19 Aralık 2011 Pazartesi

İSLAM TARİHİ ... Peygamberimizin Hz. Zeynep Bint-i Cahş'la Evlenmesi

İ S L A M   T A R İ H İ
Peygamberimizin
Hz. Zeynep Bint-i Cahş'la Evlenmesi

     (Hicret’in 5. senesi Zilkade ayı)
     Hz. Zeyneb Bint-i Cahş, Resûl-i Ekrem Efendimizin halası Ümeyme Bint-i AbdülMuttalib’in kızı idi. Daha önce Peygamber Efendimizin evlatlık edindiği Hz. Zeyd b. Hârise’yle evlenmişti. Bu evliliğin dünürlüğünü de bizzat Resûl-i Ek­rem Efendimiz yapmıştı [1]
Hz. Zeyneb ve ailesi böyle bir evliliği istemedikleri halde, sırf Pey­gamber Efendimizin ısrarı üzerine rıza göstermişlerdi. [2]

     Hz. Zeyd’in, Hz. Zeyneb’i Boşaması
     Hz. Zeyd, izzetli zevcesi Hz. Zeyneb’i kendisine mânen küfüv [denk] bul­mu­yordu. Bu durum, mânevî imtizaçsızlığa sebep oluyor­du. Nitekim evli­liklerinin birinci yılı henüz bitmişken, Hz. Zeyd, Peygamber Efendimize gele­rek, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben, ailemden ayrılmak istiyorum” dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, cevaben, “Zevceni tut, boşa­ma! Allah’­tan kork!” buyurdu. [3]
Fakat Hz. Zeyd, Hz. Zeyneb’in başka yüksek bir ahlâkta yaratılmış oldu­ğunu ve bir peygambere hanım olacak fıtrat­ta bulunduğunu ferasetiyle his­setmişti. Kendisini de ona zevc olarak fıtratta mânen küfüv bulmadığı için bo­şadı.

     Pey­gam­be­ri­mizin, Allah’ın Emriyle Hz. Zeyneb’i Alması
     Peygamber Efendimiz, “mânevî geçimsizlik” sebebiyle Hz. Zeyd ile Hz. Zeyneb arasındaki evliliğin son bul­masından dolayı son derece üzüldü. Çünkü bu evliliği kendisi arzu etmişti. Durumun düzeltilmesi, mahzun Zeyneb (r.a.) ile hadiseden dolayı üzülen akrabalarının gönlünün alınması gerekiyordu.
     Hz. Zeyneb’in iddeti [boşandıktan sonra beklemesi gereken müddet] dol­muştu. Bu sırada 35 yaşında bulunuyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir gün, Hz. Âişe validemizle oturmuş, sohbet edi­yordu. Bu esnada kendisine vahiy geldi. İnen ayetlerde Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: “Vakta ki Zeyd, o kadından alâkasını kesti, onu boşadı —kadın da iddetini tamamladı—; Biz de, onu sana zevce yap­tık. Ta ki evlat­lıkların, kendilerinden alâkalarını kestikleri zevcelerini almakta mü’minler üzerine günah olmasın.
“Allah’ın emri yerine getirilmiştir.
“Allah’ın, üzerine farz ve takdir ettiği herhangi bir şeyi ifa etmesinde Pey­gambere hiçbir vebâl olmaz.
“Nitekim daha önceki peygamberlerde de, bu, Allah’ın (tatbik ettiği) âdeti­dir. Allah’ın emri, behemehal yerini bulan bir kaderdir.” [4]
     Vahiy hali sona erince, Peygamber Efendimiz gülümsedi ve “Allah’ın, onu bana gökte nikâhladığını, Zeyneb’e kim gidip müjdeler?” buyurdu.
     Ayet-i kerimelerden açıkça anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Hak, Zey­neb’i zevce­liğe alması için Pey­gam­be­ri­mize emir vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, bu emre uyarak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almıştır. Ayet-i kerimedeki “Biz onu sana zevce yaptık” beyanı, bu nikâhın bir akd-i semâvî olduğuna açıkça delâlet ediyor. Demek ki bu nikâh, harikulâde, örf ve zâhirî muamelelerin üstünde ve sırf kaderin hükmüyledir ki Resûl-i Kibriya Efendimiz de, kaderin o hükmüne boyun eğmiştir. Nefsî arzularla hiçbir ilgisi yoktur.

     Bu Evliliğin Mühim Bir Hikmeti
     Cenab-ı Hakk’ın emriyle Peygamber Efendimizle Hz. Zey­neb arasında ku­ru­lan bu evliliğin ehemmiyetli bir şer’î hükmü olduğu gibi, bütün mü’minleri ilgilendiren bir hikmeti ve fayda tarafı da vardı. Bu konuyla ilgili gelen vah­yin, “Ta ki evlatlıkların, kendilerinden alâkalarını kes­tikleri zevcele­rini almakta mü’minler üzerine günah ol­ma­sın” meâlindeki kısmında beyan buyrulmuştur. Çünkü câhiliyye devrinde, bir kimse birisini evlat edindiği za­man, halk, evlat­lığı, onun adıyla anar ve evlatlık, öz evlat gibi o kimsenin mirasından faydala­nırdı. Haliyle, bu inan­ca göre, evlatlığın boşadığı kadını, onu evlat edinen kim­se alamazdı, bu haramdı.
     İşte, Peygamber Efendimizin, Allah Teâlâ’nın emrine uya­rak, Hz. Zeyneb’i zevceliğe almasıyla, câhiliyye devrinin bu inanç ve âde­tinin bâtıl olduğu or­ta­ya kondu. Böyle bir durumda mü’minler için de vebâl ve günahın söz ko­nusu olamayacağı belirtildi. [5]

