15 Mart 2012 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ...NAMAZ




KELİMELER - KAVRAMLAR
NAMAZ
     Dua, hayırla dua, müslümanların yaptıkları, bazı hareketleri de kapsayan bir ibadet türü. Arapçası "salât" olup, çoğulu "salavât"tır.
     Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
     Namaz, Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu. Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi'rac (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Mâlik'ten rivâyete göre özet olarak şöyle demiştir:
     "Hz. Peygamber (s.a.s)'e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır" (Buhâri, Salat, 76, Enbiya, 5; Müslim, İman, 263; Ahmed b. Hanbel, V,122,143).

     Her güzel amele on katı ecir verileceği şu ayetle sabittir:
     "Kim bir iyilik yaparsa, ona bunun on katı ecir vardır" (el Enam, 6/160; ayrıca bk. en-Neml, 27/89; el-Kasas, 28/84).

     Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, Hz. Peygamber'in ibadet tarzı Cenâb-ı Hakk'ın yaratıklarını düşünmek, Allah'ın yüceliğini tefekkür etmek şeklinde idi. Sabah ve akşam ikişer rekat hâlinde namaz kıldığı da nakledilir. Daha önceki ümmetlerin de namaz ibadeti vardır. Kur'an-ı Kerim'de Lokman aleyhisselâmın oğluna namazı emretmesi (Lokman, 31/17), Hz. İbrahim'in Hicaz'ın güvenliği için dua ederken namazdan söz etmesi (İbrâhim,14/37), Yüce Allâh'ın, Tur dağında ilk vahiy sırasında Hz. Mûsa'dan namaz kılmasını istemesi (Tahâ, 20/14) örnek verilebilir.

     İslâmda namazın meşrûluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ'ya dayanır.
     Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde; "namazı kılınız ve zekâtı veriniz" buyurulur.
     "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza edin" (el-Bakara, 2/238).
     "Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın. Güvene kavuştunuz mu namazı tam olarak kılın. Çünkü namaz, mü’minlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır. " (en-Nisa, 4/103).
     "Oysa onlar, tevhid inancına yönelerek, dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emr olunmuşlardır. İşte doğru din budur" (el-Beyyine, 98/5).
     "Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. O, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (el-Hacc, 22/78).

     Sünnetten delil:
     Bu konuda rivâyet edilmiş çok sayıda hadis vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır:
İbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır" (Buhârî, İman,1, 2; Müslim, İmân, 19-22).

     Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurmuştur:
     "Sen ehli kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk önce Allah'a kulluk etmeğe çağır. Allah'ı tanırlarsa, Allah'ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle. Namazı kılanlarsa; Allahın onlara, zenginlerinden alınıp yoksullara verilmek üzere zekâtı farz kıldığını söyle. İtaat ederlerse, bunu onlardan al, insanların mallarının en iyisini alma, mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur" (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60, Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, I ).
     Diğer yandan İslâm ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir.
     Namaz ergenlik çağına gelmiş, akıllı her müslümanın üzerine farzdır. Fakat yedi yaşına gelmiş olan çocuklar da namaz kılmakla emredilir. On yaşına geldikleri halde namaz kılmazlarsa el ile hafifçe dövülebilirler.
     Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince bundan dolayı dövün ve o yaşta yataklarını ayırın" (Ebû Dâvûd Salât, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187).
     Bir günle gece içinde farz olan namazların sayısı beştir. Yalnızca, vitir veya bayram namazları vacib hükmündedir. Bir bedevi ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadis beş vakit farz namaza delildir:
     "Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir. Bedevî; "Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?" diye sorunca, "Allah'ın Resulu şöyle cevap vermiştir: Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnadır". Bunun üzerine bedevî: "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur" (Buhârî, İmân, 34, Şehâdât, 26; Müslim, İmân, 8,10,15,17,18; Ebû Dâvûd, Salât, 1).

     Namazı Terketmenin Hükmü
     Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî ve fasık olur.
     Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:
     "Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik” (el-Müddessir, 74/40-43).
     "Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular. Onlar bu taşkınlıklarının cezasını yakında göreceklerdir. Fakat tövbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır" (Meryem, 19/59, 60).
     "Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler" (el-Mâûn, 107/4-5).

     Hz. Peygamber (s.a.s)'de şöyle buyurmuştur: "Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar" (Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461).
     "Kim ikindi namazını terkederse ameli boşa gitmiş olur" (Buhârî, Mevâkît,13, 34; Nesâî, Salât,15).
     "Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teâlâ onun kalbine mühür vurur" (Nesâî, Cumâ, 2; Tirmizî, Cuma 7; İbn Mâce, İkâme, 93).

     Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye çağrılır, kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te'dib amacıyla dövülür.
     Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir (İbn Abidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., I, 326; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, I, 503).
     Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted'de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır, kafir olur ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır. (İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır t.y., I, 87; eş-Şirâzî, el-Muhezzeb, el-Nalebî tab'ı, I, 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire t.y., II, 442-447; ez-Zühaylî, a.g.e., I.503, 504; Krş. et-Tevbe, 9/5; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26).
     Namazını unutarak, uyanamayarak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder. Hadis-i şerifte; "Kim uyuyarak veya unutmak suretiyle namazını kılmamış olursa, hatırladığında hemen kılsın" (Ebû Davûd, Salât,11; İbn Mâce, Salât,10; Nesaî, Mevakît, 53) buyurulur.
     Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle namazım vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah'a ayrıca tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Cenab-ı Hak, kendisine ortak koşmanın dışında kalan günahları affedebilir. Namazı da içine alabilen bu affın kapsamıyla ilgili çeşitli nasslar vardır.

     Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
     "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder" (en-Nisâ, 4/48).
     Ubâde b. es-Sâmit'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
     "Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar" (Ebû Dâvûd, Vitr, 2; Nesâî, Salât, 6; Dârimî, Salât, 208; Mâlik, Muvatta', Salâtül-Leyl, 14).
     Ebû Hureyre (r.a)'ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?" Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır” (Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvûd, Salât, 145; Nesaî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkame, 202).
     Bu duruma göre, farz namazların eksisini sünnet ve diğer nafile namazlar tamamlamaktadır. Farz, vacib veya sünnet ayırımı yapılmaksızın ibadetlerin yerine getirilmesi müminin gayesi olmalıdır. Çünkü bu, dünyevî huzur ve mânevî mutluluk kaynağı olması yanında, ahiret için de en büyük hazırlıktır.

     Namaz Vakitleri:
     Farz namazlar ile bunların sünnetleri, vitr, teravih ve bayram namazları için vakit şarttır. Farz namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma namazı da öğle namazı yerine geçer. Namazın yükümlüye gerekli olması ve kılındığında da geçerli sayılması kendisine bağlı olan "namaz vakitleri"ni bilmeyi gerektirir. Bu vakitler Kitap ve Sünnetle belirlenmiştir.
     1) Sabah Namazının Vakti:
     İkinci fecrin doğmasından güneşin doğmasına kadar olan süre, sabah namazının vaktidir. İkinci fecir; sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah vakti girmiş, yatsı namazının vakti çıkmış ve oruç tutacaklar için bu ibadet başlamış olur. Bu yüzden buna "fecr-i sadık" denir. Bunun karşıtı, birinci fecirdir. Bu, doğu ufkunun ortasında yükseklere doğru, iki tarafı karanlık ve uzunlamasına bir hat şeklinde yayılan bir beyazlıktır. Bu beyazlık kısa bir süre sonra kaybolur ve kendisini bir karanlık izler. Bundan sonra ikinci fecir doğar. Bu birinci fecre, sabahın gerçekten girdiğini göstermemesi ve yalancı bir aydınlık olması yüzünden "fecr-i kâzib" adı verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Bununla ne yatsı namazı çıkmış ve ne de sabah namazı vakti girmiş olmaz. Oruç tutacakların bu süre içinde yiyip içmeleri de caizdir.
     Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Fecir (şafak) iki tanedir. Birincisi yemeyi içmeyi haram kılan ve kendisinde namaz kılmayı helal kılan fecirdir. İkincisi ise, sabah namazını kılmak caiz olmayan, fakat yemek içmek helal olan fecr-i kâzibtir" (es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, 2. baskı, t.y., I,115).
     "Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğmasından, güneşin doğuşuna kadardır" (Buhârî, Mevâkît, 27; Ebû Dâvûd Salât, 2; İbn Mâce, Salât, 2; Nesâî, Mevâkît,15; Ahmed İbn Hanbel, II, 210, 213, 223).

