8 Ocak 2013 Salı

KELİMELER-KAVRAMLAR / RÜYA

KELİMELER-KAVRAMLAR
RÜYA


     Uyku sırasında aynen uyanıkmış gibi çeşitli olayların yaşanması hafi, düş.
     Rüya çağlar boyunca bütün toplumlarda büyük önem görmüştür. Rüyanın mahiyeti ve kökeni hakkında çok şeyler yazılıp söylenmiştir. Ancak bu yazılıp söylenenler her topluma ve her kültüre göre ayrı ayrı olagelmiş ve hep değişkenlik arzetmiştir. Tarihte bazı toplumlarda rüyaya büyük önem verilmiş ve bazen bu rüya tabirleri kitaplar halinde toplanmıştır. Umumiyetle rüya, uyanıklık halinin bir uzantısıdır; etkisinde kalınan sevindirici veya üzücü olayların uyku halinde yaşanması olayıdır. İslâm'da rüya hukukî bir kaynak ve delil değildir. Yalnız gören kişi ile alakalıdır. O kişi de bu rüyasını hayra yorar ve bu rüya yalnız kendisini bağlar.
     Rüya, "Allah Teâlâ'nın melek vasıtasıyla hakikat veya kinaye olarak kulun şuurunda uyandırdığı enfusî idrakler ve vicdanî duygular veya şeytanî telkinlerden meydana gelen karışık hayallerden ibarettir" şeklinde de tarif edilmiştir.
     Rüya, uykuda bütün duygu ve bilinç hallerinin tamamen yok olmadığı bir sırada meydana gelir. Nitekim rüyâ, uykunun az olduğu sabaha karşı daha çok görülür. Rüyada, görülmesi mümkün olan şeyler görülür. Uyanıkken görülmeyecek olan şeyleri rüyada görmek mümkün değildir. Bir kişi rüyada aynı anda hem ayakta, hem de otururken görülemez. Mümkün ve olağan olmayan şeyleri rüyada görme imkanı yoktur. Rüya bir idrak işidir. Zira rüya insanların kalplerinde yaratılan ve oraya yerleşen şeyin hayal etme ve düşünme yoluyla idrak edilmesi demektir.
     Müslümanların dışındaki bir takım çevreler de bu konuda tutarsız ve reddedilmeye mahkum bir sürü şeyler söylemişlerdir. Ancak sağlıklı görüş sahibi alimlerin ve imamların görüşü makbuldür. Allah (cc.) uyanık insanın kalbinde, bir takım itikatlar yarattığı gibi, uyuyan insanın kalbinde de bazı itikatlar yaratır. Allah uyuyan insanın kalbinde yarattığı itikadları başka zamanlarda yarattığı bir takım şeylerin belirtisi ve aynası haline sokar. Rüyada görülen durum, bazan aynası olduğu işe aykırı olur. Uyanık kişinin kalbinde yaratılan itikad ve kanaat, bazı olayların aynası görünümünde olmasına rağmen bunun tersi çıkabilir. Meselâ bulut yağmurun belirtisidir. Allah (cc.) bulutu yağmurun alameti olarak yaratmıştır. Ama bazen bulut olmasına rağmen yağmur yağmayabilir. Aynı şekilde, uyku halindeki insanın kalbinde yarattığı itikadı ve inancı, bir hadisenin belirtisi olarak yaratmıştır. Fakat bazan yağmur yağmadığı gibi o olay da olmayabilir. Uyku halindeki insanın kalbinde söz konusu itikad bazen meleğin huzurunda oluşur. Bu takdirde sevindirici rüya görülür. Bazen de şeytanın hazır bulunduğu bir zamanda oluşur. Bu takdirde üzüntülü ve zararlı rüya görülür. Rüyanın mahiyeti hakkında en üstün bilgi Allah katındadır.
     Allah (cc.), insanların Levh-i Mahfuzdaki durumlarına muttali olan bir grup meleği rüya işiyle görevli kılmıştır. Görevli melek Levh-i Mahfuz'dan aldığı durumları bir takım olaylar ve şekiller haline sokarak ilgili insanın rüyasında kalbine yerleştirir ki, o kimse için bir müjde veya uyarı ya da kınama değerinde olsun. Böylece hikmetli, yararlı veya sakındırıcı bir faaliyet gösterilmiş olur. İlgili melek bu gayret içinde iken şeytan da insana karşı duyduğu kin ve düşmanlıktan dolayı onu uyanık iken rahat bırakmak istemediği gibi, uyku aleminde de rahat bırakmak istemez. Ona bir takım hile ve tuzaklar kurmaktan geri durmaz. Şeytan insanın rüyasını bozmak üzere ya onu gördüğü rüya hususunda yanıltmak ister veya rüyasında gafil olmasını sağlamaya çalışır.
     Kur'ân-ı Kerim'in birçok yerinde rüyadan söz edilmiştir. Hz. İbrahim (a.s), oğlu İsmail (a.s)'i rüyada boğazlama emri almış ve bu rüyayı uygulamaya teşebbüs etmiştir (es-Saffat, 37/ 102).
     Yusuf (a.s)'da rüyasında on bir yıldızla, ay'ın kendisine secde ettiğini görmüş (Yusuf, 12/40); Mısır hükümdarının ve hapishanedeki iki kişinin gördükleri rüyaları tabir etmiştir (Yusuf, 12/36, 43).
     Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber'in görmüş olduğu rüyalardan söz edilmektedir (el-Fetih, 48/27; es-Saffat, 37/105; el-İsra, 17/60).
     Hadis kitaplarının hemen hepsinde Hz. Peygamber'in gördüğü rüyalar ve yaptığı rüya tabirleri hakkında geniş bilgi vardır.
     Rüya ile ilgili Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Salih kişi tarafından görülen rüya, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır."
     Bir başka hadiste de şöyle der: "Müminin rüyası, peygamberliğin kırk altı parçasından bir parçadır; Peygamberlik gitti ve mübeşşirat kaldı”.
