16 Ekim 2012 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR ... NEHİY

KELİMELER - KAVRAMLAR
NEHİY


     "Nehâ" fıilinin mastarı; "ilâ" edatı ile ulaşma, varma; "an" edatı ile menetme, yasaklama; fiilden el çekme ve fiili terketme isteğine delalet eden sözcük anlamında bir fıkıh usulü terimi.


     Bir fiilin yapılmamasını istemek şu şekillerden biri ile olur.
1. Nehiy sıygası ile şu ayetlerde olduğu gibi. Birbirinizin mallarını horam yollarla yemeyin. Ancak bu malların sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı olması durumu müstesnadır" (en-Nisâ', 4/29); Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın" (el-İsrâ; 17/33).
2. Fiilden el çekme isteğini bildiren emir siygası ile; "Ve alış-verişi bırakın" (el-Cum'a, 62/9); Eğer ger çek müminler iseniz Allah'tan korkun da faizden henüz alınmamış olan kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278).
3. Nehiy mastarından türetilmiş fiil ile buna aşağıdaki ayetler örnek gösterilebilir: "O Resul, size neyi verdi ise onu alın. Sizi nelerden nehyetmişse ondan da kaçının" (el-Haşr, 59/7). "Siz iyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz" (Âli İmran, 3/110); ...Allah çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar" (en-Nahl, 16/90).
4. Haram kılmak anlamında "tahrîm" mastarından türetilmiş fiil ile veya helâllığın olumsuz şekli ile şu ayetler örnektir: "O, onlara temiz olan şeyleri helal, pis ve necis olan şeyleri ise haram kılar" (el-A'râf, 7/157);
     "Size ölü hayvan eti, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların eti haram kılınmıştır" (el-Mâide, 5/3). Helâlın olumsuzluğu yoluyla yasaklamaya ise şu ayetler örnek verilebilir: "Onlara (kadınlara) verdiklerinizden bir şey almanız helâl değildir" (el-Bakara, 2/229); Kadınlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helâl olmaz" (el-Bakara, 2/228).
     Çoğunluk müctehidlere göre nehiy, nehyedilen fiilin haram kılındığını gösterir ve özel karine bulunmadıkça "haram kılma" dışında bir anlama çekilemez. Karine varsa nehiy, kerahet anlamını da içerir. Meselâ; Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız vakit, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın" (el-Cuma, 62/9). Bu ayetteki yasaklama, cuma namazı sırasında alış-veriş yapmanın mekruh olduğuna delâlet etmektedir. Bu yasağı "haramlıktan" çıkarıp "kerahet" anlamına sokan karine şudur: Burada nehiy bizatihi alışveriş hakkında değildir. Alış-veriş, kişiyi farz eden cuma namazından alıkoyma endişesiyle yasaklanmıştır. Yine; "Açıklanması halinde hoşunuza gitmeyecek bir kısım şeyler vardır ki, onlar hakkında soru sormayın" (el-Mâide, 5/121). Bu ayetteki yasaklama zarara ve eziyete yol açan fıilin terkedilmesi konusunda "irşad (yol gösterme" anlamını taşımaktadır.
Bazı usulcülere göre nehiy, nehyedilen fiilin meknıh olduğunu gösterir. Özel karine bulunmadıkça haram kılındığını göstermez. Bazılarına göre ise haram ve kerahet arasında müşterektir. Karineye göre bunlardan birisine hamledilir.
     Nehiy derhal ve sürekli olarak hüküm bildirir. Yasaklanan bir fiilden derhal ve sürekli olarak el çekmek gerekir. Çünkü bu fiildeki zarar ve kötülükten ancak bu şekilde korunmak mümkün olur.
     Nehiy bir muamelenin özü ile ilgili olmayıp, akdin gereklerinden olan bir sakatlıkla ilgili bulunursa, bu nehiy sadece özellik olarak fesadını gerektirir; amelin kendisi meşru olarak kalır. Onlar bu çeşit fiile "fasit" adını verirler. Eksiklik amelin gereklerinden olmayıp, onu çevreleyen bir durumdan ötürü ise, amel batıl da fasıt da olmaz. Amel sahih olarak kalır ve kendisine normal olarak bağlanan sonuçlar bağlanır. Fakat hakkında yasaklama bulunduğu için yapılması mekruh olur.
     Eğer yasaklama amelin mahiyeti ve özündeki bir eksiklik sebebiyle konulmuşsa, amelin batıl olacağı konusunda görüş birliği vardır. Meselâ; murdar ölmüş hayvan etinin, ana karnındaki yavrunun ve henüz ortada olmayan belirli ekinin satışı batıl olup, bunlara hiçbir sonuç bağlanmaz. Çünkü akdin konusu mevcut değildir.
     İbadetler konusunda fasit ve batıl eş anlam ifade ederken, Hanefilere göre muamelatta bu iki terim farklı anlamda kullanılır. Fasit akde bazı sonuçlar bağlanır. Meselâ; şahitsiz akdedilen nikâh fasittir. Yeniden şahitlerin önünde akit yenilenerek bu eksiklik giderilebilir. Yine vade belirlenmeden yapılacak vadeli satış fasittir. Fakat sonradan vadeyi belirleyerek bu eksikliği gidermek mümkündür.
     Nehiy akdin veya ibadetin gereklerini çevreleyen bir dış sebepten dolayı olmuşsa bu akit veya ibadet Hanefilere göre kerahetle birlikte sahih olur. Meselâ; Şaban'ın son günü mü, yoksa Ramazan'ın ilk günü mü olduğu şüpheli kalan şek gününde oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu günde tutulan oruç mekruh olmakla birlikte sahihtir. Bayram günleri oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu, ibadetin özü sebebiyle olan bir yasaklama değildir. Yeme, içme ve ikram gününe katılımı sağlamak için konulan bir yasaktır. Pazara getirilen malı yolda çevirip almak, akit yapılmışsa batıl olmaz. Burada da yasaklama sebebi karaborsaya ve piyasaya kontrollü mal sürerek fiyatların yükselmesine sebep olma endişesine dayanır. Yine, birisinin dünür olduğu kızı, o vazgeçmeden istemek ve nikâh akdi yapmak da mekruh olmakla birlikte sahihtir.
     Zahirilere, Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Mâlik'ten bir rivayete göre, bir konuda nehiy varsa, bu ister öz ile ilgili olsun ister akdin gerekleri veya bu gereklerin çevrelediği durumlarla ilgili bulunsun, akit batıl olur. Onlar fâsit ve batılı muamelatta da eş anlamlı olarak kabul ederler.
     Bu konuda dayandıkları delil Hz. Peygamber'in şu hadisidir: "Bizim emrimize (dinimizin talimatına) uygun olmayan her iş merduttur" (bk. Buhârî, İ'tisâm, 20; Sulh, 5; Ebû Dâvud Sünnet"5; İbn Mâce, Mukaddime, 3). Bu hadis şâriin emir ve isteğine uygun olmayan her türlü işin onun nazarında geçersiz sayıldığına açık bir delildir. Şu halde şâriin emrine aykırılık ister amelin niteliği ve özü, isterse gerekli vasıflardan biri ile ilgili olsun, bu amel ile hedeflenen hükümler o amele bağlanamaz (Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Dârul-Fikril-Arabî tab'ı, y.y., 1377/1958, s. 179 vd.; Zekiyüddin Şa'ban, Usûlül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 288 vd.).
     Nehyin ikinci bir alanı, toplumda görülen haram ve mekruhlara engel olmak için yapılan irşad ve mücadele faaliyetleridir. Buna "münkerden nehiy" denir. Bu görev, fertlerle devlet arasında ortaklaşa yönleri bulunan bir görevdir. Çünkü Allah'ın emirlerini ikame etmek ve İslâm'a aykırı olan işleri engellemek devlet gücünün varlığına dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten nehyeden bir topluluk bulunsun. Onlar felaha erenlerin ta kendileridir" (Âli İmrân, 3/104); "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsizin. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a iman edersiniz" (Âli İmrân, 3/110). Yüce Allah, kötülüğe engel olmaya çalışmamaları nedeniyle yahudilerin lânete uğradıklarını şöyle ifade buyurur: "İsrailoğullarından olup da küfredenler, Davud'un ve İsâ b. Meryem'in diliyle lânetlendiler. Bu, âsi olmaları ve haddi aşmaları sebebiyledir. Onlar işledikleri herhangi bir kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Gerçekten yapmakta oldukları o hal ne kötü idi" (el-Mâide, 5/78, 79).
Bütün müminler iyiliği emir ve kötülükten nehiyle görevlidir. Kur'an-ı Kerim'de bu genel görevden şöyle söz edilir: "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin dostu ve velisidir. Onlar iyiliği emreder ve kötülüğü de nehyederler" (et-Tevbe, 9/71). Ehl-i küfrün bu konuda yardımlaşma içinde oldukları şöyle bildirilir: "Kafir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" (el Enfâl 8/73).
Kötülüğe engel olmanın gereğini vurgulayan birçok hadis gelmiştir. Bu konuda genel prensip şu hadiste ifade edilir: "Siz hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir çobandır, tebaasından sorumludur; erkek, ailesi içinde bir çobandır, aile fertlerinden sorumludur; kadın, kocasının evinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur..." (Buhârî, Cum'a,11; İstikrâz, 20; Vesâyâ, 9; Nikâh, 81, 90; Ahkâm, l; Müslim, İmâre, 20; Ahmed b. Hanbel, II, 111). İyiliği emir kötülükten nehiy görevini yapmayan toplumun karşılaşacağı tehlikeyi Allah elçisi şöyle haber verir: "Ruhumu kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olmaya çalışırsınız, ya da fazla geciktirmeden size azap indirir. Sonra O'na dua edersiniz, fakat duanızı kabul etmez" (et-Tergîb ve't-Terhîb, III, 230, el-İsbehânî İbn Ömer (r.a)'ten).
     Sonuç olarak Allah elçisi, her müminin içinde bulunduğu imkan ve şartlara göre Allah'ın emir ve yasaklarının yaşanması için mücadele vermesi gerektiğini şu hadisi ile belirlemiştir: "Sizden kim haram veya mekruhun (münker) işlendiğini görürse, onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse, diliyle engellesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Ancak el ve dille mücadeleyi bırakıp, işi kalbe bırakmak imanın zayıf tarafıdır" (Müslim, İman, 78; Tirmizî, Fiten,11; Nesâî, İmân,17; Ahmed b. Hanbel, III, 20; Ebû Dâvud, Salât, 242; Melâhım,17; İbn Mâce, İkâme, 155; Fiten, 20; bk. Emr-i bil-Ma'rûf ve Nehyi Anil-Münker" maddesi).

