7 Aralık 2012 Cuma

9 ARALIK PAZAR 17:30 da PROGRAMA DAVET

Davet...

Genç Hareket 'imizin Organize Edeceği
KARDEŞLİK GECESİ 'ni
Katılımınızla Onurlandıracaksınız!
Katılım Ücretsizdir
Kardeşlik Bedel İster!
MÜCADELE / DUA / CİHAD
9 Aralık Pazar / 17:30
İstanbul
Konuşmacılar:
Bülent Yıldırım
Muhammed Fesih Kaya
Sıtkı Sezgin Kızılkoca
ve
Marşlar / Şiirler / Dua
(Duaları; Mavi Marmara Gazisi Şahin İbrahim Güleryüz hocamızın yapacak)

Not: Hanımefendiler için özel yer ayrılacaktır. Gecemiz herkese açık olup, lise ve üniversite öğrencisi genç kardeşler hasseten davetlidirler...

6 Aralık 2012 Perşembe

İSLAM TARİHİ / Benî Kurayza Gazâsı

İSLAM TARİHİ
Benî Kurayza Gazâsı

     Hicret’in 5. senesi. Milâdî 627
     Benî Kurayza Yahudilerinin Peygamber Efendimizle olan anlaşmalarına gö­re, Hendek Muharebesi’nde düşman tarafından sarılan Medine’yi Müslü­manlarla el ele vererek müdafaa etmeleri gerekiyordu. [1] Fakat bunu yapmadı­lar; üstelik, anlaşma hükümlerini hiçe sayarak, harbin en nâzik safhasında müşriklerle iş birliğine giriştiler; Peygamber Efendimizin tahkik ve sulh için gönderdiği heyete hakarette bulundular ve “Re­sû­lul­lah da kim oluyormuş? Muhammed ile aramızda; ne ahit vardır, ne de akd!” dediler; hatta daha da ileri giderek, Peygamber Efendimiz için küstahça ağır sözler bile sarfettiler. [2] Bu­nunla da yetinmediler: Medine üzerine baskınlar düzenleyerek, Müslüman aile ve çocukları kılıçtan geçirme teşebbüsüne kalkıştılar. Bu hareketleriyle, Müs­lümanları, harp endişesinden daha büyük bir telâş ve endişeye düşürdüler. Bu, Peygamber Efendimizin kendilerine lütufkâr davranmasına karşı açık bir nan­körlük ve hıyanetti.
     Hendek Muharebesi’nde on bini bulan düşman ordusu, büyük bir hezimete uğrayarak geri çekilmişti. Harpte müş­riklerin yanında yer alan Kurayzaoğulları da, hayal kırıklığı içinde, Medine’ye iki saatlik mesafede bulunan sağlam ka­lelerine çekilmişlerdi.
     Giriştikleri haince hareketin farkında idiler. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem’in her an üzerlerine yürümesinden endişe duyup korkuyorlardı!

     Hz. Cebrail’in Getirdiği Emir
     Nitekim Müslümanlar, Medine’ye henüz yeni dönmüşlerdi ki Cebrail (a.s.), Resûl-i Ekrem’e şu emri getirdi:
     “Yâ Muhammed! Yüce Allah, sana; Benî Kurayza üzerine yürümeni emredi­yor!” [3]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, silahını yeni çıkarmış, temizliğini henüz bitir­mişti. Derhal Hz. Bilâl (ra.)’i çağırtarak, bütün Müslümanlara şunu nidâ etmesini em­retti:
     “İşiten ve Allah’ın emrine itaat edenler, ikindi namazını Benî Kurayza yur­dunda kılsın!” [4]

     Bu daveti duyan Müslümanlar bir anda toplandılar.
     Peygamber Efendimiz, sancağı Hz. Ali (ra.)’ye teslim ederek ordudan önce onu yola çıkardı; Abdullah b. Ümmü Mek­tum’u ise, Medine’­de yerine imam bı­raktı. [5]
     İslam ordusu üç bin kişiden ibaretti. İçlerinde otuz altı süvari vardı. Ordu, Re­sû­lul­lah’la olan anlaşmasını en nâzik bir zamanda bozan, vatana hıyanet eden, düşmanla iş birliğine girişen Benî Kurayza Yahudilerine hakettikleri ce­za­yı vermek üzere yola çıkıyordu.

     Hz. Ali (ra.) ’nin Benî Kurayza Yurduna Varması
     Ordudan önce yola çıkarılmış olan Hz. Ali (ra.), Kurayzaoğullarının kalelerine yak­la­şarak, sancağı kalenin dibine bıraktı. Bu esnada Yahudilerden bazı nâhoş söz­ler duydu. Kurayzaoğulları, Peygamber Efendimiz hakkında ağır lâflar edi­yorlar, ileri geri küstahça konuşuyorlardı. Bu dav­ranışlarıyla, giriştikleri hainlikten pişmanlık duymadıklarını açık açık belli ediyorlardı.
     Hz. Ali, sancağı bir başka sahabeye teslim ederek geri döndü. Yolda Peygam­ber Efendimiz (sav.) 'i karşıladı. Onun bu sözleri işitip de üzülmesini istemi­yor­du:

     “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Şu şirret adamların yakınına kadar varma­san olmaz mı?”
     Resûl-i Ekrem, “Neden?” diye sordu.
     Hz. Ali, Yahudilerden işittiği nâhoş sözleri tekrarlamak­tan utanıp sustu.
     Peygamber Efendimiz, “Herhalde, sen onlardan, beni üzecek birtakım söz­ler işitmişsindir” deyince, Hz. Ali, “Evet yâ Re­sû­lal­lah...” diye karşılık verdi.
     O zaman Peygamber Efendimiz, şöyle buyurdu:
     “Mûsa Peygamber, bundan daha ağırıyla karşılaşmış, daha çok üzülmüştü! Git! O Allah düşmanları, beni görecek olurlarsa, söylemiş oldukları çirkin söz­lerden hiçbirini söyleyemeyeceklerdir!” [6]
     Pey­gam­be­ri­miz (sav.) 'in, Benî Kurayza Yahudileriyle Konuşması
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle Benî Kurayza Yahudilerinin kaleleri­nin dibine kadar vardı; oradan Yahudi ileri gelenlerinin isimlerini birer birer zikrederek onlara, “Ey Allah’ın gazabına uğrayarak maymuna çevrilmiş olan­ların kardeşleri! Allah sizi hor, hakir kıldı mı ve belâsını, cezasını üzerinize in­dirdi mi? Demek ki siz, bana kötü söz söylediniz! Öyle mi?” diye seslendi.
     Yahudi ileri gelenleri, süt dökmüş kediye dönmüşlerdi.
     “Yâ Ebâ’l-Kàsım! Sen, sözünü bilmezlerden değildin! Mûsa’ya indirilmiş olan Tevrat’a yemin ederiz ki biz sana hiçbir kötü lâf sarfetmedik” diyerek söy­lediklerini inkâr ettiler. [7]
     Benî Kurayzaların Muhasaraya Alınması
     Benî Kurayza Yahudileri, cürüm üzerine cürüm işlediler; Peygamber Efen­di­miz ve mücahitleri iyi bir şekilde karşılamak yerine, onlar hakkında ileri geri konuştular, söylenmeyecek lâflar ettiler. Bu, onların teslim olmayıp muka­ve­met edeceklerinin ifadesiydi.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sav.), önce mücahit­lere onları oka tutmala­rını emretti. Mücahitler, onlara ok yağdırmaya başladılar. Kurayzaoğulları da kalelerinden Müslümanların üzerine en şiddetli bir şekilde ok yağdırıyorlardı. Böylece, Kurayzaoğulları muhasara altına alınmış oluyorlardı.

     Münafıkların, Benî Kurayzalara Cesaret Vermesi     
     Görünüşte Hz. Re­sû­lul­lah (sav.) ’ın ve Müslümanların yanında bulunan, hakikatte ise daima İslam düşmanlarıyla gizliden gizliye iş birliği yapan münafıklar, muhasara esnasında Kurayzaoğullarına da gizlice şu haberi gönderdiler:
     “Sizler teslim olmayınız! ‘Medine’den çıkıp gidin’ deseler de çıkıp gitmeyi­niz! Onların istediklerini kabul etmeyip çarpışmayı sürdürürseniz, biz size hem canımız, hem silahlarımızla yardıma söz veriyoruz.”
     Haliyle, gizlice gelen bu haber, Kurayzaoğullarına bir cesaret ver­di. Karşı koymaya devam ettiler.

     Muhasaradan Sıkılıp Barış İstemeleri
     Peygamber Efendimiz (sav.), her şeye rağmen muhasarayı kaldır­mı­yordu; Müs­lümanları da cihada ve sıkıntılara katlanmaya teşvik edi­ci konuşmalar yapı­yordu.
     Benî Kurayzalar, muhasaranın uzadığını görünce, sıkılmaya başladılar. Mü­na­fıklardan da herhangi bir yardım gelmeyince, bütün bütün mânevîyatları sar­sıldı. Büyük bir korkuya kapıldılar. Bunun üzerine, görüşme isteğinde bu­lun­dular. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.) isteklerini kabul etti.
     Peygamber Efendimizle görüşmek ve konuşmak üzere içlerinden Nebbâş b. Kays’ı gönderdiler.
     Nebbâş, “Yâ Muhammed!” dedi. “Benî Nadîr Yahudilerinin teslim olduk­la­rı gibi kanımızı dökme; mal ve silahlar senin olsun! Kadınlarımız ve çocukla­rı­mı­zı alıp memleketinden çıkıp gidelim. Her cins silah hâriç olmak üzere, her aile için bir devenin taşıyabileceği gerekli eşyayı götürmemize müsaade et!”
     Peygamber Efendimiz (sav.), “Hayır! Bu teklifi kabul edemem!” buyurdu.
     Bunun üzerine Nebbâş, ikinci teklifi yaptı: “Öyle ise, kanımızı bize bağışla. Sa­dece kadınlarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim. Malları olduğu gibi bıra­ka­lım!”
     Peygamber Efendimiz (sav.), “Hayır!” dedi. “Kayıtsız şartsız, benim hük­müme itaat edip teslim olmaktan başka hiçbir çareniz yoktur!”
     Nebbâş, me’yus ve perişan bir halde, kavminin yanına döndü. Olup biten­leri olduğu gibi anlattı.