     Münafıkların Dedikoduları
     Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlenince, her meselede fırsat kollayıp Müslümanlar arasında fitne ve fesat çıkarmaya can atan münafıklar, bu mese­lede de ileri geri konuşmaya başladılar. Câhiliyye devri inancına göre, evlatlı­ğın boşadığı karısını almayı ha­ram sayıp, bunu Resûl-i Ekrem Efendimiz aley­hinde dedikodu ve­silesi yaparak “Muhammed, evladın ka­rısıyla evlenmeyi haram kıl­dı, kendisi ise oğlu Zeyd’in boşadığı karısıyla evlendi” deyip yayga­raya baş­ladılar. [6] Gelen vahiy bu hususa da cevap veriyordu: “Muham­med, er­keklerinizden hiçbirinin öz babası değildir (Tabii ki Zeyd’in de öz babası de­ğildir). Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” [7]
     Peygamberlerin, ümmetlerine bir baba gibi nazar ve hitapları risâlet vazifesi itibarıyladır, beşerî şahsiyetleri itibarıyla değildir. Bu bakımdan, elbette onlar­dan zevce almanın uygun olmayacağından bahsedilemez. Kur’an-ı Kerim, zi­hinlerde bu hususta uyanacak herhangi bir istifhamı bertaraf etmek maksa­dıyla, meâlini aldığımız son ayet-i kerimeyle mânen şöyle demektedir: “Peygamber rahmet-i İlâhîye hesabıyla size şefkat eder, pederâne muamele eder ve risâlet nâmına siz onun evladı gibisiniz. Fa­kat şahsiyet-i insaniye itiba­rıyla pederiniz değildir ki sizden zevce alması münasip düşmesin! Ve sizlere ‘Oğlum’ dese, ahkâm-ı şeriat itibarıyla siz onun evladı olamazsınız!” [8]
     Böyle birçok cihetten hikmetleri bulunan ve hayırlara vesile olan bu pâk ve nezih evliliğe toz kondurmak ve bununla da —hâşâ— Resûl-i Kibriya Efendi­mizin yüce şahsiyetine gölge dü­şürmek niyetiyle çırpınıp duranların, hüsn-i niyetten ne kadar uzak ve maksatlı hareket ettikleri, elbette ki bu izahlarımız neticesinde, basiret ve feraset sahibi mü’minlerin gözünden kaçmaz.

     Düğün Ziyafeti ve Bir Mucize
     Evliliklerinde ashabına düğün ziyafeti tertiplemek, Resûl-i Ekrem Efendi­mizin bir âdeti idi. Bu âdet, Müslümanlar arasında da günümüze kadar sünnet olarak devam edip gelmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz, Hz. Zeyneb’le evlendiği gün, Enes b. Mâlik’in an­nesi Ümmü Süleym, kendilerine yağda kavrulmuş biraz Me­dine hurması gön­derdi. Gönderilen hurma küçük bir kap içinde ancak Peygamber Efendimiz ve Hz. Zeyneb’e kâfi gelebilecek kadardı.
     Hadiseyi, bu bir avuç hurmayı getiren “Hâdim-i Nebevî” unvanıyla şöhret bulan Hz. Enes b. Mâlik şöyle anlatır:
     “Nebi (s.a.v.), götürdüğümü kabul etti ve ‘Bana, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.a.) çağır’ diye emretti; bu arada da­ha birçok kimsenin ismini zikretti. Re­sû­lul­lah’ın azıcık bir yiyecek için birçok kimseyi çağırmayı bana em­retmesine şaştım. Ama emrine aykırı hareket edemezdim. Onların hepsini ça­ğırdım.
     Bu sefer bana, ‘Bak, mescitte kim varsa, onları da çağır’ dedi. Öyle yaptım. Mescide gidip, orada namaz kılan kimi buldumsa onlara, ‘Re­sû­lul­lah’ın düğün ziyafetine buyurunuz!’ dedim. Geldiler.
Nihayet sofa doldu.
Bana, ‘Mescitte kimse kalmadı mı?’ diye sordu.
‘Hayır’ dedim.
Bu sefer, ‘Bak, yolda kim varsa, onları da çağır’ dedi.
Çağırdım. Odalar da doldu.
‘Gelmeyen kimse kaldı mı?’ diye sordular.
‘Hayır, yâ Re­sû­lal­lah!’ dedim.
‘Haydi, çanağı getir’ buyurdu.
Getirip önüne koydum.
Elini çanağın üzerine koyup bereket duasında bulundu. Bundan sonra, ‘Onar onar halkalansınlar ve herkes kendi önünden yesin’ buyurdu.
Davetliler, emredilen şekil üzere oturarak doyuncaya kadar yediler. Böy­lece bütün davetliler bölük bölük gelip yiyip gittiler.
Ben çanaktaki hurmaya ve yağa bakıyordum. Sofada ve odalarda bulu­nanların hepsi ondan doyuncaya kadar yediler. Çanakta kalan ise getirdiğim kadardı!
Re­sû­lul­lah bana, ‘Ey Enes, kaldır!’ diye emretti.
Ben de çanağı kaldırdım. Sonra da annemin yanına vardım. Hadiseyi ol­duğu gibi anlattım.
Annem de bana, ‘Hiç hayret etmene gerek yok! Eğer Allah, ondan bütün Medinelilerin yemesini dilemiş olsaydı, hepsi de yer ve doyarlardı’ dedi.” [9]
     Pey­gam­be­ri­miz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dini, daveti ve risâleti umumî olduğu için, hemen hemen kâinatın her nevinden mucizelere mazhar olmuş­tur. Duasıyla yemeklerin bereketlenmesi hususunda da birçok mucize göster­mişlerdir. Mevzuyla ilgisi bakımından bu mucizeyi burada naklettik. Ve dua ediyoruz:
     “Yâ Rab! Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bereketi hürmetine bi­ze ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan eyle!”