     2) Öğle Namazının Vakti:
     Öğle vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya doğru meyletmesiyle başlar ve her şeyin gölgesinin bir misli uzamasına kadar devam eder. Cisimlerin, güneş tam tepe noktada iken yere düşen gölgesi (fey-i zeval), bunun dışındadır. Öğlenin bu vaktine "asr-ı evvel" denir. Bu, Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanîfe'ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval dışında, cisimlerin gölgesi, iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi vakti girmiş olur. Buna "asr-ı sânî" denir.
     Hac farizasını yerine getirmek için dünyanın her tarafından Mekke ye gelen müslümanlar, namazlarını Harem-i Şerifte kılmaya özen gösterirler.
     Cisimlerin gölgesinin mislini hesaplamada, zeval vaktinde bu cisimlerin sahip oldukları gölge, uzunluğu itibar etmede uzayan gölgeye ilâve edilir.
     Çoğunluk fakihlerin delili şu hadistir: Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber'e namaz vakitlerini öğretirken, ikinci gün her şeyin gölgesi bir misli olduğu zaman öğle namazını kıldırmıştır (Ebû Dâvûd, Salât, 2; Tirmizî, Mevâkît,1; Nesâî, Mevâkît, 6, 10,15; İbn Hanbel, I, 383, III, 330; Mâlik, Muvatta', Salât, 9).
     Ebû Hanîfe'nin delili ise, Hz. Peygamber'in şu hadisidir:
     "Öğle namazını hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır" (Buhârî, Mevâkît, 9, 10, Ezân, 18).
     Arabistan yöresinde sıcağın en şiddetli olduğu zaman, her şeyin gölgesinin bir misli olduğu zamandır. Bu yüzden öğleyi yazın serine bırakmak (ibrâd) müstehap sayılmıştır (el-Mevsilî, el-İhtiyâr, I, 38, 39; Zühaylî, a.g.e., I, 508).
     Cuma namazının vakti de, tam öğle namazının vakti gibidir.

     3) İkindi Namazının Vakti:
     İkindi vakti, öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin batması ile son bulur. İkindi vakti; çoğunluk müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir misli, Ebû Hanîfe'ye göre ise, iki misli olduğu andan itibaren başlar ve ittifakla güneşin battığı zamana kadar devam eder.
     Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekata yetişen kimse, ikindi namazına yetişmiştir" (Malik, Muvatta', Vükût, 5; Ebû Dâvûd Salât, 5; İbn Mâce, Salât, 2; İbn Hanbel, II, 236, 254).
     Çoğunluk müctehidlere göre, ikindi namazını güneşin sararma vaktine kadar geciktirmek mekruhtur. Çünkü Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Bu vakitte kılınan namaz münafıkların namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekat kılar, Allah'ı çok az anar" (Mâlik, Muvatta', Kurân, 46).
     İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "orta namaz", ikindi namazıdır. Delil, Hz. Âişe (r.anhâ)'nin naklettiği şu hadistir:
     "Hz. Peygamber (s.a.s); "Namazlara devam edin, orta namaza da devam edin" (el-Bakara, 2/238) ayetini okudu. "orta namaz ise ikindi namazıdır" buyurdu (Ebû Dâvûd Salât, 5; İbn Hanbel, V, 8; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsirî İbn Kesîr. thk. M. Ali es-Sâbûnî, Beyrut 1981, I, 218).
     İkindi namazına "orta namaz" denmesi iki adet geceye ait, iki adet de gündüze ait namazın arasında bulunması yüzündendir.

     4) Akşam Namazının Vakti:
     Akşam namazının vakti, güneş yuvarlağının tam olarak batmasıyla başlar ve şafağın kaybolması ile sona erer. Ebû Hanîfe'ye göre, şafak, akşamleyin batı ufkundaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep ile Ebû Hanîfe'den başka bir rivayete göre ise şafak, ufukta meydana gelen kızıllıktan ibarettir. Bu kızıllık gidince, akşam namazının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer'in; "Şafak, ufuktaki kırmızılıktır" (es-San'ânî, Sûbûtüs-Selâm, I, 106) sözüdür. Hanefilerde fetvaya esas olan görüş Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür.

     5) Yatsı Namazının Vakti:
     Yatsının vakti, kırmızı şafağın kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. İkinci fecir doğunca yatsının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer (r.a)'den rivayet edilen şu hadistir: "Şafak kırmızılıktır. Şafak kaybolunca namaz kılmak farz olur" (es-Sanânî, a.g.e., I,114). Başka bir delil, Ebû Katade hadisidir: "Uyku halinde kusur yoktur. Kusur ancak, diğer namazın vakti gelinceye kadar namazı kılmayandadır" (Müslim, Mesâcid, 311).
     Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar geciktirmek mübah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.
     Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Vitrin sonu ise, ikinci fecrin doğmasından biraz önceye kadardır.
     Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimse için uyumadan önce kılmak, uyanacağından emin olan kimse için ise, gecenin sonuna kadar geciktirmek daha faziletlidir.
     Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Teravih, vitir namazından önce de, sonra da kılınabilir. Ancak yatsı namazı kılınmadan önce teravih namazı kılınsa, iadesi gerekir.
     Bayram namazlarının vakti, güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en yüksek noktaya çıkışına (istivâ) kadar devam eder. Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci gün istivâ zamanından önce kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar kılınır, artık özür bulunmasa da üçüncü gün kılınamaz. Kurban bayramı namazı ise, bir özür sebebiyle, birinci gün kılınamazsa ikinci gün kılınır. İkinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa üçüncü gün istivâ zamanına kadar kılınır. Bu namazları bir özür bulunmaksızın böyle ikinci veya üçüncü güne bırakmak ise çirkin bir ameldir. Bu bayram namazları, istivâ zamanından veya zeval vaktinden sonra ise hiç bir halde kılınamaz. Kazaları da caiz değildir (namaz vakitleri için bk. İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 151-160; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, I, 321-342; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 59-62; eş-Şîrâzî, el-Mûhezzeb, I, 51-54; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 370-395; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 506 vd.).

     6) Kutuplarda Namaz Vakitleri:
     Bu konuda iki görüş vardır.
     a. Vakit, namazın bir şartı olduğu gibi, farz olmasının da sebebidir. Bu yüzden bir yerde, namaz vakitlerinden bir veya ikisi gerçekleşmezse, o vakitlere ait namazlar, o yer halkına farz olmamış olur.
     Meselâ, bazı yerlerde, yılın bir mevsiminde daha akşam namazının vakti çıkmadan sabahın ikinci fecri doğarak sabah namazının vakti girmektedir. Artık bu gibi yerlerde yatsı namazı düşmüş olur. Bu konuda, abdest organlarından bir veya ikisini kaybeden kimsenin bu organları yıkama yükümlülüğünün düşmesine kıyas yapılarak namazın da düşeceğine fetva verilmiştir.
     b. Araştırmacı bazı fakihlere göre, bu gibi yerlerdeki müslümanlar da beş vakit namazla yükümlüdürler. Bulundukları yerde bu namazlardan herhangi birinin vakti gerçekleşmezse, o namazı kaza olarak kılarlar veya o beldeye en yakın olup, beş vakit namazların vakitleri tam olarak gerçekleşen beldenin vakitlerine göre, takdir ederek namazları edaya çalışırlar. Her ne kadar vakit, namazın bir şartı ve bir sebebi ise de, namazın asıl sebebi Allah'ın emri oluşudur. Bu yüzden bütün müslümanlar, bu beş vakit namazı kılmakla yükümlüdürler. İmam Şâfiî'nin görüşü de bu şekilde olup, ihtiyata uygun olan da budur.
     Güneşin uzun süre doğmadığı veya batmadığı kutup bölgeleri ve yakınlarında da yukarıdaki esaslara göre amel edilir. Bu gibi yerlerde yaşayan müslümanların, oruç ve zekâtları konusunda da bu şekilde bir takdir uygun düşer (İki namazı bir vakitte kılmak için "Cem'i Takdim ve Cem'i Tehir" konularını araştırın).

     Namaz Çeşitleri: Namaz dört kısma ayrılır.
     1. Farz-ı ayn olan namazlar. Beş vakit namaz ve cuma namazı gibi. Bunların her yükümlü için bizzat yerine getirilmesi gerekir.
     2. Farz-ı kifâye olan namaz. Cenâze namazı gibi. Bu, topluluk tarafından yapılması istenilen bir emirdir. Topluluktan bir kısmı bunu yerine getirince, diğerlerinden sorumluluk kalkar. Eğer bunu hiç kimse yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, iyiliği emir kötülüğü yasak etme, müslümanlar arasında bir halife seçme de bu çeşit farzlardandır (Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1960, s. 54, 55, 363, 364; Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Terc. Abdulkadir Şener, Ankara 1986, s. 37-39).
     3. Vacib olan namazlar. Vitir namazı, bayram namazları gibi. Sübut yönünden kesin, fakat delâlet bakımından zannî olan delile dayalı emirler vâcib hükmündedir. Bu, Hanefilerin benimsediği bir prensiptir. Diğer mezheplerde farz ile vacib aynı anlamda kullanılır. Onlara göre bir şey farz değilse sünnettir. Vacibin işlenmesine sevap, terkine azap vardır. Ancak vacibi inkâr eden dinden çıkmaz.
     4. Nâfile namazlar. Farz ve vacipten fazla olarak kılınan namazlara nâfile denir. Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak amacıyla kendiliğinden kılındığı için bunlara "tatavvu"da denir. Sünnetler de nâfile içine girer. Her sünnet nâfiledir, fakat her nafile sünnet değildir. Peygamberimizin kıldığı nâfile namazlar sünnettir.