     Ka’b b. Esed’in Teklifleri
     Ka’b b. Esed, onların reislerinden biri idi. Bütün bu olup bitenlerden sonra durumu açık seçik anlamıştı:
     “Ey Yahudi topluluğu!” dedi. “Görüyorsunuz ki bir felâketle kar­şı karşıya gelmiş bulunuyoruz. Size, üç ayrı teklifim olacak. Onlardan istediğinizi kabul edebilirsiniz.”
     Benî Kurayzalar, merakla, “Nedir o tekliflerin?” diye sor­dular.
     Ka’b tekliflerini sıralamaya başladı:
     “Birinci teklifim: Şu adama tâbi olalım ve onun peygamberliğini kabul ede­lim!
     “Vallahi, onun Allah tarafından gönderilmiş kitabımızda sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamber olduğu sizce de malum olmuştur! Ona iman edecek olursanız, kanlarınız, mallarınız, çoluk çocuğunuz kurtulmuş olur!
     “Ona tâbi olmayışımızın tek sebebi, Araplara karşı duy­du­ğumuz kıskançlık ve onun İsrailoğullarından gelen bir peygamber olmayı­şıdır! Hâlbuki, bu, Al­lah’ın bileceği bir iştir!
     “İbni Hıraş’ın yanınıza geldiği zaman size söylediği şeyleri hatırlamıyor musunuz? O, ‘Ben, Şam gibi her türlü yiyeceği, içeçeği bol olan bir yeri terk edip su kırbası, hurma ve arpadan başka bir şeyi bulunmayan bir yere geldim’ de­mişti. ‘Bununla neyi kastetmek istiyorsun?’ diye sorulunca da, o, ‘Mek­ke’den bir peygamber çıka­caktır. O zaman sağ olursam ona tâbi olur ve ona yardım ederim. Eğer benden sonra gelirse, ona karşı hile ve aldatma yo­luna baş­vurmaktan sakınınız! Ona tâbi olup dostları ve yardımcıları olu­nuz’ deme­miş miydi?”
     Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır...” dediler. “Biz, bizden başkasına tâbi olma­yız! Biz, kitap sahibi bir cemaatiz!”
     Kâ’b, bu teklife kimsenin yanaşmadığını görünce, ikinci teklifini yaptı:
     “O halde, size ikinci teklifim şudur: Geliniz, çocuklarımızı ve kadınlarımızı öldürelim! Ta ki arkamızda herhangi bir ağırlık kalmış olmasın. Sonra da kı­lıçlarımızı sıyırıp Muhammed’le ashabının üzerine yürüyelim! Allah, onunla aramızda kesin hükmünü verinceye kadar çarpışmaya devam edelim. Ölürsek, zaten arkamızda bıraktığımız bir nesil yok; şayet galip gelirsek, yeniden evle­nir, evlatlar yetiştiririz!”
     Kurayzaoğulları, bu teklifi de uygun görmediler.
     O zaman Ka’b, üçüncü teklifini arz etti.
     “Size üçüncü teklifim şudur: Bu gece Sebt (Cumartesi) gecesidir. Bu gece, Muhammed ve ashabı, bizim kendilerine karşı herhangi bir harekette bulun­mayacağımızdan emin ve gafil bulunabilirler. O halde hemen kalelerimizden aşağı inelim. Onları ansızın vurabiliriz!”
     Kurayzaoğulları, bu teklife de şu cevabı verdiler:
     “Biz, Sebt günü çalışma yasağını nasıl bozabiliriz? Bizden önce, Sebt (Cu­martesi) gününe hürmetsizliklerinden dolayı maymun ve domuzlara çevrilen belli kimselerden başka, hiç kimsenin ihdas etmediği bir şeyi biz nasıl ihdas edebiliriz?”
     Kâ’b’ın bütün bunlardan sonra son sözleri şunlar oldu: “İçinizden hiç kimse, doğduğundan şu âna kadar, bir gece bile tedbirli ve doğru görüşlü olarak gününü geçirmemiştir!” [8]
     Aralarında bundan sonra bir kargaşalık başladı. Birbirlerine ileri geri lâflar sarfettiler. Bir taraftan da kadınlar ve çocuklar ağlaşıp duruyorlardı. Buna da­yanamadılar. Yaptıklarından son derece piş­man oldular.

     Sa’yeoğulları Esid’le Sa’lebe’nin Müslüman Olmaları
     Bu sırada iki kardeş olan Sa’lebe ile Esid b. Sa’ye, ortaya çıkıp, Kurayza­oğul­larına nasihatte bulundular. “Ey Ku­ray­zaoğulları! Val­lahi, siz ga­yet iyi bi­li­yor­sunuz ki Mu­ham­med, Allah’ın Resûlüdür. Onun vasıflarını bize hem ken­di âlimlerimiz, hem de Benî Nadîr âlimleri söylemişler­dir. Onlardan biri, he­pimi­zin çok sevdiği İbni Hey­yi­ban’­dı. O, öleceği sırada, bu peygambe­rin sıfat­larını bize ha­ber vermişti” dediler.
     Benî Kurayza Yahudileri, “Hayır! Bu, o gelecek peygamber değildir!” diye­rek hakkı bile bile inkâr ettiler.
     Fakat Sa’yeoğulları, söylediklerinden vazgeçmediler. Bu i­nanç­la­rını perva­sızca tekrarladılar.
     “Vallahi” dediler. “Bu gelecek olan o peygamberin sıfatındandır! Allah’tan korkunuz da, ona iman ediniz!” [9]
     Kurayzaoğulları, kıskançlıklarının esiri olmuşlardı. Pey­gamber Efendimizin (sav.) nübüvvetini tasdik etmeye niyetli görün­müyorlardı.
     Bunun üzerine, iki delikanlı olan Sa’lebe ve Esid’le amca­larının oğlu olan Esed b. Ubeyd, kaleden inip, Müslüman oldular. [10]
     İbni Heyyiban, Şamlı bir Yahudi idi. Âlimdi. İslam’ın gelişinden iki yıl önce Benî Nadîr Yahudilerine gelip misafir olmuştu. Ara­larında bir müddet ya­şa­dıktan sonra ölüm döşeğine düşmüştü. Vefat edeceğini anlayınca, “Ey Ya­hudi cemaati! Ben, buraya ne için geldim, bilir misiniz?” diye sor­muştu.
     Yahudiler, “Sen, daha iyi bilirsin!” demişlerdi.
     Bunun üzerine İbni Heyyiban, geliş maksadını şöyle an­latmıştı:
     “Ben; bu memlekete, sadece gelme zamanı çok yak­laş­mış bulunan ve buraya hicret edecek olan o peygamberi gör­meye geldim! Umarım ki o çok yakında gelecek ve ben de ona tâbi olacağım. Ey Yahudi cemaati! Ona tâbi olmakta herkesten önce davranmalısınız.” [11]
     Ölüm döşeğinde Peygamber Efendimizin geleceğini müj­deleyen İbni Hey­yiban, umduğuna erme imkânı bula­ma­dan orada hayata gözlerini yum­muş­tu. [12]