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Hamdi YUSUFOĞLU

İSLAM TARİHİ ... Uhud Muharebesi Sonrası


İSLAM TARİHİ
Uhud Muharebesi Sonrası
    Hamraü'l-Esed Seferi
     Uhud’dan Medine’ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Ku­reyş müşriklerinin geri dö­nüp Medine’ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.
Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel ber­taraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların es­ki güç ve cesaretlerini koruduk­ları, etrafa gösterilmeliydi.
     Peygamber Efendimiz, Uhud’dan Medine’ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra, Hz. Bilâl’i huzuruna çağırdı ve “Re­sû­lul­lah, düşmanınızı takip etmenizi size emrediyor! Dün, Uhud’da bi­zim­le birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud’a katı­lanlar geleceklerdir!” diye seslenmesini kendisine emretti. [81]
     Sahabelerin çoğu Uhud’dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Re­sû­lul­lah’ın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.


    Yaralı İki Kardeşde Cihat Aşkı
     Abdü’l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Râfi’ b. Sehl, ağır ya­ralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyunca bir anda yaraları­nın ağrı sızısını sanki unutuverdiler ve “Ne yapıp da bu davete katılabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. “Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Re­sû­lul­lah’la gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?” diyorlardı.
     Abdullah, Rafi’e, “Haydi, gidelim” deyince, Rafi, “Vallahi, benim yürümeğe takatim yok!” diye cevap verdi.
     Abdullah diretti:
     “Haydi, gel! Olmazsa, bir hayvan kiralarız!”
     Sonunda yola çıktılar. Rafi takatten kesilince, Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahitlere katıldılar. [82]
     Ağır yaralılardan biri de, Üseyd b. Hudayr adındaki sahabeydi. Yedi ağır yarası vardı. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ek­rem’in emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahitlere katıldı.

    Medine’den Ayrılış
     Resûl-i Ekrem Efendimiz de bizzat yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası vardı, alnı yarılmıştı, azı dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı, sağ omuzu yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri gö­rün­mü­yordu. Bu haliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali’ye verdi, ye­rine de Abdullah b. Ümmî Mektum’u vekil bırakarak Medine’den ayrıldı.