     Namazların Rekâtları:
     Namazların rekatlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Sabah namazının iki rek'at sünneti, iki rek'at da farzı vardır. Öğle namazının dört rek'at ilk sünneti, dört rek'at farzı, iki rek'at da son sünneti vardır. İkindi namazının dört rek'at sünneti, dört rek'at da farz vardır. Akşam namazının üç rek'at farzı, iki rek'at da sünneti vardır. Yatsı namazının dört rekat ilk sünneti, dört  rekat farzı, iki rekat da son sünneti. Vitir namazı üç rekattır.
     Bayram namazları ise ikişer rekattan ibarettir. Teravih namazı yirmi rekattır. Diğer nafile namazlar da en az ikişer rekat olur.
     Namazın şartları:
     Namazın geçerli olması için bazı şartların ve rükünlerin bulunması gereklidir. Şart, sözlükte alâmet demektir. Bir terim olarak şart; varlığı kendisinin varlığına bağlı bulunan, fakat onun gerçek varlığından ve mâhiyetinden ayrı olan şeydir. Rükün ise, sözlükte; en kuvvetli taraf demektir. Bir terim olarak rükün; bir şeyin varlığı kendisine bağlı bulunan ve o şeyin esas unsur ve parçalarını teşkil eden esaslardır. Şer'i hüküm olarak şart ve rükne farz vasfı verilir. Bunların her ikisi de farzdır. Bu yüzden bazı fakihler bu konuya "namazın farzları” başlığını koymuşlardır. Bir de namazın farz olmasının şartları vardır. Bunlar müslüman olmak, büluğ çağına ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç tanedir (Şürünbülâlî, Merakul-Felah, s. 28; eş-Şirazî, el-Muhezzeb, 1, 53; İbn Kudâme, el-Muğni, I, 396-401; ez-Zühâylî, el-Fıkhuul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 563 vd)
     Namazın farzları on ikidir. Bunlardan altısı daha namaza başlamadan bulunması gereken farzlar olup şunlardır:
     1) Hadesten temizlenme 2) Necasetten temizlenme, 3) Avret yerini örtmek, 4) Kıbleye yönelmek, 5) Vakit, 6) Niyet. Bunlara, "namazın şartları" denir.
     Diğer altısı da namaza başladıktan sonra bulunması gereken farzlar olup şunlardır:
     1) İftitah tekbiri, 2) Kıyam, 3) Kıraat, 4) Rükû, 5) Sücûd, 6) Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okuyacak kadar bir süre oturmak. Bunlara da "namazın rükünleri" denir.

12 Mart 2012 Pazartesi

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 9. Konu: CEMAATLE NAMAZ (C - İMAMA UYANIN HALLERİ)


İ S L A M    İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
9. Konu: CEMAATLE NAMAZ
     B) İMAMLIK
(Bu konunun geçmiş bölümlerine yukarıdaki linklerimizden bağlanabilirsiniz)

C) İMAMA UYANIN HALLERİ
     Namazı yalnız kılana münferid, imama uyarak kılana muktedî denilir. İmama uyan kişi (muktedî) için üç ayrı durum söz konusu olabilir. İmama uyan kişi ya "müdrik" ya "lâhik" ya da "mesbûk"tur. Şimdi bunları kısaca açıklayalım.

     a) Müdrik
     Müdrik "idrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş" gibi anlamlara gelir. İlmihal ıstılahında, namazı tamamen imamla birlikte kılan kimseye müdrik denir. İmama en geç birinci rek`atın rükûunda yetişen kimse o rek`ata yetişmiş sayılır ve müdrik adını alır. İftitah tekbirini almış ve imam rükûda iken kendisi rükûa varmış ise o rek`atı tam kılmış sayılır.
     Namazı cemaatle kılmanın ecri, tek başına kılmaktan yirmi yedi derece daha fazla olduğu için şu durumlarda tek başına kılınan namaz bırakılarak imama uyulur:
     Bir kimse tek başına bir farz namazı kılmaya başladıktan sonra, bulunduğu yerde o farz cemaatle kılınmaya başlansa, tek başına kılan eğer henüz secdeye varmamış ise namazı hemen keserek imama uyar. Cemaate muhalefet görüntüsü vermemek için böyle davranması müstehap sayılmıştır. Bu durumda selâm vermesine gerek yoktur. Edeben sağ tarafa selâm vermesi uygun olur diyen de vardır. Tek başına kıldığı namazda secdeye varmış ise bakılır: Eğer kıldığı namaz sabah ve akşam namazı ise yine bırakır ve imama uyar. Fakat bunların ikinci rek`atı için secdeye varmış ise, artık bırakmayıp namazı kendisi tamamlar ve selâm verdikten sonra cemaat devam ediyor bile olsa imama uymaz. Çünkü imama uyması halinde, imamla birlikte kılacağı namaz nâfile hükmünde olacaktır. Halbuki, sabah namazının farzından sonra nâfile kılınamadığı gibi, üç rek`atlı bir namaz da nâfile olarak kılınamaz. Eğer başladığı ve ilk rek`atın secdesine vardığı namaz öğle, ikindi ve yatsı namazı gibi dört rek`atlı bir farz ise, bu takdirde kıldığı bir rek`ata bir rek`at daha ilâve eder, teşehhütte bulunur, selâm verip imama uyar. Kendisinin kıldığı iki rek`at namaz nâfile olmuş olur.
     Böyle bir namazın üçüncü rek`atında bulunup da henüz secdesine varmamış ise, hemen ayakta veya oturarak selâm verip namazdan çıkar, imama uyar, tek başına kıldığı iki rek`at, nâfile olmuş olur. Fakat bu namazın üçüncü rek`atının secdesini de yapmış bulunursa, artık bunu tamamlar, farzı yerine getirmiş olur. Ancak bu namazı öğle veya yatsı namazı olursa tek başına kıldığı bu farzdan sonra imama yine uyabilir. İmamla kılacağı namaz nâfile olur. Fakat bu durumda ikindi namazı olursa imama uyamaz. Çünkü ikindi namazından sonra nâfile namaz kılmak mekruhtur.
     Nâfile bir namaza başlamış olan kimse, yanında cemaatle namaza başlansa, bu nâfileyi iki rek`at olmak üzere kılar, bundan sonra selâm verip cemaate katılır. Üçüncü rek`ata kalkmış ise, onu da dördüncü rek`at ile tamamlamadıkça namazını kesmez. Ancak nâfile namaza başlayan kimse, kılınmaya başlanan bir cenaze namazını kaçırmaktan korkarsa, nâfile namazı hemen bırakır, cenaze namazı için imama uyar, sonra nâfileyi kazâ eder. Çünkü cenaze namazının telâfi imkânı yoktur.
     Cemaatle sabah namazının kılındığını gören kimse, cemaate yetişeceğini zannederse hemen sabah namazının sünnetini kılar ve gerek görürse Sübhâneke ile eûzüyü ve sûre ilâvesini bırakarak yalnız Fâtiha ile, rükû ve secdelerde de birer tesbih ile yetinebilir. Bundan sonra imama uyar. Ancak imama yetişeceği kanaatinde olmazsa sünnete başlamayıp imama hemen uyar, artık bu sünneti kazâ da etmez. Eğer sünnete başlamış ise bunu tamamlar.
     Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının cemaatle kılınmaya başladığını gören kimse, bunların sünnetini kılmadan doğruca imama uyar, sonra öğlenin dört rek`at sünnetini kazâ eder. İkindinin sünnetini ise vaktin kerahati dolayısı ile kazâ edemez. Yatsı namazının dört rek`at ilk sünneti, gayr-i müekked bir sünnet olduğu için dilerse kazâ eder, dilerse etmez.

