2 Ocak 2012 Pazartesi

HADİS-İ ŞERİFLER ... DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER - İSTİÂZE


HADİS-İ ŞERİFLER
ÜÇÜNCÜ BÂB: DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER
BİRİNCİ FASIL: İSTİÂZE
1.(1874)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle istiâze ederlerdi: "Allah'ım! Aczden, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım. Keza, kabir azabından sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım." [Buhâri, Da'avât 38, 40, 42, Cihâd 25; Müslim, Zikr 52, (2706); Tirmizî, Da'avât 71, (3480, 3481); Ebû Dâvud, Salât 367, (1540, 1541); Hurûf 1, (3972); Nesâî, İstiâze 6, (8, 257, 258).]

AÇIKLAMA:
İstiâze: Sığınma, korunma taleb etmek mânasına gelir. Her çeşit şerlerden, kötülüklerden, günahlardan, Allah'ın yasaklarından cehennemden vs. Allah'a sığınmak O'nun korumasını taleb etmek İslâm'da ubûdiyetin en mühim, en parlak şubelerinden biridir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hadîste Allah'a sığındığı kötü haller şunlardır:
* Acz: Kudretsizliktir. Yani kişinin, ihtiyaçlarını te'minde düşmanlarını defetmeden muhtaç olduğu güç ve kuvvetten mahrum olmasıdır. Aslında bütün insanlar acz-i mutlak içindedir. Bunun idraki insanı gerçek kulluğa yani sonsuz olan ihtiyaçlarını Allah'tan istemeye, hadsiz olan düşmanlarına karşı Allah'a dayanmaya sevkeder. Bu ise, hakikî ve gerçek kulluktur. Bir kısım maddî güç ve imkânlar, kişiyi gaflete sevkederek, aczini anlamasına engel olur, bu kişiyi istiğnaya, o da tuğyana ve azgınlığa sevkeder. Âyet-i kerîme'de, "İnsanoğlu kendini müstağni görünce tuğyan edip azar" buyurulmuştur (Alak 6-7).
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istiâze ettiği acz, bu değildir. Yaşamak için zarûrî olan aslî ihtiyaçları iyi niyetine rağmen te'min edemeyecek, kendi ihtiyaçlarını kendi başına göremeyecek duruma düşmesidir.
* Tembellik acze benzeyen bir durumdur, ama ciddi bir fark vardır. Acz, ferden yapılması gerekli olan şeyleri yapmaya kudretin olmamasıdır. Tembellik ise, güç ve kuvvetin olmasına rağmen ameli terketmektir. Demek ki, işin yapılmaması her seferinde güçsüzlükten ileri gelmemekte, güç ve kuvvete rağmen terkedilebilmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tembellikten de Allah'a sığınarak, bu ruh hâline karşı mü'minlerin dikkatini çekmiş olmaktadır.
* Korkaklık ve cimrilik de acz ve tembellik gibi birbirine benzeyen iki haldir. Zîra ikisi de faydalanmama halini ifâde eder. korkaklık, bedenî kabiliyetlerden istifâde etmemek, cimrilik de maldan istifâde etmemektir.
* Düşkünlük veya aşırı ihtiyarlık, az önce temas ettiğimiz aczin yaşa bağlı olarak ârız olmasıdır. Hadislerde herem veya erzel-i ömr diye geçer. İnsan hayatında arzettiği ciddiyet sebebiyle olacak ki bu yaş safhasına Kur'an-ı Kerim de bir kaç kere yer verir: "Sizi Allah yarattı. Sizi yine O öldürecek. İçinizden kimi bildikten sonra (çocuk gibi) bir şey bilmesin diye en aşağı ömre kadar geri götürülür..." (Nahl 70, Hacc 5). Düşkünlük hâlinin bâriz vasıflarından biri, "bildikten sonra bilmemek" olarak ifâde buyurulmuştur. Bundan, yaşlılıktaki unutkanlık kinâyedir. Beyzâvî'ye göre, bu safhadaki yaşlılık, dermansızlık ve akıl noksanlığı sebebiyle kişiyi bir çocuğa çevirir. Seleften gelen bazı rivâyetler, Kur'an okumaya devam edenin bu hâle giriftar olmayacağını belirtir. Bu pek tabiî bir netice olmalıdır, zîra "işleyen demir ışıldar" fehvasınca, Kur'an okumak zihnî melekelerin zinde kalmasını sağlayacak, hâfıza gücünü canlı tutacaktıır. Dilimizde ibadet dirisi tâbiri, dindar yaşlılar için söylenmiştir. İbadetini devam ettiren insanlar bedenen dinç kaldığı gibi, Kur'an-ı Kerim'i okuyanlar da zihnen dinç kalacaklar demektir.
* Kabir azabının varlığı pek çok nassla sâbit olan bir gerçektir. Dünya hayatı ile kıyametin kopmasına kadar geçen zaman içinde berzah denen ara bir devre vardır, buna kabir hayatı da denebilir. Hayat kelimesini dünya şartlarındaki yaşayışımız için kullanınca kabir hayatı tâbiri ilk nazarda garip gelir ise de, dinimizin vaz'ettiği nasslar açısından kabir hayatı'ndan bahsetmek bir zarûret olur. Oradaki şartlara göre bir başka safha mevcuttur. Şurası muhakkak ki, orada, dünyada yapılanlar dışında yeni bir ibtila (imtihan), yeni bir amel, yeni bir iktisab yoktur. Ama dünyadaki yaptıklarına bağlı olarak iyilik ve kötülükte artmalar vardır. Kişi sadaka-i câriye sâhibi ise mânevî artışa mazhar olacaktır. Ölümünden sonra da insanlara kötülükte örnek olan, saptırmaya devam eden bir çığır açanlar da, sebep oldukları için o kötülükten nasiplerini alarak, mânevî düşüşlerini artıracaklardır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ne zaman haksız yere bir kan dökülse, bundan bir hissenin ilk kan dökme çığırını açmış olması sebebiyle Hz. Âdem (aleyhisselâm)'in oğlu Kâbil'e gideceğini haber vermektedir.
Resûlullah, ayrıca kabirdeki hesaptan bahsetmiş; verilen hesaba göre kabrin iyi amel sahipleri için cennet bahçelerinden bir bahçe veya kötü amel sahipleri için de cehennem çukurlarından bir çukur olacağını bildirmiş. Bu çeşitten bir kısım açıklamalarla kabir hayatını kısmen aydınlatmıştır (5). Şu halde sadedinde olduğumuz hadîs kabir azabından istiâze sûretiyle, mü'minlerin dikkatini kabir hakikatine çekmekte, onları kabir azabından kurtuluş çarelerini aramaya teşvik etmektedir.
Bir kere daha hatırlatalım ki, duanın bir fonksiyonu da kişiyi, yapacağı işler husûsunda şuurlandırmak, programe etmek ve dua sûretiyle tesbit edilmiş, belirlenmiş olan hedefin, gâyenin gerçekleşmesi için dâîyi tedbire, amele sevketmektir.
* Hayat ve memat (ölüm) fitnesine gelince: Bunlar hadiste mahyâ ve memat diye zikredilir. Mahyâ, hayat zamanı demektir. Memat da can verme (nez') ânından sonraki ölüm zamanı demektir.
Şu halde, hayat fitnesi ile, sağ olduğu müddetçe karşılaşılan imtihanlar kastedilmektedir. Cehaletler, nefsânî arzular, zulümler, günahlar vs. Ölüm fitnesi ile bazı âlimler, ölümden önceki fitneyi anlamışlardır. Yani daha hayatta iken nez' (can çekişme) hâlinde iken karşılanan fitne, ölüme izâfe edilmesi, ölüme yakınlığı sebebiyledir. Bu görüşü destekleyen husus  kabir fitnesinden ayrıca bahsedilmiş olmasıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ismetine, geçmiş ve gelecek günahlarının affedilmiş olmasına rağmen bu istiâzelere çokça yer vermesi, ümmetine örnek olmak içindir ve Allah'a kullukta eksiklik bırakmamak içindir. Kul olmak haysiyetiyle herkes ibadetle mükelleftir. İbadet, istiğfar, dua, namaz vs. bütün çeşitleriyle bir kulluk vazifesidir; günahkârlara mahsus bir vazife değildir.