     Rasûlüllah (s.a.s) bir başka hadislerinde şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Peygamberliğin belirtilerinden yalnız güzel rüya kaldı. O rüyayı müslüman kişi görür veya onun için başkası tarafından görülür" (İbn Hacer el-Askalanî, Fethül-Barî Şerhu Sahihil-Buharî Kitabül-Ta'bîr).
     Hadisteki ihtilaflar ve bildirilen değişik sayılar rüya gören Müslümanın haline dönüktür. Takva sahibi olmayan ve İslam'ın ölçülerine göre fasık sayılan Müslümanın gördüğü rüya, nübüvvetin yani peygamberliğin yetmiş parçasından biridir. Takva sahibi olan müslümanın rüyası ise nübüvvetin kırk altı parçasından biridir. Şu halde rüyanın doğruluk derecesi müslümanın salah ve takvasına göre değişik olur.
     Müslümanın gördüğü rüyanın peygamberliğin özelliğinin parçalara bölünmesi veya takva sahibi olan bir müslümanın peygamberlik hasletinden bir parçayı kazanabilmesi demek değildir. Maksat şudur: Peygamberlikte zaman zaman gayptan haberdar olma özelliği vardır. Yüce Allah dilediği zaman bir peygamberi gayptan haberdar eder. Bu itibarla, gayptan haberdar olmak, peygamberliğin alametlerindendir. Peygamberlik görevi kalıcı değildir. Fakat alametleri kalıcıdır. Müslüman bir kimse bazen Allah'ın takdir ve dilemesi ile rüya aleminde bir gayptan haberdar edilebilir. Bu itibarla müslümanın rüyada gördüğü bir şey aynen gerçekleşebilir.
     Güzel rüyanın peygamberliğin kırk altı parçasından bir parça sayılması şöyle yorumlanır. Sahih rivayetlerin bir çoğuna göre Peygamber (s.a.s) altmış üç yıl yaşamış ve peygamberlik süresi yirmi üç yıl sürmüştür. Çünkü o, kırk yaşını doldurduğu zaman peygamber olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy rüya halinde gelirdi. Bu durum altı ay sürmüştür. Bu süre zarfında gördüğü rüyalar aynen çıkıyordu. Peygamberlik süresi yirmi üç yıl devam ettiğine göre, rüya yoluyla vahiy süresi bunun kırk altı parçasından bir parça olur. Başka hadislerde rüya, peygamberliğin yetmişte bir, kırk dörtte bir, ellide bir olduğu ifade edilir.
     Rüyanın peygamberliğin parçalarından biri olduğunu açıklayan hadislerin değişik oranlar ifade etmesi, hadislerin gelişmesi anlamına gelmemektedir. Çünkü salih ve sadık bir rüya kişinin doğru sözlü, emaneti yerine vermek, sağlam itikatlı olmak gibi hususlardaki derecesine göre değerlendirilir. Bu konuda insanlar arasındaki farklılık kadar rüyalar da değişik olur. Kim samimi bir kalp ile Allah'a ibadet eder ve doğru sözlü olursa, gördüğü rüyalar daha doğru ve peygamberliğe daha yakındır. Zira peygamberler arasında bile fazilet farkı vardır. İnkârcı, kâfir ve yalancı kişilerin de rüyaları doğru çıkabilir. Bu takdirde bu kişilerin rüyaları vahiy ya da nübüvvetten bir parça olamaz.
     Çünkü gayptan haber veren her doğru söz, nübüvvet sayılmamıştır. Bu konuda şu hususlar daima gözönünde bulundurulmalıdır.
1- Doğru rüya görmek sadece mü'minlere mahsus değildir. Müslüman olmayanlar da görebilirler. Mısır hükümdarı ve zindandaki iki kişinin gördüğü rüyalar gibi. 
2- Herkes aynı özellik ve nitelikte değildir. Doğru rüya nadir hallerde ve ruhu çok hassas kişiler tarafından görülür.
3- Görülen rüyaları esas alarak hayata nizam ve intizam vermeye kalkışmak yanlıştır. Zira rüyaların doğruluğunu ölçmek ve tesbit etmek mümkün değildir.
4- Rüya ile yalnız o rüyayı gören amel edebilir. Fakat amel etmesi şart değildir. Zira rüyada kaza geçirdiğini gören bir kimse bir vasıtaya bindikten sonra kaza geçirip ölmüş olsa, intihar etmiş sayılmaz.
     Bundan dolayı Fıkıhta, Kelam ilminde ve mahkemede rüya, delil kabul edilmez. Rüya haktır ama doğru rüya gören ve rüyayı doğru şekilde yorumlayan kişiler azdır. Rüyaları doğru bir şekilde olaylar yorumlar. Bazı rüyalar da yorumu ile birlikte görülür. Bazı kimseler gördüğü rüyayı yorumlayamaz ama sadık rüya olduğunu anlarlar.
     Rüya tabir etmek Allah vergisidir. Herkes rüya tabir edemez. Akıl ve mantık bu iş için yeterli değildir. Rüya merhametli ve öğüt verebilecek durumda olanlara anlatılmalı, güzelce yorumlayamayacak kişilere söylenmemelidir. Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadislerinde de "Rüya gören onu hiç kimseye söylemediği sürece o, bir kuşun ayağına bağlıdır (zuhur etmez); söylerse zuhur eder. Böyle olunca rüyanızı yalnız akıllı, sizi seven veya size öğüt verecek durumda olan kimselere söyleyin” buyurmuştur (Tirmizi). 
     İmam Malike "Herkes rüya tabir eder mi?" Diye sorulmuş "Nübüvvetle oynanır mı?” demiştir. Yine İmam Malik Rüyayı iyi tabir edenler yorumlasınlar. Eğer iyi görürse söylesin; iyi görmezse iyi söylesin veya sussun” demiştir.
     "İyi görmese de onu iyi olarak mı tabir etsin?” sorusuna, "Hayır” demiş; sonra "Rüya nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvetle oynanmaz” diye cevap vermiştir (Kurtubî, Tefsir, IX, 122-127; Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, IV, 2863-2869; Kuşeyri Sarih Tercümesi, XII, 271). 