    Keşif Kolu
     Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Ku­reyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak on­ları yakalayıp şehit ettiler.
Resûl-i Ekrem, Hamraü’l-Esed mevkiine vardı, karargâ­hını orada kurdu. Şe­hit edilen gözcülerden ikisini de ora­da bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yak­mak üzere mücahitlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bü­tün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş, etrafa bir korku ve dehşet sal­dı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan biri ya­ka­landı. Bu adam, Bedir’de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dair söz verince fidyesiz salıverilen şâir Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durma­mış ve tekrar Uhud’a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.
     Ebû Azme, yine Peygamber Efendimizden, serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve kesin oldu: “Mü’min, bir yılanın de­li­ğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mek­ke’de ellerini yanaklarına sürüp ‘İki kere Muhammed’i aldattım, onunla gö­nül eğlendirdim!’ dedirtmem!” Emir üzerine, boynu vuruldu. [83]

    Huzaalı Mabed’in Pey­gam­be­ri­mizle Konuşması
     Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamraü’l-Esed mevkiinden ayrılmış de­ğildi. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Hu­zaalılardan Ma’bed b. Ebî Ma’bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları ka­dar müşrik olanları da Peygam­ber Efendimize son derece bağlı idiler; olup bitenlerden hiçbir şeyi on­dan giz­le­mezlerdi.
     Mabed, henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendi­mize sâdık biri idi. “Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah’ın onlara karşı sana sıhhat ve âfiyet vermesini dileriz!” diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.
     Mabed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam et­ti. Revha denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. On­lar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemiş­lerdi. Şöyle diyor­lardı: “Muhammed’in sahabelerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük, fa­kat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke’ye nasıl gi­de­ce­ğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz!”
     Görüldüğü gibi, gelişmeler, Peygamber Efendimizin kanaatini doğrulu­yordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.

    Mabed’le Ebû Süfyan Arasında Geçen Konuşma
     Ku­reyş’in reisi Ebû Süfyan, Mabed’le karşılaşınca, “Ey Mabed! Geldiğin yerden ne haber?” diye sordu.
     Mabed, “Muhammed ve sahabeleri, şimdiye kadar bir benzeri daha görül­memiş sayıda askerle takibinize çıktılar!” diye cevap verdi.
     Ebû Süfyan hayretle, “Eyvah! Neler söylüyorsun sen?” dedi.
     Mabed gayet sâkin bir eda ile “Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün” diye konuştu. Ebû Süfyan, hiddetli hiddetli, “Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini ka­zıyacağız!” dedi.
     Mabed, Ebû Süfyan’ın hiddetine aldırmadan, “böyle teh­likeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim! Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım.”
     Ebû Süfyan’ın hiddeti meraka döndü. “Neler söyledin bakayım!” dedi. Ma­bed şiirine başladı:
     
Çokluklarından ve dehşetli gürültülerinden,
     az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti!
     Sanki, yeryüzünde insan ve at seli akıyordu.

     Yanlarında mızrak ve kal­kan­ları bulunmayan,
     Silahsız, bodur ve şanlı arslanlar koşuşuyorlardı sanki!
     Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!
     Acele yanlarından uzaklaştım.
     Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yükselmişler!
     Onlar, sizinle karşılaşınca, Betha vadisi, sâkinleriyle beraber sallanacak!
     ‘Yazık oldu!’ dedim, ‘Ebû Süfyan b. Harb’a!’
     Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve

     onlardan her düşünen kimse için,
     neticenin dehşetli olacağını haber veren ikazcıyım!
     Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed’in ordusudur ki;

     o ordu bayağı insan­lardan teşekkül etmemiştir!
     Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibaret değildir.” [84]

     Mabed’in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan’la arkadaşlarının kalplerine kor­ku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke’nin yolu­nu tuttular. Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifa etmiş olan Mabed ise, kabilesinden biriyle durumu Peygamber Efendimize bildirdi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamraü’l-Esed’de üç gece kal­dı. Düş­mandan her­hangi bir hareket görmeyince Medine’ye döndü. Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamraü’l-Esed Seferi olarak da anılır. Bu sefer münâsebetiyle inen ayet-i kerimelerin birkaçında meâlen şöyle buyrul­du:
     “Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Resûlünün davetine icabet edenler ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için çok büyük mükâfat vardır. Onlar öyle kimselerdir ki halk, kendilerine ‘düşmanlarınız, size karşı ordu hazırladılar; o halde onlardan korkun’ dedi de, bu söz onların imanlarını ar­tırdı ve üstelik ‘Allah bize kâfidir ve O ne gü­zel vekildir!’ dediler.” [85]


    UHUD MAĞLUBİYETİNİN BAZI HİKMETLERİ
     Uhud Muharebesi’nde Müslümanların mağlup duruma düşmeleri, bir kıs­mı­nın yaralanması, diğer bir kısmının şehit olmasının birtakım hikmetleri var­dı:
1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği, bu musibetle gayet açık bir su­rette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn tepesine yerleştirdiği ok­çulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği hal­de, onlar, “Müslümanlar galip geldiler” düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesinde ise, Müslümanla­rın elde ettikleri parlak muzaf­feriyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.
2) Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar, insanlara her hususta rehber gönderilmişlerdir. Peygamber

Efen­dimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gön­derilmiştir; ta ki insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhî yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit mutlak imam ve insanlı­ğın en büyük rehberi olamazdı.
     Bu hikmete binaendir ki Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik et­tirmek için ara sıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mucize göstermiştir; sâir zamanlarda o da diğer insanlar gibi Cenab-ı Hak­k’­ın kâinata koyduğu adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere girmeyi” emrederdi. Uhud’­da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi. Ayrıca şayet Pey­gamber Efendimiz, her zaman İlâhî yar­dıma mazhar olup mucize­ler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihanın sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de, Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir es-Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirlerinden ayırt edilmesi bu durumda mümkün olmazdı.

     Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münafıklar, sözleri ve davranışları ile ken­dilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğ­muş oluyordu.3) Müşrikler içinde, o zamanda, sahabeler safında bulunan büyük sahabe­le­re istikbâlde mukabil gelecek Hz. Hâlid b. Velid, Amr b. Âs gibi birçok zât var­dı. Denilebilir ki hikmet-i İlâhîyye, istikbâl­de sahabeler safında yer alıp bü­yük hiz­metler görecek olan bu zât­ların şanlı ve şerefli olan istikbâlleri nokta-i naza­rın­da bütün bü­tün izzetlerini kırmamak için, istikbâlde elde edecekleri ha­se­natlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş.     “Demek, mâzideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup ol­muşlar; ta o müstakbel sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] kor­ku­suy­la değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslamiyete girsin ve o şehamet-i fıtrîyeleri çok zillet çekmesin!” [86]
Notlar:
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 49.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.
Salih SURUÇ

14 Ekim 2012 Pazar

Altıncı Bölüm: NAMAZ Onüçüncü Konu: NAFİLE NAMAZLAR - 2


İSLAM İLMİHALİ
Altıncı Bölüm: NAMAZ
Onüçüncü Konu: NAFİLE NAMAZLAR - 2

     "Nafile Namazlar" başlıklı konularımızın 1. bölümünü okumak için buraya tıklayabilirsiniz... 
     B) DİĞER NÂFİLE NAMAZLAR
     Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlar ise sünen-i regaib adını alır. Bunlar, Hz. Peygamber'in uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda veya bazı vesilelerle ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah'a yakınlaşmak ve sevap kazanmak amacıyla kılınan namazlardır. Bunlar gönüllü olarak kendiliğinden kılındığı için "gönüllü (tatavvu) namazlar veya arzuya bağlı namazlar" olarak da adlandırılır.