     Hakem Tayin Edilmesi
     Benî Kurayza Yahudileri, yirmi beş gece süren muhasaradan sonra, başka çare kalmadığını anlayarak, teslim olmayı kabul ettiler. Haklarında hüküm vermek üzere de Peygamber Efendimiz (sav.) den bir hakem tayin edilmesini istedi­ler. Resûl-i Ekrem (sav.), “Ashabımdan istediğinizi hakem seçiniz!” buyurdu.
     Kurayzaoğulları, “Biz, Sa’d b. Muaz’ın vereceği hükme göre teslim oluruz” dediler.
     Peygamber Efendimiz, “Pekâlâ! Sa’d b. Muaz’ın hükmüne göre teslim olu­nuz” buyurdu. [13]
     Hendek Muharebesi’nde yaralanan Hz. Sa’d b. Muaz (ra.), o sırada tedavisine bakılması için, Mescid-i Nebevî’de kurulan bir çadırda bulunuyordu. Evsli Müslümanlar, onu alıp Hz. Re­sû­lul­lah (sav.) ’ın huzuruna getirdiler.
     Efendimiz, “Ey Sa’d! Bunlar, senin hükmüne göre teslim olmayı kabul etti­ler. Haydi, onlar hakkındaki hükmünü bana açıkla!” buyurdu.
     Hz. Sa’d, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben iyi biliyorum ki Allah, sana, onlara yapacağın muamele hakkında bir emir ver­miştir. Sen, Allah’ın sana emrettiğini yap!”
     Peygamber Efendimiz, “Evet, öyledir! Fakat sen de onlar hakkındaki hük­münü bana açıkla!” dedi.
     Hz. Sa’d, “Yâ Re­sû­lal­lah! Onlar hakkında, Allah’ın hükmü­ne uygun hüküm veremem, diye korkuyorum!” diye ce­vap verdi.
     Peygamber Efendimiz ısrar etti: “Sen, onlar hakkında hükmünü ver!” [14]
     Benî Kurayza Yahudileri, eskiden beri Evslilerin müttefikleri idiler. Bu se­beple, Hz. Sa’d, onlardan söz almak istedi.
     “Kurayzaoğulları hakkında vereceğim hükmü kabul edeceğinize dair bana Allah’ın ahd ve misakı ile söz veriyor musunuz?” diye sordu.
     Evsliler, “Evet, söz veriyoruz!” dediler.
     Hz. Sa’d’ın, hakem olması hasebiyle, Peygamber Efendimiz (sav.)'den de bu hu­susu sorması gerekiyordu. O sırada Peygamber Efendimiz (sav.), bazı sahabelerle bir tarafta oturuyordu. Hz. Sa’d (ra.), Efendimize olan derin hürmetinden dolayı, biz­zat ismini zikredip sormaktan hayâ duydu. Yüzünü başka tarafa çevirerek, “Şurada bulunan zât da bu yolda vereceğim hükmü kabul buyuracağına dair bana, Allah’ın ahd ve misakı ile sizin gibi söz veriyor mu?” diye gaib sigasıyla sordu.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet...” diye cevap verdi.
     Bundan sonra Hz. Sa’d (ra.)’ın emri üzerine, Kurayzaoğulları kalelerinden indi­ler, silahlarını bırakıp teslim oldular.
     Hüküm
     Hz. Sa’d b. Muaz, bütün bunlardan sonra hükmünü şöy­le açıkladı:
     “Ben, onlar hakkında bülûğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulma­sına, malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim!”
     Peygamber Efendimiz (ra.), Hz. Sa’d’ı bu hükmünden dolayı tebrik ve takdir ederek, “Sen, onlar hakkında, Allah Teâ­lâ’­nın yedi kat gök­ler üzerinde verdiği hükmüne uygun hüküm verdin!” buyurdu. [15]
     Hakikaten de, Hz. Sa’d b. Muaz (ra.)’ın Kurayzaoğulları Yahudileri hakkında verdiği hüküm, Hz. Mûsa (ra.)’nın şeriatındaki hükme uygundu. Tevrat’ta bu hü­küm şöyle açıklanmıştır:
     “Bir şehre harp için yaklaştığında, onu sulha davet edesin. Ve eğer sana sulh cevabını verip kapılarını açarsa, içinde bulunan kav­min hepsi sana haraç verip, hizmet etsinler. Lâkin, eğer, seninle mu­salaha etmeyip harp ederse, onu muhasara edesin. Ve Allah’ın (Rab), onu senin eline teslim ettikte erkeklerin hepsini kılıçtan geçi­resin! Ama kadınlar ile çocukları ve hayvanları ve bütün ganimeti, yani o şehirde bulunanların hepsini yağma edip Allah’ın (Rab­bin) sana verdiği düşmanlarının ganimetlerini alasın.” [16]
     Benî Kurayza Yahudileri, Tevrat’ın bu hükmüne uygun olarak kendilerine ve­rilen cezaya bilmecburiye rıza gösterdiler.
     Peygamber Efendimizin emriyle, bülûğ çağına ermiş erkeklerin elleri bağ­landı. Bütün eşyaları bir araya toplandı. Eli bağlı erkekler, mallar ve davarlar Medine’ye getirildi. Ganimetler bir eve kondu. Davarlar ise, etrafa yayıl­maya bırakıldı. Daha sonra ganimetlerin beşte biri “Bey­tü’l-Mâl”e, yani devlet hazi­nesine tahsis olundu. Kalanı mücahitler arasında pay edildi.
     Verilen hüküm gereği erkeklerin boyunları vuruldu. Muhasara sırasında ka­leden aşağı taş bırakarak bir sahabe­nin şehit olmasına sebep olan Nübate adın­daki bir ka­dı­na da kısas uygulandı.
     Bu arada birkaç kişi de affa uğradı. Bunlar, daha önce Müslüman­lara bazı iyiliklerde bulunmuşlardı. İyilik gören sahabe­ler, onların affını isteyince, Re­sûl-i Ekrem (sav.) 'de onları affetti.
     Böylece, Medine’nin etrafı, muzır unsurlardan temizlenmiş oluyordu. Hz. Re­sû­lul­lah (sav.) ve Müslümanlar, bu hadiseden sonra uzun müddet huzur ve sükûn içinde yaşadılar ve harpsiz bir devir geçirdiler.

     HİCRET’İN 5. SENESİNİN MÜHİM DİĞER BAZI HADİSELERİ
     Müzeynelerin Müslüman Olmaları
     Medine yakınlarında ikamet etmekte olan Müzeyne kabilesinden on kişilik bir heyet, Medine’ye gelerek, Resûl-i Ekrem (sav.) Efendimizin huzurunda Müslü­man oldu.
     Heyetin başında Huzaî b. Abdi Nühm bulunuyordu.
     Huzaî, Müslüman olup Peygamber Efendimize (sav.) bîat edince, yurduna döndü ve kavmini Müslüman olmaya davet etti. Müzeyneler, “Biz senin sözüne itaat ederiz” diyerek Müslüman oldular ve Medine’ye bir heyet gönderdiler.
     Hicret’in 5. yılı Receb ayında Müzeynelerin Mudar kolundan Müslüman olmak üzere Medine’ye gelenlerin sayısı dört yüzdü. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.), onları yurtlarında ika­met etmelerine rağmen muhacirler sınıfından saydı ve “Siz nerede olursanız olunuz, muhacirsiniz. Muhacirlik şe­refini hakettiniz. Mallarınızın başına dönünüz” buyurdu. Bu emir üzerine, Müzeyneler yurtlarına döndüler. [17]

     Selmân-ı Fârisî’nin Kölelikten Kurtarılması
     Selmân-ı Fârisî (ra.) Hazretleri, daha önce Yahudilerin kölesi idi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.), bir gün kendisini çağırarak, “Ey Selman! Kendini kölelikten kurtarmak için, efendinle pazarlık yaparak anlaş” dedi.
     Hz. Selman (ra.), efendisine durumu arz edince, o, “Üç yüz hurma fidanını diker ve ayrıca kırk ukiyye [1.600 dirhem] altın verirsen azat ederim” dedi.
     Bunun üzerine Hz. Selman (ra.), Resûl-i Ekrem Efendimiz (sav.) 'in yanına gelip durumu arz etti.
     Peygamber Efendimiz (sav.), ashabına, “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu.
     Bu emir üzerine sahabeler, bir anda kendi aralarında gerekli olan üç yüz hurma fidanını topladılar.
     Hurma fidanları toplanınca Peygamber Efendimiz (sav.), “Ey Sel­man! Git de şu fi­dan­lar için çukurlar kaz! Bitirince de gelip bana haber ver. Ben onları kendi elimle dikeyim!” diye ferman etti.
     Sahabelerin de yardımıyla Hz. Selman (ra.) çukurları kazıp bitirince, Efendimize ha­ber verdi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bizzat mübarek eliyle, biri müstesna, diğer bü­tün hurma fidanlarını dikti. O sene zarfında Efendimizin diktiği bütün fidanlar hurma verdi. Yalnız, başkasının diktiği bir tek fidan hurma vermedi. Pey­gam­ber Efendimiz (sav.) onu da çıkardı, yeniden dikti; o da meyve verdi.
     Böylece, Hz. Selman (ra.), Benî Kurayza Yahudilerinden olan efendisine hurma ağaçları borcunu ödemiş oldu. [18]
     Hurma ağacı borcunu ödeyen Hz. Selman (ra.)’ın sadece altın borcu kalmıştı. Bunu da bizzat Hz. Selman şöyle anlatır:
     “Re­sû­lul­lah (sav.), gazâların birinden tavuk yumurtası kadar bir altın kül­çesi getirmişti. Beni huzuruna çağırttı ve ‘Ey Selman! Bunu al, borcunu öde’ buyurdu.
     “Ben, ‘Yâ Re­sû­lal­lah...’ dedim, ‘Bu kadarcık altın parçasıyla borcum öden­mez ki!’
     “Külçeyi eline alıp tükürüğünü sürdü ve ‘Al bunu! Allah, senin borcunu bununla ödeyecektir!’ buyurdu.
     “Bunun üzerine ondan alacaklıya tartıp tartıp verdim. Borcum olan kırk ukiyyeyi [1.600 dirhem] verdikten sonra, o tavuk yumurtası kadar olan altın parçası eskisi gibi bana kaldı!” [19]

    Ensardan Sa’d b. Muaz (ra.) Hazretlerinin Vefatı
     Sa’d b. Muaz (ra.) Hazretleri, ensarın en üstün fazilete sahip şahsiyetlerinden bi­ri idi. Mus’ab b. Umeyr (ra.)Hazretleri, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle Me­di­ne’ye Kur’an öğretmek üzere geldiği zaman Müslüman olmuştu. Müslüman ol­duğunu duyan Ab­dü’l-Eşheloğullarından kadın erkek hepsi de o gün Müs­lü­man olmuşlardı.
     Bu kahraman ve fedakâr sahabe, Hendek Harbi’nde kolundan bir okla vu­rulmuş, kolunun damarı kesilmişti. Yarası ağır ve ızdırap verici idi.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.), bu kahraman sahabe yaralandığı zaman, ona, Al­lah rızası için yaralıların tedavisiyle meşgul olan ensar kadınlarından Rüfeyde (ra.) adındaki hâtunun çadırında yer ayırtmıştı.
     Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesinden kısa bir müddet sonra bu ağır yarası tekrar deşildi ve çok geçmeden de Hicret’in 5. yılında otuz yedi ya­şında şehiden vefat etti.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.) ve Müslümanlar, vefatından son derece mütees­sir oldular. Peygamber Efendimiz (sav.); “Sa’d b. Muaz’ın vefatıyla Arş-ı Âlâ titredi ve cenazesinde yetmiş bin melek hazır bulundu!” buyurdu. Cenaze namazını da bizzat kendileri kıldırdı. [20]

     Muğîre b. Şu’be’nin Müslüman Olması
     Muğîre b. Şu’be, dört Arap dâhîsinden biri idi. Belli ve büyük meseleleri hal­letmede son derece mâhirdi. İri yarı ve heybetli bir zâttı. Hendek Savaşı yılında Müslüman oldu ve muhacir olarak Medine’ye geldi.