      Hicab Ayetinin Nâzil Olması
     Hz. Zeyneb’in düğün yemeğine davet edilenler, dağılmış, sadece üç kişi kal­mıştı. Bunlar oturup konuşmaya dalmışlardı. Peygamber Efendimiz bu du­rumdan hoşlanmadı. Kalkıp Hz. Âişe’nin odasına kadar gitti. Sonra birbiri ar­dınca diğer Ezvac-ı Tâhirat’ın da odalarına uğradı. Otu­rup konuşanlar gitmiş­lerdir zannıyla döndü. Fakat onlar hâlâ konuşmalarına devam ediyorlardı. Re­sûl-i Ekrem Efendimiz, onlara bir şey diyemedi. Tekrar, Hz. Âişe validemizin odasına doğru gider gibi davrandı. Bu sırada onlar da kalkıp gittiler. Peygamber Efendimize haber verilince hemen geri döndü. Hücre-i saadete girdi.
Daha önceleri de Hz. Ömer, “Yâ Re­sû­lal­lah! Hanımları­nı­zı perde arkasına al­sanız... Zira, huzurunuza her çeşit insan gelir, gider” derdi. Fakat Cenab-ı Hak tarafından herhangi bir emir gelmediğinden, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ömer’in bu sözüne karşı sükût ederdi. Hatta bir gün Ezvac-ı Tâhirat’tan Hz. Sevde’yi dışarıda görmüş ve “Ey Sevde! Biz seni tanıdık!” demişti. [10] Bu sözü, hicab hakkında İlâhî emrin gelmesini şiddetle arzu ettiği için sarf et­mişti.
     Hz. Zeyneb’in düğün yemeğinde de yukarıda bahsettiğimiz hadise mey­dana gelince, hicab ayeti nazil oldu:
     “Ey iman edenler! Bundan sonra Peygamberin evlerine —ye­me­ğe davet edil­meden, vakitli vakitsiz— girmeyin. Fakat davet olun­du­ğunuz zaman girin. Ye­meği yediğiniz zaman dağılın. Söz din­lemek veya sohbet etmek için de (izin­siz) girmeyin. Çünkü bu, Peygambere eza vermekte. O, ‘Girmeyiniz veya kal­kıp gidiniz’ demekten sıkılıyordur. Allah ise, hakkı açıklamaktan çekinmez. Bir de, onun zevcelerinden lüzumlu bir şey istediğiniz vakit, perde ardından is­teyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem onların kalpleri için daha temizdir. Si­zin, Allah’ın Resûlüne eza verme­niz (doğru) olmadığı gibi, kendinden sonra zevcelerini nikâhla almanız da ebedî câiz değildir. Bu, Allah katında çok bü­yük günahtır.” [11]
     Nâzil olan bu ayet-i kerimeyi, Peygamber Efendimiz, dışarı çıkıp halka okudu. Bunun üzerine Ezvac-ı Tâhirat da perde arkasına çekildiler. [12]
     Bundan sonra, neseb ve süt emme yönünden akraba olanlar ile hizmetçi ve hürriyetlerine kavuşmak için anlaş­ma yapmış bulunanlar dışındakilerle Ez­vac‑ı Tâhirat gerek­tiği zaman, ancak perde arkasında konuşur, görüşürler­di. [13]
     Bir gün, Peygamber Efendimizin yanında Hz. Ümmü Seleme ile Hz. Mey­mûne bulunuyordu. Bu esnada âmâ olan Abdullah İbni Ümmî Mektum (r.a.) içeri girdi. Peygam­ber Efendimiz, hanımlarına, “Perde arkasına çekiliniz” diye emretti.
Onlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! O âmâ değil midir? Gözleri gör­mez ve bizi tanımaz” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Siz de âmâ mısınız? Onu görmü­yor musunuz?” di­ye buyurdu. [14]