     a) Teheccüt Namazı
     "Hem uyumak hem uyanmak" anlamına gelen teheccüd sözcüğü, terim olarak "geceleyin uyanıp namaz kılmak ve gece namazı" anlamındadır. Dilimizde teheccüt kelimesi, farz ve vâcip namazlarla teravihin dışında, geceyi ihya için kılınan namazların tümünü ifade edecek şekilde kullanılmaktadır.
     Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz yatsıyı kıldıktan sonra ve vitiri kılmadan uyur, gecenin ortalarından sonra uyanıp bir müddet namaz kıldıktan sonra vitir namazını ve daha sonra sabah namazının sünnetini kılardı (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 26).
     Teheccüt namazının rek`at sayısı, bu konuda çeşitli rivayetler bulunmasından dolayı net olarak belli olmamakla birlikte dört veya sekiz rek`at olarak kılınabileceği gibi iki rek`at olarak da kılınabilir.

     b) Kuşluk Namazı
     Diğer adı, "duhâ namazı"dır. Peygamberimiz'in kuşluk vaktinde nâfile namaz kıldığına ve arkadaşlarına bu vakitte namaz kılmayı tavsiye ettiğine dair çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Peygamberimiz'in kuşluk vaktinde 12 rek`at namaz kılan kişi için Allah'ın cennette bir köşk bina edeceğini söylediği nakledilmektedir (Tirmizî, "Vitr", 15).
     Kuşluk namazı kılmak müstehap olup, güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden, yani güneşin doğması üzerinden takriben 45-50 dakika geçmesinden zeval vaktine kadar olan süre içerisinde iki veya dört veya sekiz veya on iki rek`at kılınabilirse de, en faziletlisi sekiz rek`at kılmaktır.

     c) Evvâbîn Namazı
     Evvâb "tövbe eden, sığınan" anlamına geldiğine göre evvâbîn namazı, tövbe eden ve Allah'a sığınanların namazı demektir. Peygamberimiz "Kim akşam namazından sonra kötü bir şey konuşmaksızın altı rek`at namaz kılarsa, bu kendisi için on senelik ibadete denk kılınır" demiştir (Tirmizî, "Salât", 202). Ayrıca kendisinin de akşam namazından sonra altı rek`at namaz kıldığı rivayet edilmektedir (Şevkânî, Neylü'l-evtâr, III, 64). Bununla birlikte Peygamberimiz'in evvâbîn namazının kuşluk vakti kılınacağını ifade ettiği de hadis kitaplarında yer almaktadır (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 19).
     Altı rek`atlık bir namaz olan evvâbîn namazı, tek selâmla kılınabileceği gibi üç selâmla da kılınabilir.

     d) Tahiyyetü'l-mescid
     Tahiyyetü'l-mescid, mescidin selâmlanması, saygı gösterilmesi demek ise de esasında mescidlerin sahibi olan Allah'a saygı ve tâzim anlamını içermektedir. Bu bakımdan Peygamberimiz "Biriniz mescide girdiğinde, oturmadan önce iki rek`at namaz kılsın" buyurmuştur (Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 11).
     Şâfiî mezhebine göre mescide ne zaman girilirse girilsin bu namazın kılınması müstehaptır. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre ise kerâhet vakitlerinde mescide giren kimsenin bu namazı kılması mekruhtur. Kişi bunun yerine tesbih ve tehlîlde bulunarak ve salavat getirerek mescidi selâmlamış olur. Normal vakitlerde mescide girdiği halde tahiyyetü'l-mescid kılamayan kimsenin, bunun yerine dört defa "Sübhânellahi ve'l-hamdü lillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber" demesi menduptur.
     Cuma vakti hatip hutbedeyken mescide giren kimse Hanefî ve Mâlikîler'e göre tahiyyetü'l-mescid kılamaz. Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre ise uzatmamak ve iki rek`atı geçmemek şartıyla bu durumda tahiyyetü'l-mescid kılınır.
     Mescide günde birden fazla girilmesi halinde bir kere tahiyyetü'l-mescid kılmak yeterlidir. Mescide girildikten sonra tahiyyetü'l-mescid kılmadan oturulursa, Hanefî ve Mâlikîler'e göre bu namaz, yine de kılınabilir; ancak oturmadan önce kılmak daha faziletlidir. Şâfiîler'e göre ise eğer kişi kasten oturmuşsa bu namaz sâkıt olur.
     Bir mescide, herhangi bir namazı kılmak için veya farz kılmak ve imama uymak niyetiyle girmek ve oturmadan o namaza başlamak da tahiyyetü'l-mescid yerine geçer.

     e) Abdest ve Gusülden Sonra Namaz
     Peygamberimiz "Her kim şu benim aldığım gibi abdest alır ve aklından bir şey geçirmeyerek iki rek`at namaz kılarsa geçmiş günahları affolunur" buyurmuştur (Buhârî, "Vudû", 14; Müslim, "Tahâret", 5, 6, 17). Bu sebeple, abdest alındıktan sonra veya gusül yapıldıktan sonra iki rek`at namaz kılmak güzel karşılanmıştır. Bu namaz, Hanefîler'e göre mendup (müstehap), Şâfiîler'e göre sünnettir. Bununla birlikte abdest aldıktan hemen başka bir sünnet veya farz namaz kılınacaksa, kılınan namaz aynı zamanda abdest namazı yerine de geçer.
     İhrama girmek için iki rek`at namaz kılmak da müstehap görülmüştür.

     f) Yolculuğa Çıkış ve Yolculuktan Dönüş Namazı
     Peygamberimiz'in yolculuğa çıkarken ve yolculuktan döndükten sonra iki rek`at namaz kıldığı rivayet edilmektedir (bk. Müslim, "Müsâkat", 21). Bu namaz, yolculuğa çıkarken işlerini kolaylaştırması ve sağ salim yuvasına kavuşturması için Rab Teâlâ'ya yakarmak, yolculuktan döndükten sonra da yuvasına, eşine, dostuna kavuşturduğu için teşekkür etmek için kılınır ve menduptur. Faziletli olan, yolculuğa çıkarken evde, yolculuktan döndükten sonra mescidde kılmaktır.