     Medine’de Zelzele ve Ay Tutulması
     Hicret’in 5. yılında Medine’de zelzele oldu.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.) bunun üzerine, “Rabbiniz; sizi, râzı olacağı du­ru­ma döndürmek istiyordur. O halde siz de, O’nun rızasını dileyiniz” bu­yur­du. [21]
     Resûl-i Kibriya Efendimizin bu ifadeleri, yeryüzü ile üzerinde yaşayan in­san­ların hareketleri arasında münâsebetin bulunduğunu ortaya koyuyor ve dün­yanın hareket ve zelzelesinde vahiy ve ilhama mazhar olarak emir altında deprendiğini beyan ediyordu!
     Yine Hicret’in 5. yılı Cemaziyelahir ayında ay tutuldu.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz (sav.), ay tutulması geçinceye kadar, husuf namazı kıl­dırdı. [22] Küsuf ve husuf (güneş ve ay tutulması namazı) sünnettir. İki rekâttır. Rükû ve secdeleri, nâfile namazlarda olduğu gibi yapılır. Bu namazlar için ezan ve ka­met okunmaz.
     Ancak husuf namazı için, “es-Selâtü Câmiatün [Namaz için toplanınız]” di­yerek seslenir.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir hitabelerinde şöyle buyurmuşlardır:
     “Şüphesiz ki güneş ve ay, hiçbir kimsenin ölümü veya doğumu sebebiyle tutulmazlar. Onlar, Allah’ın kudret ve azametini gösteren alâmetlerden iki alâmettir! Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, namaza durunuz!” [23]
     Câhiliyye devrinde insanlar, “Güneş ve ay, ancak yeryüzü halkının büyük­lerinden bir büyük için tutulur” bâtıl inancını taşırlardı.
     Yukarıdaki mübarek sözleriyle Peygamber Efendimiz, câhi­liyye devri in­sanlarının bu bâtıl inançlarını değiştirmiş, güneş ve ay tutulmalarının Allah’a iba­det vakti olduğunu beyan buyurmuşlardır. Bu vakitlerde insanların, boş şey­lerle değil, Allah’a ibadet ve taatle meşgul olmaları gerektiğini ifade etmiş­ler­dir.
     Şurası da unutulmamalıdır ki; ibadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve Allah’ın rızasıdır, faidesi ise ahirete âittir. Eğer namaz ve ibadetten dünyevî bir maksat niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz bâtıl olur. Bu sebeple, güneş veya ay tutulmaları halinde, onların açılması niyetiyle ve kasdıyla na­maz kılınmaz. Belki, güneş ve ayın tutulması zamanları bu çeşit ibadetin va­kitleri olarak bilinmeli ve sırf Allah’ın rızası kasdedilerek namaz kılınmalıdır. [24]
__________________________________________________________________________
Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 147-148.
[2] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 233; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 74; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1389.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 244.
[4] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 244-245; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 74.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 245; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 228; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 77.
[7] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 245.
[8] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 246-247.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228; İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 33.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 227-228.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228.
[12] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 228.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 351; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 422.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 424-425.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 251; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 426; Taberî, Tarih, c. 3, s. 56.
[16] Tevrat, Tesniye, Bab 20x10-15.
[17] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 291-292.
[18] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 234-235; İsfahanî, Delâilü’n-Nübüvve, s. 218-219; Bediüzzaman Said Nur­sî, Mektûbat, s. 135-136.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 1, s. 235; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 185; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 277-278.
[20] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 263; İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 433.
[21] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 1, s. 22.
[22] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 628.
[23] Buharî, Sahih, c. 2, s. 23-24; Müslim, Sahih, c. 3, s. 28-36.
[24] Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, c. 1, s. 31-33.

5 Aralık 2012 Çarşamba

İSLAM İLMİHALİ - Tilâvet Secdesi ve Şükür Secdesi

İSLAM İLMİHALİ
Altıncı Bölüm: NAMAZ
Onaltıncı Konu: SECDELERLE İLGİLİ MESELELER - 2
TİLÂVET SECDESİ
ŞÜKÜR SECDESİ 
     B) TİLÂVET SECDESİ
     Tilâvet secdesi, Kur'ân-ı Kerîm'de on dört yerde geçen secde âyetlerinden birini okumak veya işitmek durumunda yapılan secdeye denir. Peygamberimiz'in, içinde secde âyeti bulunan bir sûre okuduğunda secde ettiği, sahâbenin de onunla birlikte secde ettiği ve bazılarının alınlarını koyacak yer bulamadıkları rivayeti yanında bu konuya ilişkin olarak Peygamberimiz'in şöyle buyurduğu rivayet olunmaktadır:
     "Âdemoğlu secde âyetini okuyup secde edince, şeytan ağlar ve 'Vay benim halime! Âdemoğlu secde etmekle emrolundu ve hemen secde etti; cennet onundur. Ben ise secde etmekle emrolundum, ama secde etmekten kaçındım, bundan dolayı cehennem benimdir' diyerek oradan kaçar" (Müslim, "Îmân", 35).
     Secde âyetlerinin bir kısmında genel olarak müşriklerin yüce yaratıcının karşısında boyun bükmekten ve secde etmekten kaçındıkları anlatılmakta, bir kısmında ise müminler / muhataplar doğrudan secde etmekle emrolunmaktadır. Secde âyetlerinin bu muhtevası göz önünde bulundurulursa, bu âyetleri okuyan veya işiten kimsenin secde yapması, hem emre itaat etmek hem de secde etmekten kaçınanlara tepki göstermek ve muhalefet etmek anlamına gelmektedir. Bu bakımdan, tilâvet secdesiyle yükümlü olabilmek için her şeyden önce, dinlenen âyetin secde âyeti olduğunun bilinmesi gerekir. Dinlediği âyetler arasında secde âyeti bulunduğunu bilmeyen kişinin secde etmesi gerekmez. Meselâ teyp, radyo ve televizyonda okunan Kur'an'ı dinlerken secde âyeti geçse ve dinleyen kişi bunun secde âyeti olduğunu bilmiyorsa onun secde etmesini beklemek doğru olmaz. Fakat okunan Kur'an'ın meâli veriliyorsa ve dinleyen kişi üslûptan veya lafızdan secde etmenin uygun olacağını çıkarıyorsa secde etmesi gerekir. Çünkü, ya bütün mahlûkatın Allah'ı tesbih ve tâzim ettiği, iyi kullarının Allah'a secde ettikleri anlatılıyordur, ya da müşriklerin secde etmekten kaçındıkları söz konusu edilmiştir. Her iki halde de dinleyen kişinin, içinden müminlerin secde edişini tasvip, inanmayanların itaatsizliğini ise tekzip etmesi, bu duygusunun bir gösterimi ve dışa vurumu olarak da secde etmesi gerekir. Âlimlerin, secde âyetini telaffuz etmeksizin sadece gözüyle süzen kişinin secde etmesinin gerekmeyeceğini söylemeleri, gözüyle süzmenin okuma sayılıp sayılmayacağı tartışması yanında, secde âyetinin açıktan okunup ardından secde edilmesinin meydana getireceği izlenim ile de ilgilidir.
     Secde âyetini okuyan veya işiten her mükellefin secde etmesi gerekir. Tilâvet secdesi, ibadet içeriğinin ötesinde bir inanç anlamı ve bağlantısı içerdiği için, abdestsiz olan kişilerin, hatta hayızlı kadınların hemen secdeye kapanmalarının mümkün hatta gerekli olduğunu söyleyenler olmuşsa da, âlimlerin çoğunluğu tilâvet secdesi için abdest şartında ısrar etmişlerdir. Tilâvet secdesi yapmak, Hanefîler'e göre vâcip, diğer üç mezhebe göre ise sünnettir.
     Tilâvet secdesi şöyle yapılır: Başta, tilâvet secdesi yapacak kişinin abdestli, üstünün başının temiz ve avret yerlerinin de örtülü olması şarttır. Tilâvet secdesi yapmak niyetiyle abdestli olarak kıbleye dönülür ve eller kaldırılmaksızın "Allâhüekber" diyerek secdeye varılır. Üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" denildikten sonra yine Allâhüekber diyerek kalkılır. Bu secdede aslolan, yüzün yere konulması, yani secde edilmesidir. Secdeye giderken ve kalkarken "Allâhüekber" ve secde esnasında "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" denilmesi sünnettir. Aynı şekilde secdenin oturduğu yerden değil de, ayaktan yere inilerek yapılması, secde yapıp oturmak yerine ayağa kalkılması ve secdeden kalkarken "gufrâneke rabbenâ ve ileyke'l-masîr" denilmesi müstehaptır.
     Tilâvet secdesini hemen yerine getirmek mecburiyeti olmamakla birlikte, bu secdenin anlamına ve amacına uygun olan davranış, mümkünse secdenin hemen o anda yapılmasıdır. Meselâ, arabada giderken tilâvet secdesi yapması gereken kimse bunu ima ile yapabilir.
     Bir toplulukta Kur'an okunurken secde âyeti okunmuşsa, Kur'an okuyan kişinin kendisi öne geçerek tilâvet secdesini topluca yaptırması güzel olur. Bu secde yapılırken kadınlarla aynı hizada durulmuş olması problem teşkil etmez. Fakat herkes istediği gibi, bulunduğu yerde tek tek de secde yapabilir.
     Secde âyetinin namazda okunması durumunda tilâvet secdesinin nasıl yapılacağı hususunda öteden beri birçok görüş öne sürülmüş ve birtakım öneriler getirilmiştir. Genel olarak söylemek gerekirse, secde âyeti Alak sûresinde (96/19) olduğu gibi rek`atın sonuna tesadüf ediyorsa, tilâvet secdesi namaz secdeleriyle yerine getirilmiş olur; namazdan sonra ayrıca tilâvet secdesi yapılmaz. Hatta Hanefî mezhebinde, niyet etmesi durumunda, yapacağı rükûun da tilâvet secdesi yerine geçeceği kabul edilmiştir. Secde âyetini okuduktan sonra okumaya daha devam edecekse tilâvet secdesine varıp kalkması gerekir. Âlimlerin bu görüşlerine rağmen, elimizde Hz. Peygamber'in namazda tilâvet secdesi yaptığına ilişkin sağlıklı bilgi bulunmadığı gibi, namazdaki kişiden ayrıca bir de tilâvet secdesi yapmasını istemek yukarıda ortaya konulan anlam ve amaç çerçevesi içerisinde tutarlı ve gerekli değildir. Çünkü namaza durmuş olan kimse, lisân-ı hâl ile, zaten yaratıcısına karşı bir muhalefet içerisinde olmadığını, aksine bir boyun büküş ve tevazu içerisinde olduğunu göstermekte ve ayrıca namaz gereği rükû ve secde yapmaktadır. Bu bakımdan, namaz esnasında yapacağı secdelerin aynı zamanda tilâvet secdesi görevi de göreceğini söylemek daha mâkul ve namaz disiplini bakımından daha uygun gözükmektedir.
     Secde âyetlerinin hangileri olduğunu görmek için şu âyetlere bakılması ve bu âyetlerin meâllerinin okunması uygun olur:
     el-A`raf 7/206; er-Ra`d 13/15; en-Nahl 16/49; el-İsrâ 17/107; el-Meryem 19/58; el-Hac 22/18; el-Furkan 25/60; en-Neml 27/25; es-Secde 32/15; Fussılet 41/37; Sâd 38/24; en-Necm 53/62; el-İnşikak 84/21; el-Alak 96/19.