     Müslüman Kadınlara Tesettürün Emredilmesi
     Bir kısım edebsiz münafıklar, köle kadınlara sataşırlardı. Zaman zaman sâir kadınları da, köle zannıyla rahatsız ederlerdi.
     Bunların, mü’minlerin hanımlarını da rahatsız ettikleri olurdu. Neden böyle yaptıkları sorulduğunda ise, “Biz onları köle sanmıştık!” diyerek mâzeret uy­dururlardı.
Bu hadiseler üzerine, Müslüman kadınların örtünmelerini emreden şu ayet‑i kerime nâzil oldu: “Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, iç elbiselerinin üzerlerine cilbablarını [örtülerini] giymelerini söyle! Bu, onların tanı­nıp eza edilmemelerine daha uygundur.” [15]

____________________________________________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 101.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 101; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 354; İbn Kesir, Tefsir, c. 3, s. 491.
[4] Ahzab, 37-38.,
[5] Câhiliyye devrinin bu evlat edinme âdeti, Kur’an-ı Kerim’in şu meâldeki âyet-i kerîmeleriyle orta­dan kaldırılmıştır:

“Allah, evlatlıklarınızı öz oğullarınız gibi tanımadı. Bu mücerred, sizin ağzınızdan çıkan bir söz­dür. Hâlbuki Allah hak söyler ve kullarını doğru yola sevk­le hidâyete kılar.
    “Ev­lat edindiğiniz kimseleri babalarına nisbet edin. Zira, Allah katında insanları babalarına nis­bet et­mek sevab ve adalettir. Eğer onların babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o hâlde on­lar dinde si­zin kardeşleriniz olmakla beraber, dostlarınızdır da... Hata ettiklerinizde ise, size bir vebâl yoktur. Allah Teâlâ, kullarının geçmiş günahlarını mağ­ri­fet ve gelecekte merhamet eder.” (Ahzab, 4-5).
[6] Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 352.
[7] Ahzab, 40.
[8] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 28-29.
[9] Müslim, Sahih, c. 2, s. 1051.
[10] Müslim, Sahih, c. 4. s. 151.
[11] Ahzab, 53.
[12] Müslim, Sahih, c. 4, s. 151.
[13] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 177.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 178.
[15] Ahzab, 59.

Salih SURUÇ

18 Aralık 2011 Pazar

KİTAP ... İMAMIN ÖLDÜRÜLÜŞÜ


    BOCURGAT
    Abdullah Harun’un biyografisini Türkçe’de ilk yayınlandığında okumuştum. Beni çok etkilemişti. Hatta ilk oğluma Harun ismini vermiştim. Bir gün bir Afrikalı’yla konuşuyorduk. Abdullah Harun’u sordum. Tanımadığını söyledi. Biyografisini anlatmaya kalktığımda boynuma sarılarak: “Sen İmam Harun’dan söz ediyorsun. Sen onu nerden tanıyorsun? O bir efsanedir. Afrikalı anneler çocuklarını onun efsanesiyle büyütürler...” dedi, bir süre ağladı... O an hâlâ gözümün önündedir...
    İmam Harun’u bir çizgiyle yad etmek istiyordum. Fakat eksik bir şeyler vardı, olmadı... Yıllar sonra, bir gece tv’nin düğmesine bastığımda ekranı Güney Afrikalı insanlar doldurdular, Mandela’nın serbest bırakıldığının haberi veriliyordu. Mandela ellerini kaldırmış, gülücükler dağıtıyordu. Bir zamanlar Abdullah Harun’un genç cesedinin çıktığı Güney Afrika hapishanelerinden, Mandela ihtiyar bir delikanlı olarak çıkıyordu. Artık gülümseyebilir, kalabalıklara el sallayabilirdi... Eksiğin tamamlandığını hissettim. Ve İmam Harun’nun anısına Güney Afrika için çizgimi o gece çizdim.
Hasan Aycın
     Güney Afrika ırkçı yönetimi tarafından öldürülen imam Abdullah Harun'un sürükleyici ve ibret verici romanı. 
     "...Yaralarım sızlıyor, artık bu eza ve cefaya dayanasım kalmadı. Ey esirgeyici olan! Beni öldür artık; bedenimi özgür kıl ruhumu özgür kıl!" Özgürleşti nihayetinde İmam Abdullah Harun. Ruhu ten kafesinden sıyrılarak G. Afrika müslümanları için bir sembol oldu. Tıpkı Afro Amerikalıların efsane insanı Malcom X gibi... İmam, G. Afrika'daki ırk ayrımına karşı mlücadele edip, bununla alakalı siyasi oluşumlarla irtibata geçiyor. Bu da siyasi erkin gözünden kaçmıyor. Özellikle insanlara her yönden yardımcı oluşu, onların haklarını savunması İmam'ı hükümetle karşı karşıya getiriyor. Yurtdışına çıkması için gelen teklifleri ise kabul etmeyip ülkesini tercih ediyor; ve mücadelelerde kaçınılmaz bir durak olan yer: Hapis...