     g) Hâcet Namazı
     İnsanlar hayatları boyunca birçok şeye ihtiyaç duyarlar, birçok şeye kavuşmayı arzu ederler. Bunlar doğaldır. Dünyalık veya âhiretlik bir isteği ve dileği bulunan, bir şeye ihtiyaç duyan kimse ihtiyaçlarını karşılamak veya arzularına ulaşmak için öncelikle onlara götürecek sebeplere tutunmalı, ayrıca bunların gerçekleşmesi için Allah'tan yardım istemelidir. Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
     "Kimin Allah'tan veya insanlardan bir dileği varsa, şartlarına uygun güzel bir abdest alsın, sonra Allah'ı övgüleyip senâ etsin, Allah resulüne salât ve selâm getirsin. Daha sonra şöyle desin:
     Lâ ilâhe illallâhü'l-halîmü'l-kerîm. Sübhânallâhi Rabbi'l-arşi'l-azîm. Elhamdü lillâhi rabbi`l âlemîn; Es'elüke mücîbâti rahmetike ve azâime mağfiretik; ve'l-ismete min külli zenbin ve'l-ganîmete min külli birrin ve's-selâmete min külli ism. Lâ teda' lî zenben illâ gaferteh; ve lâ hemmen illâ ferrecteh; velâ hâceten hiye leke rıdan illâ kadaytehâ. Yâ Erhame'r-râhimîn!" (Tirmizî, "Salât", 140, 348).
     Hâcet namazı dört veya on iki rek`at olarak kılınır. Dört rek`at olarak kılındığı takdirde birinci rek`atında Fâtiha'dan sonra üç Âyetü'l-kürsî, diğer üç rek`atında ise Fâtiha'dan sonra birer kere İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri okunur. Namazdan sonra hadiste bildirilen hâcet duasını okur ve isteğini Cenâb-ı Rabbi'l-âlemîn'e iletir.
     "Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder
     Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder."

     h) İstihâre Namazı
     İstihâre "hayırlı olanı istemek" anlamına gelir. İnsanlar, kendileri için önemli olan bir karar verecekleri veya bir seçim yapacakları zaman, bazan belki eldeki verilerin yetersizliği sebebiyle veya çeşitli sebeplerle dünya ve âhiret bakımından kendileri için hangi seçimin hayırlı olacağını kestiremezler ve bunu bilmek için çeşitli çarelere başvururlar. Meselâ, Peygamberimiz'in nübüvvetle görevlendirildiği sıralarda Araplar'dan bir kimse yolculuğa çıkmak istediğinde, bu yolculuğun kendisi için hayırlı olup olmadığını anlamak için fal oklarına başvururdu. Peygamberimiz bu âdeti kaldırarak onun yerine istihâreyi getirmiş ve şöyle buyurmuştur:
     "Biriniz bir iş yapmaya niyetlenince farzın dışında iki rek`at namaz kılsın ve şöyle desin: Ey Allahım, ilmine güvenerek senden hakkımda hayırlısını istiyorum, gücüme güç katmanı istiyorum. Sınırsız lutfundan bana ihsan etmeni istiyorum. Ben bilmiyorum, ama sen biliyorsun, ben güç yetiremem ama sen güç yetirirsin. Ey Allahım! Yapmayı düşündüğüm bu iş, benim dinim, dünyam ve geleceğim açısından hayırlı olacaksa, bu işi benim hakkımda takdir buyur, onu bana kolaylaştır, uğurlu ve bereketli eyle. Yok eğer benim dinim, dünyam ve geleceğim için kötü ise, onu benden, beni ondan uzaklaştır. Ve hayırlı olan her ne ise sen onu takdir et ve beni hoşnut ve mutlu eyle!" (Buhârî, "Teheccüd", 25; Tirmizî, "Vitr", 15).
     Peygamberimiz'in öğrettiği duanın anlamından da anlaşılacağı gibi istihâre, bir bakıma yapılacak işin hayırlı olmasını veya hayırlı ise gerçekleşmesini Allah'tan dilemek ve O'na danışmak demektir. İstihâre yapmak isteyen kişi, kalbinden her şeyi atarak ve kalbini bütünüyle bu işe teksif ederek iki rek`at namaz kılmalı ve ardından Peygamberimiz'in öğrettiği bu duayı yapmalıdır. Samimi olarak yapıldığı takdirde Allah'ın hayırlısını lutfedeceğine ümit bağlanır, kalbe doğuş olabilir. İstihârenin sonucunda bir rahatlık ve ferahlık hissedilirse o işin hayırlı olacağına, buna karşılık sıkıntı ve darlık hissedilirse, olumsuz olacağına yorulur. İstihâre gündüz yapılabileceği gibi tam konsantre olmak, iyice yoğunlaşmak için geceleyin hemen yatmadan önce yapılması tavsiye edilir. İstihâre namazını kılıp yattıktan sonra, Allah bunu samimi olarak isteyenlere bir işaret veya ipucu verir. Birinci defada sonuç alınamazsa üç kere veya yedi defa tekrarlanabilir. Kişi bu duanın Arapça'sını okuyabileceği gibi Türkçe anlamını da okuyabilir. İstihâre için uykuya yatma ve rüya bekleme şartı yoktur.

     i) Tövbe Namazı
     Günah ve çirkin sayılan işleri yapmaktan kaçınmak dinimizin emridir. Bununla birlikte insanlar suç ve günah işleyebilirler. Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde bir günah işlenmesi durumunda, kişinin günahta ısrar etmeyerek hemen tövbe etmesi gerektiği ve Allah'ın içten yapılan tövbeleri kabul edeceği belirtilmiştir. Esasen tövbe ve istiğfarda bulunmak için günah işlemiş olmak gerekmez. Peygamberimiz, geçmiş-gelecek günahlarının affolunduğu/affedileceği bildirildiği halde, günde yetmiş kere, yüz kere tövbe istiğfarda bulunmuştur. Özellikle mübârek gecelerde ve seher vakitlerinde olmak üzere, kıldığı namazların sonunda selâm vermeden önce ve selâmdan sonraki tesbîhatın ardından kulun tövbe ve istiğfarda bulunması durumunda, Cenâb-ı Allah'ın bağışlaması umulur. Ayrıca Peygamberimiz tövbe namazına ilişkin olarak, "Bir kul günah işler de sonra kalkıp güzelce abdest alıp temizlenir ve iki rek`at namaz kılarak Allah'tan bağışlanmak dilerse Allah onu mutlaka affeder" buyurmuş ve arkasından şu âyeti okumuştur: "Onlar çirkin bir iş yaptıklarında ya da kendilerine zulüm ve haksızlık ettikleri zaman hemen Allah'ı hatırlayıp, günahlarının affedilmesini isterler; zaten günahları Allah'tan başka kim affedebilir ki! Bunlar o günahı bile bile bir daha yapmazlar" (Âl-i İmrân 3/135).
     Tövbe namazı iki rek`at olarak kılınabileceği gibi daha fazla da kılınabilir.