     b) Lâhik
     İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, namaz esnasında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan kimseye lâhik denir. İmamla birlikte namaza başladığı halde uyku, gaflet, dalgınlık, abdestinin bozulması gibi mazeretler sebebiyle namaza ara vermek durumunda kalan kimse, namaza ara vermesini gerektiren durumun ortadan kalkmasından sonra konuşmadan, dünya işleriyle meşgul olmadan ve şayet abdesti bozulmuşsa, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek, bıraktığı yerden namazına devam eder. Şayet imam namazı bitirmişse, bu kişi sanki imamın arkasında namaz kılıyormuş gibi namazını tamamlar. Yani imama uymuş bulunan kimse gibi kıraat etmez, yaklaşık olarak imamın okuyacağı sure kadar bekler. Sadece rükû ve secdedeki tesbihleri, bir de oturuştaki dua ve salavatları okur. Bu arada sehiv secdesini gerektirecek bir iş yapsa, imama uyan kimse kendi hatasından ötürü sehiv secdesi yapmadığı için, kendisi de sehiv secdesi yapmaz. İmam sehiv secdesi yapacak olsa, lâhik olan kimse, imamla kılamadığı kısımları telâfi etmeden imama uymuş ise, bu secdeleri yapmaz ve hemen ayağa kalkıp namazını tamamlar ve imamla birlikte yapamadığı sehiv secdesini namazı tamamladıktan sonra yapar. Seferî bir imama uyan mukim bir kimse de kendisinin tamamladığı kısımlarda, lâhik gibidir.
     Lâhik mümkün olursa, önce kaçırdığı rek`atları veya rükünleri kazâ eder, sonra imama tâbi olarak onunla selâm verir. Meselâ imama uyan kimse birinci rek`atın kıyamında uyuyup da imamın secdeye vardığı anda uyansa hemen rükûa varır, sonra secdeye vararak imama yetişir. Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur ve yetişemediği rek`at veya rükünleri imam namazdan çıktıktan sonra kazâ eder. Meselâ dördüncü rek`atta iken burnu kanasa saftan ayrılır, namaza aykırı düşecek bir şey ile uğraşmaksızın hemen abdest alır, yetişmiş olduğu yerde imama tâbi olur. İmam selâm vermiş olursa, bu dördüncü rek`atı kendi başına hiçbir şey okumaksızın imamın arkasında kılıyormuş gibi tamamlar. Çünkü lâhik, imamın arkasında namaz kılıyor hükmündedir.
     İmama uyanın abdesti üçüncü rek`atta bozulsa abdest aldıktan sonra dördüncü rek`atta imama yetişse, önce kıraatsız olarak üçüncü rek`atı kılar. Bundan sonra imama uyar, onunla dördüncü rek`atı kılarak selâm verir. Fakat imama bu şekilde yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur, imam selâm verince kendisi kalkar, üçüncü rek`atı kıraatsiz olarak kılar ve selâm verir.
     Bir kimse yukarıda sayılan mazeretler dışında da lâhik durumuna düşebilir. Meselâ imamla birlikte namaz kılarken imamdan önce rükû veya secdeye varan kimse ya da imamdan önce rükû veya secdeden kalkan kimse yahut da bir veya birkaç rek`atı imamla birlikte kılamayan kimse de imam selâm verdikten sonra tek başına tamamlayacağı kısımlarda lâhik durumundadır.
     Bir kimse imama birinci rek`ata yetişemezse, yetişemediği rek`atlar bakımından mesbûk olduğu gibi, yetiştiği rek`atlardan birinde ârız olan durum sebebiyle de lâhik konumuna düşebilir ve böylece bir kişi aynı anda hem lâhik hem mesbûk olmuş olur.
Cemaat sevabından mahrum kalmamak için lâhikin hükümlerini yerine getirmekte yarar olmakla birlikte, bu ayrıntılara dikkat etmekte bazı güçlükler bulunduğu için, bu durumda kalan kimselerin namazlarına yeniden başlayıp kendilerinin kılması daha uygun görülmüştür.

     c) Mesbûk
     İmama namazın başında değil, birinci rek`atın rükûundan sonra, ikinci, üçüncü veya dördüncü rek`atlarda uyan kimseye mesbûk denir. Son rek`atın rükûundan sonra imama uyan kimse bütün rek`atları kaçırmış olur.
     Mesbûkun hükmü, kaçırdığı yani imamla birlikte kılamadığı rek`atları kazâya başladıktan sonra, tek başına namaz kılan kimse gibidir. Sübhâneke'yi okur, kıraat için eûzü besmele çeker ve okumaya başlar. Çünkü bu kimse kıraat bakımından namazın baş tarafını kazâ etmektedir. Bu durumda eğer kıraati terkederse namazı fâsid olur.
     Sübhâneke duasını okuma yeri, eğer kılınan namaz öğle ve ikindi namazı gibi gizli okunan namaz ise iftitah tekbirinden sonradır. Eğer açıktan okunan namaz ise ve imam kıraat etmekte iken yetişmiş ise, sağlam görüşe göre Sübhâneke'yi okumayıp imamın kıraatini dinler, Sübhâneke'yi kendi kazâ edeceği rek`atlarda okur ve tek başına namaz kılanlarda olduğu gibi Sübhâneke'den sonra eûzü besmele çeker.

     Mesbûkla ilgili uygulama örnekleri:
     1. Sabah namazının ikinci rek`atında imama uyan mesbûk, tekbir alıp susar, imam ile birlikte son oturuşta yalnız Tahiyyât okur, imam selâm verince kendisi ayağa kalkar, kaçırdığı ilk rek`atı kılmaya başlar. Sübhâneke ve eûzü besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar Kur'an okur, rükû ve secdelerden sonra oturup, Tahiyyât ile Salli-bârik ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.
     2. Akşam namazının ikinci rek`atında imama uyan kimse de birinci rek`at için bu şekilde hareket eder.
     Akşam namazının son rek`atında imama uyan kimse, Sübhâneke'yi okur, imamla beraber o rek`atı kılıp teşehhütte bulunur, bundan sonra kalkar. Sübhâneke'yi okuyup eûzü besmele çeker ve Fâtiha ile bir sûre veya bir miktar âyet okur; rükû ve secdelerden sonra oturur, sadece Tahiyyât okur, sonra Allahü ekber diyerek ayağa kalkar, besmele çekip Fâtiha ile bir sûre veya birkaç âyet okuyarak, rükû ve secdeleri ve son oturuşu yapar ve selâm ile namazdan çıkar. Bu durumda üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla birlikte mesbûk, ikinci rek`atın sonunda yanılarak oturmayacak olsa, kendisine sehiv secdesi gerekmez; çünkü bu rek`at bir yönüyle birinci rek`at mesabesindedir.
     3. Dört rek`atlı namazın son rek`atında imama uyan kimse imam ile teşehhütte bulunduktan sonra kalkar, Sübhâneke, Fâtiha ve bir sûre okuyup oturur ve Tahiyyât okuduktan sonra kalkar. Geri kalan iki rek`atı tamamlar.
     4. Dört rek`atlı namazın üçüncü rek`atında imama yetişen kimse, kendisinin birinci oturuşunu imamın son oturuşuyla birlikte yapar, kalkınca ilk iki rek`atı kaza edeceği için, kendisi bu ilk iki rek`atı nasıl kılacak idiyse öylece kılar.
     5. Dört rek`atlı bir namazın ikinci rek`atında imama uyan kimse, üç rek`atı imamla kılmış olur, teşehhüt okuduktan sonra kalkar, kılamadığı ilk rek`atı kılıp oturur ve selâm verir.
     İmama ilk rek`atın rükûunda yetişen kimse, mesbûk değil müdrik sayılır. Fakat imama rükûdan sonra yetişen kimse o rek`atı kaçırmış olur ve mesbûk durumuna düşer.
     Teşehhüt miktarı oturduktan sonra imam daha selâm vermeden önce mesbûkun ayağa kalkması mekruh sayılmıştır. Ancak abdestinin veya vaktin sıkışık olması durumunda mesbûk imamın selâm vermesinden önce kalkıp namazını tamamlayabilir.
     Ebû Hanîfe'ye göre, tek başına namaz kılan kimse teşrik tekbirleri ile yükümlü olmadığı halde, mesbûk kurban bayramında teşrik tekbirlerini imam ile birlikte alır, daha sonra ayağa kalkıp kaçırdığı rek`atları tamamlar.
     İmam selâm vermeden önce Tahiyyât'ı okuyup bitirmiş olan mesbûk, isterse kelime-i şehâdeti tekrar eder, başka bir görüşe göre ise susar. En doğrusu Tahiyyât'ı yavaş yavaş okumaktır.
     İmam dördüncü rek`atta oturup yanlışlıkla beşinci rek`ata kalksa, mesbûkun namazı bu kıyam ile fâsit olur. Fakat dördüncü rek`atta oturmadan beşinci rek`ata kalkmış ise, secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.
  
  