13 Aralık 2011 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER ... MESCİDE GİRİŞ-ÇIKIŞ DUALARI

   HADİS-İ ŞERİFLER
İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM: SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
ONÜÇÜNCÜ FASIL: MESCİDE GİRİŞ-ÇIKIŞ DUALARI
1. (1856)- Fâtıma Bintu'l Hüseyin İbni Ali, büyükannesi Fâtımatu'l Kübrâ (radıyallâhu anhâ)'dan naklen anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mescide girdiği zaman Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât (dua) okur, sonra da: "Rabbim! günahımı affet, rahmet kapılarını bana aç" derdi. Çıkarken de yine Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e salât okur, sonra da: "Rabbim! günahımı affet, lütuf kapılarını benim için aç" derdi". [Tirmizî, Salât 234, (314).]

AÇIKLAMA:
1- Fâtımatu'l Kübrâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın kızı Fâtımatu'z Zehrâ (radıyallâhu anhâ)'dır. Hz. Ali efendimizin zevcesi ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in vâlideleridir (radıyallâhu anhüm ecmain). Hz. Ali ile hicretin ikinci yılında evlenmiş, Resûlullah'ın vefatından altı ay kadar sonra 20 yaşlarında iken vefat etmiştir.
2- Aliyyu'l Kârî, Mirkât'da, mescide giriş duasının tam içeri girmeden önce veya girdikten sonra okunmuş olma ihtimalinden bahseder, "önce olması daha kuvvetlidir" der.
3- Dikkat edilirse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendi kendisine salât okuyarak ta'zîmde bulunmuştur. Bu, başkalarının Zât-ı Muhammediye karşısındaki vecibelere onun da tâbi olduğunu gösterir. Ümmet O'nun (aleyhissalâtu vesselâm) peygamber olduğuna inanmakla mükellef olduğu gibi, O da bununla mükelleftir. Bazı rivâyetlerde Resûlullah, "İslam'a ilk iman eden benim" buyurur.
Ümmete terettüp eden bir diğer vecîbe Zât-ı Muhammediye'ye hürmet ve saygıdır ve bunu çokça salât ve selâm okuyarak ifâde etmektir. Şu halde bu vecîbeye kendisi de tâbidir ve bu hususta da bizzat örnek olarak ümmetine tâlimde bulunacaktır. Burada onu görmekteyiz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zât-ı Muhammediye'ye salât u selam okumaktadır.
4- Şârih Tîbî mescide girerken rahmet, mescidden çıkarken fazl (lütuf) taleb edilmiş olmasında şöyle bir incelik sezer: "Mescide giren kimse Allah'ın sevabına ve cennetine yaklaştıran bazı şeylerle meşgul olur, öyle ise rahmeti zikretmek daha münâsiptir. Mescidden çıkınca da helal rızık talebiyle meşgul olur, bu sebeple de Allah'ın fazlını (lütfunu) zikretmek münâsip düşer.

     Nitekim âyet-i kerîmede: "Cuma namazını kılınca yeryüzüne dağılın ve Allah'ın fazlından arayın" (Cum'a 10) buyurulmuştur."