     j) Tesbih Namazı
     Tesbih namazı, ömürde bir kez olsun kılınması tavsiye edilen mendup bir namazdır. Peygamberimiz amcası Abbas'a "Bak amca sana on faydası olan bir şey öğreteyim; bunu yaparsan günahlarının ilki-sonu, eskisi-yenisi, bilmeyerek işlediğin-bilerek işlediğin, küçüğü-büyüğü ve gizli yaptığın-açıktan yaptığın on türlü günahını Allah bağışlar" diyerek bu namazı tavsiye etmiş ve öğretmiş, Abbas bunu her gün yapamayız deyince Peygamberimiz, bu namazın haftada bir, ayda bir, yılda bir veya ömürde bir defa kılınmasının yeterli olacağını belirtmiştir (Ebû Dâvûd, "Tatavvu'", 14, "Salât", 303; Tirmizî, "Salât", 350, "Vitr", 19).
     Tesbih namazı dört rek`at olup şöyle kılınır: Allah rızâsı için namaz kılmaya niyet edilerek namaza başlanır. Sübhâneke'den sonra 15 kere Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber denir. Sonra eûzü besmele çekilir, Fâtiha ve sûre okunduktan sonra 10 kere daha tesbih edilir yani 'Sübhânellâhi ve'l-hamdülillâhi velâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber' denilir. Bu tesbih, rükûa varınca 10 kere, rükûdan doğrulunca 10 kere, birinci secdede 10 kere, secdeden kalkınca 10 kere, ikinci secdede 10 kere söylenir. Böylece her rek`atta 75 tesbih yapılmış olur. İkinci rek`ata kalkılınca yine 15 kere tesbih okunur, ardından geri kalan kısım aynı şekilde tekrarlanır ve böylece 4 rek`at tamamlanmış ve toplam üç yüz tesbih edilmiş olur. Aslolan herkesin bu namazı tek başına kılmasıdır.
     Tesbih namazında sehiv secdesini gerektiren bir şey olursa, sehiv secdesi normal olarak yapılır, o secdelerde bu tesbih yapılmaz.

     k) Yağmur Duası
     Bir bölgede kuraklık olması durumunda o bölge sakinlerinin mümkünse topluca bölge dışına, açık bir alana çıkıp tövbe istiğfardan sonra Cenâb-ı Allah'tan bolluk ve berekete vesile olacak yağmur göndermesini istemeleri, bunun için dua etmeleri, yalvarıp yakarmaları sünnettir. Bu duaya "istiska duası" denir ki, su isteme, yağmur isteme anlamına gelir. Yağmur duasına çıkıldığında duadan önce iki rek`at namaz kılınabilir.
     Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz bir cuma günü hutbe okurken bir adam gelip,
     - "Ey Allah'ın elçisi! Hayvanlar telef oldu, dua et de Allah bize yağmur versin!" demiş, Peygamberimiz de bunun üzerine ellerini kaldırarak,
     "Allahümme, eskınâ! Allahümme, eskınâ!" (Ey Allahım! Bize su ver, yağmur ver)" diye dua etmiş ve bu duanın ardından gökte hiçbir yağmur belirtisi yokken birden bulutlar görünmüş ve ardından yağmur yağmaya başlamıştı. Bu durum bir hafta sürdü. Ertesi cuma bir adam gelerek "Ey Allah'ın elçisi, yağmur sebebiyle, mallarımız telef oldu, yollarımız kapandı. Allah'a dua etseniz de şu yağmuru durdursa!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz Allahümme havâleynâ velâ aleynâ. Allâhümme! ale'l-âkâm ve'd-dırâb ve butîni'l-evdiye ve menâbiti'ş-şecer (Allahım! Üzerimize değil, çevremize; Allahım, dağlara, tepelere, vadilerin içlerine ve ağaç biten yerlere) diye dua etti ve yağmur hemen kesildi (Buhârî, "İstiska", 6; Müslim, "İstiska", 2, 8).
     Bazı rivayetlerde, yağmur duasına çıkıldığında Peygamberimiz'in iki rek`at namaz kıldırdığı, namazda açıktan okuduğu, namazdan sonra ridâsını çıkarıp ters çevirerek giydiği ve kıbleye dönüp ellerini omuz hizasına kadar kaldırarak dua ettiği belirtilmiştir (Müslim, "İstiska", 1).
     Yağmur duası, sulamak ve bol yağmur almak için başka tedbirler almaya engel değildir; müminler hem tabii ve teknik tedbirleri alır, hem de her şey iradesine bağlı bulunan Rablerine dua ederler.

     l) Küsûf ve Hüsûf Namazları (Güneş ve Ay Tutulması Esnasında Namaz)
     Güneş tutulmasına küsûf, ay tutulmasına hüsûf denir. Peygamberimiz oğlu İbrâhim'in öldüğü gün güneş tutulması üzerine şöyle demiştir: "Ay ve güneş Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren alâmetlerdir. Bunlar hiç kimsenin ölümünden veya yaşamasından/doğmasından dolayı tutulmazlar. Ay veya güneş tutulmasını gördüğünüz zaman, açılıncaya kadar namaz kılın, dua edin" (Buhârî, "Küsûf", 1, 15).
     Güneş tutulduğu zaman, ezansız ve kametsiz olarak, en az iki rek`at olmak üzere toplu olarak namaz kılınır. İmam her rek`atta normal namazlara göre daha uzun ve açýktan kıraatte bulunur. Namazdan sonra imam kıbleye karşı ayakta veya cemaate dönük şekilde oturarak dua eder. Cemaatle kılınmadığı durumlarda bu namaz tek başına da kılınabilir.
     Küsûf namazının sünnet olduğu ve cemaatle kılınmasının daha faziletli sayıldığı konusunda müctehidler arasında görüş birliği bulunmakla birlikte, hüsûf namazının sünnet olup olmadığı ve cemaatle kılınıp kılınmayacağı tartışmalıdır.
     Ebû Hanîfe ve Mâlik, ay tutulması güneş tutulmasından daha fazla olduğu halde Peygamberimiz'in bu sebeple namaz kılmadığını öne sürerek, hüsûf namazının sünnet olmadığını söylemişlerdir. Ancak böyle bir durumda tek başına iki rek`at namaz kılınabilir, müstehaptır. Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise hüsûf namazı da küsûf namazı gibi sünnettir, cemaatle kılınır.
     Şiddetli rüzgâr, aşırı yağmur, aşırı soğuk ve benzeri durumlarda, bunların can ve mal kaybına yol açabilecek doğal âfete dönüşmemesi için dua etmek ve bu anlamda iki rek`at namaz kılmak güzel (müstehap) bulunmuştur. Nitekim Peygamberimiz şiddetli bir rüzgâr estiğinde şöyle dua etmiştir:
     "Allahım! Senden rüzgârın en hayırlısını, rüzgârla gönderdiklerinin en hayırlısını isterim. bu rüzgârın kötülüğünden, bu rüzgârdakilerin kötülüğünden ve rüzgârla gönderdiğin şeylerin kötülüğünden sana sığınırım" (Tirmizî, "Da`avât", 48, 88; Müslim, "İstiska", 15).
     Bu durumlarda namaz ve dua, tabiat olaylarının insanlarda ve çevrede hâsıl edebileceği olumsuz etkilere karşı Allah'tan yardım dileme mahiyetindedir.