8 Mart 2012 Perşembe

İSLAM TARİHİ ... BENÎ NADİR, ZÂTÜRRİKA ve BEDRÜ’L-MEV’İD GAZÂLARI

İSLAM TARİHİ

     BENÎ NADİR GAZÂSI
     (Hicret’in 4. senesi Rebiülevvel ayı / Milâdî 625)
     Benî Nadîr, Hz. Hârun’un (a.s.) neslinden gelen, zengin ve güçlü, büyük bir Yahudi kabilesiydi. Medine’ye iki saatlik mesafede, Mek­ke yolu üzerinde sağ­lam kale ve hisarlarda otururlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, İslamiyet ve Müslümanların aleyhinde bulunmamak, bu hususta herhangi bir düşmana yar­dımcı olmamak, ayrıca ödenecek di­yetler konusunda da yardımcı bulun­mak üzere anlaşmaları vardı. [1] Ancak buna rağmen, Ku­reyş müşrikleri ve Me­di­ne münafıkları ile el altından iş birliği yapma gayretlerinden de vazgeçmiş de­ğillerdi. Bilhassa, Uhud Harbi’nden sonra, müşrikler ve münafıklar ile olan münâsebetlerini daha da artırmışlardı.
     Daha önce bahsettiğimiz gibi, ashaptan Amr b. Ümey­ye, Pey­gam­be­ri­miz­den eman almış Âmir kabilesinden iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Benî Na­dîr Yahudilerinin altına imza attıkları anlaşmaya göre, bu iki kişi için ödenecek diyetin bir kısmını onların karşılamaları gerekiyordu.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, paylarına düşen diyet miktarını istemek ve an­laşmaya ne derece sâdık olduklarını anlamak maksadıyla, yanına Hz. Ebû Be­kir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Zübeyr b. Avvam, Hz. Talha b. Ubeydullah, Hz. Sa’d b. Muaz ve Hz. Üseyd b. Hu­dayr’ı (r. anhüm) alarak yurtlarına gitti.
     Yahudiler, önce Peygamber Efendimizi müspet ve güleryüz­le karşıladılar; hatta kendilerine kadar gelmiş olmalarından memnunluk duyduklarını, üzer­lerine düşen görevi yerine getireceklerini bile açıkça ifade ettiler. [2]
     Peygamber Efendimiz, ashabıyla, bir evin duvarı dibine oturdu. Peygamber Efendimizi zâhiren gayet iyi karşılayan Yahudiler ise, bir kö­şeye çekilip aralarında konuşmaya başladılar. “Siz bu adamı, şu andan daha müsait bir durumda bulamazsınız! Hemen şu evin damına çıkarak, onun üzerine bir kaya parçası bırakıp ondan kurtulmalı­yız!” dediler. Sonra, “Hemen şimdi bu işi kim yapar?” diye sordular. İçlerinden Amr b. Cıhhaş adlı şahıs ortaya atıldı. “Bu işi ben yaparım!” de­di. [3]
     Bu esnada, ileri gelenlerinden biri olan Sellâm b. Miş­kem söz aldı. “Ey kav­mim! Bu sefer sözümü dinleyiniz; ondan sonra, isterseniz her zaman bana mu­halefet ediniz!” dedikten sonra, sözlerine şöyle devam etti. “Vallahi, siz böyle bir işe teşebbüs edecek olursanız, bu ona vahiyle haber verilir. Bununla kendimize yazık etmiş oluruz. Hem bu, onunla aramızdaki an­laşmayı da ihlâl sayılır. Geliniz, böyle bir karardan vazgeçiniz! Eğer, böyle bir şeye teşebbüs ederseniz, bu, Yahudilerin kökünün kazınması, İslamiyetin ise yükselip kıyamete kadar sürmesi demek olur!” [4]
     Peygamberlere hıyanet etmekle tanınan Yahudiler, buna rağmen kararla­rından vazgeçmediler. O esnada vazifeyi üzerine alan Amr b. Cıhhaş da, Pey­gam­be­ri­mizin üstüne taş bırakmak üzere da­ma çıktı.

     Cebrail’in, Durumu Pey­gam­be­ri­mize Haber Vermesi
     Tam o esnada, tertiplenen suikast ve hıyaneti, Cebrail (a.s.) gelip Peygam­ber Efendimize haber verdi. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir ihtiyaç gidermek is­tiyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Hatta saha­beler, tekrar gelecek zannıyla bir müddet orada oturdular. Gelmediğini gö­rünce onlar da kalkıp oradan ayrıldılar.


     Bir Yahudinin Kavmini İkazı
     Yahudilerden biri olan Kinâne b. Sûriya, “Muhammed niçin kalkıp gitti, bili­yor musunuz?” diye sordu. Yahudiler, “Hayır” dediler. “Biz bilmiyoruz. Sen biliyorsan anlat!”
     Kinâne anlatmaya başladı:
     “Tevrat’a yemin olsun ki ben, plânladığınız suikastin, Muhammed’e haber verildiğini biliyorum! Kendinizi boşuna aldatmayınız! Vallahi, o, Allah’ın Re­sûlüdür, hem de peygamberlerin sonuncusudur! Ona, tasarladığınız suikast haber verildiği için kalkıp gitti. Siz, onun Harun Peygamberin neslinden gel­mesini umuyordunuz; Allah ise dilediğinden seçip gönderdi. Biz, Tevrat der­simizde, ‘En son gelecek olan o peygamberin doğum yeri Mekke’dir, hicret ye­ri Yes­rib’dir’ diye hiç değiştirmeden yazmışızdır. Gelecek son peygamberin sı­fatı da, buna tamamıyla uymaktadır. Kitabımızdakine bir harf bile aykırı tarafı yok­tur! Ondan önce, sizinle çarpışan kimse olmayacaktır! Ben, sizin eşyala­rı­nı­zı develere yükleyip göç ettiğinizi, çocuklarımızın feryatlarını, evlerinizi bark­la­rınızı, mal ve mülklerinizi geride bırakarak gittiğinizi görür gibi oluyo­rum! Geliniz, iki hususta bana itaat ediniz; üçüncüsünde ise hayır olmadığını bili­niz!”
     Yahudiler merakla, “Nedir o hususlar?” diye sordular.
     Kinâne, “Müslüman olmanız, Muhammed’in ashabı ara­sına katılmanız! An­cak bu suretle, evlatlarınızı ve malla­rınızı emniyet altına almış, selamete ka­vuş­turmuş olursu­nuz; yurdunuzdan yuvanızdan da sürülüp çıkarılmazsı­nız!”
     Bütün bunlara rağmen Yahudiler, “Biz, Tevrat’tan ve Mûsa’nın ahdinden asla ayrılmayız” diye karşılık verdiler. [5]


     Pey­gam­be­ri­mizin, Benî Nadîr’e “Yurdumu Terk Ediniz!” Diye Haber Göndermesi
     Benî Nadîr Yahudilerinin plânladıkları bu suikast teşeb­büsü, onların İs­lam’a ve Müslümanlara dost olmadıklarını ve Pey­gam­be­ri­mizle yaptıkları an­laşmaya da sadâkat göstermediklerini açıkça ortaya koyuyordu. Bunun üze­rine Peygamber Efendimiz de kendile­rine karşı kesin tavır takındı.
     Muhammed b. Mesleme’yi huzuruna çağırdı ve ona şu emri verdi:
     “Nadiroğulları Yahudilerine git! Onlara, ‘Re­sû­lul­lah beni size; yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana, düşünülmeyecek bir suikast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra, buralarda sizden kim görülürse, boynunu vururum, emrini bildirmek üzere gönderdi’ de!” [6]
     Muhammed b. Mesleme (r.a.), Nadiroğulları yurduna vardı. Re­sû­lul­lah’ın em­rini onlara bildirmeden önce şöyle konuştu:
     “Mûsa Peygambere Tevrat’ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söy­leyiniz: Muhammed, peygamber gönderilmeden ön­ce, Tevrat önünüzde iken, size gel­diğimi ve şu meclisinizde bana Yahudiliği teklif ettiğiniz zaman, ‘Vallahi, ben, asla Yahudi olmam!’ dediğimi, sizin de buna karşılık, ‘Dinimize girmekten seni alıkoyan şey nedir? Yahudi dininden başka din yoktur. Senin aradığın, istedi­ğin, duyup işit­tiğin Hanif dininin aynısıdır o! Size gelecek olan peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızılık vardır. Ken­disi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama (pelerine) bürünecek, az etli kemiğe kanaat edecek, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu za­man hikmetli konuşacaktır’ dememiş miydiniz?”
     Benî Nadîr Yahudileri, “Evet, biz bunları sana söylemiştik. Ama geleceğini sana haber verdiğimiz peygamber bu değildir!” diye karşılık verdiler.
     Daha sonra Muhammed b. Mesleme, onlara Peygamber Efendi­mi­zin emrini bildirdi.
Nadiroğulları Yahudileri, giriştikleri suikast teşebbüsünün kendilerine pa­halıya mâl olduğunu anlamışlardı, ama artık iş işten geçmişti. Verilen emir doğrultusunda hareket etmekten başka görünen bir başka yol da yoktu. Mu­hammed b. Mes­leme’ye, “Göç ederiz” diyerek hazırlığa başladılar.


     Başmünâfığın Gönderdiği Haber
     Bu sırada başmünafık Abdullah b. Übey’den kendilerine bir haber geldi. Haberde şöyle deniliyordu: “Sakın mallarınızı ve yurdunuzu bırakıp gitmeyiniz! Ka­lenizde oturunuz. Gerek kavmimden ve gerekse sâir Araplardan iki bin kişiyi yardımınıza gön­dereceğim. Son nefeslerine kadar saflarınızda çarpışacaklardır. Ayrıca Benî Kurayza Yahudileri de size yardım edeceklerdir!” [7]


     Benî Nadîr Yahudilerinin Küstahça Meydan Okumaları
     Münafıkların reisi Abdullah b. Übey’in gizlice gönderdiği bu haber üzerine, Nadiroğulları göç fikrinden vazgeçtiler, Peygamber Efendimize de, “Biz yur­dumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz! Elinden geleni yap!” diye adamlarıyla ha­ber gönderdiler. [8] Bu, açıkça ve küstahça bir meydan okuyuştu.
     Peygamber Efendimiz, bu haberi alır almaz, “Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Müslümanlar da Efendimizin tekbirine katıldılar.