     Rüya genel olarak iki kısma ayrılır:
1) Doğru ve güzel olan rüyalar. Bu tür rüyalar, uyanıklık âleminde doğru çıkan rüyalardır. Peygamberlerin, onlara uyan salih müminlerin gördükleri rüyalar bu tür rüyalardır. Bazen dindar olmayan insanlar da bu tür rüyaları görürler.
     Bu tür rüyalar üç grupta ele alınabilir.
     1- Yoruma ve tabire ihtiyaç göstermeyecek kadar açık seçik rüyalar, Hz. İbrahim'in rüyası gibi...
     2- Kısmen yoruma, ihtiyaç gösteren rüyalar. Hz. Yusuf'un rüyası gibi... 
     3- Tamamen tabir ve yoruma ihtiyaç gösteren rüyalar. Mısır hükümdarının gördüğü rüya gibi... 
2) Adğâs adı verilen karmakarışık ve hiç bir anlam taşımayan rüyalardır. Bu tür rüyalar da bir kaç kısma ayrılır.
     1- Şeytanın uyuyan kişiyle oynaması ve onu üzmesine sebep olan rüyalar. Mesela kişi rüyasında başının koparıldığını ve kendisinin başının peşinden gittiğini görür. Ya da korkunç ve tehlikeli bir duruma düştüğünü ve hiç bir kimsenin kendisini kurtarmaya gelmediğini görür.
     2- Meleklerin haram bir şeyi uyuyan için helal kıldığına veya haram bir iş teklif ettiklerine dair olan ve aklen muhal ve imkansız olan buna benzer işlerle ilgili rüyalar.
     3- Kişinin uyanık iken üzerinde konuştuğu veya olmasını temenni ettiği bir şeyi uyanık iken itiyad haline getirdiği bir şeyi rüyasında görmesi.
     Bu durumda rüyanın üç çeşit olduğu görülmektedir:
     a- Allah tarafından bir müjde olabilen bir rüya. Buna Rahmanî rüya denir.
     b- Kişinin uyanık iken önem verip kalben meşgul olduğu bir şeyle ilgili olarak gördüğü rüya.
     c- Şeytan tarafından korkutulan kişinin gördüğü rüya. Buna şeytanî rüya adı verilir.

     Kötü bir rüya gören bir müslümanın yapacağı işler:
     Gördüğü rüyanın şerrinden ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınır. Şöyle der: "Allah'ım, bu rüyanın şerrinden ve rahmetinden uzak kalmış olan şeytanın şerrinden sana sığınırım." Rüyanın hayra dönüşmesi için dua eder. Bu tür rüyayı hiç bir kimseye anlatmaz.
     Müslüman gördüğü iyi bir rüyadan ötürü uyanınca Allah'a hamdeder. Bu rüyadan dolayı sevinir, bunu bir müjde kabul eder. Rüyayı sevdiği bir kimseye anlatır, sevmediğine kesinlikle anlatmaz.
İslam Ansiklopedisi 
Ahmet ARPA 

7 Ocak 2013 Pazartesi

3 Şubat Pazar İstanbul & Uludağ Kayak Turu...