2. (1875)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "Allah'ım! Cüzzâmdan, barastan (alaten), delilikten ve hastalıkların kötüsünden sana sığınırım." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1554); Nesâî, İstiâze 36, (8, 271).]

 AÇIKLAMA:
* Baras, deride beyaz lekeler hâsıl eden bir hastalıktır. Ala ten de denir. Bu hastalığa yakalananlara dilimizde Arapça aslı abras'tan bozma olarak abraş da denir.
* Delilik (cünûn): Her çeşit hayrın, tekâmülün kaynağı olan aklın gitmesidir. Cüûndan ne kadar Allah'a sığınılsa yeridir. Zîra akıl, insanlığımızın yegâne gereğidir. Dinimiz aklı olmayanın dini olmaz düsturundan hareketle, her çeşit sorumluluk ve mükellefiyet için aklın varlığını şart koymuş, aklın korunmasını dînin belli başlı gâyelerinden biri yapılmıştır.
* Cüzzâm: Vücudda kapanmayan yaralar açan bulaşıcı bir hastalıktır. Eski devirlerde tedâvisi bilinmediği için oldukça korkutucu bir hastalık idi.
* Hastalıkların kötüsü: (Seyyiül-askâm) belli bir hastalık değildir, tedavisi olmayan, uzun müddet devam eden müzmin hastalıklar hep bu tavsife girer.
Bazı şârihler, Resûlullah'ın hastalıklardan istiâze ederken, görüldüğü üzere, bazılarını zikretmiş olmasını nazar-ı dikkate alarak, bütün hastalıklardan istiâzeyi münasip görmemişlerdir. "Bazıları hafiftir, sabredilme hâlinde büyük sevaba medardır, yeter ki müzminleşmemiş olsunlar" derler. Humma, baş ağrısı, göz ağrısı gibi her zaman gelebilen hastalıkları misâl verirler. Bu söylenenler mezkur hastalığa yakalananların tedâvi yollarını aramamalarını veya ilaç almamalarını gerektirmez. Hadis ciddî şekilde tedbir alınması gereken ağır hastalıklarla, hafifler arasında bir tefrik yapmış olmaktadır. Resûlullah, müzmin hastalıktan istiâze etmektedir. Zîra bu çeşit hastalıklar, en samimî dostların bile kaçmasını, kişinin ünsiyet edeceği kimselerin iyice azalmasını ve hatta tedavi edicilerin bile ürkerek tükenmelerini netice verir, vücutta kalıcı çirkinlikler hâsıl eder.

3. (1876)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "Allah'ım, huşû duymaz bir kalbten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım." [Tirmizî, Da'avât 69, (3478); Nesâî, İstiâze 2, (8, 255).]

AÇIKLAMA:
1- Hadis birbirinden ayrı gibi görünen dört meseleye temas etmektedir:
* Huşû, saygıya götüren korkudur. Kalbin huşû duyması, Allah'tan korkup saygıyla dolmasıdır. Şârihler, zikrullahla sükûnet ve itminana ermesi olarak açıklarlar. Şu halde huşû duymayan kalp, Allah'ı zikretmekten zevk almayan, itminan bulamayan kalptir.
* Dinlenmeyen dua, kabûl görmeyen, icâbete mazhar olmayan duadır. Bu ise Allah'ın rahmet nazarını kestiği kimselere mahsus bir durumdur, el-iyâzu billah.
* Doymayan nefis: Allah'ın kendisine verdikleriyle yetinmeyen, nasibine düşen rızka kanaat etmeyen, mal toplamaktan usanmayan, hırsına zebûn olmuş kimse demektir. Çok yemekle doymayan da denmiştir. İbnu Melek mevkî ve makama doymayanı da buraya dâhil etmiştir. Kısacas nefsin maddî ve dünyevî hevesâtının peşinde koşan, durak bilmeyen nefisler bu gruba girer.
* Faydası olmayan ilim: Amel edilmeyen, halka öğretilmeyen, ahlâkın, ef'âlin, konuşmanın güzelleşmesinde işe yaramayan bilgilerdir. İhtiyaç duyulmayan veya öğrenilmesi için şer'î izin vârid olmayan ilimler de buraya girer. Gerek dünyanın ve gerek âhiretin kazanılmasında ilme büyük yer veren, ilk emri "oku" olan dinimizin "faydasız ilim" diye bir mefhum getirmesi ve bu nefhuma giren ilimleri yasak etmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur.
Şunu hemen belirtmek isteriz: Ne faydasız ilmi kınayan hadisler, ne de bunları şerheden âlimler herhangi bir ilmin ismini zikrederek örnek göstermezler. Demek ki bu, izâfi bir durumdur. Yâni, dinimiz açısından hiçbir ilim "faydasız" değildir. Ancak zemine, zamana ve ferdlere göre baz ilimler faydasız olabilir. Kişi ferasetiyle bunu tâyin edecektir. Âyet-i kerime'de: "Senin için, hakkında bir bilgi hâsıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalb bunların her biri bundan mes'uldür" (İsrâ 36) buyurulmuştur. Kişi dünyevî ve uhrevî meselelerine veya meslekî ihtisasına girmeyen şeylerle meşgul olurken, ilmini yaparken faydalık, gereklilik süzgecinden geçirmekle mükelleftir. Dünyevî ve uhrevî sorumluluklarına giren mevzûlarda eksiklikleri varken ihtisasına giren sahâlarda öğrenmesi gereken bilgiler varken, lüks bilgiler, afakî mâlumât ve meşguliyetler bu lüzumsuz sınıfa girebilir.
Kendi tarih ve coğrafyamızın câhili iken diğer millet ve coğrafyalarda teferruat bilgiler, hayata hazırlanma safhasında (büluğdan önceki devrede) din bilgisi, meslek bilgisi gibi zarûrî bilgiler varken bunları bırakıp genel kültür diye öğretilen, öğrenilen âfakî ve lüks bilgiler hep bu "faydasız ilim" sınıfına girer.
2- Hadisle ilgili olarak şârih Tîbî'nin yaptğı açıklama bu dört şeyi belli esaslar çerçevesinde birleştirmektedir. Der ki: "Bu dört arkadaşa yakından bakacak olursak, herbirinin, belli bir gâye için mevcut olduğunu görürüz. Yâni o şey bu gâye için vardır, varlığı, ona dayanmaktadır. Sözgelimi, ilimlerin tahsili, onlardan istifâde içindir. Eğer bu ilimden istifâde edilmezse bu bir ihtiyaç olmaz, bilakis vebal olur ve dolayısiyle ondan istiâze gerekir.
Kalbe gelince, o yaratıcısından korkup O'na karşı saygı duymak için yaratılmıştır. Göğüs bu haşyete açılmalı, içerisine haşyet nuru girmelidir. Kalb böyle değilse katılaşmış demektir. Katı kalpten Allah'a sığınmak gerekir. Zîra âyet-i kerime: "...Kalpleri Allah'ın zikrinden (başıboş ve) kaskatı kalmış olanların vay hâline! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler" (Zümer 22) buyurulmaktadır.
Nefse gelince, aldanma evi olan dünyadan uzaklaşıp, ebediyet evi âhirete meylettiği ölçüde îtibar edilir. Eğer nefis dünyaya düşkün ve maddiyata karşı doymak bilmez bir hırs içinde ise kişinin en büyük düşmanı demektir. Onun istiâze etmesi gereken yegâne şey artık nefsidir.
Duanın icâbet görmemesine gelince, bu hal, dua eden kimsenin ilim ve amelinden istifâde etmediğini, kalbinin Allah'a karşı haşyet duymadığını ve dahi doymak bilmez, harîs bir nefse sahip olduğunu gösterir."