     Sellâm b. Mişkem’in, Huyey b. Ahtab’ı İkazı
     Benî Nadîr Yahudilerini böylesine tehlikeli bir maceraya sürükleyenlerin ba­şında Huyey b. Ahtab geliyordu. Bu adam, kavmine teselli babında şöyle diyordu: “Pek çok mal yığdıktan sonra kalemize girer, büyük kapı ve sokakları tuta­rız. Kalemize taş taşırız. Bir yıl yetecek yiyeceğimiz de var. Kalemizdeki su­yumuz da kesilecek değil!”
     Yahudi ileri gelenlerinden biri de, Sellâm b. Mişkem’di. O, bu fikre karşı çıktı. “Ey Huyey!” dedi. “Vallahi, nefsin seni boş ve faydasız şeylerle aldatıp duruyor, gurur ve kuruntuya düşürüyor! Gel, bu işten vazgeç! Vallahi, sen dâ­hil hepimiz biliriz ki: Muhammed, Allah’ın Peygamberidir. Onun sıfatları da yanımızdaki kitaplarda vardır. Onu kıs­kandığımızdan ve son peygamberin Hârunoğulları arasından çıkmasını ümit ettiğimizden dolayı ona tâbi olmuyo­ruz. Gel, bize verilen emanı kabul edelim: Yurdumuz­dan çıkıp gidelim. Mu­ham­med üzerimize gelirse, bizi bir günde şu kalelerimizde kuşatır.”
     Mağrur Huyey, fikrinden vazgeçmeye niyetli değildi. “Mu­hammed, bizi mu­hasara altına alamaz! Bizi yenmeye imkân bulamadan geri döner gider. Ab­dul­lah b. Übey, bana birçok şey vadetti” diye Sellam’a karşılık verdi.
     Sellam, girilen yolun tehlikeli olduğunu biliyordu; ikazını tekrarladı: “Ab­dullah b. Übey’in sözü bir şey ifade etmez! O, seni ancak helâk uçurumuna sü­rüklemek, bizi Muhammed’le harbe tutuşturmak ister. Bizi harbe tutuştur­duktan sonra da evine çekilip oturur!”
     Huyey b. Ahtab, bütün bu ikazlara kulak tıkadı, sonu pişmanlık olan guru­runda direnip durdu. [9]


     Nadiroğullarının Muhasara Altına Alınması
     Hicret’in 4. senesi Rebiülevvel ayı idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’de yerine Abdullah İbni Ümmî Mek­tum’u bırakıp Nadiroğulları yurduna doğru hareket etti. Sancağı Hz. Ali ta­şı­yordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, ikindi namazını Nadiroğullarının bağ ve bahçe­leri arasında kıldı. Onları muhasara altına aldı. Nadiroğulları, kuvvetli kalele­rine sığınmışlardı.
Peygamber Efendimiz, onlara emrini bir kere daha tekrarladı: “Me­dine’den çıkıp gidiniz!”
Benî Nadîr, bu teklifi kabule yanaşmadı. “Ölüm, bize, senin teklif ettiğin şey­den daha kolaydır. Ölümü göze alır, teklifini kabul etmeyiz!” diyerek adeta meydan okudular.
     Artık onlarla çarpışmaktan başka bir yol kalmamıştı. Fakat kuvvetli kalele­rine sığındıklarından ve bu kalelerden çıkıp çarpışmayı göze alamadıklarından çarpışmanın bir hayli güç olacağı muhakkaktı. Bu sebeple, Resûl-i Kibriya Efendimiz, çarpışmayı uygun görmedi; Allah’ın izniyle, bir harp plânı tatbik etti. En yakın Yahudi ev ve kalelerini yıkma, hurma ağaçlarını yakıp kesme emrini verdi. Bu hareket, düşmanın kaleden dışarı çıkıp çarpışmasını temin gayesiyle yapılıyordu.
     Evlerinin yıkıldığını, hurma ağaçlarının kesilip yakıldığını gören Yahudiler, “Yâ Muhammed! Sen bozgunculuğu, bozup dağıtmayı yasaklar ve bunu ya­panları ayıplardın; şimdi ne diye yaş hurma ağaçlarını kestiriyor ve yaktırıyor­sun?” diye bağrıştılar. [10]
     Ömür dakikalarını bozgunculukla geçirenler, şimdi ağaç kesmenin bozgun­culuk olacağından bahsediyorlardı! Bu bağrışmaları birtakım Müslümanları da tereddüde sevk etti. Bunun üzerine inen ayet-i kerime, meseleyi açıklığa ka­vuşturdu: “Sizler, herhangi hurma ağacını kestiniz ya­hut kökleri üzerinde di­kili bıraktınızsa, bu hareketiniz (fesat için değil) hep Allah’ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir.” [11]
     Ayet-i kerimenin nâzil olmasıyla, Müslümanların tereddüt ve endişeleri zâil oldu.
Bu hadiseye ve bu ayet-i kerimeye dayanarak, harp icabı her çeşit yaş ağa­cın yakılıp kesilmesinin mübah olduğu, âlimler tarafından belirtilmiştir. [12]


     Münafıkların, Yahudilere “Direnin!” Diye Haber Göndermeleri
     Muhasara devam ediyordu. Bu esnada başta başmünafık Abdullah b. Übey olmak üzere birçok münafık, Benî Nadîr Yahudilerine, “Eğer Müs­lümanlara karşı direnir ve karşı koyarsa­nız, biz sizi onlara teslim etmeyiz. Siz çarpışırsanız, biz de sizinle birlikte çarpı­şırız. Siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, biz de sizinle birlikte çıkıp gideceğiz” di­ye haber gönderdiler.
Benî Nadîr Yahudileri, münafıkların bu sözlerine kandılar. Bir müddet daha direndiler.


     Kur’an’ın Açıklaması
     İşleri güçleri fitne ve fesat olan münafıkların bu hareketleri, Kur’an-ı Ke­rim’de şöyle açıklanmıştır:
     “Ehl-i kitaptan o küfreden kardeşlerine, ‘Andolsun, eğer siz yurtlarınızdan çıkarılırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye hiçbir zaman itaat etmeyiniz. Eğer sizinle harp edilirse, muhak­kak ve muhakkak biz, size yardım ederiz’ diyen o münafıkları görmedin mi? Hâlbuki, Allah şehâdet eder ki onlar hakikaten ve kat’iyyen yalancıdırlar! Andolsun ki onlar çıkarılacak olurlarsa (bu münafıklar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer onlar muharebeye tutulursa, bunlar onlara yardım da etmez­ler. Faraza yardım etseler bile, mü’minler karşısında dayanamayarak arkala­rına dönüp kaçarlar; sonra da kendileri hiçbir yerden yardım göremezler.” [13]


     Teslime Mecbur Olup Eman Dilemeleri
     Muhassarın 15. günüydü. Abdullah b. Übey ve diğerlerinin kendilerine vadet­tik­leri yardımların gel­mediğini gören Benî Nadîr Yahudileri, teslim olmayı kabul edip eman dilediler. Peygamber Efendimiz, kendilerine eman verdi ve hiçbirisinin canına do­kunmadı. Silahlarından başka, mallarından develerine yükleyebildikleri kadar eşya alarak çıkıp gitmelerine müsaade buyurdu.
     Bu müsaade üzerine altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya yüklediler. Medine’den ayrılacakları sırada, sağlam kalmış olan evlerini, Müs­lümanlar oturmasın diye kendi elleriyle yıktılar. Başlarına gelen bu hadi­seden dolayı güya üzülmediklerini göstermek için, kadınlar en kıymetli elbi­selerini giyinmişler, ziynetlerini takınmışlardı. Defler, düdükler çalarak Me­dine’yi terk ettiler. Bir kısmı Şam, bir kısmı Hayber, diğer bir kısmı ise Yemen ta­rafına git­ti. Bunların sürgünü üzerine münafıklar gizlice mâtem tuttular.