Gönül Erleri Mail Grubu
İstanbul & Uludağ
3 Şubat Pazar günü
İSTANBUL 'dan
ULUDAĞ'a Gidiyoruz!
İlk duyurumuzu 3 gün önce yapmıştık 22 kişi yerlerini ayırttı. Şuan itibariyle 25 kişilik yer kaldı.
Uludağ'a gitmeye daha 27 gün var. Çok istekliler lütfen geç kalmasınlar.
Eğer yoğun talep olursa en fazla bir otobüs daha ekleriz...
Her etkinliğimizde olduğu gibi, diğer illerdeki çok sayıda üyemizden sitem notları geliyor :(
Diğer illerdeki kardeşlerimizden özür diliyoruz, "lütfen kusura bakmayın":(
İnşAllah zamanla başka illerimiz için etkinlikler planlayacağız...
İlk sırada 2013 yaz tatilinde "tatil kampı programı"mız var,
o programa her ilden katılım olabilecek inşAllah...
Notlar:
1) Bir önceki duyurumuzda tarihi yanlışlıkla 4 Şubat yazmıştık, onu 3 Şubat Pazar olarak düzeltmiş olduk...
2) Aşağıda da gördüğünüz gibi güzergahımız E-5 İncirli'den (Bakırköy kavşağı) başlayacak ve Boğaziçi Köprüsünden geçilecek şekilde olacak. Belli noktaları yazdık ancak yol üzerindeki tüm İETT duraklarından binebilirsiniz. Yer ayırtmak isterseniz, sizin için E-5 üzerindeki en uygun-yakın İETT durağını yazabilirsiniz. Yer ayırtanlara, durakta saat tam kaçta olunacağını da söyleyeceğiz...
 Program: 
06:00 İstanbul / İncirli'den Hareket
         Topkapı, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Göztepe, Kozyatağı, Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla (E-5 Üzerinde bu güzergahtaki tüm İETT duraklarından yolcu alabiliriz)
08:00 Eskihisar / Arabalı Vapur
        Vapura binerken kahvaltılıklar (meyve suları ve kaşarlı sandiviçler) dağılacak... 
08:40 Topçular'a Varış
10:30 ULUDAĞ (1. Bölge Kayak Merkezi)
         * Serbest Zaman...
         * O bölgede yemek vs. fiyatları pahalı, bir kişilik normal bir yemek 25-30 TL. den başlıyor :( O sebeple dilerseniz ekmek arası köfte, kaşar, vs. gibi kendinize birkaç büyük sandviç yapar da yanınıza alırsanız, gereksiz yere israf etmezsiniz...
         * Öğlen ve İkindi Namazları için yakınlardaki Camilere gidilebilecek.
15:30 Dönüş İçin Hareket
17:30 Topçular'dan Arabalı Vapur
18:15 Eskihisar
19:15 Tuzla'ya Varış
         (E-5 güzergahından İncirli'ye kadar bırakılacak. İncirli 'ye 20:30 da varılacak)
 Ücret: 
Sadece 59.00 TL
     (Başka tur firmalarında; görünürde buna yakın fiyatlar var ancak, ayrı kalemlerle para toplanmakta. Yaklaşık 80-90 TL. den aşağı böyle bir tura katılmak neredeyse imkansız. Ayrıca sadece 1 veya 2 merkezi noktadan hareket edilmekte, yol güzergahında hiç kimse alınmamaktadır.)
Ücretimize; Gidiş-dönüş ulaşım, araç içi ikramlar
(su, çay, meyve suyu, gazoz, kola, kek),
kahvaltı için meyve suyu, çay, sandiviç ve rehberlik dahildir.
Öğlen yemeği, akşam yemeği fiyatımıza dahil değildir.
Dileyen kendi yiyeceğini getirir,
dileyen de oradaki mekanlardan temin eder...
Ücretler giderken otobüste toplanacaktır... (Fiyata KDV dahildir)
Notlar:
* Kayak takımı kiralamak isterseniz, bedeli yaklaşık 30-40 TL. gibi,
* Kızak kiralamak isterseniz, günlük bedeli yaklaşık 20 TL. gibi,
* Kayak hocasından ders almak isterseniz, 2 saatlık ders bedeli kişi sayısına göre 40 ile 80 TL. arası tutacaktır. (Grup sayısına göre... Tek kişi ders alacak olsa, hoca; 80 TL., hatta 100 TL. talep edecektir. Eğer 8-10 kişi birlikte ders alınacak olursa da kişi başına 40 TL., 50 TL. gibi bir bedelle aynı ders alınabilecektir...
* 47 Kişilik Mitsubishi Safir yahut Mercedes 403 lüks otobüs ile gidiş-dönüş olacak.
* Asıl amacımız; ahlaklı, namuslu, kültürlü, güvenilir arkadaşlarımızla birlikte program yapmak. Bazı insanlar dünyanın öbür ucundan kalkıp, gezmeye, görmeye çok uzaklara buralara geliyor, bazısı da buralardan çok uzaklara gidiyor... Ancak bazı kişiler de çok yakınlarındaki yerleri bile gezip-göremiyor malisef. İstanbul gibi 4 tarafı denizlerle kaplı bir ilde yaşayan yaklaşık 15. milyon insanımızın % 7 sinin, yani yaklaşık 1 milyonunun denizi hiç ama hiç görmediğini söylesek ne düşünürsünüz acaba :'( İmkanınız varsa sizi Uludağ Turu'muza bekliyoruz...
Gönül Erleri Mail Grubu olarak düzenleyeceğimiz
bu programa katılmak isterseniz
ad, soyad, kişi sayısı,
otobüse nereden bineceğiniz ve sadece birinizin cep tlf. numarasını yazarsanız;
yeriniz ayrılacak ve size mail ile de, tlf. ile de dönülecek...
Kayak Resimleri 3