4. (1877) - Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Belanın ezmesinden, helâkın gelmesinden, kötü kazadan, düşmanların şamatasından Allah'a istiâze edin." [Buhârî, Kader 13, Da'avât 28; Müslim, Zikr 53, (2707); Nesâî, İstiâze 34, (8, 269, 270).]

AÇIKLAMA:
* Belanın ezmesi diye tercüme ettiğimiz cehdü'lbelâ'yı, Münâvî, "ölümü temenni ettiren, sıkıntı ve meşakkat" diye târif eder. "Öyle ki, der, kişi sıkıntısının tahammül edilmezliği sebebiyle ölmeyi, sıkıntılı yaşamaya tercih eder." Bu hâl müzmin, ızdıraplı bir sıhhat bozukluğundan olabileceği gibi, aşırı fakirlik vs.'den de olabilir. İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in bunu "mal azlığı ve evlad çokluğu" diye tefsir ettiği rivâyet edilir. Bela kelimesi her çeşit imtihan için kullanıldığına göre, ölümü aratan her çeşit musîbet buraya dahil edilebilir.
* Helâkın gelmesi diye tercüme ettiğimiz derku'şşekâ ile dünyevî musibet anlaşıldğı gibi uhrevî helâket de anlaşılmıştır. Şekâ, şekâvet yâni bedbahtlık demektir. Şakî olmak, saîd olmanın zıddıdır. İbnu Hacer şekâyı helâk olarak açıklamıştır. Münâvî cehennem tabakalarından birine şekâ denmiş olduğunu kaydeder. Şu halde, Arapça ibârenin taşıdığı iki ihtimale binâen, "Şekâvetin bize ulaşmasından" veya "bizim cehenneme ulaşmamızdan" istiâze etmemiz gerekmektedir.
* Kötü kaza (sûi'lkaza) ile kötü hüküm, kötü kader anlaşılmalıdır. Bu da dünyevî olabileceği gibi, uhrevî de olabilir. Kaza ve kaderi Allah'ın takdîri olarak kötü kelimesiyle tavsif uygun değildir. Bunu, Münâvî'nin de belerttiği üzere, makzî yâni hükmedilmiş olan şey olarak anlamak gerekir. Nasıl ki hayrı da şerri de halk eden (yaratan) Allah'tır, halkda çirkinlik yoktur. Çirkinlik kulun kesbindedir, öyle de kazada çirkinlik yoktur, çirkinlik, kesbimize, irademize uygun olarak Allah'ın hükmettiği şeydedir ki buna makzî diyoruz. Makzîdeki çirkinlik onu hak edene aittir. Kötü kazadan istiâze, bir bakıma Cenab-ı Hakk'tan lütfunu, affını taleb etmek, hak ettiğimiz kötü makzîlere hükmetmemesini, bağışlamasını dilemektir.
* Düşmanın şamatası, kişinin uğradığı belalar, kötü haller sebebiyle düşmanın gülmesi, ferahlamasıdır.

5. (1878) - Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua ederdi: "Allahım, şikak ve nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1546); Nesâî, İstiâze 21, (8, 264).]
Bir rivâyette şöyle denmiştir: "Allahım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hıyânetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur."

AÇIKLAMA:
* Şikak bölünmek, ayrılmak demektir, ancak hadiste hakka muhalefet etmek sûretiyle haktan ayrılmaktır. Âyet-i kerimede, .......................................... "İnkâr edenler kendini beğenme ve ayrılık içindedirler" (Sâd 2) buyurulmuştur. Şikak kelimesi farklı yorumlara mazhar olmuştur.
* Nifak, içi başka dışı başka olmaktır. Dinî mânâsıyla zahiren Müslüman göründüğü halde bâtınen küfür içinde olmaktır. Tîbî, "Arkadaşına, içinde gizlediğin şeyin hilâfını izhar etmendir" diye daha umumî bir tarif sunmuştur. Bazı âlimler: "Amelde nifak, çok yalan söylemek, emânete hıyânet etmek, sözünden dönmek, biriyle dâvaya düşünce, karşı tarafın hukukunu çiğnemeye çalışmaktır" diye tarif etmişlerdir.
* Kötü ahlâk dinin reddettiği her çeşit menfî hallerdir. Tîbî bu hadiste zikredilmiş olan şikak ve nifakın ahlâkların en kötüsü olarak takdim edilmiş olduğunu belirttir. "Çünkü, der, bu iki fena hasletin zararı başkalarına da sirâyet eder."
* Açlık: Midenin yiyecekten boşalmasıyla hâsıl olan histir. İnsanların hastalanmalarına ve hatta ölümlerine bile sebeple olabilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Allah'a istiâze etmesini gerektirecek kadar insan için ciddî neticeler hâsıl edebilecek bir duygudur. Tîbî: "Açlık insandaki kuvvetleri zayıflatır, dimağı teşviş eder, kötü fikirler ve fâsid hayaller ortaya çıkarır. İbadet ve murâkabe vazifelerini ihlâl eder. Bu sebeptendir ki kişiyi geceleyin de bırakmayan yatak arkadaşına benzetti ve savm-ı visali yasakladı" der. Daci' yatak arkadaşı demektir. Açlık, insanı geceleyin yatakta bile bırakmayan bir duygu olduğu için daci' denmiştir. Sindî hadisi şöyle anlar: "Secde ve rükû gibi ibadet vazifelerine mâni olan açlık ne kötü arkadaştır."
Âlimler, belli bir disiplinle yapılmayan açlığın ibâdet olmayacağına bu hadîsten delil getirmişlerdir. Sünnete uygun olan açlık, ibadet sayılan oruçtur. Aksi takdirde savm-ı visâl tâbir edilen üst üste birkaç gün aç kalmak dinen tecviz edilmemiştir.
Hıyânet, emânetin zıddıdır. Tîbî, bunu hakka muhalefet etmek, ahdi bozmak olarak açıklar. Bu muhâlefet bütün şer'î teklifleri içine alır. Çünkü bir âyette: "Biz emâneti ...arzettik..." (Ahzâb 72) dendiği gibi, bir başka âyette: "Ey iman edenler Allah'a ve o Peygamber'e ihânet etmeyin! Siz kendiniz bilip dururken kendi emânetlerinize hainlik eder misiniz? (Enfal 27) buyurulmuştur. Âyetlerde emânet bütün teklifleri içine aldığı gibi, ikinci âyetteki ihânet kelimesi de hepsi hususunda ahde vefasızlığı ve hakka muhâlefeti ifâde eder.
Hadiste geçen bitâne kelimesini huy olarak çevirdik. Çünkü dâhilî haslet demektir. Bitâne kelimesini, Mutarrızî, el-Muğrib'de birinin yakın ve samimî arkadaşı diye açıklar. Bu mâna da hıyânetin kötü bir arkadaş olduğunu noktalar.

6. (1879) - Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mirac gecesi cinlerden bir ifrit gördüm. Elinde ateşten bir şûle olduğu halde beni tâkip ediyordu. Nazarımı her atışımda onu görüyordum. Cibrîl (aleyhisselâm) bana: "İstersen sana bir dua öğreteyim, onu okursan, şûlesi söner ve ağzının üstüne düşer" dedi." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Pekâla!" dedi. Cibrîl (aleyhisselâm) de "Şunu oku!" buyurdu:
"Allah'ın kerîm olan rızası için, eksiksiz, mükemmel kelimâtullah hakkı için -ki hiç kimse muttakî olsun, fâcir olsun onu aşıp daha güzelini söyleyemez- (bela olarak) semadan inen, semaya yükselen, (ve ceza gerektiren) şerlerden, yeryüzünde yarattığı şerden, yer(in altın)dan çıkan şerden, gece ve gündüz fitnelerinden, gece ve gündüz gelen musibetlerden Allah'a sığınırıım. Ey Rahman, hayır getiren hâdiseler hâriç." [Muvatta, Şi'r 10, (2, 950, 951).]