10 Aralık 2011 Cumartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜSTEKBİR


KELİMELER - KAVRAMLAR
MÜSTEKBİR

     Büyüklük taslayan kimse; toplumu ezen, sömüren, ekâbir sınıfını ifade eden Kur'ânî bir kavram.
     Müstekbir, ke.bu.ra. (büyük oldu) fiil kökünün istif'al babına sokulmuş hali olan istekbera (büyüklük tasladı) fiilinin ism-i failidir. "Ke-bu-ra" fiilindeki büyüklük keyfiyet, kemmiyyet, hal, mertebe vs. bakımlarından olabilir. "Kebir (büyük)" kelimesi bazen çokluk belirtmek için de kullanılabilir. "Kebir" büyük; "kebira(tun)" büyük şey, ceza gerektiren günah; "ekber" en büyük; "kiber" yaşlılık; "ekabir" ve "kübera" bir toplumun reisleri, büyükleri, önde gelenleri; "kibriya" ululuk, yücelik; "ikbar" büyük görmek; "tekbir" yüceltmek, ululamak, büyüklenmek anlamlarında aynı kökten gelen çeşitli kullanımlardır.
     "Kibr" insanın kendi nefsinden hoşlanmasından dolayı kendine has kıldığı ve kendini başkalarından büyük ve üstün gördüğü durumdur. "Tekebbür" hakkı kabul eden Allah'a boyun eğmekten ona itaat ve ibadet etmekten kaçınmak suretiyle Allah'a karşı büyüklenmektir.
     "İstikbar" ise iki yönlüdür. Birisi, insanın iyi olanı seçmesi ve büyük olmayı istemesidir ki bu, gerektiği zaman ve mekânda olursa olumludur. Diğeri, kişinin kendisinde olmayan bir vasfı kendisinde varmış gibi göstermekte ileri gitmesi, yani büyük olmadığı halde büyüklük taslaması, bununla kendine imtiyaz sağlamasıdır (Râgıb el-Isfahani, el-Müfredat fi-Garîbi'l-Kur'an, İstanbul 1986, sh. 636, 637). Yukarıda lügat anlamları verilen "kebu-ra" (büyük oldu)dan türemiş bazı kelimeler Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir:
     "Eğer yasakladıklarımızın kebair (büyük günahlar)ından kaçarsanız, seyyiatınızı örter ve sizi kerim bir yere getiririz" (en-Nisa: 4/31),
     "Âğızlarından çıkan söz ne büyük (kaburat)" (el-Kehf, 18/5),
     "Kibriya (yücelik) göklerde ve yerde O'nun içindir" (el-Casiye: 45/37),
     "Ve dediler ki: "Rabbımız, muhakkak biz efendilerimize ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik; onlar da bizi yoldan çıkardılar" (el-Ahzab: 33/67),
     "İşte böyle her memlekette ekabiri oranın mücrimleri kıldık ki orada hile yapmasınlar. Onlar ancak kendilerine hile yapıyorlar ama farkında değiller" (el-En'am: 6/123).
     Lügat anlamından da anlaşılacağı üzere müstekbir, kendisi büyük olmayıp bilakis zayıf, aciz bir varlık olduğu halde kendini başkalarından üstün gören, kendini Allah'tan müstağni sayarak Allah'ın emirlerine itaat etmeyen kimsedir. Allah'a karşı gelerek müstekbir olan ilk kişi, müstekbirlerin başı ve müstekbirleri daima istikbara sevkeden İblis'dir.
     "Meleklere 'Ademe secde edin' dedik de hepsi secde ettiler. İblis hariç, O diretti, istikbarda bulundu ve kâfiroldu" (el-Bakara: 2/34),
     "(Rabbin ona) dedi ki: "Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? İstikbarda mı bulundun (büyüklük mü tasladın), yoksa gerçekten yücelerden mi idin?" "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" dedi" (es-Sâd, 38/75-76).
     İnsanoğlu yeryüzünde yaşamaya başladığından itibaren bazı insanlar kendilerinde bulunan bazı güçlere dayanarak kendilerini Allah'tan müstağni saymışlar, hayatın yalnızca dünya hayatından ibaret olduğunu zannederek âhireti inkâr etmişlerdir. Bunlar "Ahiret olsa bile bizim durumumuz daha iyi olduğu için orada da biz üstün oluruz" iddiasında bulunarak sahip oldukları mal, mülk, otorite gibi güçlerle diğer insanlar üzerinde üstünlük kurmuşlar ve böylece küçük gördükleri bu insanları istedikleri gibi kullanmak suretiyle onları köleleştirip üzerlerinde rablık taslamışlardır. Bu müstekbirler kendilerine Allah'ın âyetleri hatırlatıldığında yüz çevirerek inkâr etmişlerdir.
     Allah'u Teâla her bir peygamberi gönderdiğinde ve bu davetle karşılaştıklarında ilk karşı çıkanlar bu toplumun seçkinleri, önderleri ve mevki sahipleri durumunda olan müstekbirler olmuştur.
     "Bir peygamber size canınızın istemediği bir şey getirdiğinde büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanlıyor, kimini de öldürüyordunuz" (el-Bakara, 2/87),
     "Âma inkâr edenlere gelince (onlara da şöyle denir): Ayetlerim size okunurdu fakat siz büyüklük tasladınız ve suçlu bir toplum oldunuz değil mi?" (el-Casiye, 45/31).
     Önderlerin, servet ve mevki sahiplerinin yeni davete büyükleniş ve karşı koyuşları liderliklerini korumaya, milletleri içinde elde ettikleri sosyal ve siyasi mevkilerini devam ettirmeye yöneliktir. Bu durumları onlara topluma hâkimiyet yoluyla sömürü imkânı vermektedir. "Müstekbirun" kavramının temel özelliği, yeni daveti sevimsiz göstermek için yalanlar uydurarak da olsa karşı koymakta direnmektir. Kaldı ki yeni davet, toplumu nüfûz ve hâkimiyetin baskısından kurtararak adaletin yükseldiği, birinin diğerine soy, servet veya mevki açısından farklılığının olmadığı, ancak kişinin topluma faydalı ve hayırlı işiyle üstün olabileceği ve insana insanlık itibarını kazandıran yeni duruma toplumu dönüştürmeyi amaçlamaktadır.
     Kur'an-ı Kerim'e bakıldığında, müstekbir kavramı ile ilgili şu değerlendirmeler vardır.