5 Ocak 2013 Cumartesi

İSLAM TARİHİ / ZÂTÜ’S-SELÂSİL ve SİFÜ’L-BAHR SEFERLERİ

İSLAM TARİHİ
ZÂTÜ’S-SELÂSİL SEFERİ

     (Hicret’in 8. senesi Cemaziyelahir ayı / Milâdî 629)
     Bazı Arap kabileleri, Mu’te Harbi’nin neticesini Müslümanlar için zâhirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacak­lar ki Medine’ye saldır­mak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kuzaa, Beliy, Cüzam, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi. [37]
     Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr b. Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve “Ey Amr! Silahını kuşan, yol­culuk elbiselerini üzerine giy ve he­men yanıma gel!” buyurdu.
     Hz. Amr, hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı. Resûl-i Ekrem, “Ey Amr!” dedi. “Seni selamete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum!”
     Hz. Amr, “Yâ Re­sû­lal­lah! Ben zengin olayım diye Müslüman olmadım; hiç­bir karşılık beklemeden ve cihatlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı ar­zu­ladığım için Müslüman oldum!” diye karşılık verdi.
     Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır!” [38] diye buyurdu.
     Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr’ı tercih edişinin bir se­be­bi vardı: O da, Hz. Amr’ın, Beliy kabilesiyle akraba olu­şuy­du. Babaannesi Beliy kabilesindendi. Amr’ı gönder­mek­le, onları akrabalık noktasından bir derece yumuşat­mak ve İslamiyete ısındırmak istiyordu! Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslam’a davet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
     Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki muhacir ve ensar­dan müteşek­kil üç yüz mücahitle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerin toplandığı böl­geye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine, ashap­tan Râfi’ b. Mekîs’i Peygamber Efendimize göndererek ace­le yardım istedi. Me­dine’ye gelen bu sahabe, durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efen­di­miz, bu istek üzerine, Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrâh ku­man­da­sında iki yüz kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ile ensar ve muhacirin ile­ri gelenlerinden birçok kimse vardı.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Amr b. Âs’la buluşup hep bir­likte hareket etmele­rini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tembih etti. [39]
     Takviye birliği süratle yol alarak Hz. Amr’ın yardımına yetişti. Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim! Çün­kü Re­sû­lul­lah’a haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben iste­dim!” dedi. Fakat Ebû Ubeyde Hazretleri, kendi birliğine kumandanlık etmek istedi ve “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım; sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!” [40] diye karşılık verdi.
     Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imam­lığa yet­kili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
     Ebû Ubeyde, Hz. Re­sû­lul­lah’ın tembihini hatırlayınca, mü­nakaşanın uza­masına meydan vermedi. “Ey Amr! Re­sû­lul­lah’ın (a.s.m.), Medine’den ayrılır­ken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilâfa düşmeyiniz’ emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ede­rim” [41] dedi.
     Böylece, başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr b. Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahitlere o kıldırmaya başladı. [42]
     Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sert idi. Mücahit­ler, ateş yakmak için et­raftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de Kumandan Hz. Amr, buna kat’i­yetle müsaa­de etmedi. Bu durum, asha­bın itirazına sebep oldu.
     Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince, Hz. Amr b. Âs, “Sen, beni dinlemek ve bana itaat etmekle emr­olundun, değil mi?” diye sordu.
     Hz. Ebû Bekir, “Evet...” dedi.
     Bunun üzerine Hz. Amr, “O halde, neye emrolundunsa onu yap!” [43] dedi.
     Hz. Ömer, bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak iste­diyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve “Bırak onu; istediğini yapsın. Re­sû­lul­lah (a.s.m.), onu ancak harpteki mahareti sebebiyle başımıza kumandan ta­yin etti. Mademki o şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru ol­maz” [44] diye konuştu.
     Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
     Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahit­lerin ateş yakmala­rına müsaade etmiyordu. O da şuy­du: Düşman çok, mücahitler ise onlara na­zaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düş­man hiçbir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti; fakat yakılmadığı takdirde düşman, mücahitlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihti­yatlı hareket et­mek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cere­yan etti: Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zan­nı­na kapılan düşman kuvvet­leri, çarpışmayı bile göze ala­ma­dan her biri bir tarafa da­ğıldı. Az sayıda bir bir­lik karşı koy­maya direndi; ancak onlar da bir müddet sonra mücahitlerin top­tan hücumu karşısında dayanamayarak kaç­ma­ya mecbur kaldılar. [45] Harp sa­natını iyi bilen Ko­mu­tan Amr (r.a.), kaçanları, “Mücahitlere bir pusu kurul­muş olabi­lir” ihtimalini göz önüne alarak takipten vazgeçti. İslam ordusu, ga­yesine ulaşmış olmanın huzurunu içinde Medine’ye döndü.

     Amr b. Âs’ın Pey­gam­be­ri­mize Suali
     Mücahitlerle Medine’ye dönen Kumandan Amr b. Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır: “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), beni askerî bir birliğin başında Za­tü’s-Selâsil’e gön­dermişti. Askerî birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu.
     “‘Re­sû­lul­lah’ın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kuman­dan tayin ederek göndermezdi’ diye içime doğdu.
     “Hemen Re­sû­lul­lah’ın yanına varıp, ‘Yâ Re­sû­lal­lah! Halkın sana en sevgilisi hangisidir?’ diye sordum.
     “‘Âişe’dir’ buyurdu.
     “‘Erkeklerden kimdir?’ diye sordum.
     “‘Âişe’nin babasıdır’ buyurdu.
     “‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
     “‘Ondan sonra Ömer’dir’ buyurdu; birtakım erkeklerin daha isimlerini say­dı.
     “Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım!’ dedim ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum!” [46]
     Hakikat-ı halde, Amr b. Âs Hazretleri, ashab-ı kiramın büyüklerindendi. Fakat o vakit sahabeler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Re­sû­lul­lah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zât ve onun tabakasının üst tara­fında hayli tabaka vardı. İşte, bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatma­yıp kısa kesmiştir.
SİFÜ’L-BAHR SEFERİ

     (Hicret’in 8. senesi, Receb ayı)
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı muhacir ve ensardan mü­te­şekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheyne­ler­den bir kabilenin üzerine gönderdi. [47] Maksat, bu İslam düşmanı ka­bileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücahitler arasında Hz. Ömer de bulunu­yordu.
     Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hatta ağaç yapraklarını bile ısıtıp ye­meye kalkan mücahitler, nihayet Sîfü’l-Bahr’e [Deniz Sahili] vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada, Rezzak-ı Zülcelâl, denizden, dalgalarla, koca­man bir balığı çıkarıp onlara ikram etti. [48] Orada kaldıkları müddetçe bu balık­tan yediler. Hiç kim­seyle karşılaşmayan mücahitler, Medine’ye döndüler. Mü­cahit­ler, Peygamber Efendimize, deniz sahilinde yedikleri balıktan bah­sedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerek­me­diğini sordular. Peygamber Efendimiz, “O, Allah’ın sizin için de­niz­den çıkardığı bir rı­zıktır” buyurdu ve ilave etti: “Yanınızda, o ba­lığın etinden bir şey varsa, bize de ye­dirseniz!”
     Mücahitlerden bir kısmı, yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan ge­tirmişti. Peygamber Efendimize de bir parça verdiler. Efendimiz ondan yedi. [49]
___________________________
Notlar:
[37] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 131.
[38] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 197.
[39] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 131.
[40] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 517.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 272.
[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 272; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 104; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 617.
[43] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 199-200.
[44] Halebî, a.g.e., c. 3, s. 200.
[45] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 517.
[46] Buharî, Sahih, c. 5, s. 113; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 4, s. 203; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 521.
[47] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 132.
[48] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 281; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 411; Taberî, Tarih, c. 3, s. 105.
[49] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 411; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1536.