AÇIKLAMA:
1- Zükânî hadisin Beyhakî'nin el-Esmâ ve's-Sıfât'ta kaydettiği bir hadiste, hâdisenin Mirac gecesinde değil, Cin gecesinde geçtiği şeklinde farklı olduğunu belirttikten sonra, "Bu gece, Resûlullah'ın cinlerle karşılaştığı ayrı bir gecedir. Miraç'la hiçbir ilgisi yoktur, bu ayrı bir hâdise olabilir" diye te'lif eder.
2- Zürkâni, ifritin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı tâkib edişinin sebebini "Eziyet etmek maksadıyladır, bir başka maksadla değil" diye açıklar.
3- Kelimâtullah tabirindeki kelimât ile farklı mânalar anlaşılmıştır.
a) Allah'ın zâtıyla kâim olan kelâm sıfatı.
b) İlm,
c) Kur'an,
d) Bütün peygamberlere indirilmiş olan kitaplar. Çünkü kelimât şeklinde yâni, cemî olarak gelip izâfet teşkil etmiş ve mâna âmm olmuştur. "Allah'ın bütün kelâmları" demek olur.
4- et-Tâmmât: Kâmil, noksanlık ve ayıp nüfûz edemeyen mükemmel mânasına geldiği gibi, faydalı, şifa verici mânaları da anlaşılmıştır.
5- Hadisin bir başka vechinde, rivâyet: "(Bu duayı okur okumaz) ifrit ağzının üzerine düştü, ışığı da söndü" cümlesiyle sona ermiştir.

29 Aralık 2011 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜSTEŞRİK


KELİMELER - KAVRAMLAR
MÜSTEŞRİK
     Şark yani doğu ilimleri ile ilgilenen kimseye verilen ad. Bu arada İslâmî konularda araştırma yapan Batılı ilim adamlarına da müsteşrik denilmektedir. Bu insanların gerek Doğuda ve gerekse Batıda önemli ağırlıkları vardır. Bu insanlar, Doğu dil ve medeniyetlerini bilmeleri dolayısiyle özellikle Batı düşünce ve ideolojisine mensup lider kadroların özel bir ilgi ve saygısına muhatap olmuşlardır.
     Müsteşriklerin tarihi, miladın 16. yüzyılına kadar ulaşır. Müsteşriklik fikrini doğuran amiller dini, siyasî ve iktisadidir. Dinî amilin anlaşılması gayet kolaydır. Bunların maksadı hristiyanlığı yaymak ve bu daveti tebliğ etmektir. Bunun için İslâm'ın eksik ve yanlış olduğunu anlatarak hristiyanlığın müslümanlıktan üstün ve değerli olduğunu göstermeye çalışacaklardır. Böylece kültürlü ve aydın kitleler arasında hristiyanlığı teşvik edeceklerdir. Bunun için görüyoruz ki, çoğunlukla müsteşriklerle misyonerler ortak faaliyet yapmaktadırlar. Müsteşriklerin (oryantalist) çoğunluğu papazlarla büyük bir kısmı Yahudi din adamlarıdır.
     Müsteşriklik hareketinin genel anlamda siyasî etkenine gelince... Bunlar genellikle Batı devletlerinin Doğu memleketlerindeki ajanlarıdır. Görevleri ilmî güçleriyle Batının egemenliğini sürdürmek, bunun için de Şark memleketlerinin alışkanlıkları ve gelenekleri üzerine tafsilatlı bilgiler edinmek, onların hayat ve çalışma tarzlarını öğrenmek, dil ve edebiyatlarını belleyerek psikolojik yapılarını ortaya koymaktır. Bunlardan aldığı bilgilerle batılılar, doğu ülkelerindeki nüfuz ve egemenliklerini sürdürmenin yollarını öğrenmektedirler.
     Ayrıca müsteşrikler batı devletleri için problem çıkaracak ve engel olabilecek düşünce ve fikir hareketlerini kamçılayıcı veya dindirici rol oynamaktadırlar. Öyle bir ortam meydana getirmeye çalışmaktadırlar ki, kimse onlara dokunamamakta, kendi görüş ve medeniyetleri çevresinde bir nevi saygı ve kutsiyet meydana getirmektedirler. Onların yaptığı her şey mutlaka uyulması ve taklit edilmesi gereken ve memleketin gelişip kalkınması için tutulacak biricik yol olduğu izlenimini vermektedirler. Böylece Batı medeniyetinin ve düşüncesinin kafalardaki egemenliğini devam ettirmeyi hedef almaktadırlar.
     Müsteşrikler Kur'an, Sünnet, Peygamber'in hayatı, Fıkıh ve Kelâmın her konusunda araştırma yaptıkları gibi; Sahabenin, Tabiinin, Müctehid imamların, Fakihlerin, Hadisçilerin, hadis ravilerinin, Cerh ve Tadil sanatının, rivayet sahiplerinin hepsine temas eden çalışmalar yapmışlar, Sünnetin delil olup olmayacağı, tedvin şekli ve İslâm hukukunun kaynağı konularını araştırmışlardır. Bütün bu araştırmalarını şüphe davet edici bir üslup ile yapmışlardır. Yaptıkları tek şey bu konularda derin görüşleri olmayan zeki bir kişinin İslâm konusundaki görüş ve inancında büyük sarsıntılar meydana getirmektir (Ebu'l-Hasan en-Nedvi, İslam Ülkelerinde İdeolojik Savaş, İstanbul 1976, s. 226).
     Oryantalizmin üzerinde geliştiği temeli ilk kez hristiyan misyonerler atmıştı. Bu ilgi özellikle 19. yüzyılın ilk yarısıyla 20. yüzyılın ilk yıllarında zirvesine ulaştı. Bu dönemlerde, Belçikalı, Fransalı, İngiltereli, Hollandalı, İspanyalı ve Amerikalı misyonerlerin hepsi çalışmalar yaptı. S.Svemer, H. Lammens, D.B.Mac Donald, M.A.Palacious, C.De Faucault, M. Watt, K. Cragg gibi isimler çalışmalarını yayınladı. İslâm konusundaki şüpheler ortaya serildi ve onu ikinci sıradan bir konuma düşürme çabaları başladı.