     C) ŞÜKÜR SECDESİ
     Şükür secdesi bir nimetin kazanılmasından veya bir felâket ve musibetin atlatılmasından dolayı kıbleye dönerek tekbir alıp secdeye varmak, secdede iken Allah'a hamd ve şükür ettikten sonra yine tekbir alarak ayağa kalkmaktır.
     Hz. Peygamber'in ve ashabın ileri gelenlerinden birçoğunun çeşitli sebeplerle şükür secdesi yaptıklarına dair rivayetler bulunduğu için şükür secdesi bu gibi durumlarda müstehap kabul edilmiştir. Bu bakımdan bir kimse kendisi için önemli olan bir sonuca ulaştığı ve yine kendisi için tehlikeli olan sonuçtan beri olduğu her durumda şükür secdesine kapanabilir.

Ey Yar

Ey Yar
Avuçlarıma düşmüş yağmur taneleriydin,
Gözlerim seni iyi tanır.
Alelade bir yürek değildi,
Ortaya koyduğum.
Rüzgarın ve denizin sesinde saklıydı,
Sana seslenişim.
Sen hep zahirde aradın beni.
Oysa ey yar, bilmez misin ki!
Rüzgarı hissedersin ama
Ne dokunabilir ne görebilirsin.
Suyu görür ama tutamazsın
kayıp gider avuçlarından...
Benide zahirde aradığın için
bir türlü göremeyişin bundan.
Hele hele tam içinde saklanmıştım da,
Sen içine bir türlü dönemediğin için
beni hiç görememiştin.
Hep uzaklarda sanmış ve oralarda aramıştın.
Oysa ben, sen kadar yakın ve
için kadar uzaktım..
Bir bilebilseydin...
şhda

4 Aralık 2012 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER ... ŞEFAAT

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET ve KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
İkinci Bab: Kıyamet Ahvali
Beşinci Fasıl: ŞEFAAT

     UMUMİ AÇIKLAMA:
     "Şefaat", en-Nihaye'ye göre; lügat olarak insanların arasında cereyan eden cürüm ve zünubun affını taleb etmektir. Bu talebi, yani şefaatte bulunmayı kabul edene şâfî, şefi' ve müşeffi' denir. Dilimizde kısaca şefaatci deriz. Şefaati kabul edilene de müşeffa denir.
     Hadislerde dünya ve ahiret işleri için şefaat meselesi sıkça geçer. Kelimenin burada anlaşılan manası dışında başka kullanışları da var. Ancak mevzumuzun dışında kalır. Şefaatle ilgili açıklamalar, başka vesilelerle daha önce de geçti. Bu kısımda şefaatle ilgili hadislerin açıklaması zımnında da bazı teferruata yer vereceğiz.
* Resulullah dünyevî işlerde şefaatte bulunmayı tavsiye ve teşvik eder. Sadece hududa giren cürümlerin affı, tahfifi gibi hususlarda şefaat yasaklanmıştır. Bunun dışındaki her çeşit meselede -yeter ki başkasının hukukunu zayi etmeye müncer olmasın- şefaat teşvik edilmiştir.
* Uhrevî şefaat meselesinde Ehl-i Sünnet icma eder. Bazı dalalet fırkaları uhrevî şefaati inkâr etmiştir. Ahirette şefaatin hak olduğunda ihtilaf yoksa da, bazı teferruatta Ehl-i Sünnet de ihtilaf etmiştir. 
     Kadı İyaz der ki: "Ehl-i Sünnete göre, şefaat aklen caiz, şu ayetlerin sarahatine göre de rivayeten vacibtir: "O gün Rahman'ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez" (Tâ-Ha 109). Keza: "Onlar, Allah'ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler..." (Enbiya 28). Başka ayetler de var. Bu hususta Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in haberi de çoktur. Öyle ki, miktarı tevatür derecesine ulaşmıştır. Ahirette Aleyhissalâtu vesselâm'ın günahkâr mü'minlere şefaat edeceği hususunda selef, halef ve daha sonra gelen Ehl-i Sünnet icma etmiştir.
     Günahkârların cehennemde ebedî kalacağı itikadında olan Haricîlerle bir kısım Mu'tezile mensupları şefaati reddederler. Delilleri şu ayettir: "Şefaat edeceklerin şefaati onlara bir fayda vermez" (Müddessir 48). Keza: "Onları o yakın gün ile korkut ki, yürekleri ağızlarına gelir ve dehşetle yutkunur dururlar. Artık zalimler için ne bir samimi dost vardır, ne de sözü dinlenir bir şefaatci" (Mü'min 18). Bu ayetler kâfirler hakkındadır.
     Bunların şefaatle ilgili hadisleri "ahirette derecelerin artmasına mütealliktir" şeklindeki te'villerine gelince, bu te'vil batıldır. Hadislerin elfazı onların görüşlerinin batıl olduğu ve ateş vacib olanların cehennemden çıkarılacakları hususunda sarihtir. Ancak şunu da belirtelim ki, şefaat beş kısımdır:
1) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a mahsus olan: Bu şefaat, Mevkıf'ın korkusundan teskin ve hesabın tâcili ile ilgilidir.
2) Bir grup insanın hesapsız olarak cennete girmesiyle ilgili olanı. Müslim'de gelen bir rivayet bunun da Peygamberimiz Aleyhissalâtu vesselâm'a has olduğunu belirtmektedir.
3) Ateş vacib olan bir kısım insanlara Resulullah ve Allah'ın dilediği başka kimselerin yapacağı şefaat.
4) Günahkârlardan ateşe girenler hakkındaki şefaat. Bunların cehennemden Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)'in, meleklerin ve mü'min kardeşlerinin şefaatiyle çıkacakları hususunda pek çok hadis gelmiştir. Nitekim şu hadiste ifade edildiği üzere Lailaheillallah diyen herkesi Allah ateşten çıkaracaktır. "Cehennemde sadece kâfirler kalır."
5) Cennet ehlinin, cennetteki derecesinin artmasını sağlayacak şefaat.

1. (5089)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Her peygamberin müstecab (Allah'ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde,ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı ahirete bıraktım). Ona inşaAllah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır."
[Buhârî, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizî, Daavat 141, (3597).]

AÇIKLAMA:
1- Bu hadise göre "her peygamberin müstecab olan sadece bir duası var olduğu" manası çıkmaktadır. Halbuki, başta Resulullah olmak üzere bütün peygamberlerin nice duaları makbul olmuştur. Ortada bir müşkil gözükmekte ise de, alimler: "Burada kastedilen kabul edileceği kesin olan duadır, diğer dualarında esas olan kabulü hususunda ümiddir, "kesinlik" yoktur" diyerek cevap vermişlerdir.
* Bazısı: "En efdal duasıdır, başka duaları da var" demiştir.
* Bazısı: "Her birinin ümmeti hakkında müstecab umumi bir duası vardır; ya helak olmaları, ya da kurtuluşa ermeleri için. Hususi dualara gelince, bunların bir kısmı müstecabtır, bir kısmı değildir" demiştir.
* Bazısı: "Her bir peygamberin bir duası vardır, onu şahsı veya dünyası için kullanır. Tıpkı Hz. Nuh aleyhisselam'ın: "Ey Rabbim, kâfirlerden yeryüzünde tek bir kişi bırakma" (Nuh 26) diye yaptığı dua, 
Hz. Zekeriya aleyhisselam'ın: "(Rabbim) sen yüce katından bana bir veli bağışla!" (Meryem 5) diye yaptığı dua ve Hz. Süleyman aleyhisselam'ın "Benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et!" (Sad 35) diye yaptığı gibi" demiştir.
2- Hadis, bütün duaların -peygamberler bile yapmış olsa- istendiği şekilde kabul edilmeyeceğini gösteriyor. Ancak her duaya bir cevap olacağını daha önce belirtmiştik.
Resulullah, ümmetinden (yani ümmet-i da'vetten, ümmet-i icabetten değil) bir kısmına beddua ettiği vakit, "Kullarımın tedbir ve idaresinden senin elinde bir şey yoktur ve sen onların inkârlarından mes'ul değilsin. Allah dilerse onlara tevbe nasib eder, dilerse zalim oldukları için azab verir" (Al-i İmran 128) ayeti nazil olmuş ve bundan Resulullah'ı menetmiştir. (***)
______________
(***) Resûlullah Uhud savaşında yaralanınca: "Peygamberlerini yaralayan bir kavme Allah nasıl felâh verir?.." diye bedduada bulunmuştu. Bunun üzerine kaydettiğimiz âyet nâzil oldu. Ayet-i kerimenin ifade ettiği üzere, bilahare, o savaşa katılan niceleri İslâm'a girmiş ve İslâm'ın inkişafında fevkalade hizmetler vermiştir. Hâlid İbnu Velîd radıyallahu anh gibi.