3 Ocak 2013 Perşembe

İSLAM İLMİHALİ - ORUCUN ÇEŞİTLERİ

İSLAM İLMİHALİ
Yedinci Bölüm:
ORUÇ
Üçüncü Konu:
ORUCUN ÇEŞİTLERİ

     Hanefîler'e göre diğer ibadetler gibi oruç da farz, vâcip ve nâfile çeşitlerine ayrılır. Bu üçlü ayırım Hanefîler'in, dinen yapılması gerekli olan şeyleri farz ve vâcip şeklinde iki kademeli bir ayırıma tâbi tutmuş olması sebebiyledir. Diğer mezheplerde "vâcib" terimi ise her iki kategoriyi de içine alır. Nâfile ise farz ve vâcip dışında kalan dinî ödevlerin genel adıdır.

     A) FARZ ORUÇ
     Farz olan oruç denince, ramazan orucu kastedilir ve zaten tayin edilmiş, önceden belirlenmiş (muayyen) olan oruç da budur. Mazeretli veya mazeretsiz olarak tutulamadığı zaman, başka bir zaman kazâ edilmesi de aynı şekilde farzdır.
     Bunun dışında bir de kefâret olmak üzere tutulan oruç vardır. Ramazan orucunun bozulması sebebiyle tutulması gereken kefâret orucu yanında ayrıca, zıhâr, yanlışlıkla ve kaza ile adam öldürme, hacda ihramlı iken vaktinden önce tıraş olma (halk) ve yemin için tutulacak olan kefâret oruçları da farz oruç kapsamında değerlendirilmiştir. Kefâret orucu, yapılan bir hatanın cezası veya telâfisi anlamını taşıdığından kişi için baştan belirlenmiş bir yükümlülük olmayıp, buna sebebiyet vermesi halinde gündeme gelebilen ârızî bir yükümlülük niteliğindedir. Bu bakımdan ramazan orucu "muayyen farz", diğerleri ise "gayr-i muayyen farz" olarak nitelendirilir. Ramazan orucu sadece belirli bir vakitte, yani ramazan ayında tutulabilirken, diğerleri oruç tutmanın mubah olduğu her zaman tutulabilir.
     Ramazan orucunun kazası da istenilen mubah günlerde tutabilir. Fakat İmam Şâfiî'nin kazâya kalan orucun aynı yıl içerisinde kazâ edilmesi gerektiğine ilişkin görüşü de dikkate alınarak, herhangi bir sebeple kazâya kalan orucu mümkün olan en kısa zamanda tutmaya çalışmak uygun olur.

     B) VÂCİP ORUÇ
     Nezir (adak), kişinin dinen yükümlü olmadığı bir ibadeti yapmayı kendisi için bir yükümlülük haline getirmesidir. Kişi, oruç tutmayı adamışsa, bu adak orucunu tutması vâciptir. Adak adanırken, orucun tutulacağı gün belirlenmişse, meselâ falan ayın falan günü gibi, bu muayyen bir vâcip olur ve orucun belirlenen günde tutulması gerekir. Nezredilen itikâf orucu da belirli günde tutulacağı için muayyen vâcip sayılır. Orucun tutulacağı gün belirlenmemişse gayr-i muayyen vâcip olur ve dilediği mubah bir günde tutabilir.
     Başlanmış nâfile bir orucun bozulması durumunda bunun kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâciptir. Mâlikîler ise kazânın farz olduğunu söylemişlerdir. Şâfiî'ye ve Mâlik'ten başka bir rivayete göre ise, nâfile orucun kazâsı gerekmez.

     C) NÂFİLE ORUÇ
     Farz ve vâcip olan oruçların dışında tutulan oruçlar nâfile oruç olarak isimlendirilir. Daha önce namaz çeşitlerini ele alırken belirttiğimiz gibi, nâfile, gereksiz anlamına değil, farz ve vâcip olanın dışında, kısaca gerekenin dışında yapılan anlamına gelir. Daha fazla sevap kazanmak maksadıyla yapıldığı için tabir câizse nâfile ibadet, bir bakıma fazla mesai yapmaktır. Nâfile oruçların sünnet, müstehap, mendup veya tatavvu olarak adlandırıldıkları da olur.
     Nâfile oruç, mubah olan tüm günlerde tutulabilir. Ancak bazı günlerde oruç tutmak daha faziletli görülerek bugünlerde oruç tutmak sünnet veya mendup kabul edilmiştir. Peygamberimiz'in sıklıkla oruç tuttuğu veya oruç tutulmasını tavsiye ettiği günler, kısaca oruç tutmanın mendup kabul edildiği belli başlı günleri görelim.

     Oruç Tutmanın Mendup Olduğu Günler:

     1. Şevval Orucu:
     Ay takviminde ramazan ayından sonraki ay, şevval ayıdır. Şevval ayında altı gün oruç tutmak müstehaptır. Bu oruçların bayramın hemen arkasından peş peşe tutulması daha faziletli olmakla birlikte ay içerisinde aralıklı olarak tutmak da mümkündür. Kazâ veya adak oruçlarının bugünlerde tutulmasıyla da aynı sevap elde edilir. Peygamberimiz'in, ramazanı oruçla geçirip buna şevvalden altı gün ilâve eden kişinin bütün yılı oruçlu geçirmiş olacağı yönündeki ifadesini (Müslim, "Sıyâm", 204), "Kim iyi bir amel işlerse, kendisine bunun on katı ecir vardır" (el-En`âm 6/160) âyetiyle birlikte değerlendiren kimi âlimler, bire on hesabıyla, ramazan orucunun on aya, altı gün şevval orucunun da altmış güne karşılık olduğunu ve bu suretle bütün yılın oruçlu geçirilmiş sayılacağını söylemişlerdir.