     D.Mac Donald Müslüman toplumlarının Avrupa medeniyetiyle karşılaştıkları zaman İslâm inancının çöküntüye uğrayacağına inanıyordu. "Muhammed efsanesi" çöktüğünde yani "onun kişiliği ve hayatı hakikat ışığı altında incelendiğinde" "bütün inanç çökecekti". "Bu insanların, hristiyan okulları ve rahipleri tarafından kurtarılması, kazanılması gerekiyor" diyordu. Misyoner faaliyetlerinin en etkili biçimde gerçekleştirilebileceği şekil, "Muhammedizm'e cepheden saldırma değil"di. "Aksine yeni fikirlerin, bu inancın temelini aşındırmasını beklemek yeterliydi".
     Montgomery Watt vb. kimseler ise "Muhammed'in İslâm'ı çok eski bir din gibi şekillendirmeye çalıştığına" inanıyordu. Eski din, musevilikti. Müslümanların ilk kıblesi Kudüs'tü. Watt daha ileri giderek, Musevilerin Muhammed'le ilişkilerinin olduğunu, İslam'ın "Bir musevilik mezhebi olabileceğini" ileri sürdü. Gerçekten de misyoner oryantalistlerin bir tek amacı vardı. O da "Peygamberin peygamberliğini reddetmek ve Kur'an'ın vahiy olduğu konusundaki inancı çürütmekti". Bir başka deyişle İslâm konusundaki çabaları, onu anlamak için değil, gözden düşürebilmek içindi.
     Misyoner çıkarlarla ticari çıkarlar 17. yüzyıl sırasında çakışmaya başladı. İngiltere, Fransa, Almanya, Portekiz, Hollanda ve İspanyalı kişiler müslüman ve gayrı müslim topraklarda ticarî şirketler kurmaya başladılar. Müslüman ülkeler ana ilgi odağını oluşturuyordu. Çünkü Hindistan'ın büyük bir bölümü Moğol; Ortadoğu ise Osmanlı yönetimi altındaydı. Avrupalı ticaret şirketlerinin siyasî boyutlar kazanması için uzun zaman geçmesi gerekmedi. Bu bölgelerdeki kullanılmamış hammaddelerin talan edilmesi işi, tekelleştirme ve kârın devamlılığı için siyasî kontrolü gerekli kılıyordu.
     Avrupalıların bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasi çıkarları gelişirken, bir taraftan da buraların kültür, dil ve dinleri hususunda ilgileri artmaya başladı. Gezginlerin ve ilim adamlarının yazdığı yazılar her yana yayıldı. Onlara göre Doğu egzotik ve sır dolu bir diyardı. Abraham Hgacinthe, Anguetil Duperron ve Sir William Jones gibi ilim adamları İran Zerdüştlüğünün Avestalarını, Hinduizmin Upanişadlarını Batı dillerine çevirmişler ve 1784'de Bengal Asyatik Derneğini kurmuşlardı. Bilimsel Oryantalizm denen dönemin ise Silvestre de Sacy'in 1795'te Paris'te "Oryantal dilleri Ekolü"nü kurması ile başladığı düşünülür. Napolyon'un Mısır'ı fethi sırasında pek çok ilim adamını yanında götürdüğü ve Mısır üzerine yirmi üç ciltlik bir kitap yazdırdığı bilgisi hiç de şaşırtıcı değil. Böylelikle Mısıroloji denen bir disiplin kurulmuş olmaktadır.
     "Bölgeyi içinde yüzdüğü barbarlıktan kurtarmak ve muhteşem mazisine döndürmek, Doğuya Batı hakkında bilgiler vermek" planları yapılıyordu.
     "Doğunun siyâsî olarak baş eğdirilişi sırasında kazanılan muhteşem bilgiler askeri amaçlara hizmet edecek, Doğu, formülleştirilecek, şekil verilecek, kimlik ve tanım kazandırılacak, hatıralardaki yerine oturtulacak, imparatorluk için önemi belirlenecek ve Avrupa'ya bağlı rolü irdelenmiş olacaktı." Bu tür meraklar ve çıkarlar, bir sürü çeviriler, sözlükler, seyahat kılavuzlarının yayınlanmasını sağladı. Hepsinin amacı Doğunun daha kolay anlaşılabilir hale gelmesini sağlamaktı. Ama 19. yüzyıl ile beraber bu düzensiz ve bağımsız çalışmalar, döneme hakim olan bilimsel bilincin gelişmesiyle daha bir sistemli hale geldi. Doğu çalışmalarına nasıl yaklaşılması gerektiği hususunda, Doğubilimciler arasında yavaş yavaş bir uzlaşma belirginleşmeye başlamıştı (Asaf Hüseyin, Oryantalizmin İdeolojisi, Oryantalistler ve İslamiyatçılar, Çev. Bedirhon Muhib, İstanbul 1989, s. 19).
     Kısaca müsteşrikler, kendi din ve kültürlerini Doğu toplumlarında hakim kılmak; İslâm'ı uluslar arası planda küçük düşürmek gayretinde olan ve çoğu Yahudi ve Hristiyan din adamlarından ibaret bir kesimdir. Fakat bu arada, insaf sahibi olup da Doğunun ve özellikle İslâm'ın güzellik ve üstün yönlerini görüp, bunları eserlerinde yansıtma durumunda kalanlar da -az da olsa- görülmüştür.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Prof. Sami ŞENER