     Geride Bıraktıkları Mallar
     Benî Nadîr Yahudileri, geride birçok hurmalık, ekin, akar ile davar, sığır ve at gibi birçok hayvan bıraktılar. Ayrıca arkalarında elli adet zırh, elli adet miğ­fer, üç yüz kırk kadar da kılıç kaldı. [14]
     Bütün bu mallar, devlet malı olarak doğrudan doğruya Peygamber Efendi­mize mahsustu. Çünkü çarpışmasız, at ve deve koşturmaksızın elde edilmiş­ler­di. Bu mallara “fey” denilmiştir. Fey, Allah’ın, din düşmanlarından —gale­bey­le değil, belki sür­gün yahut cizye üzerine sulh olmak suretiyle— Peygam­ber Efendimize tahsis bu­yurduğu maldır. Peygamber Efendimiz, bu malı dile­diği yerlere sarfetmekte hürdü. Kur’an-ı Kerim’de bu husus şöyle açıklanır:
     “Allah’ın onların mallarından Peygamberine verdiği feye gelince... Siz bu­nun üzerine ne ata, ne deveye binip koşmadınız. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimseye musallat eder. Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.” [15]
     Medine’nin yerlileri olan ensar, muhacirlerin geçimlerini üzerlerine almıştı, onları kendi mallarına ortak etmişti. Bu sebeple, muhacirlerin idareleri onların omuzunda bir yük sayılıyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu ganimet mallarını yalnız muhacirler arasında bölüştürerek ensar-ı kiramın bu yükünü hafifletmek istedi. Bunun için onları çağırdı ve “İsterseniz Benî Nadîr Yahudilerinin mallarından, Allah’ın bana ver­di­ği malları, sizlerle muhacirler arasında bölüştüreyim. Eskiden olduğu gibi mu­hacirler yine evlerinizde otursunlar ve mallarınızdan faydalanmakta devam etsinler. Yok, eğer isterseniz, bu malları sadece muhacir kardeşleriniz arasında bölüştüreyim. Onlar da evlerinizden çıksınlar, mallarınız da size kalsın!” diye­rek teklifte bulundu.
     Medineli Müslümanlar gönülden, “Yâ Re­sû­lal­lah! Nadiroğulları mallarını muhacir kardeşlerimiz arasında taksim ediniz. Onlar şimdiye kadar olduğu gi­bi evlerimizde otursunlar. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp on­lara veriniz!” dediler.[16]
     O sırada Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; ensar kardeşlerine teşekkür ettikten sonra, “Allah, sizi hayırla mükafâtlandırsın. Vallahi, bizimle sizin benzeriniz yoktur.” diye konuştu.
Peygamber Efendimiz de, “Allahım! ensarı ve ensar­ın evlat­larını koru, on­lara merhamet et!” diyerek dua etti. [17]
     Medineli Müslümanların bu asil ve civanmert davranışı üzerine, onların medh ve senâsı hakkında şu meâldeki ayet-i kerime nâzil oldu:
     “Onlardan (muhacirlerden) önce (Medine’yi) yurt ve iman evi edinmiş olan kimseler (ensar), kendilerine hicret edenlere sevgi beslerler.
“Onlara verilen şeylerden dolayı göğüslerinde bir ihtiyaç meyli bulmazlar. Kendilerinde fakr ve ihtiyaç olsa bile (onları) öz canlarından daha üstün tutar­lar. [18] Kim nefsinin (mala olan) hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte mu­rad­larına erenler onların ta kendileridir.” [19]
     Medine-i Münevvere’nin yerlileri olan ensar-ı kiram, bu davranışlarıyla hem Re­sû­lul­lah Efendimizin hoşnutluğunu, hem de Cenab-ı Hakk’ın rızasını kazanmış oldular. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz de, Nadiroğullarından kalan ganimet mallarını, Cenab-ı Hakk’ın da ayet-i kerimesinde tavsiye buyurduğu gibi [20] yal­nız muhacirlere taksim etti.
     Bu suretle onları ensarın yardımına ihtiyaç duy­ma­yacak hale getirdi.
Peygamber Efendimiz, muhacirlerin hâricinde, ensar­dan Ebû Dücâne ile Sü­heyl b. Huneyf’e de (r.a.), çok fazla fa­kir olduklarından dolayı bazı şeyler ver­di. [21]


    ZÂTÜRRİKA GAZÂSI
     (Hicret’in 4. senesi Cemaziyelevvel ayı / Milâdî 625)
     Benî Nadîr Yahudilerinin Medine’den sürgün edilmelerinden iki ay son­ray­dı.
Enmar ve Sa’lebeoğulları kabilelerinin Müslümanlarla çarpışmak üzere top­lanmış oldukları haberi Medine’ye ulaştı.
     Peygamber Efendimiz, derhal hazırlanarak, dört yüz (veya yedi yüz) müca­hitle Medine’den yola çıktı, Zatürrika mevkiine kadar ilerleyip orada karargâ­hını kurdu. Müşrikler, mücahitlerle çarpışmayı göze alamadıklarından dağ başlarına çekilmişlerdi. Geride sadece bir kadın kalmıştı ki o da esir edildi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir müddet burada bekledi. Öğle na­ma­zı vakti girince de, müşriklerin saldırısından duydukları endişe sebebiyle salât-ı havf, yani korku halinde namaz kıldılar. Bu namazın kılınış şekli Nisâ Suresi’nin 101-102. ayetlerinde tarif edilmiştir. En tehlikeli anlarda bile Resûl-i Kibriya Efendimizin cemaatle na­mazlarını eda edişi, bize cemaatle namazın ne derece büyük bir ehemmiyeti haiz oldu­ğunu ve ihmâl edilmemesi gerektiğini açıkça ders vermektedir.


     Bir Mucize
     Zatürrika Seferi esnasında idi. Ashaptan Ulbe b. Zeyd, üç adet devekuşu yumurtası bulup getirdi. Resûl-i Ekrem, “Ey Cabir! Bunları, al pişir” diye emretti. Hz. Cabir, yumurtaları bir çanak içinde pişirip getirdi. Peygamber Efendimizle mücahitler, o üç yumurtadan doyuncaya kadar ye­dikleri halde, yumurtaların çanakta olduğu gibi durduğunu gördüler. [22]


     Allah’ın, Mü’minlere Merhameti
     Yine bu gazâ esnasında idi. Sahabenin biri, bir kuş yavrusu bulup getirdi. Anası veya babası, yavruyu kurtarmak için canını feda edercesine, onu elinde tutan sahabenin avuçlarının içine atılıveriyordu. Bu duruma sahabeler hayretler içinde bakarken, Resûl-i Ekrem ise şu ibret dersini verdi: “Siz, yavrusunu tuttuğunuz şu kuşun yavrusu için, ken­di­sini avu­cunuza at­masına mı hayret ediyorsunuz? Vallahi, Rabbini­zin, size olan merhamet ve şefkati, şu kuşun yav­rusuna olan şefkat ve merhametinden çok daha fazla­dır!” [23]


     Devenin Şikayeti
     Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte Zatür­ri­ka’­dan ayrılmış, Me­di­ne’ye doğru geliyordu. Harre mevkiine gelindiğinde, bir devenin, koşarak Re­sûl-i Kibriya Efen­dimizin yanına varıp tahiyye-i ikram nevinden çöktüğü ve boynunu öne doğru uzatıp onunla konuştuğu görüldü.
     Mücahitler hayretler içinde bakınırken, Peygamber Efen­dimiz, “Bu deve ne söylüyor, biliyor musunuz? Bu deve, sahibinin zulmünden bana şikayet ediyor: Kendisini senelerdir çalıştırdığını, şimdi ise boğazlamak istediğini söylü­yor!” diye buyurdu. Arkasından Cabir b. Abdullah’a, devenin sahibini bulup kendisine getirmesini emretti.
     Hz. Câbir, “Yâ Re­sû­lal­lah, devenin sahibini tanımıyorum” deyince, aldığı cevap şu oldu:
“Deve, seni sahibine götürür!” Gerçekten, deve, Pey­gam­be­ri­mizden emir almış gibi, Hz. Câbir’in önüne düştü ve onu sahibine götürdü.
     Hz. Câbir der ki:
     “Ben de, deve sahibini alıp Re­sû­lul­lah’ın yanına getirdim. Re­sû­lul­lah, onunla deve hakkıda konuştu ve ‘Devenin söyledikleri doğru mu?’ diye sordu. De­ve sahibi, ‘Evet, yâ Re­sû­lal­lah...’ dedi.” [24]


     Gazânın İsmi
     Bu sefere, iştirak edenlerin hepsi piyade olup, çıplak ayakları taştan diken­den parçalanmış ve tırnakları dökülmüş olduğundan, ayaklarını bez parçala­rıyla bağlamış olmaları sebebiyle bu gazâya “Zatürrika” adı verildiği de kay­naklarda belirtilmiştir. Zira, rika, “ruka”nın çoğuludur; “ruka” ise, elbise yırtı­ğına vurulan bez parçasıdır ki buna da yama denir.
     Ebû Musa el-Eş’arî, bu hususta şöyle der:
     "Re­sû­lul­lah’la (a.s.m.) bir gazâya çıktık. Sadece bir devemiz vardı. Nöbet­leşe biniyorduk. Artık ayaklarımız delinmişti. Be­nim de iki ayağım delinmiş, tırnaklarım dökülmüş­tü. Bunun için ayaklarımıza bez parçası sarıyorduk. Ayaklarımıza bu suretle bez parçası sardığımız için bu sefere Zatürrika Gazâsı denildi." [25]