3- İbnu Battal der ki: "Bu hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın diğer peygamberlere olan bir üstünlüğü beyan edilmektedir: "Makbul duada, ümmetini kendisine ve ehl-i beytine tercih etmektedir. Keza diğer bir kısım peygamberler kavimlerinin helaki için bu duayı kullanırken, Aleyhissalâtu vesselâm helak-ı ümmet için de bunu kullanmamıştır."
     İbnu'l-Cevzî de şu yorumu ilave eder: "Bu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hüsn-i tasarrufunun ve kesret-i kereminin de bir ifadesidir. Çünkü duayı en uygun yerde kullandı. Şöyle ki: Ümmetini kendine tercih etti; isabetli karar vermesinin de bir ifadesidir, çünkü duasını, ümmetinden, bu duaya en çok muhtaç olanlara yani günahkârlara ayırdı. Gerçekten günahkârlar ona, muti olanlardan daha ziyade muhtaçtır."
     Nevevî de şöyle der: "Bu hadis, Aleyhissalâtu vesselâm'ın ümmetine karşı duyduğu kemal mertebesindeki şefkat ve re'fetini, ümmetin menfaatine olan hususlarda itina ve dikkatini göstermektedir. Ümmetine olan bu şefaati ve yakın ilgisi sebebiyle, müstecab duasını, ümmetin en mühim ihtiyaç anına sakladı."
4- Hadiste geçen "Şefaatim ümmetimden şirk koşmadan ölenlere ulaşacaktır" ibaresinden, Ehl-i Sünnet "Kebairde ısrar bile etmiş olsa, mü'min olarak ölen, cehennemde ebedî kalmayacaktır" hükmüne bir delil bulmuştur.

2. (5090)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir."
[Tirmizî, Kıyamet 12, (2437); Ebu Davud, Sünnet 23, (4739); İbnu Mace, Zühd 37, (4310).]
     Tirmizî, şu ziyadeyi kaydeder: "Hz. Cabir (radıyallahu anh) dedi ki: "Kebair (büyük günah) ehli olmayanın şefaate ne ihtiyacı var!"

AÇIKLAMA:
     Hadis, kebair işlemiş olması sebebiyle kendisine cehennem gereken kimseye şefaat sebebiyle ateşe girmeyeceğini, Lailahe illallah Muhammeder rasulullah diyenlerden günahı sebebiyle ateşe girenlerin yine şefaat sayesinde cehennemden çıkarılacaklarını ifade etmektedir. Hadisi Tîbî: "Helak olanları kurtaracak olan şefaatim büyük günah işleyenlere hastır" diye anlamıştır. Şefaatle ilgili bazı teferruatı umumî açıklamada kaydettik.

3. (5091)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Kıyamet gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Hz. Adem aleyhisselam'a gelip: "Evlatlarına şefaat et!" diye talepte bulunacaklar. O ise: "Benim şefaat yetkim yok. Siz İbrahim aleyhisselam'a gidin! Çünkü o Halilullah'tır" diyecek. İnsanlar Hz. İbrahim'e gidecekler.
     Ancak o da: "Ben yetkili değilim! Ancak Hz. İsa'ya gidin. Çünkü o Ruhullah'tır ve O'nun kelamıdır!" diyecek.
     Bunun üzerine O'na gidecekler. O da: "Ben buna yetkili değilim. Lakin Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e gidin!" diyecek.
     Böylece bana gelecekler. Ben onlara: "Ben şefaate yetkiliyim!" diyeceğim. Gidip Rabbimin huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup, Allah'ın ilham edeceği ve şu anda muktedir olamayacağım hamdlerle Allah'a medh'u senada bulunacak, sonra da Rabbime secdeye kapanacağım.
     Rabb Teala: "Ey Muhammed! Başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine gelecektir! Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir!" buyuracak. Ben de: "Ey Rabbim! Ümmetimi, ümmetimi istiyorum!" diyeceğim. Rab Teala: "(Çabuk onların yanına) git! Kimlerin kalbinde buğday veya arpa danesi kadar iman varsa onları ateşten çıkar!" diyecek. Ben de gidip bunu yapacağım! Sonra Rabbime dönüp, önceki hamd u senalarla hamd ve senalarda bulunacağım, secdeye kapanacağım. Bana, öncekinin aynısı söylenecek.
     Ben de: "Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetim!" diyeceğim. Bana yine: "Var, kimlerin kalbinde hardal danesi kadar iman varsa onları da ateşten çıkar!" denilecek. Ben derhal gidip bunu da yapacak ve Rabbimin yanına döneceğim. Önceki yaptığım gibi yapacağım.
     Bana, evvelki gibi: "Başını kaldır!" denilecek. Ben de kaldırıp: "Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetim!" diyeceğim. Bana yine: "Var, kalbinde hardal danesinden daha az miktarda imanı olanları da ateşten çıkar!" denilecek. Ben gidip bunu da yapacağım.
Sonra dördüncü sefer Rabbime dönecek, o hamdlerle hamd u senada bulunacağım, sonra secdeye kapanacağım. Bana: "Ey Muhammed! Başını kaldır ve (dilediğini) söyle, sana kulak verilecektir! Dile, talebin verilecektir! Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir!" denilecek.
     Ben de: "Ey Rabbim! Bana Lailahe illallah diyenlere şefaat etmem için izin ver!" diyeceğim. Rabb Teala: "Bu hususta yetkin yok! -veya: Bu hususta sana izin yok!- Lakin izzetim, celalim, kibriyam ve azametim hakkı için lailahe illallah diyenleri de ateşten çıkaracağım!" buyuracak."

[Buhârî, Tevhid 36, 19, 37, Tefsir, Bakara 1, Rikak 51; Müslim, İman 322, (193).]

4. (5092)- Yine Sahiheyn ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den kaydettikleri bir rivayet şöyledir:
     "Biz bir davette Resulullah ile beraberdik. Ona sofrada hayvanın ön budu(ndan bir parça) ikram edildi. Bud hoşuna giderdi. Ondan bir parça ısırdı ve:
     "Ben kıyamet günü ademoğlunun efendisiyim! Acaba bunun neden olduğunu biliyor musunuz? (Açıklayayım): "Allah o gün, öncekileri ve sonrakileri tek bir düzlükle toplar. Bakan onlara bakar, çağıran onları işitir. Güneş onlara yaklaşır. Gam ve sıkıntı, insanların tahammül edemeyecekleri ve takat getiremeyecekleri dereceye ulaşır. Öyle ki insanlar: "İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musunuz, sizlere şefaat edecek birini görmüyor musunuz?" demeye başlarlar. Birbirlerine:
     "Babanız Adem var!" derler ve ona gelerek: "Ey Adem! Sen insanların babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı, kendi ruhundan sana üfledi. [Bütün isimleri sana öğretti]. Meleklerine senin önünde secde ettirdi. Seni cennete yerleştirdi. [Allah katında itibarın, makamın var.] Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim şu halimizi, başımıza şu geleni görmüyor musun?" derler. Adem aleyhisselam da:
     "Bugün Rabbim çok öfkelidir, daha önce bu kadar öfkelenmedi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek.
(Esasen şefaate benim yüzüm yok, çünkü, cennette iken, Allah) beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa asi oldum. [Ben cennette iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıkarıldım. Bugün günahlarım affedilirse bu bana yeter]. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin. Nuh aleyhisselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar Nuh aleyhisselam'a gelecekler:
     "Ey Nuh! sen yeryüzü ahalisine gönderilen resullerin ilkisin. Allah seni çok şükreden bir kul
(abden şekûrâ) diye isimlendirdi. İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun? Başımıza gelenleri görmüyor musun? Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın?" diyecekler. Nuh aleyhisselam da şöyle diyecek:
     "Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce hiç bu kadar öfkelenmedi, bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek! Benim bir dua hakkım vardı. Ben onu kavmimin aleyhine
(beddua olarak) yaptım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin. İbrahim aleyhisselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar İbrahim aleyhisselam'a gelecekler:
     "Ey İbrahim! Sen Allah'ın peygamberi ve arz ahalisi içinde yegâne Halili'sin. Bize Rabbin nezdinde şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?" diyecekler. İbrahim aleyhisselam onlara: "Rabbim bugün çok öfkeli. Bundan önce bu kadar öfkelenmemişti, bundan sonra da bu kadar öfkelenmeyecek.
(Şefaat etmeye kendimde yüz de bulamıyorum. Çünkü ben) üç kere yalan söyledim!" deyip, bu yalanlarını birer birer sayacak. Sonra sözlerine şöyle devam edecek: "Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Musa aleyhisselam'a gidin!" İnsanlar, Hz. Musa aleyhisselam'a gelecekler ve:
     "Ey Musa! Sen Allah'ın peygamberisin. Allah seni, risaletiyle ve hususi kelamıyla insanlardan üstün kıldı. Bize Allah nezdinde şefaatte bulun! İçinde bulunduğumuz hali görmüyor musun?" diyecekler. Hz. Musa da: "Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce böylesine öfkelenmedi, bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen Rabbim nezdinde şefaate yüzüm de yok. Çünkü) ben, öldürülmesi ile emrolunmadığım bir cana kıydım.
[...Bugün ben mağfirete mazhar olursam bu bana yeterlidir.] Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Hz. İsa aleyhisselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar Hz. İsa'ya gelecekler ve:
     "Ey İsa, sen Allah'ın peygamberisin ve Meryem'e attığı bir kelamısın ve kendinden bir ruhsun. Üstelik sen beşikte iken insanlara konuşmuştun. Rabbin nezdinde bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun?" diyecekler! Hz. İsa aleyhisselam da:
     "Bugün Rabbim çok öfkeli. Daha önce bu kadar öfkelenmedi, bundan böyle de hiç bu kadar öfkelenmeyecek!" diyecek. -Hz. İsa şahsıyla ilgili bir günah zikretmeksizin- 
(Bir başka rivayette): ["Beni, Allah'tan ayrı bir ilah edindiler. Bugün bana mağfiret edilirse bu bana yeter."] Nefsim! Nefsim Nefsim! Benden başkasına gidin! Muhammed aleyhissalatı vesselam'a gidin!" diyecek. İnsanlar Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelecekler, bir diğer rivayette: "Bana gelirler!" denmiştir- ve:
     "Ey Muhammed! Sen Allah'ın peygamberisin, bütün peygamberlerin sonuncususun. Allah senin geçmiş, gelecek bütün günahlarını mağfiret buyurdu. Bize Rabbin nezdinde şefaatte bulun. Şu içinde bulunduğumuz hali görmüyor musun?" diyecekler. Bunun üzerine ben Arş'ın altına gideceğim. Rabbim için secdeye kapanacağım. Derken Allah, benden önce hiç kimseye açmadığı medh u senaları benim için açacak [Ben onlarla Rabbime medh u senalarda bulunacağım]. Sonra:
     "Ey Muhammed başını kaldır ve iste! (İstediğin) sana verilecek! Şefaat talep et! Şefaatin yerine getirilecek!" denilecek. Ben de başımı kaldıracağım ve: "Ey Rabbim; ümmetim! Ey Rabbim; ümmetim! Ey Rabbim; ümmetim!" diyeceğim. Bunun üzerine:
     "Ey Muhammed! Ümmetinden, üzerinde hesap olmayanları cennet kapılarından sağdaki kapıdan içeri al! Esasen onlar diğer kapılarda da insanlara ortaktırlar!" denilecek."
     Resulullah sonra şöyle buyurdular: "Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun. Cennet kapısının kanatlarından iki kanadının arasındaki mesafe Mekke ile Hacer arasındaki veya Mekke ile Busra arasındaki mesafe kadardır."

