okunması veya farz namazlarda ilk iki rek`atta Fâtiha'dan sonra aynı sûrenin okunması mekruhtur; nâfile namazlarda mekruh değildir.
     15. Fâtiha'dan sonra sürekli olarak belirli bir sûrenin okunması, başka sûrenin okunmaması mekruhtur. Fâtiha'dan sonra okunacak sûrelerde Kur'an'daki sıraya uymamak, meselâ birinci rek`atta Kevser sûresini okuduktan sonra ikinci rek`atta Fîl sûresini okumak mekruhtur.
     B) NAMAZI BOZAN ŞEYLER
     Namazın rükünlerinden veya şartlarından herhangi birinin eksikliği durumunda namaz bozulur. Namazın bozulmuş olacağı fâsid veya bâtıl tabirleriyle ifade edilir. Rükün ve şartların eksikliği dışında ayrıca kaçınılması, yapılmaması gereken bazı durum ve davranışlar vardır ki, bunların hepsine birden "müfsidât-ı salât" (namazı bozan şeyler) denir.

     Namazı bozan şeyler şu şekilde gruplandırılabilir:
     1. Namazda konuşmak.
     Namazda gerek bilerek gerekse yanılarak veya yanlışlıkla konuşmak namazı bozar. Konuşmak, birine seslenmek, hitap etmek şeklinde olabileceği gibi birine selâm vermek, merhaba demek, verilen selâma sözlü olarak karşılık vermek veya aksırana "yerhamükellah" veya "çok yaşa" demek şeklinde de olur. Bu gibi durumlarda namaz bozulur. Bunların bilerek, isteyerek yapılması ile yanılarak veya yanlışlıkla olması arasında fark yoktur. Namaz kılarken, namazda olduğunu unutarak, dalgınlıkla birinin selâmını diliyle, meselâ "aleykümü's-selâm" diyerek almak namazı bozar. Hz. Peygamber'in ismi anıldığında salavat getiren kimsenin de namazı bozulur. Aynı şekilde cevap kastıyla Kur'an'dan bir âyeti okumak da insanlarla konuşma kapsamına gireceği için namazı bozar. Meselâ iyi bir haber duyduğunda "el-hamdülillah", kötü bir haber duyduğunda "İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn", hayret verici bir şey duyduğunda "sübhânellah" ve girmek için izin isteyene girmemesini anlatmak üzere "Tilke hudûdullâhi felâ takrebûhâ" (Bunlar Allah'ın sınırlarıdır; sakın girmeyin) âyetini okuyarak mukabele etmek namazı bozar.
     Namazda dua mahalli olan son oturuşta insanların gündelik ve sıradan konuşmalarına benzer tarzda dua etmenin de namazı bozacağı söylenmiştir. Buna göre meselâ "Ey Allah'ım, bana baklava, börek yedir; falan hanımla evlendir?" şeklinde dua etmek namazı bozar. Fakat insanların gündelik konuşmalarını andırmayacak şekilde yapılan dualar namazı bozmaz (Aşağıda bu konuyu "Namazda Türkçe Olarak Dua Edilebilir mi?" başlığı altında açıklayacağız).
     2. Amel-i kesîrde bulunmak.
     Amel-i kesîr, çok veya aşırı bir davranışta bulunmak demektir. Amel-i kesîr için net bir sınır çizme imkânı olmamakla birlikte dışarıdan gözlemleyen kişide, namazda olunmadığı izlenimini verecek davranışta bulunmak şeklinde bir ölçü getirilmiştir. Bu bakımdan, namazdayken namaza aykırı, namazdaki eylemlere benzemeyen ve namazla bağdaşmayan bir davranış, namazda olunmadığı izlenimini veriyorsa amel-i kesîr çerçevesine girer. Bununla birlikte Hz. Peygamber namazda iken torunlarının sırtına bindikleri, kucağına geldikleri şeklindeki rivayetlere nazaran, benzer durumlarla karşılaşıldığında, çocukları rencide etmeden, sarsmadan usulca yere koymak veya kenara çekmekle namaz bozulmaz. Biriyle musafaha yapmak, el sıkışmak da amel-i kesîr kapsamına girer.
     3. Yönü kıbleden çevrilmek.
     4. Bir şey yiyip içmek.
     Namaza durduktan sonra ağza alınıp yenen şey susam tanesi kadar da olsa namazı bozar. Fakat namaz öncesinde yediği bir şeyden dolayı dişleri arasında kalan bir şeyi yutmak namazı bozmazsa da büyük küçük bir şeyi çiğnemek, ağzında gevelemek namaza aykırı olduğu için namazı bozar. Bu bakımdan sakız çiğnemek veya namaz öncesi ağzına bir şeker alıp şeker eridikçe yutmak namazı bozar.
     5. Özürsüz olarak boğaz hırıldatmak (tenahnuh etmek), öksürmeye çalışmak. Ancak herhangi bir zorlama olmaksızın doğal olarak öksürmek veya sesindeki hırıltıyı giderip sesi güzelleştirmek, namazda olduğunu anlatmak ve yanlış okuyan imamı uyarmak için öksürmek namazı bozmaz.