     2. Aşure Orucu:
     Muharrem ayının onuncu gününe "âşûrâ" denilir. Hz. Peygamber'in bugünde devamlı olarak oruç tuttuğu rivayet edilmiştir. Fakat sadece o günde oruç tutulması doğru görülmemiş, bunun yanında bir önceki veya bir sonraki günün de oruçlu geçirilmesi tavsiye edilmiştir. Bir rivayete göre Peygamberimiz Medine'ye geldiğinde yahudilerin aşure gününde oruç tuttuklarını görünce, bu orucun anlamını yani ne için tutulduğunu sormuştu. Yahudiler, bugünün büyük bir gün olduğunu; Allah'ın Mûsâ'yı ve İsrâiloğulları'nı düşmanlarından bugünde kurtardığını ve Mûsâ'nın bu sebeple bugünde oruç tuttuğunu, kendilerinin bugünde oruç tutmalarının da bundan kaynaklandığını söyleyince, Peygamberimiz "Ben Mûsâ'ya sizden daha yakınım" demiş ve bugünlerde oruç tutulmasını emretmiştir (İbn Mâce, "Sıyâm", 41). Aşure orucunu Câhiliye döneminde Araplar'ın tuttuğu ve Hz. Peygamber'in de ramazan orucunun farz kılınmasına kadar bu orucu tutmayı emrettiği rivayetleri de vardır (Müslim, "Sıyâm", 116). Daha sonra ramazan orucu farz kılınınca aşure orucu bir yükümlülük olmaktan çıkarılmış, fakat aşure günü oruç tutulması tavsiye edilmiş ve bugün oruç tutmak sünnet olarak devam etmiştir.

     3. Her Ay Üç Gün Oruç:
     Her aydan üç gün oruç tutmak, bunu özellikle her ayın 13, 14 ve 15. günlerinde yapmak müstehap kabul edilmiştir. Kamerî takvim (ay takvimi) hesabına göre bugünlere "eyyam-ı bîd" denir. Peygamberimiz'in özellikle ayın 13, 14 ve 15. günlerinde olmak üzere her ay üç gün oruç tutmayı tavsiye ettiği rivayeti (Müslim, "Sıyâm", 181-182) yanında Hz. Âişe'nin, Peygamberimiz'in her ay üç gün oruç tuttuğuna dair rivayeti de bulunmaktadır.

     4. Pazartesi-Perşembe Orucu:
     Her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak da teşvik edilmiş bir nâfiledir. Peygamberimiz'in pazartesi ve perşembe günleri oruç tuttuğu ve soruya cevaben de "İnsanların amelleri Allah Teâlâ'ya pazartesi ve perşembe günleri arzolunur; ben amelimin arzı sırasında oruçlu olmayı tercih ediyorum" (Ebû Dâvûd, "Savm", 60; İbn Mâce, "Sıyâm", 42) dediği rivayet edilmektedir.

     5. Zilhicce Orucu:
     Zilhicce ayının ilk dokuz gününde oruç tutmak tavsiye edilmiştir. Zilhicce ayının 10. günü kurban bayramının ilk günüdür. Peygamberimiz'in zilhiccenin ilk dokuz günü oruç tutmayı sürdürdüğü rivayet edildiği için zilhiccenin ilk dokuz gününün, yani kurban bayramından önceki dokuz günün oruçlu geçirilmesi müstehaptır. Fakat sıkıntıya ve halsizliğe sebep olacağı gerekçesiyle, hacda olanların 9. günü (arefe günü) oruç tutması mekruh görülmüştür. Peygamberimiz arefe gününün faziletine ilişkin olarak "Arefe gününden daha çok Allah'ın cehennem ateşinden insanları âzat ettiği bir gün yoktur" buyurmuş, yine "Arefe günü tutulan orucun bundan önce ve sonra birer yıllık günahları örteceği Allah'tan umulur" dediği (Müslim, "Sıyâm", 196-197) nakledilmiştir.

     6. Haram Aylarda Oruç:
     Haram aylar olarak anılan zilkade, zilhicce, muharrem ve receb aylarında, perşembe, cuma ve cumartesi günleri oruç tutmak müstehaptır.

     7. Şâban Orucu:
     Şâban ayında oruç tutmak müstehap sayılmıştır. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz en çok orucu şâban ayında tutmuş, şâban ayının tamamını oruçla geçirdiği olmuştur. Fakat, pazartesi-perşembe veya her ay üç gün ve benzeri gibi tutulagelen mûtat oruç dışında şâban ayının ikinci yarısında oruç tutmak bazı âlimlerce mekruh kabul edildiği gibi, Şâfiî mezhebine göre haram sayılmıştır.
     8. Dâvûd Orucu:
     Gün aşırı oruç tutmak yani bir gün oruç tutup ertesi gün tutmamak, Peygamberimiz tarafından "savm-ı Dâvûd" olarak nitelenmiş ve bu şekilde oruç tutmanın faziletli olduğu ifade edilmiştir. Peygamberimiz bu şekildeki oruç hakkında "En faziletli oruç Dâvûd'un tuttuğu oruçtur; o bir gün oruç tutar, bir gün tutmazdı" demiştir. Sahâbeden Abdullah b. Amr, "Ben daha fazlasını tutabilirim" deyince, Peygamberimiz bunun faziletli bir şekil olduğunu ve daha fazlasını tutmaya çalışmamayı tavsiye etmiştir (Müslim, "Sıyâm", 187-192). Bu bakımdan gün aşırı oruç tutmak, en faziletli nâfile oruç olarak değerlendirilmiştir.

     Yukarıda belirtilen günlerde oruç tutmanın fazileti ve kişiye kazandıracağı sevaplar konusunda birçok hadis rivayet edilmiştir. Oruç tutmanın tavsiye edildiği günler incelendiğinde bunların belirlenmesinin gelişigüzel olmayıp, belli bir periyoda göre düzenlendiği görülür. Bu bakımdan oruç tutmanın ruhî ve bedenî yararları göz önüne alındığında yılın belli zamanlarında oruç tutmak oldukça yararlı, tutulacak oruçları Peygamberimiz'in önerdiği günlerde tutmak ise oldukça sevaplıdır. Bununla birlikte, oruç tutulması haram ve mekruh olmayan günlerde kişi kendi durumuna ve tercihine göre istediği zaman nâfile oruç tutabilir.