[Buhârî, Enbiya 3, 8, Tefsir, Benî İsrail 5; Müslim, İman 327, (194); Tirmizî, Kıyamet 11, (2436).]

     Hz. İbrahim aleyhisselam'ın kıssasıyla ilgili bir rivayette şu ziyade var: [Hz. İbrahim, (insanlar, şefaat etmesi için kendine geldikleri zaman, Allah'a şefaat talebinde bulunmasına mani olan üç günahı olarak yıldızlar hakkında sarfettiği "İşte bu Rabbim" (En'am 76) sözünü, atalarının putları hakkında sarfettiği "Belki de bu (putları kırma) işini onların en büyüğü yapmıştır" (Enbiya 63) sözünü ve bir de: "Ben gerçekten hastayım" (Saffat 89) sözünü zikretti."

AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resulullah: "Kıyamet günü ben ademoğlunun efendisiyim" buyurmaktadır. Bunu şarihler, başka rivayetlere dayanarak: "Bütün peygamberler, Aleyhissalâtu vesselâm'ın sancağı altında olacaklar. Çünkü O, makam-ı mahmud üzere haşrolacaktır" diye açıklarlar.
2- Peygamberlerin "günah" olarak beyan ettikleri özürler, aslında günah değildir. Bu hatalarından hepsi mağfiret-i İlahiyeye mazhar olmuşlardır. Kendilerini günahkâr olarak tarif etmeleri tevazu içindir.
     Beyzâvî: "..Allah'tan en çok korkan, Allah'a makam itibariyle en ziyade yakın olan ve Allah'ın mağfiretine en ziyade erendir" der. O sözleriyle esas beyan etmek istedikleri husus, kendilerine kıyamet günü şefaat etme yetkisinin tanınmamış olmasıdır. O yetki, rivayette de sarih olarak görüldüğü üzere makam-ı mahmud ve liva-i hamd sahibi, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm)'ya tanınmıştır. Makam-ı mahmud, herkesin hamd ile tebcil edeceği muazzam makam demektir. Hamdin hakikatıyla ilgili olan mutlak yakınlık (kurb-i mutlak) makamı ki hadis-i şeriflerde bunun, livau'l hamd altındaki şefaat-i kübra makamı olduğu ifade edilmiştir.
3- Başka rivayetlerde, gelen bazı ziyadeleri köşeli parantez arasında göstererek bir kısım gerekli açıklamaları metin içinde yapmış durumdayız. Bu açıklamaların ortaya koyduğu bir husus, önceki peygamberlerin ittifakla: "Bugün günahım affedilir, mağfirete mazhar olabilirsem bu bana yeter" demiş olmasıdır. Böylece Mevkıf'ın korkunç ahvali içerisinde, peygamberler dahil herkesin kendi nefsinin derdine düşeceği anlaşılmaktadır. Bu durumdan sadece Resul-i Ekrem müstesnadır. O, Cenab-ı Hakk'ın kendisine tanıdığı "dua hakkı"nı ümmetinin affı için kullanacaktır. Aleyhi efdalu's salavat ve ekmeli't teslimat.
4- Resulullah'ın geçmiş ve gelecek günahlarının affedildiğini ifade eden ayet (Feth 2) müfessirlerce farklı anlamalara sebep olmuştur: Affedilen bu "geçmiş" ve "gelecek" günahlar nelerdir, bunlardan ne kastedilmiştir?
* Bazıları: "Mütekaddim olanlar peygamberlikten öncekilerdir; müteahhir olanlar ismettir (yani korunmasıdır)" demiştir.
* Bazıları: "Sehiv ve te'ville vaki olanlardır" demiştir.
* Bazıları: "Mütekaddim olanlar Hz. Adem'in günahıdır, müteahhir olanlar ümmetinin günahıdır" demiştir.
* Bazıları: "Hata yapılacak olsa mağfurdur" demiştir.
Başka te'viller de yapılmıştır. Sadedinde olduğumuz makamda, dördüncü te'vilin uygun olduğu belirtilmiştir.
5- Hadiste, Hz. Nuh'a: "Sen yeryüzü ahalisine gönderilen resullerin ilkisin" denmektedir. Halbuki Hz. Adem ilk peygamberdir. Bu müşkile şu açıklama yapılmıştır:
* Hz. Adem zamanında yeryüzünde ahali yoktu. O tek başına geldi. İnsanlar onun evlatları olarak çoğaldı. Halbuki Hz. Nuh gelince yeryüzünde insanlar vardı.
* Diğer bir açıklama şöyle: Hz. Adem'in peygamberliği, evlatlarına karşı "çocukların terbiyesi" şeklinde idi.
* Şu da muhtemel görülmüştür: "Hz. Nuh, kendi çocuklarına ve değişik bölgelere dağılmış olan diğer cemaatlere gönderilmiştir. Hz. Adem ise, tek bir beldede toplu halde bulunan kendi çocuklarına gönderilmiştir."
     Hz. Nuh'un çok şükreden bir kul olarak tesmiyesi, bu manadaki bir ayete işarettir (İsra 3).
Abdurrezzak'ta gelen bir rivayet onun bu vasfının nasıl olduğunu açıklar: "Nuh aleyhisselam helaya gidince şöyle derdi: "Lezzetiyle beni rızıklandıran, bende kuvvetini ibka edip, benden ezasını gideren Allah'a hamd olsun."

5. (5093)- Yezid İbnu Süheyb el-Fakir anlatıyor: "Haricîlerin görüşlerinden biri içime işlemişti, haccetmek, sonra da (propaganda yapmak üzere) insanların karşısına çıkmak arzusuyla, kalabalık bir grup içerisinde yola çıktık. Medine'ye uğradık. Orada Cabir İbnu Abdillah (radıyallahu anh), insanlara hadis rivayet ediyordu. Bir ara cehennemlikleri zikretti. Ben: "Ey Resulullah'ın arkadaşı! Sen ne konuşuyorsun? Halbuki Allah Teala hazretleri: "(Ey Rabbim!) Ateşe kimi atarsan mutlaka onu rezil rüsvay edersin" (Al-i imran 192); "Ateşten her çıkmak isteyişlerinde oraya geri çevrilirler" (Secde 20) buyurmaktadır" dedim. Hz. Cabir:
"Sen Kur'an'ı okuyor musun?" dedi. Ben de:
"Evet!" dedim.
"Öyleyse onun evvelini oku! Çünkü o, küffar hakkındadır!" dedi ve sonra ilave etti:
"Sen, Allah'ın Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i dirilteceği makam-ı mahmudu işittin mi?"
"Evet!" dedim. Dedi ki:
"O, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'e mahsus mahmud makamdır. Allah Teala hazretleri o makamın hatırına, cehennemden çıkaracaklarını çıkarır!"
(Hz. Cabir) sonra, sırat köprüsünün konuluşunu ve üzerinden insanların geçişini tavsif etti. Biz:
"Bu ihtiyarın, Aleyhissalâtu vesselâm hakkında yalan söyleyeceğini mi zannedersiniz?" dedik ve Haricîlikten rücû ettik. Hayır! Vallahi bizden bir kişiden başka, Haricîlikte kalan olmadı." [Müslim, İman 320, (191).]

AÇIKLAMA:
Rivayet, ravimiz Yezid el-Fakir'in bir müddet Haricîlerin temel akidelerini benimsediğini göstermektedir. Bu akide de büyük günah işleyenlerin ebedî olarak cehennemde kalacaklarıdır. Bu batıl inancı benimseyen bir grupla hacca giden Yezid, hacc esnasında Medine'ye uğrar ve orada yüce sahabi Hz. Cabir (radıyallahu anh)'le karşılaşıp, onu dinleme şerefine erer. Hz. Cabir, ebedî cehennemde kalacakları ifade eden ayetin kâfirler hakkında nazil olduğu hususunda Yezid ve arkadaşlarını ikna eder. Böylece o gruptan bir kişi hariç hepsi Haricî fikirleri terkederler.

6. (5094)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Kıyamet günü, cehennemliklerin, dünyada en müreffeh olanı getirilerek ateşe bir kere batırılacak. Sonra: "Ey ademoğlu, denilecek. (Cehennemde) hiç nimet gördün mü? Sana hiç hayır uğradı mı?"
     "Hayır! Ey Rabbim, vallahi hayır!" diyecek. Sonra cennetlikler den dünyada en fakir olan getirilecek. O da cennete bir sokulup, çıkarılacak ve kendisine:
     "Ey ademoğlu (cennette) hiç fakirlik gördün mü, hiç sıkıntı çektin mi?" denilecek. O da: "Hayır! Vallahi ya Rabbi! Başımdan hiç fakirlik geçmedi, hiçbir sıkıntı çekmedim" diyecek."