Müstekbirler mutlak hâkimiyet ve mülkiyetin Allah'a aid olduğunu, ondan başka tüm güç, otorite ve hâkimiyetin reddedilmesi gerektiğini ifade eden "La ilahe illallah" gerçeğini kabul etmezler. "Onlara La ilahe illallah (Allah'tan başka Allah yoktur) denildiğinde şüphesiz büyüklenirler" (es-Saffat, 37/35).
     Müstekbirler kendilerinde bulunan iyi özelliklere değil; kuvvet,makam, mevki, sermaye gibi bu dünya hayatında sahip oldukları geçici şeylere güvenip dayanırlar.
     "Onlar yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve 'kuvvetçe bizden daha güçlü kimmiş' dediler" (el-Fussilet, 41/15).
     Müstekbirler güç ve otoritelerine güvenerek her yeni mesâja karşı gelip Allah'ın âyetlerini inkâr ederler:
     "Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi müstekbir olarak (büyüklük taslayarak) (arkasını) döner. Onu elim bir azab ile müjdele" (Lokman, 31/7).
     "Her yalancı günah yüklü kimseye veyl! Allah'ın âyetlerinin kendisine okunduğunu işitir de müstekbir bir şekilde (büyüklük taslayarak) sanki hiç onları işitmemiş gibi (küfründe) direnir. Onu acı bir azapla müjdele" (el-Casiye, 45/78).
     Müstekbirler, inanmamak için her türlü bahaneyi ileri sürerler. Onlara bir âyet geldiği zaman 'Allah'ın peygamberlerine verilen bize de verilmedikçe inanmayız' derler" (el-En'am 6/124).
     "O kâfirler iman edenler hakkında 'Eğer (iman) bir hayır olsaydı bizden evvel ona koşmazlardı' dediler" (el-Ahkaf 46/11).
     Müstekbirler, halkın daveti kabul etmemesi için davetçilere çamur atar, onlara olmadık iftiralarda bulunurlar.
     "Hayır, çünkü o bizim âyetlerimize karşı bir inatçı kesildi... Yine kahrolası nasıl ölçtü, biçti. Sonra baktı; sonra surat astı, kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve istikbarda bulundu; "bu" dedi, rivayet edilip öğretilen bir büyüdür ancak" (el-Müddessir, 74/16, 20, 24),
     "Siz ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünün büyükleri olasınız diye mi geldiniz? Biz size inanmıyoruz, dediler" (Yunus, 10/78),
     "Bunun üzerine kavminden ileri gelen kâfir bir güruh (Şöyle) dedi: Bu, sizin gibi insandan başkası değildir. Size karşı şereflenmek, üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) dileseydi, elbette bize melekler indirirdi. Biz, evvelki atalarımızdan bunu duymadık " (el-Mü'minun, 23/24).
     Müstekbirler, mustaz'afları saptırıp istedikleri gibi kullanmak için çeşitli baskı ve sahtekârlık düzenlerler. İnsanları ezmek için her yolu mübah görürler. Onları hilelerle aldatırlar.
     "İnsanlardan kimi vardır ki, bilgisizce (insanları) Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için eğlence (türünden, boş) sözleri satın alırlar. İşte onlara küçük düşürücü (mühin) bir azap vardır" (Lokman, 31/6),
     "Ve dediler ki: "Rabbimiz biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi doğru yoldan saptırdılar" (el-Ahzab, 33/67),
     "Firavn kavminden ileri gelen bir topluluğa dedi ki; Bu çok bilgili bir büyücüdür. Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyurdunuz?' (el-A'raf, 7/109, 110),
     "Ateşin içinde birbiriyle tartışırlarken, müstaz'aflar, müstekbirlere dediler ki;
"Biz size uymuştuk. Şimdi ateşin bir parçasını olsun bizden savabilir misiniz?" (el-Mü'min, 40/47),
     "Kavminden müstekbir olan ileri gelenler, müstaz'aflar'ın iman edenlerine siz gerçekten Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?" (el-A'raf, 7/75);
     "Kavminden istikbarda bulunan (büyüklük taslayan) ileri gelenleri 'Ey Şuayb, seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız. Yahut mutlaka bizim dinimize döneceksiniz' dediler" (el-A'raf, 7/88).
     Müstekbirler, halkı yukarıda saydığımız çeşitli hile ve baskılarla hak yoldan döndüremeyince en son aşama olarak davetçileri ve inanmış halkı yok etmek, her türlü işkencelerle ortadan kaldırmak için çalışırlar.
     "Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurarak, onun çevresinde oturup, inanmış kimseleri dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın (kahrolsun)" (el-Buruc, 85/47).
     Kur'an, müstekbirlerin gerçek yüzünü daha geniş bir şekilde ortaya koymuş, müstekbirleri kalıp ve tiplerle müşahhaslaştırmıştır. Her biri bir sembol olmuş ve her birini bir tipi gösteren sembol kişilerle tanıtmıştır.
     "Onların ardından Fir'avn ve erkânına âyetlerimizle Musa ve Harun'u gönderdik. Ama büyüklük tasladılar (istikbarda bulundular)" (Yunus, 10/75).
     "Karun, Fir'avn ve Hâmân'ı yok ettik. Andolsun ki Musa kendilerine belgelerle gelmişti de onlar yeryüzünde istikbarda bulunmuşlardı (büyüklük taslamışlardı). Oysa azabımızdan kurtulamazdı" (el-Ankebut, 29/39).
     Cahiliye toplumlarına egemen olan sınıf, bütün siyâsî ve iktisadî güçleri eline almıştır. Sürdükleri sömürünün ve zalim saltanatlarının devamı için, zihinlere hâkim olan kültür ve inancı da ele geçirerek, halkın kendilerine taviz vermesini ve kendilerine boyun eğmesini sağlamışlardır. Bu imtiyazlarını korumak için bütün şuurlu ve aydın davetlere (inkılapçı ve diğer davetlere) karşı amansız bir mücadeleye girişirler. Çünkü bu mücadele onların ölüm kalım mücadelesidir.
Muammer ERTAN
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