28 Aralık 2011 Çarşamba

Köşe Yazısı ... EVDE TAKVA / Abdulkadir Seven

EVDE TAKVA
     Takva libasına bürünen, gönlünü ve endişesini evine bağlayan hayır sahipleri ne mutlu insanlardır.Takva yüreğini sevdaya vermektir... Korkmaktır, sakınmaktır, sakınılması gerekenden...
Hayadır takva, edeptir, edebinden setri avrete dikkat edendir "ehli takva..."
     İşlerin ve hamaliye hayatın girdabında kaybolmadan, edep ve haya'sı üzerine sinen, gözü evinin yolunda olandır "muttaki" olan. İmandan lezzet alan, ibadetlerinde zahid olandır ehli takva... Muhabbettir, eşiyle şakalaşmaktır, çocuklarıyla oyun kurmaktır... Amaç ve hedef adına, sadece O'nun rızasına...
     Kendini sürekli karşı tarafa koyarak hareket etmektir. Yokluğa, darlığa hazırlıklı olmaktır takva.
Kalbinde kir-pası arındırmanın endişesini taşıyan, gözlerini mahremi olmayandan uzak tutmanın, yolda yürürken ayaklarının ucuna bakarak tefekkürüne bir şekilde yolda yürümenin adıdır kutlu sevda. Ne mutlu o kutlu yolculara ki!  Evine helal lokma getirebilmek için kendini hırpalar. Zahiri zararı kendine yükleyip uhrevi kazanca talip olandır, ehli hal ve takva üzere olan.
     Ehli takva öyle kimsedir ki; helal lokmayı evine getirirken yorgun-bitap düşsede, kapıyı açan ehlinin alnına bir gül konduran ve ince tebessümle, yorgunluğuna aldırmayandır. Çünkü bunun öğretisini üsve-i hesene (güzel bir örnek) olan efendisinden almıştır.
     Evinde tv, net, başına geçip çocuklarını bir tarafa atmayan, onlarla oynamayı, hikmet ve irfan pınarından aktarmayı vazife bilendir muttaki olan. Görevi büyüktür erkeğin. Çünkü yarına dair ciddi sözleri vardır. Çocuklarına maddi mirastan ziyade; edep, terbiye, zorluk erlerinin çilelerini ve mücadelelerini bırakmanın hazzını tatmaktadır. Ashab-ı güzinden, hüzün yıllarından, ezilen mazlum halklarımızdan, Mescidi Aksa’mızdan  kutlu yarınlarımız adına sözleri vardır. Şehadetin anlamını ve hikmetini öğretir. Kutlu bir güne, kutlu insanlarla yolculuğu, çocuklarına öğretendir baba. Çocuklarını uyuturken onlara anlamsız masallar yerine kutlu nebilerin, davet önderlerinin hayatıyla gözlerinin kapanmasını sağlayandır muttaki baba. Çocuklarıyla evde cemaat olup namaz kılmaktır, duaya tutunmaktır, ehline imam olmaktır...
     Erkeğin takvası; hanımın kendisine ve çevresine hürmet etmektir. Saygı duymaktır duymasını istediklerine... Evinde yardımcı olmaktır, yükünü hafifletmektir, sıkıntısını paylaşmaktır... Bütün bunlar karşılıksız, karşılığı sadece izzet ve takvada aramaktır...
     Bazen eşler arasında ufak kavgalar olsada sürdürmemek ve kısa kesmektir velev ki haklıda olsa... Bizler biliriz ki haklıda olsa kişi tartışmayı önce bitirirse Efendimizin tabiriyle cennet'in ortasında köşk vardır... Haksız olduğu halde tartışmayı önce bitirirse cennetin köşesinde köşk vardır... Ne mutlu o köşk sahiplerine...
     Efendimiz hayatımızın en büyük örneği olmalı... Suni söylemlerle(kılıbık) kendimizi asla şekillendirmemeli ve beylik söylemlerden uzak olmalıyız... Rehberimiz nasıl uygulamışsa aile modelimiz o olmalıdır...
     Ne mutlu o eşlere ki gecenin bir vaktinde önce biri kalkıp teheccüd ve ibadetlerini yapıp sonra eşini kaldırmak için latifeden hafif su serperek kaldırıp daha sonra diğeride aynı şekilde onu uyandıran... Bu kullar ne halis kullardır...
     Eşine ve çocuklarına merhamet eden, evin sırlarını dışarıya taşımayan, lokma yemeden evindeki lokmayı düşünendir muttaki baba.
     Muttaki kadının ise evi sığınağıdır. Orada yüce ALLAH'ın dilediği şekliyle asıl kişiliğini bulur. Bu sayede çirkinleşmeden, sapmadan, lekelenmeden, yüce ALLAH'ın fıtratına uygun olarak hazırladığı görevinin dışındaki alanlarda boşuna çırpınıp yorulmadan tertemiz bir hayat sürdürür. Lezzet ve lütfu kocasıyla paylaşmanın hazzını taşıyandır muttaki hanım. Eşine yaren, çocuklarına anne olandır. Evin sırrını, açlık ve kederini çarşaf gibi dışarı açmayandır. Derdini sadece ilahi buyruğa, kalbini ve gönlünü mevlasına hazırlayandır hanım. Eşine karşı edebini ve sevgisini sunandır muttaki hanım.
     Muâz İbni Cebel radıyALLAH'u anhden rivayet edildiğine göre Resûlullah sallALLAH'u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Dünyada bir kadın kocasını üzerse, o kimsenin hûrilerden olan hanımı o kadına şöyle seslenir:
     - ALLAH canını alsın! Üzme onu! O senin yanında şimdilik misa-firdir. Yakında senden ayrılıp bize kavuşacaktır
.” (Tirmizî, Radâ` 19. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 62)
     Öyle hanımlar vardır ki hayatın tüm olumsuzluklarını bağrına basmış, hem kendi vazifesini hem de eşinin vazifesini üzerine almıştır. İnsanoğlunun dayanamayacağı sınırları zorlarlar. İlk aklımıza gelen sahabeden Ebu Talha’nın eşi ümmü süleym. Öyle mübarek insan ki kıyamete kadar tüm hanımlara örnek olmuştur.     Hz. Enes'in (ra) annesi Ümmü Süleym (rah), Resulullah'a (sav) ölü üzerine ağlayıp ağıt yapmak üzerine biat vermişti. Ümmü Süleym o sıralarda Ebu Talha ile evliydi. Ebu Umeyr künyesiyle çağırdıkları bir çocukları vardı. Bir ara Ebu Talha bazı işleri için medine dışına çıktı. Bu arada çocuk hasta oldu ve vefat etti.
     Annesi Ümmü Süleym çocuğu yıkadı, kefenledi, kokular sürdü ve üzerine birşeyler örtüp ''Bunun vefat haberini Ebu Talha'ya ancak ben söylececegim'' diyerek evin bir odasına koydu. Ebu Talha eve geldi. Ümmü Süleym ona karşı süslenip kokulandı. Akşam yemeği hazırladı.
Bir ara Ebu Talha: ''Ebu Umeyr ne yapıyor?'' diye sordu. Annesi:''Yemeğini yiyip uyudu, istirahat ediyor!'' dedi ve sonra ''ey Ebu Talha şu komşulara ne dersin, birisinden emanet birşey almışlar sahibi emaneteni isteyince yüzlerini ekşitiyor, olur mu böyle diye sordu. Ebu Talha, ''Hayır olmaz gönül hoşluğu ile emaneti sahibine vermeliler ''dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym(rah) ''Öyleyse sende oğlun için sabret çünkü ALLAH verdiği emanetini geri aldı dedi... Ebu Talha olanlara şaşırdı. Sabahleyin Resulullah'ın (sav) hanımının gece yaptıklarını ve söylediklerini anlattı. Efendimiz(sav) ''ALLAH geçen gecenizi size mübarek kılsın (doğru yapmış güzel söylemiş) buyurdu.
     İçten ve hamim bir şekilde Rabbine sığınan ebeveyne selam olsun. Onlar ki sadece Rabbimiz ALLAH’dır! diye hayatlarını ikame ederler. Nasuh bir tevbeyle Rab’lerine yalvarırlar. "Rabbim ne olur sen bizleri mağfiret eyle ve bizlerin edep yerlerini ört. Mahremimiz olmayan kullarına karşı en ufak bir kırıntı içimizde bırakma... Sen şüphesiz sana kullukta yakaranları bağışlar ve nimetlerinle donatırsın..."
Selam ve dua ile.
AbdulKadir Seven
twitter.com/AbdulkadirSeven

26 Aralık 2011 Pazartesi

7 - 8 Ocak 2012 Cumartesi-Pazar günü Edirne Gezisi

GEZİN, DİNLENİN, ÖĞRENİN
yeterki yerinizi ayırtmakta geç kalmayın...
     Başka ülkelerden turistler, kendi bölgelerinde gezecek yer bırakmıyorlar ve ailece ciddi masraflar ederek dünyanın dörtbir yanını günlerce, aylarca gezmeye çıkıyorlar. Hem de bunu heryıl yapıyorlar... Çok zengin olduklarından değil, kültür hazinelerini zenginleştirmek için, gezmek, görmek, farklı atmosferler solumak için bunu yapıyorlar...
     Biz de en ekonomik şekilde böyle turlar düzenlemek ve Gönül Erleri Mail Grubumuzun değerli üyelerini gezdirmek istiyoruz. Daha önce birkaç defa duyurduk ve 16 kişi için yer ayrılmış oldu. 28 kişilik daha yerimiz ve 2 hafta daha vaktimiz var. Geçmiş pekçok programımızdan biliyoruz ki genellikle zaman yaklaşınca talepler artıyor ve birkaç gün içinde yüzlerce katılımcı oluyor. Katılmayı çok çok önemseyen pek çok kişiye karşı "yer kalmadı" demek zorunda kalıyoruz ve karşılıklı üzülüyoruz. Bu yüzden hasseten katılmak isteyenler lütfen geç kalmasınlar...
 GÖNÜL ERLERİ KÜLTÜR TURLARI
7 - 8 Ocak 2012
Cumartesi - Pazar
(1 Gece, 2 Gündüz)
GİDİŞ:
7 Ocak Cumartesi Sabah 07:00 da Kartal’dan,
07:20 de Kozyatağı Carrefour önünden,
07:45 de Beşiktaş Yıldız Camii önünden,
08:00 Topkapı - Cevizlibağ’ dan,
08:15 Bakırköy İncirli Ömür Restaurant önünden ve
08:30 da Avcılar'da İstanbul Üniversitesi Kampüsü önünden hareket ile
11:00 da Edirne'de olacak şekilde yola çıkış...
Edirne 'de ve İğneada 'da
Tarihi ve Kültürel pek çok yerin
2 gün boyunca gezilmesi
Ulaşım, konaklama, yemek
kısaca herşey dahil...
(sadece müze girişi -20 TL.- hariç)
Sadece 189 TL.
Üstelik 30 TL. Nakit,
6 ay x 26,50 TL. taksit ile...
Çocuklara ve gençlere ayrıca indirim...
 Detaylar Ekte...
DÖNÜŞ:
Avcılar’a varış: 20:00, Bakırköy’e varış: 20:20, Topkapı’ya varış: 20:40,
Dolmabahçe Sarayı’na varış: 21:10, Kozyatağına varış: 21:30,
Kartal’a varış: 22:30
  