[Müslim, Münafıkûn 55, (2807).]

AÇIKLAMA:
     Bu hadis, dünyadaki azab ve nimetin ahirette tamamen sona erdiğini ifade ediyor. Öyle ki: Dünyada en büyük nimete kavuşmuş olan kimse, cehennemde bu nimetlerin hiçbir fayda vermediğini görüyor. Cennetlik kimse de, dünyada çektiği en ağır sıkıntılardan hiçbir şey kalmadığını görüyor. Bu kimsenin cennete daldırılması, belki de cennetin Kevser'ine sokulup çıkarılmasıdır.

7. (5095)- Yine Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Allah Teala hazretleri azabı en hafif olan cehennemliğe: "Eğer dünya her şeyiyle senin olsaydı, şu azabdan kurtulmaya bedel, fidye olarak verir miydin?" diye soracak. Adam:
     "Evet!" diyecek. Rabb Teala bunun üzerine:
     "Sen daha Hz. Adem'in sulbünde iken ben senden, bundan daha hafifini istemiş: "Bana hiçbir şeyi ortak kılma da seni ateşe sokmayayım, cennete koyayım" demiştim. Sen buna yanaşmadın, şirke girdin" buyuracak."

[Buhârî, Rikak 51, 49, Enbiya 1; Müslim, Münafikûn 51, (2805).]

8. (5096)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde oldukları zaman ölüm getirilir. Cennetle cehennemin arasına konup orada kesilir. Sonra bir münadi nida eder: "Ey ehl-i cennet! Artık ebediyet var, ölüm yok! Ey ehl-i nar! Artık ebediyet var, ölüm yok! Cennetliklerin sürûru bununla daha da artar. Cehennemliklerin de hüznü artar."
[Buhârî, Rikak 50, 51; Müslim, Cennet 43, (2850).]

3 Aralık 2012 Pazartesi

HAYATIMIZA YÖN VERECEK AYETLER 16 ARALIK PAZAR 11:00 da

KELİMELER - KAVRAMLAR //\\ RAFİZİLİK


KELİMELER - KAVRAMLAR
RAFİZİLİK

     İslâm mezhebleri tarihinde ele alınan fırkaların biri. Rafizilik birden fazla isimle tanınmaktadır. Bunların başında da Şia ve kolları gelmektedir. Mesela, Şia'nın en yaygın kolu olan İmamiyye fırkası, inançlarının temeline "imam" anlayışını koymaları yönüyle İmamiyye adıyla tanınırken: On iki İmama inanmaları ve onları esas almaları yönüyle İsnâ Aşeriyye; On iki imamdan yedincisi olan Cafer-i Sadık'ı amelde ve itikatta esas almalarından dolayı da Caferiyye olarak bilinmektedirler. Rafizilik Fırkası da bunun örneklerinden birisidir. Bu fırkaya bu ismin verilmesi ve böyle bir fırkanın varlığı konusunda bazı farklı görüşlere rastlanmaktadır.
     Rafizilik ismi, bazı müelliflere göre Şiiler için kullanılan isimlerden birisidir. Ebû Hasan el-Eşarî'ye göre, Rafizilik, İmamiyye'nin başka bir adıdır. Zira O, Rafiziliği Zeydiler ve Gulat fırkalarıyla birlikte Şia'nın üç fırkasından birisi olarak göstermektedir. el-Eşarî bu ismin verilmesine sebep olarak da, Zeyd b. Ali'nin terk edilmesi olayını göstermektedir (Eşari, Mukalatül-İslamiyyin, İstanbul 1928, s. 10, 29).
     Malati de, Rafıza kelimesinin İmâmiyye ile aynı fırkaya işaret ettiğini belirtmekle beraber, Rafizileri, Zeydiyye'nin onsekiz fırkasının sonuncusu olarak saymaktadır (Malati, et-Tenbih ve'r-Redd, 1936, IX, 14).
     Mezhebler tarihinde önemli bir kaynak olarak bilinen el-Fark Beynel-Fırak'ın Müellifi Abdulkahir Bağdadi ise, Zeydiyye, İmamiyye ve Keysaniyye fırkalarını ve kollarını "Ravafız" başlığında ele almakta, yani bu üç fırkayı Rafizilerden saymaktadır. Bu tasnife göre Rafizilik bir anlamda Şiilik ile aynı fırka olarak görülmektedir. Zira, Bağdadi, eserinin tasnifinde "Ravafız" başlığının dışında ayrıca Şiilik ayrımına gitmemekte ve diğer Şii fırkalarını bu başlık altında ele almaktadır (Bağdadi, el-Fark Beynel-Fırak, Beyrut (t.y.), s. 29 vd.).
     Bu fırkaya Rafizilik isminin verilmesi ile ilgili olarak gösterilen olaya gelince; Bilindiği üzere, Emevilere karşı Ehli Beyt adına ilk ayaklanmayı yapan Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd b. Ali (80-122/699-740) dir. Zeyd b. Ali, Ehl-i Beyt içinde gerçekten bilgili ve fakih bir zât idi. Devrin ileri gelen müslümanları gibi o da, Emeviler'in kötü idaresinden ve zulümlerinden şikayetçi idi. Sadece şikayetçi olmaktan öte, aynı zamanda bu durumu devrin hükümdarı olan Hişam b. Abdilmelik'e açıkça söyleyen birisiydi. Fakat ne yazık ki bu ikazları fazla etkili olmuyordu.
     Bu pasif ikazlarının etkili olmaması üzerine Zeyd b. Ali, Kufe'ye geçer ve Emevî hükümdarına isyan için zemin hazırlamaya başlar. Halkın nabzını yoklar, kardeşi Ebû Cafer Muhammed el-Bakır ile istişare eder. O kendisine, Kufelilere güvenilemeyeceğini söylerse de, onu dinlemez. Kufe'de kendisine bey'at eden onbeş bin kişi ile birlikte zamanın Kufe-Basra valisi Yusuf b. Ömer es-Sakafi (127/744) ye karşı H. 122/M. 740 yılında ayaklanır.
     Savaş devam ederken ve Zeyd b. Ali'nin üstünlüğü söz konusu iken, Hişam'ın casusları, Zeyd b. Ali'nin taraftarlarını o gün için güncel ve hassas olan bazı konularda tereddüde düşürürler. Bir taraftan eğer bu hareket devam ederse Hişam'ın Küfe halkının bütün mallarına el koyacağı sözünü yayarken, diğer taraftan da Zeyd b. Ali'den Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hakkında görüşünü sormasını isterler. Bunun üzerine, onlardan bir grup, Zeyd'e gelerek; "Gerçek şu ki, biz düşmanlarına karşı sana, atan Ali b. Ebî Talib'e haksızlık eden Ebû Bekir ve Ömer hakkında görüşünü söyledikten sonra yardım edeceğiz" derler. Bu soru karşısında Zeyd, "Bu ikisi hakkında iyilikten başka bir şey söyleyemem ve babamdan da onlar hakkında iyilikten başka bir şey söylediğini işitmedim. Ben, atam Hüseyin'i öldüren ve el-Harra gününde Medine'ye saldıran, sonra da Allah'ın evini (Kabe) mancınıkla taşa tutup ateşe veren Ümeyye oğullarına karşı ayaklandım" der. Bu cevap üzerine onlar, Zeyd'i terkederler. O da, onlara, "Beni bırakıp kaçtınız, terkettiniz" der. Bunun Arapçasında "Râfaztumunî" ifadesi geçmektedir. İşte bundan dolayı bunlara o günden beri "Rafızî" denmiştir. Sonuç olarak Zeyd'in yanında çok az sayıda insan kalmıştır. Zeyd ve çok az sayıdaki arkadaşları son nefeslerine kadar çarpışırlar. Zeyd şehit edilir. Sonra cesedi kabrinden çıkarılarak asılır ve daha sonra da yakılır (E. Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhebleri, Ankara 1980, s. 92; Bağdadi, el-Fark Beynel-Fırak, Çev. E.Ruhi Fığlalı, s. 36-37).
     İşte burada sözü edilen Rafizilik fırkasının ismi ve ortaya çıkışı bu olay ile başlamıştır. Bu olaydan sonra Kufeliler vefasızlık ve cimrilikle vasıflandırılmıştır. O kadar ki, bu iki hususla ilgili olarak onlar hakkında "Kufeli'den daha cimri, Kufeli'den daha hain ve vefasız" deyimi söylenir olmuştur (Bağdadi, a.g.e., s. 37).
     Buna göre Rafizilik ismi, Şii olarak kabul edilen kimseler için yanlış olarak kullanılmış bir tabir şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Zira, bu isimde hiç bir müstakil fırkaya rastlayamıyoruz. Bu tabir Şii fırkalarının hiç birisi için müstakil olarak kullanılmamıştır. Yukarıda da izah edildiği üzere, böyle bir durum sadece bu isim için söz konusu olmuş değildir. Aynı durum, İmamiyye'nin diğer isimleri için de geçerli olmuştur. Bu durumun başka örneklerini de görmek mümkündür. Esas itibariyle önemli olan, fırkaların temel esaslar üzerindeki görüşleridir. İsimler de zaten kabul edilen görüşler paralelinde verilen birer tabirdir. Çeşitli görüşlere göre bazen farklı isimler almışlardır. Bunlar arasında da en meşhur ve yaygın olanı o fırkaya has bir isim olarak yaygınlaşmıştır. Ancak şurası da bir gerçektir ki; "Rafizilik" ismi, her ne kadar Şia'nın kendisi veya kolları için kullanılmış olsa da, fazla yaygın değildir. Zira, biraz önce anlatılan olayda da görüldüğü üzere, bu ismin onlara verilmesi hoş olmayan bir olaydan sonra olmasıdır. Dolayısıyla fırkalar tarihinde olumlu bir kanaat da izhar etmemektedir. Bu bakımdan fazla yaygın olmadığını da söylemek mümkündür.
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Abdurrahim GÜZEL

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...