8 Aralık 2011 Perşembe

GENÇLİK ve UZMAN YARDIMCISI 10 PERSONEL ALINACAK

GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI'ndan
GENÇLİK VE SPOR UZMAN YARDIMCILIĞI
YARIŞMA SINAVI DUYURUSU

     Gençlik ve Spor Bakanlığı merkez teşkilatında çalıştırılmak üzere, GİH 8 inci dereceden boş bulunan en fazla on (10) adet Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı kadrosuna açıktan atama yapmak amacıyla, Gençlik ve Spor Uzman ve Uzman Yardımcılığı Sınav, Atama, Yetiştirilme, Görev ve Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik hükümlerine göre Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı Yarışma Sınavı yapılacaktır.


     A-YARIŞMA SINAVINA KATILMA ŞARTLARI:

a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
b) Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu veya buna denkliği yetkili makamlarca kabul edilen yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarından mezun olmak,
c) Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından 10-11 Temmuz 2010 ve 9–10 Temmuz 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) KPSSP3 puan türünden asgari yetmiş ve daha yukarı puan almak kaydıyla, müracaat edenlerin en yüksek puandan başlanarak sıralanması neticesinde belirlenecek yüz (100) aday arasına girmek (Son sıradaki adayla, aynı puanı almış aday/adaylar da sınava katılmaya hak kazanacaktır),
ç) Son başvuru tarihi itibarıyla otuzbeş yaşını doldurmamış olmak.


     B- BAŞVURU ŞEKLİ VE YERİ:

     Yarışma sınavına katılmak isteyen adaylar, yukarıda belirtilen koşulları taşımaları şartıyla; 9/12/2011 tarihinden itibaren www.gsb.gov.tr adresinden temin edecekleri başvuru formunu doldurarak, başvuru formunda belirtilen belgeler ile birlikte 27/12/2011 tarihi mesai saati bitimine kadar Bakanlık Personel Dairesi Başkanlığına şahsen, elden veya posta yoluyla iletmeleri gerekmektedir.

     Postadaki gecikme nedeniyle son başvuru tarihinin mesai saati bitiminden sonra Bakanlığa ulaşan başvurular işleme alınmayacaktır.

     Başvuru formları ve eki belgelerin incelenmesi sonucu yarışma sınavına katılmaya hak kazanan adayların listesi 28/12/2011 tarihinden sonra www.gsb.gov.tr internet adresinde ilan edilecek olup, adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.

     Yazılı sınava girecek olan adaylar, kendileri için düzenlenecek ve kimlik bilgileri, sınav yeri ile tarihinin yer alacağı fotoğraflı “Sınav Giriş Kartı”nı imza karşılığı şahsen alacaklar veya başvuru formunda belirtilmek şartıyla ikametgah veya elektronik posta adreslerine gönderilmesini isteyebileceklerdir.

     Başvurusu kabul edilip, isimleri yarışma sınavına katılabilecekler arasında yer alanlardan, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecek ve ayrıca haklarında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
     Yarışma sınavı şartlarını haiz olmayanların kendilerine ilişkin belgeleri istemeleri halinde, bu belgeler kendilerine teslim edilecek ya da posta yoluyla adreslerine gönderilecektir.


     C- YARIŞMA SINAVININ ŞEKLİ:

Yarışma sınavı, yazılı ve sözlü şeklinde yapılacaktır.

Yazılı sınava girecek adayların genel kültür ve genel yetenek ile mesleki alan sorularını cevaplandırmaları istenecektir.


     D- SINAV YERİ VE TARİHİ:

     Yazılı sınav tarihi, saati ve yeri yarışma sınavına girmeye hak kazanan adayların isimleriyle birlikte www.gsb.gov.tr adresinde ilan edilecek, ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.

     Yazılı sınavda başarılı olup sözlü sınava girmeye hak kazanan adaylar için sözlü sınav tarihleri, saatleri ve yeri yazılı sınavı sonuçları ile birlikte duyurulacak, adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.


     E- DEĞERLENDİRME:

     Sınava girecek adayların yazılı sınavda başarılı sayılabilmeleri için en az yetmiş puan almaları gerekmektedir.

     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için ise; alan soruları ve Bakanlığın faaliyet alanı ile ilgili konulara ilişkin sorulara verdikleri cevaplar ile birlikte genel kültür düzeyleri, muhakeme, kavrayış, ifade ve temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin Gençlik ve Spor Uzmanlığına uygunluğu da göz önüne alınarak Sınav Komisyonu üyelerince her adaya ayrı ayrı verilen notların aritmetik ortalamasının yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan olması gerekmektedir.

     Yazılı ve sözlü sınav notlarının aritmatik ortalaması dikkate alınarak 70 ve üzeri puana sahip olan adaylar başarılı sayılarak en yüksek puandan başlamak üzere on (10) adaya kadar adayın isimlerinin yer aldığı liste tespit edilecek ve atamalar bu listedeki sıralamaya göre yapılacaktır.


     F- YARIŞMA SINAVI SONUÇLARININ DUYURULMASI:

     Adaylar yarışma sınavı sonucunu www.gsb.gov.tr internet adresinden öğrenebileceklerdir. Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı olarak atanmaya hak kazanan adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılacaktır.

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...