     m) Mübarek Gecelerde Namaz Kılmak
     Müslümanlar için çeşitli sebeplerle mübarek sayılan birçok gece mevcuttur. Üç ayların birincisi olan recep ayının ilk cuma gecesi Regaib gecesi ve 27. gecesi de Mi`rac gecesidir. Üç ayların ikincisi olan şâban ayının 15. gecesi Berat gecesidir. Üç ayların üçüncüsü olan ramazan ayının 27. gecesi ise Kadir gecesidir.
     Bu mübarek gecelerle ilgili özel nâfile namaz yoktur. Fakat bu geceleri vesile ederek nâfile namaz kılmak, Kur'ân-ı Kerîm okuyarak üzerinde düşünmek, tezekkür ve tefekkür etmek yararlı olur. Peygamberimiz Kadir gecesinde nasıl dua edebileceğini soran Âişe vâlidemize şöyle demesini tavsiye etmiştir: Allahümme, inneke afüvvün tühibbü'l-afve fa`fü annî (Ey Allahım! Sen şüphesiz çok affedicisin, affetmeyi seversin, beni affet) (Tirmizî, "Da`avât", 84).
 Hareketli Ayıraç Gifleri 2013
Hareketli Ayıraç Gifleri 2013

10 Ekim 2012 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER - YALANCILARIN ZUHURU ve GÜNEŞİN BATIDAN DOĞMASI


KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER

KIYAMET ALAMETLERİ
Sekizici Fasıl
YALANCILARIN ZUHURU


(5031)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bunlardan her biri Allah'ın elçisi olduğunu zanneder."
[Tirmizî, Fiten 43, (2219); Ebu Davud, Melahim 16 (4333, 4334, 4335).]
AÇIKLAMA:
1- دَجْلِ kelimesi Arapçada, telbis (=giydirme, örtme) manasına gelir. Kizb yani yalan manasına da kullanılır. Çünkü, kizb de gerçeğin örtülmesidir. Deccal bu durumda yalancı demektir. Peygamber olmadığı halde peygamberliğini iddia eden manasındadır. Bu manada, sapık mezheplerin kurucuları da birer Deccal olmaktadır.
2- Yalancı deccallerin çıkacağını haber veren hadisler farklı vecihlerde gelmiştir. Bunların  herbirinde, mevzuyu açıklayıcı bazı ziyade unsurlara rastlanmaktadır.
* Ahmed İbnu Hanbel'de Huzeyfe'den gelen bir rivayette, bu yalancıların 24 adet olacağı, bunlardan 4 tanesinin kadın olacağı, herbirinin  kendisini resulullah zannedeceği belirtilmiştir.
* Taberâni'nin bir rivayetine göre yalancıların sayısı 70'dir.
İbnu Hacer de ki: "Muhtemeldir ki, onlardan peygamberlik iddia edenler 30 veya otuz civarındadır. Bu miktardan fazlası, sadece yalancıdır, batıla davette bulunur, fakat peygamberlik iddia etmez." Buna örnek olarak Gulat-ı Rafizâ, Batıniyye, Ehl-i Vahdet, Hululiyye gibi ayet ve hadiste açık seçik beyan edilmeyen, aksine hadisin sarahatine muhalif olan meselelere inanmaya çağrıda bulunan dalalet fırkaları örnek gösterilmiştir.
Bu hususun doğruluğunu, Ahmed İbnu Hanbel'in kaydettiği bir rivayet te'yid eder. Mezkur rivayette, Hz. Ali, peygamberlik iddia etmemekle beraber Rafizîlikte ifrata kaçan Abdullah İbnu'l-Kevva'a:  وََإِنَّكَ لَمِنْهُمْ  "Muhakkak ki sen Resulullah'ın haber verdiği yalancılardansın"  demiştir.
     Son devir müellifleri, İslam âleminin her tarafında Batılıların tahribiyle çıkmış olan din kisvesi altındaki Batıcı cereyanların liderlerini de Resulullah'ın haber verdiği bu deccaller (decâcile) zümresinden saymışlardır: Kadıyanilik, Bahailik vs. gibi. Bunlarda, ayete ve sünnete ters düşen iddialar mevcuttur.