     Resûl-i Ekrem’in Bereket Mucizesi
     Ensardan Hz. Câbir’in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Uhud’­da şehit düşmüştü. Geride altı kız çocuğunu yetim ve bir hay­li de borç bırakmıştı. Borç sahipleri, Yahudiler idi. Abdullah b. Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi vardı; fakat bunların mahsûlü borçlarını karşılayacak miktarda değildi. Sadece bir tek Yahudiye borcu, otuz deve yükü hurma idi.
     Hurma mevsimi girince, Yahudiler, alacaklarını ısrarla istemeye ve Hz. Câ­bir’i sıkıştırmaya başladılar. Hz. Câbir, onlara hurma bahçesinin bütün mah­sûlünü vermeyi teklif ettiği halde kabul etmediler.
     Bunun üzerine Hz. Câbir, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna vararak, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biliyorsunuz ki babam Abdullah, Uhud günü şehit düştü. Ge­ride birçok borç bıraktı. Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsûlünü vermeyi teklif ettiğim halde kabul etmediler” dedi ve bu hususta kendisine şe­faatçi ve yardımcı olmasını diledi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz de, Abdullah b. Amr b. Harâm’ın borcuna karşı­lık hurma bahçesinin bütün mahsûlünü almalarını ve borcunu silmelerini ala­caklılara teklif ettiyse de, yanaşmadılar. Alacaklılar, Resûl-i Ekrem Efendimi­zin, “Borcun bir kısmını bu yıl, kalanını da gelecek yıl alınız” teklifini de kabul etmediler.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Hz. Câbir’e, “Sen git; ben yarın kuş­luk vakti yanına gelirim” dedi. Ertesi gün, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’i yanına alarak Hz. Câbir’in hurma bah­çesine gitti. Ona, “Git, hurmanı topla ve tasnif et! İyi cins olanı bir boy, di­ğerlerini de bir boy yaptıktan sonra bana ha­ber ver!” buyurdu.
     Hz. Câbir, derhal emri yerine getirdi ve gelip durumu Server-i Kâinat Efen­dimize arz etti. Hz. Câbir, alacaklıları da çağırmıştı. Onlar, Peygamber Efen­dimizi görünce, isteklerini tekrarlamaya başladılar. Resûl-i Kibriya Hazretleri, hurma öbeklerinden en büyüğünün çevresini üç kere dolaşıp dua ettikten sonra, Hz. Cabir’e, “Şu alacaklıları yanıma çağır” dedi. Alacaklılar geldi. Borçlarına karşılık kendilerine hurma yığınından ölçülüp ölçülüp verilmeye başlandı. Borç tamamıyla ödendi.
     Hz. Câbir (r.a.), müşâhedesini şöyle anlatır:
     “Tek, Allah, babamın borcunu ödesin de, vallahi ben, kız kardeşlerimin ya­nına bir hurma tanesiyle dönüp gitmeye bile râzı idim. Hâlbuki, Re­sû­lul­lah, ondan, bütün ala­caklılara hurma verdiği halde, bir hurma bile eksilmediğini gördüm!” [26]
     Borç sahipleri olan Yahudiler de, bu hadiseden çok taaccüp edip hayrette kaldılar.
Bu, Resûl-i Kibriya Efendimizin apaçık bir mucizesiydi!


     BEDRÜ’L-MEV’İD GAZÂSI
     (Hicret’in 4. senesi Şâban ayı / Milâdî 626)
     Daha önce bahsi geçtiği gibi, Ebû Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken Müs­lümanlara, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım!” demiş, Hz. Ömer de Re­sû­lul­lah’ın emriyle, “Olur! İn­şallah orası bizimle sizin çarpışma yeriniz olsun!” cevabını vermişti [27] Uhud Muharebesi’nin üzerinden bir sene geçmişti. Resûl-i Ekrem, verdiği sözü yerine getirmek için harp hazırlıklarına başladı. Öte yandan, Ku­reyş’in reisi Ebû Süfyan da, harp hazırlıklarını sürdürü­yordu. Fakat o sene Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık hâkimdi. Bu sebeple Ebû Süfyan, halkı teşvik etmesine rağmen, kendisi harbe pek niyetli değildi.


     Ebû Süfyan’ın Başvurduğu Taktik
     Bedir’e gitmek kararından vazgeçmek arzusunda olan Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin de Müslümanlarla oraya gelmesine mani olmak istiyor, bunu na­sıl başarabileceğinin yollarını araştırıyordu!
     O sırada henüz Müslüman olmamış Nuaym b. Mes’­ud’­la, Mekke’de karşı­laştı. Nuaym, Mekke’ye umre yapmak mak­sadıyla gelmişti.
     Ebû Süfyan, “Ey Nuaym!” dedi. “Ben, Muhammed’le ashabına, ‘Bedir’de buluşalım, çarpışalım!’ diye söz vermiştim. Vakit gelip çattı! Hâlbuki, bu yıl, bizde kıtlık ve kuraklık hâkimdir. Böyle bir yıl işimize gelmez. Onun için, bu yıl Muhammed’le karşılaşmak istemiyoruz! Karşılaşmamız ise, onun cesaretini artıracaktır!” deyip niyet ve endişesini izhar ettikten sonra, Nuaym’e teklifini şöylece yaptı: “Sen, hemen Medine’ye dön! Benim, karşı konulmayacak kadar kuvvet topladığımı bildir ve onları Bedir’de bizimle çarpışmaktan vazgeçir! Bu işi be­cerirsen, sana yetişkin yetmiş deve veririz.” [28]
     Nuaym, derhal Medine’ye döndü. Vadedilen mükâfata kon­mak için, Mek­keli müşrikler lehinde kesif bir propagandaya girişti; Ku­reyşlilerin karşısına çıkılmayacak kadar güçlü bir ordu hazırlamış olduklarını söyleyip durdu. Mü­nafıkların da bu yolda olanca gayretlerini ortaya koymalarıyla, Müslüman­larda müşriklere karşı savaşma hususunda bir gevşeme meydana geldi. Yahu­dilerle münafıklar, bu duruma son derece sevindiler; “Muhammed, artık şu Müs­lüman topluluktan kimseyi bu niyetinden vazgeçiremez!” deyip sevinçle­rini küstahça izhar ettiler.


     Pey­gam­be­ri­mizin Kesin Kararı
     Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer, durumu derhal Resûl-i Ekrem Efen­dimize bil­dir­diler.
Resûl-i Ekrem Efendimizin kararı kesindi. “Varlığım kud­ret elinde olan Al­lah’a yemin ederim ki vadedilen yere Medine’den hiç kimse gitmek için çıkma­sa bile, ben tek başıma oraya çıkar giderim!” dedi. [29]
     Cesaret dolu bu kararlı sözler, Müslümanların kalbinde şimşekler gibi çaktı, Al­lah’ın da yardımıyla, yüreklerine düşen korku ve tereddüdü bir çırpıda yok etti.
     Resûl-i Ekrem, yerine Abdullah b. Revâha’yı vekil bırakarak bin beş yüz mü­cahitle Medine’den ayrıldı. Sancağı Hz. Ali taşıyordu. Orduda sadece on at­lı vardı. Mücahitler, ayrıca beraberlerinde ticaret malları da götürüyorlardı. Çünkü gi­decekleri yerde, Araplar her sene bir ticaret pazarı, bir panayır kurarlardı. Se­fere çıkışları da zaman bakımından panayır mevsimine rastlıyordu. Eğer düş­­man gelirse, onunla çarpışacaklardı; şayet gelmezse, ticaretlerini yapmış olacaklardı!
     Peygamber Efendimiz, ordusuyla Bedir’e gelip beklemeye başladı. Fakat düşman kuvvetleri görünürde yoktu. Zira, hazırlıklarını tamamlayıp Mekke’den yola çıkan Ebû Süfyan kuman­dasındaki iki bin kişilik müşrik ordusu, ancak Mecinne denilen nahiyeye kadar gelebilmiş, oradan ileriye tek adım atabilme cesaretini gösterememiş ve Müs­lümanlarla çarpışmayı, sayıca fazla oldukları halde göze alamadıklarından Mekke’ye geri dönmüşlerdi! Hz. Re­sû­lul­lah, mücahitlerle Bedir’de sekiz gece bekledi. Ticaret pazarına gelen Arap kabileleri, Müslümanların güç ve kuvvetlerini koruduklarını, cesaret ve ümitlerini yitirmediklerini bir kere daha gördüler; nazarlarında Ku­reyş’­in itibarı da böylece kı­rıldı.
Mücahitler, düşmanın gelmediğini görünce, panayırda alış veriş yapıp kat kat kâr ettiler.
Sekiz gecelik bekleyişten sonra Peygamber Efendimiz, mücahitlerle birlikte sevinç ve ferah içinde Medine’ye döndü.
     Bu gazânın diğer bir adı, Küçük Bedir’dir.
______________________________________________________
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 199.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 199; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2. s. 57.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 199; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 560.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[5] Vakidî, Megazi, s. 284-285.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 57.
[9] Taberî, Tarih, c. 3, s. 38.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 200.
[11] Haşir, 5.
[12] bkz. Tecrid Tercemesi, c. 12, s. 167.
[13] Haşir, 11-12.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 58.
[15] Haşir, 6.
[16] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 50-51.
[17] İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 50-51.
[18] Bu haslete “îsâr” derler. “Kişinin kendisi muhtaç iken, diğer kardeşinin ihtiyacını önde görerek yardı­mına koşması” demektir. Diğer bir ifadeyle, “kişinin, din kardeşini kendi nefsine, şerefte, ma­kam­da,teveccühte, hatta maddî menfaat gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih etmesidir.” İslam tarihi, isâr hasletinin şaheser misâlleriyle doludur.
[19] Haşir, 9.
[20] Haşir, 8.
[21] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 201-202.
[22] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 289.
[23] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 165.
[24] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 289.
[25] Buharî, Sahih, c. 3, s. 35.
[26] Buharî, Sahih, c. 3, s. 84, 199; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 393; Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 120-121.
[27] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 58.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 59; Taberî, Tarih, c. 3, s. 41.
[29] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 59.
Salih SURUÇ

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...