     6. Üf, tüh diyerek bir şeyi üflemek veya bezginlik göstermek ve uf, puf gibi şeyler söylemek veya ah, oh demek.
     7. İnlemek.
     Ah çekmek, inlemek normal durumda namazı bozmakla birlikte, huşû ve ibadet aşkından olursa namazı bozmaz.
     8. Gülmek.
     Kendisinin duyacağı kadar bir gülme sadece namazı bozar, yakında bulunanların işitebileceği kadar olursa abdest de bozulur. Bu şekilde gülme, bulûğa ermemiş çocukların sadece namazını bozar, abdestini bozmaz. Öteki mezheplere göre namazda kahkaha ile gülmek dahi abdesti bozmaz.
     9. Namazda iken göze ilişen bir yazıya bakmakla namaz bozulmaz. Fakat karşısındaki Mushaf'tan ezberinde olmayan bir âyeti okumak durumunda, Ebû Hanîfe'ye göre namaz bozulur. Ebû Yûsuf ve Muhammed'e göre ise bu durumda namaz bozulmaz, fakat Ehl-i kitaba benzeyiş söz konusu olduğu için böyle yapmak mekruhtur. Hanbelîler'e göre ezbere bilen için mekruh olmakla birlikte, Mushaf'tan okuyarak namaz kılmak câizdir.
     10. Birinci oturuşu, son oturuş zannederek selâm vermek namazı ifsat etmeyip sadece sehiv secdesi yapmayı gerektirir ise de, kıldığı öğle namazını cuma namazı veya yatsı namazını teravih zannederek (veya kendisini seferî zannederek) selâm vermek, namazı kesmek kastı taşıdığı için namazı bozar.
     11. Farkında olmayarak veya unutarak yapılmış olsa bile avret yeri açık iken veya üzerinde namaza mani miktarda bir necâset bulunuyorken bir rükün eda etmek veya bu durumda iken bir rüknün eda edileceği bir sürenin (üç defa "sübhânellâh" diyecek kadar süre) geçmiş olması durumunda namaz bozulmuş sayılır.
     12. Kendi irade ve ihtiyarı dışında gerçekleşen şu durumlarda da namaz bozulur:
     Sabah namazını kılarken güneşin doğması; bayram namazını kılarken zeval vaktinin olması; cuma namazını kılarken ikindi vaktinin girmesi durumunda namaz bozulur. Fakat öğle namazını kılarken ikindi vaktinin girmesiyle öğle namazı bozulmaz.
     Tertip sahibi olan yani o zamana kadar namazı kazâya kalmamış bir kimsenin, daha önce kılamadığı bir namazı (fâite) namaz esnasında hatırlaması.
     Teyemmüm ile namaz kılmakta iken kullanılması mümkün suyu görmesi.
     Özür sahibi olan/mazereti bulunan kişinin özrünün ortadan kalkması.
     Mest üzerine meshetmiş olarak namaz kılarken, mesih süresinin dolması durumunda namaz bozulur. Bu süre mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Yine, mesih yaptığı mesti ayağından çıkarması durumunda namaz bozulur. Çünkü üzerine meshettiği mest ayağından çıktığı için abdestsiz konumuna düşmektedir.
     Namaz kılanın önünden geçilmekle namazı fâsid olmaz; geçenin erkek veya kadın olması arasında fark yoktur. Bu işi bilerek, farkında olarak yapan kişi mükellef ise günahkâr olur. Mekruh olan geçiş, açık alan ve büyük camiye göre namaz kılanın secde mahallinden; küçük mescidde ise karşısından geçmektir. Önünden geçilme ihtimali bulunan yerde namaz kılan kişilerin sütre edinmesi, yani bir sütunu veya baston, şapka ve şemsiye gibi şeyleri siper edinmesi müstehaptır. Cemaatle namaz durumunda imamın sütresi, ona uyanlar için de sütre sayılır. Kâbe'yi tavaf etmek, namaz benzeri bir ibadet sayıldığı için, orada namaz kılarken tavaf edenlere karşı sütre edinmeye gerek yoktur.
     13. Namaz kılarken herhangi bir sebeple abdest bozulursa namaz da bozulmuş olur. Namaz kılarken bilerek abdest bozucu bir fiil işleyen kişinin namazı bozulur. Ancak bu iş, namazın sonunda yapılmış ise, kişi kendi fiili ile namazdan çıkmış sayılacağı için Hanefîler'e göre namaz bozulmaz. Burun kanaması gibi bir özür durumunda Hanefîler'e göre, bu durumun üzerinden bir rükün eda edecek kadar süre geçmedikçe namaz bozulmaz. Kişi dilerse, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek namazına kaldığı yerden devam eder, isterse namazını yeni baştan kılar.

03-04-05 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 03-04-05 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avan...