KIYAMET ALAMETLERİ
Dokuzuncu Fasıl
GÜNEŞİN BATIDAN DOĞMASI

(5032)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz."
[Buharî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, (157); Ebu Davud, Melahim 12, (4312).]
AÇIKLAMA:
1- Kıyametin büyük alâmetlerinden biri güneşin batıdan doğmasıdır. مِنْ مَغْرِبِهَا   "battığı yerden" demektir. Şu halde hadis, sarih bir şekilde kıyametten önce, güneşin battığı yerden doğacağını ifade etmektedir. Zamanımızda bu hadis bazılarınca bir teşbih olarak anlaşılarak "güneşin batıdan doğması ilmin, irfanın, medeniyetin Batı'dan (Avrupa'dan) gelmesi" şeklinde yorumlara tabi tutulmak istenmektedir. Bu bizce hiçbir gereği yokken hadisin zahirini terketmektir ve doğru değildir. Batıdan ilim ve irfan mı gelmiştir, küfür ve zulmet mi gelmektedir? Bu, münakaşaya değer bir husustur. İnsanları yersiz te'vile sevkeden şey de, bir saat gibi dakik çalışan güneş sistemi içerisinde dünyanın, dönme istikametini tersine çevirmesinin imkânsızlığıdır. Halbuki emr-i İlahî gelince neler olmaz ki?
2- Tîbî, hadislerde kıyamet emareleri olarak zikredilen alâmetleri iki gruba ayırır:
   1) Kıyametin yaklaştığını haber verenler: Deccal'in çıkması, Hz. İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün zuhuru ve hasf.
   2) Kıyametin husulünü haber veren alâmetler: Dumanın çıkması, güneşin battığı yerden doğması, dabbetu'l-arz'ın çıkması, insanları toplayan bir ateşin zuhuru. Şu halde güneşin batıdan doğması hadisesi kıyametin husulüne alâmettir. Bu hasıl olunca, kopmayacağı iddiası iptal olur. Kıyamet kesinlik kazanır. Bu sebepledir ki; ister istemez herkes inanacağından dolayı bu iman ihtiyarî olmaz, icbarî olur ve indallah makbul olmaz. Nitekim ayet-i kerimede bu muzdar durumlardaki imanın kabul edilmeyeceği ifade edilmiştir: "Artık, vaktaki o çetin azabımızı gördüler. "Allah'a, bir olarak inandık, O'na  eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik" dediler. Fakat hışmımızı gördükleri zaman imanları faide verecek değildi. Allah'ın kulları hakkında cari olagelen âdeti (budur). İşte kâfirler burada hüsrana uğradı" (Mü'min 84-85).
     İbnu Hacer, alâmetlerin evvellik sonralık sırası üzerine yapılan bazı münakaşaları kaydettikten sonra, Deccal'in çıkması, Hz. İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc'ün zuhuru gibi hadiselerin, güneşin batıdan doğması hadisesine mukaddem olduğunu, bu hadisenin son hadiselerden olduğunu belirtir ve devamla der ki:
     "Deccal'in çıkması, büyük alâmetlerin ilkidir, arzın büyük kısmında ahvalin değiştiğini ilan eden bir vak'adır, bu Hz. İsa'nın vefatıyla sonuçlanır. Güneşin batıdan doğması ise, âlem-i ulvinin (semanın) ahvalinin değiştiğini ilan eden ilk büyük alâmettir, bu da kıyametin kopmasıyla sonuçlanır."
     Güneşin batıdan doğması ile kıyametin kopması arasında ne kadar zaman geçecek?" diye akla gelebilecek bir soruya cevap olabilecek farklı rivayetler var. İbnu Hacer bunlara da yer verir:
*  Abdullah İbnu Ömer'den merfu bir rivayete göre: "Güneş batıdan doğduktan sonra insanlar yüz yirmi yıl daha yaşarlar."
   İbnu Hacer bu rivayetin ref'ini muallel addetmekten başka, buna muarız olan başka rivayetlerin varlığına dikkat çeker. Biri şöyle: "Kıyamet alâmetleri bir ipe dizilmiş tesbih taneleri gibidir. İp bir kere koptu mu hepsi peş peşe zuhur eder."
   Bir başka rivayet şu ziyadeyi ihtiva eder: "Güneş, battığı yerden doğunca İblis secdeye kapanır ve şöyle nida eder: "Allah'ım emret! Kimi dilersen ona secde edeyim..." Bir başka rivayette: "Kıyametten önce on alâmet vardır. Bunlar bir ipe dizilmiş tesbih gibidir. Bunlardan biri düştü mü diğerleri onu takip ederler" denmiştir.
* Ebu'l-Âliye'den gelen bir rivayette: "Kıyametin ilk alâmeti ile son alâmeti arasında altı aylık müddet vardır. Bunlar, tıpkı bir tesbihin taneleri gibi bu müddet içerisinde peş peşe geleceklerdir."
     İbnu Hacer, kaydedilen müddetle ilgili bu iki farklı rivayeti şöyle te'vil eder: "Eğer müddet, önceki hadiste olduğu üzere yüz yirmi yıl olsa bile, bu çok çabuk geçecek ve onun müddeti, daha evvelki yüz yirmi aylık bir zamanı kaplayacaktır. Nitekim bir Müslim hadisinde; "Bir yıl, bir ay hükmüne inmedikçe kıyamet kopmaz" buyrulmuştur. Bir rivayette "bir günün de bir hurma dalının yanışı gibi" olduğu belirtilmiştir.
* Bir rivayette de şöyle gelmiştir: "Ye'cüc ve Me'cüc'den sonra çok geçmeden güneş battığı yerden doğar. İnsanlara bir münadi şöyle seslenir: "Ey iman edenler! Sizlerin yaptığı (hayır ve tevbe) kabul edildi. Ey kâfirler sizlere de tevbe kapısı kapandı, kalemler kurudu, defterler kaldırıldı."
     Bir başka rivayet şöyle: "Güneş batıdan doğduğu vakit, kalpler içinde önceden taşıdıkları üzere mühürlenir, hafaza melekleri artık çekilir. Meleklere hiçbir amel yazmamaları emredilir."
     Bir başka rivayet: "Amellerin mühürlendiği kıyamet alâmeti, güneşin battığı yerden doğmasıdır."
     Bu rivayetler sened itibariyle zayıf bile olsa birbirlerini te'yiden kuvvetlenirler. Hepsi de hükmen merfudurlar" (İbnu Hacer).
     Hadisin şerhine geniş yer veren İbnu Hacer, mevzu üzerine varid olan ihtilaflı rivayetleri, bu rivayetlerden çıkarılan farklı hükümleri, felekiyat ulemasının ve hatta Mu'tezile ulemasından Zemahşerî'nin görüşlerini de derceder, gerekli tenkidleri ve te'lifleri yapar. Hepsini buraya aktarmayı gereksiz görüyoruz. Ancak mevzu ile ilgili farklı rivayetler sebebiyle yapılan bir açıklamayı kaydedeceğiz. Beyhakî'den kaydedeceğimiz bu açıklama, güneşin batıdan doğma hadisesinin Deccal'in zuhurundan evvel olma ihtimalini ifade eden rivayetlerden hasıl olacak müşkilleri bertaraf etme maksadına matuftur:
     "Eğer, güneşin batıdan doğması, ilm-i İlahîde (diğer alâmetlerin zuhurundan) önce ise, (tevbe kapısının kapanmasından) murad, bu hadiseye şahid olan nesle karşı tevbenin kapanmasıdır. Bu nesil inkiraza uğrar ve hâlâ kıyamet kopmaz, (güneşin  batıdan doğmasıyla imana gelen nesilden bir kısmı zaman içinde kazandığı ülfetle "bu  bir astronomik hadisedir, tesadüfen böyle olmuştur..." gibi mülahazalarla) tekrar küfre dönerse, gayba iman teklifi de geri gelir. Keza, Deccal kıssasında geçtiği üzere: "Deccal'i görünce, Hz. İsa'ya olan iman da, kişiye fayda etmez" hükmü de böyledir. Deccal'in inkırazından sonraki iman fayda eder. Ancak ilm-i İlahîde, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın nüzulünden sonra ise, muhtemelen, Abdullah İbnu Amr hadisinde geçen alâmetlerden murad, Deccal'in çıkması ve Hz. İsa'nın inmesi dışındaki alâmetlerdir. Zira, haberde, Hz. İsa'ya tekaddüm edeceğine dair bir nass (açık hüküm) mevcut değildir."

HAYATIMIZA YÖN VERECEK AYETLER 14 Ekim Pazar 11:00 - 13:00

03-04-05 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 03-04-05 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avan...