  
Kişi Başı Katılım Bedeli 189 TL.
30 TL. Nakit, Kalan 159 TL.'yi
Kredi kartınızla 6 taksitte
(26,50 TL. x 6 ay)
Yanında iki yetişkin olmak kaydıyla
0-3 Yaş Çocuklar ücretsiz
Yanında en az bir yetişkin olması şartıyla
3-6 Yaş Çocuklar 129 TL.(30 TL. nakit, 16,50 TL. x 6 ay)
Yanında en az bir yetişkin olması şartıyla
6-12 Yaş Çocuklar 159 TL.
(30 TL. nakit, 23 TL. x 6 ay)
Not: Katılmak isterseniz; yukarıda gördüğünüz mail adresimize adınızı, soyadınızı, cep tlf. numaranızı, kaç kişi olacağınızı, nerden bineceğinizi yazın, yahut telefonla arayın...
     Gezimiz 46 kişilik lüks otobüsle ve profesyonel rehber eşliğinde olacak. Rehber, gezi esnasında bütün tarihi yerleri detaylıca anlatacak.
     Yer ayırtmak şarttır. (Ailece yahut grup olarak gelecek olanların sadece birinin bilgileri ön rezervasyon için yeterlidir.)
GÖNÜL ERLERİ MAİL GRUBU
KÜLTÜR TURLARI ORGANİZASYONU
Telefon: 0216 452 60 70
CEP Tlf.: 0532 293 32 19
geziyoruz@hotmail.com

22 Aralık 2011 Perşembe

ÜNİVERSİTELERE 768 ARAŞTIRMA GÖREVLİSİ ALINACAK

     2547 sayılı Kanun’un 33. maddesi uyarınca yükseköğretim kurumlarında istihdam edilmek üzere, araştırma görevlisi alınacaktır.
     Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı kapsamında istihdam edilecek araştırma görevlilerinin yerleştirme işlemleri 2011 Mali Yılı Merkezi Yönetim Bütçe kanununun 22. Maddesinin 5.fıkrası ile 31.07.2008 tarih ve 26953 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Öğretim Üyesi Dışındaki Öğretim Elemanı Kadrolarına Naklen veya Açıktan yapılacak Atamalarda Uygulanacak Merkezi Sınav ile Giriş Sınavlarına İlişkin Usul ve Esaslar Hakkındaki Yönetmelik hükümleri uyarınca Yükseköğretim Kurulu Başkanlığınca merkezi olarak yapılacaktır.

GENEL ŞARTLAR
a) 657 sayılı Kanunun 48 inci maddesinde belirtilen şartları taşımak.
b) 35 yaşından gün almamış olmak.
c) Araştırma Görevlisi olarak çalışmasına engel olacak herhangi bir sağlık problemi bulunmamak.
d) Atama yapılacak programın lisans/ön lisans eğitimine hangi alanda öğrenci alınıyorsa o alanda ALES (Akademik Personel ve Lisansüstü Eğitimi Giriş Sınavı)’den en az 70 (yetmiş) puan almış olmak. (Bu sınavın sonuçları yapıldığı tarihten itibaren üç yıl süreyle geçerlidir.)
Ancak;
Özel yetenek sınavı ve yabancı dil puanıyla öğrenci alınan yerlere başvurularda, herhangi bir puan türünden en az 70 (yetmiş) puan almış olmaları,
Eğitim Bilimleri Bölümüne (Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Anabilim Dalı hariç) yapılan başvurularda, adayların lisans öğreniminde mezun olduğu alandan en az 70 (yetmiş) puan almış olmaları,
Alan türü değişen programlardan mezun olanların, alan türü değişen programlara başvurularında ise, lisans eğitimine başladıkları puan türünden en az 70 (yetmiş) puan almış olmaları gerekmektedir.
e) Yabancı ülkelerden alınan diplomaların denkliğinin Yükseköğretim Kurulunca onaylanmış olması gerekir.
f) Lisans mezuniyeti notu ile yabancı dil puanının hesaplanmasında Yükseköğretim Kurulunca belirlenen eşdeğerlilik tabloları kullanılacaktır.
4 lük Sistemin 100 lük Sistemde Eşdeğerliliği
5 lik Sistemin 100 lük Sistemde Eşdeğerliliği
Yabancı Dil Eşdeğerlilikleri

Başvurular
ÖYP başvuruları 19.12.2011-02.01.2012 tarihleri arasında, Yükseköğretim Kurulu resmi internet sitesinde açıklanacak ÖYP yerleştirme programı üzerinden yapılacaktır.
Adaylar başvurularını 10 tercihi geçmeyecek şekilde beyana dayalı olarak yapacaktır. Yanlış beyanda bulunarak atanmaya hak kazanan adayların atamaları yapılmayacak, aynı yıl içinde ilan edilen ÖYP araştırma görevlisi kadrolarına başvuramayacaktır. Yerleştirmeler Genel not ortalamasının % 35'i, ALES puanının %50'si, varsa yabancı dil puanının %15'i esas alınarak yapılacaktır.
Sonuçlar 09.01.2012 tarihinde ÖYP yerleştirme programı üzerinden açıklanacaktır.

GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI, 428 GELİR UZMAN YARDIMCISI ALACAK


GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI
GELİR UZMAN YARDIMCILIĞI
GİRİŞ SINAVI DUYURUSU
I - SINAVA İLİŞKİN BİLGİLER
     Başkanlığımızca, aşağıdaki tabloda belirtilen yerlerde açık bulunan kadrolara atanmak üzere; 428 adet Gelir Uzman Yardımcısı alınacaktır.
     Sınava katılma şartlarını taşıyan ve usulüne uygun olarak başvuranların; il bazında toplam kadro sayısının 10 (on) katından fazla olması halinde, tercih ettikleri il dikkate alınarak puanı en yüksek olan adaydan başlamak üzere 10 (on) katına kadar aday giriş sınavına alınacaktır.
     Adaylar, başvuru sırasında sadece bir ili tercih edebilecek ve tercih edilen bu ilin ilçelerini öncelik sırasına göre başvuru formunda işaretleyecek, ancak daha sonra bu tercihlerinden vazgeçemeyecektir. Eşit puan almış olmaları nedeniyle son sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde ise bu adayların tümü sınava çağrılacaktır.

II - SINAV TARİHİ VE YERİ
     - Giriş sınavının yazılı bölümü 28 Ocak 2012 tarihinde saat 10:00’da Ankara’da yapılacaktır.
     - Giriş sınavının yazılı bölümüne katılmaya hak kazanan adaylar ile yazılı sınavın yapılacağı adres ve sınav saatleri; e-Devlet portalı “ www.turkiye.gov.tr ” ile Gelir İdaresi Başkanlığı “ www.gib.gov.tr ” internet sayfalarında yazılı sınavdan en az 10 gün önce ilan edilecektir.

III - SINAV BAŞVURU ŞARTLARI
     - ÖSYM tarafından 10-11 Temmuz 2010 ve 09-10 Temmuz 2011 tarihlerinde yapılan Kamu Personel Seçme Sınavlarının birinden KPSSP 49 türünden 70 ve üzeri puan almış olmak,
     - En az 4 yıllık lisans eğitimi veren fakültelerin Hukuk, Siyasal Bilgiler, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler fakülte/bölümlerini veya bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen 4 yıllık fakültelerden birini son başvuru tarihi itibariyle bitirmiş olmak,
     - 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
     - Yazılı sınavın yapıldığı tarihte 35 yaşını doldurmamış olmak,
     - Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak,
     - Görevini devamlı olarak yapmaya engel bir durumu olmamak,
     - Süresi içinde başvurmuş bulunmak.

IV - SINAV BAŞVURUSU
     - Başvurular, 27 Aralık 2011 tarihinde başlayıp 05 Ocak 2012 tarihinde sona erecektir.
     - Başvurular, elektronik ortamda “ http://esinav.gib.gov.tr/eSinav/adayGiris.jsp ” adresinde yer alan “Gelir İdaresi Başkanlığı Sınav Başvuru Formu”nun doldurulması suretiyle yapılacaktır. Başvuru Formunun doldurulması ve iletilmesine ilişkin açıklamalar belirtilen internet sayfasında yer almaktadır. Bununla birlikte adaylar mesai saatleri içerisinde Gelir İdaresi Başkanlığı Eğitim Merkezi Şehit Cem Ersever Caddesi Çınardibi Sokak No: 31 Lalegül, Demetevler/ANKARA adresine gelerek şahsen sınav başvurusunda da bulunabileceklerdir.
     - Posta yoluyla gelen başvurular KPSS puanlarının kontrolü yapılamadığından kabul edilmeyecektir.

V - SINAV ŞEKLİ VE KONULARI
     - Giriş sınavı, yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamalıdır.
     - Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı yazılı bölümü test usulü gerçekleştirilecek olup, sınav konularına aşağıda yer verilmiştir.
     a- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
     b- Hukuk Grubu; Anayasa Hukuku, İdare Hukuku ve İdari Yargı Hukuku, Medeni Hukuk Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku (Genel Hükümler-Şirketler-Kıymetli Evrak), İcra ve İflas Hukuku (Genel Hükümler),
     c- İktisat Grubu; Makro İktisat, Mikro İktisat, Uluslararası İktisat, İşletme İktisadı, Uluslararası Ekonomik İlişkiler ve Kuruluşlar,
     d- Maliye Grubu; Kamu Maliyesi, Maliye Politikası, Türk Vergi Sisteminin Genel Esasları,
     e- Muhasebe Grubu; Genel Muhasebe, Maliyet Muhasebesi, Şirketler Muhasebesi, Mali Tablolar Analizi, Ticari Hesap.

VI - DEĞERLENDİRME
     - Yazılı sınavın değerlendirilmesi sonucu, 100 üzerinden 70 ve üzeri puan alan adaylardan; yerler itibarıyla, adayların başvuru sırasında tercih ettikleri il dikkate alınarak en yüksek puan alan adaydan başlamak üzere, o il için atama yapılacak toplam kadro sayısının iki katına kadar aday sözlü sınava çağrılacaktır. Ayrıca, son sıradaki adayla eşit puan alan adaylar da sözlü sınava çağrılacaktır.
     - Yazılı sınavda başarılı olamayanlar sözlü sınava alınmayacaktır.
     - Sözlü sınavda, adayların muhakeme gücü, bir konuyu kavrama, özetleme ve ifade etme yeteneği, genel ve fiziki görünümü ile davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu, yetenek ve kültürü, bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı da göz önünde bulundurularak, her adaya sınav kurulu başkan ve üyelerinin her biri tarafından ayrı ayrı 100 üzerinden puan verilir. Verilen bu puanların aritmetik ortalaması sözlü sınav puanını teşkil eder.
     - Sözlü sınavda başarılı olmak için alınan puanın 70 puandan az olmaması gerekmektedir.
     - Giriş sınavı puanı, sözlü sınavda başarılı olan adayların sözlü sınav puanı ile yazılı sınav puanının aritmetik ortalaması alınarak hesaplanacaktır.
     - Giriş sınavı sonuçları, puanı en yüksek adaydan başlamak suretiyle başarı derecesine göre sıraya konulacak ve atama yapılacak kadro sayısı kadar aday asil, % 25’ine kadar aday ise yedek olarak tespit edilecektir.
     - Asil ve yedek listelerinde sıralama yapılırken, adayların giriş sınavı puanının eşit olması halinde, yazılı puanı yüksek olan adaya; yazılı puanının da eşit olması halinde, KPSSP 49 puanı yüksek olan adaya öncelik tanınacaktır.
     - Yedek listede yer alan adayların hakları aynı il için yapılacak müteakip yazılı sınav tarihine kadar geçerli olup, daha sonraki sınavlar için müktesep hak veya herhangi bir öncelik teşkil etmez. Ayrıca, bu süre içerisinde başka bir il için açılan sınavda başarılı olarak ataması yapılan yedek adayların hakları sona erer.
     - Giriş sınavından 70 ve üzerinde puan almış olmak asil ve yedek listedeki sıralamaya giremeyen adaylar için müktesep hak teşkil etmez.
     - Asil ve yedek listeler, bu duyuruda belirtilen yerler göz önünde bulundurulmak suretiyle oluşturulacaktır.

VII - SINAV SONUÇLARININ DUYURULMASI VE İTİRAZ
     - Yazılı sınavda başarılı olan adayların sözlü sınav yeri, günü, saati ve sözlü sınav sonuçları Başkanlığın ilan için ayrılmış yerlerinde ve “ http://www.gib.gov.tr ” internet adresinde duyurulacaktır.
     - Giriş sınavında başarılı olan adayların ad ve soyadları ile aday numaralarının yer aldığı asil ve yedek listeler Başkanlığın ilan için ayrılmış yerlerinde ve “ http://www.gib.gov.tr ” internet adresinde duyurulacaktır. Ayrıca, asil ve yedek listelerde yer alan adaylara sonuç yazı ile bildirilecektir.
     - Sınav sonuçlarına, duyurunun yapıldığı günü takip eden tarihten itibaren yedi gün içerisinde dilekçe ile itiraz edilebilir. İtirazlar, sınav kurulu tarafından incelenir ve en geç beş iş günü içinde karara bağlanıp sonuç ilgiliye yazılı olarak bildirilir.

VIII - DİĞER HUSUSLAR
     - Asil listede yer alanlardan atama işlemlerinin yapılması için kendilerine bildirilen süre içinde geçerli bir mazereti olmadığı halde başvurmayanlar ile gerekli şartları taşımadığı sonradan anlaşılanların atama işlemleri yapılmayacaktır. Atama yapılması için kendilerine bildirilen süre içinde mazeretsiz olarak başvurmayan veya ataması yapıldığı halde süresi içinde göreve başlamayan adaylar için sınav sonuçları kazanılmış hak sayılmaz.
     - Kendilerine yapılacak bildirimde belirtilen süre içerisinde başvuruda bulunmayanlar, atama işleminden sarfınazar edenler, atamaları iptal edilenler ile memurluğa alınma şartlarından herhangi birini taşımadığının anlaşılması üzerine ataması yapılmayanların yerlerine, yedek listedeki adaylar sırası ile ve aynı esaslara göre atanacaktır.
     - Adayların tabloda gösterilen iller dışında bir ili tercih etmeleri veya birden fazla il tercihinde bulunmaları halinde başvuruları geçersiz sayılacaktır.
     - Atanılan yerlerde beş yıl süreyle çalışılması zorunludur. Bu sürenin hesabında, fiilen çalışılmayan sürelerden yalnızca yıllık izinde geçirilen süreler fiilen çalışılmış sayılacaktır.
Bu süreyi doldurmayanların kurum içi nakilleri yapılmayacaktır. Ancak, göreve başladıktan sonra özür halleri ortaya çıkanlar, atanmak istedikleri yerlerde hizmetlerine ihtiyaç duyulması kaydıyla, bu süreyi tamamlamadan durumlarına uygun yerlere atanabileceklerdir.
     - Ataması yapılan uzman yardımcıları beş yıllık süre zarfında atandıkları yerin dışında başka bir yerde, tedviren, vekâleten veya geçici olarak görevlendirilemezler.
     - Sınavı kazananlardan, Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı Başvuru Formunda gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin, sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacağı gibi, bu şekilde atamaları yapılmış olsa dahi bu atamalar iptal edilecektir ve hiçbir hak talebi söz konusu olmayacaktır.
     - Gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenler hakkında Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
     - Adayların, sınavda kimlik tespitini sağlamak için nüfus cüzdanını veya sürücü belgesini üzerinde bulundurmaları gerekmektedir. Bunlardan birinin olmaması durumunda aday, sınava alınmayacaktır.

03-04-05 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 03-04-05 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avan...