     D) ORUÇ TUTMANIN YASAK OLDUĞU GÜNLER
     Dinimizde, oruç tutmanın emredildiği, tavsiye edildiği günler olduğu gibi, oruç tutmanın yasaklandığı veya hoş karşılanmadığı günler de vardır. Bazı belli günlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayışının çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Yasağın mahiyetine ve ağırlık derecesine göre, bugünlerin bir kısmında oruç tutmak haram veya tahrîmen mekruh sayılırken, diğer bir kısmında ise tenzîhen mekruh sayılmıştır.
     Oruç tutmanın yasak olduğu günlerin başında bayram günleri gelir. Peygamberimiz iki vakitte oruç tutulmayacağını bildirmiştir ki birisi ramazan bayramının birinci günü, diğeri kurban bayramı günleridir (Buhârî, "Savm", 67). Ramazan bayramının sadece birinci gününde ve kurban bayramının dört gününde oruç tutmak haramdır (bir görüşe göre tahrîmen mekruh). Bugünlerde oruç tutmanın hoş karşılanmayıp yasaklanmasının anlamı açıktır. Bayram günlerinin yeme, içme ve sevinç günleri olması yanında, her birinin ayrı bir anlamı da bulunmaktadır. Ramazan bayramı, bir ay boyunca Allah için tutulan orucun arkasından verilen bir "genel iftar ziyafeti" hükmündedir ve bu anlamından ötürü ona "fıtır bayramı (iftar bayramı)" denilmiştir. Ramazan bayramının ilk günü bu yönüyle bir aylık ramazan orucunun iftarı olmaktadır. Böyle toplu iftar gününde oruçlu olmak, Allah'ın sembolik ziyafetine katılmamak anlamına gelir ki bunun en azından edep dışı olduğu ortadadır. Allah için kurbanların kesildiği kurban bayramı günleri de ziyafet günleridir. Peygamberimiz teşrik günlerinin yeme, içme ve Allah'ı anma günleri olduğunu belirtmiştir (Ebû Dâvûd, "Savm", 50).
     Hayız veya nifas halinde kadınların oruç tutmaları haramdır; oruç tutmaları halinde tuttukları oruç geçerli olmayacağı gibi günah işlemiş olurlar. Onlar bugünlere denk gelen ramazan oruçlarını daha sonra kazâ ederler. Esasen şevval ayından altı gün oruç tutmanın tavsiye edilmesinin altında, kadınların ay hali nedeniyle tutamadıkları oruçları derhal kazâ etmelerine bir fırsat hazırlama düşüncesi bulunmaktadır. Şevval orucunun erkekleri de içine alacak şekilde genelleştirilmesi ise, hem kadınların bu durumlarının dikkatten kaçırılması hem de orucun herkesle birlikte tutulmasının kolay oluşuna mâtuf olmalıdır.
     Bazı günlerde oruç tutmak ise çeşitli sebeplerle mekruh sayılmıştır. Meselâ; sadece aşure gününde oruç tutmak yahudilere benzemek ve onları taklit etmek anlamını içerdiği için mekruh sayılmıştır. Kimi âlimlere göre sadece cuma gününde veya sadece cumartesi gününde oruç tutmak, nevruz ve mihrican günlerinde oruç tutmak tenzîhen mekruhtur. Ancak kişinin öteden beri alışkanlık haline getirdiği oruç bugünlere rastlarsa, özel olarak bugünlerde oruç tutma kastı bulunmadığı için, bunun bir sakıncası yoktur. Oruç tutmak için özellikle cuma gününü seçmenin mekruh oluşu, bugünün müslümanların haftalık bayram günü kabul edilmesidir. Peygamberimiz, mûtat orucun denk gelmesi dışında, özellikle cuma günü oruç tutmamayı tavsiye etmiştir.
     Şek günü oruç tutmak mekruhtur. Havanın bulutlu olması gibi sebepler yüzünden şâban ayının yirmi dokuzundan sonraki günün şâban ayına mı yoksa ramazan ayına mı ait olduğu konusunda şüphe meydana gelirse, bugüne "şek günü" denilir. Bugünün ramazan ayına ait olup olmadığında kuşku bulunduğu anlamına gelir. Bugün herhangi bir oruç tutmak mekruhtur. Şâban ayını oruçla geçiren kimsenin şek gününde orucu bırakmaması daha faziletli olduğu gibi, mûtadı şek gününe denk gelen kimsenin bugünde oruç tutmasında da bir sakınca yoktur. Peygamberimiz ramazanı bir veya iki gün önceden oruç tutarak karşılamayı yasaklamıştır (Buhârî, "Savm", 11, 14; Müslim, "Sıyâm", 21; Ebû Dâvûd, "Savm", 10). Âlimler bu yasaklamaya sebep olarak ramazan orucuna ilâve yapılması endişesini göstermişlerdir. Bu bakımdan şek günü ramazan orucuna niyetle oruç tutmak tahrîmen mekruhtur. Fakat bugünde oruç tutmak genel olarak mekruh olmakla birlikte nâfile niyetiyle tutulan orucun geçerli olacağı, hatta bugünün ramazanın birinci günü olduğunun anlaşılması halinde farz olan oruç yerine geçeceği söylenmiştir.
     Ancak ramazanın başlama ve bitiş günlerinde müslümanlar arasında fitne ve uyumsuzluk sokacak tutum ve davranışlardan şiddetle kaçınmak gerekir. Gerekirse bir gün oruç sonradan kazâ edilebilir ama sebep olunan fitneyi ve huzursuzluğu telâfi etmek, ortadan kaldırmak kolay olmaz.
     İki veya daha fazla günü, arada iftar etmeksizin birbirine ekleyerek oruç tutmak mekruhtur. Buna visâl orucu (savm-i visâl) denir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Peygamberimiz müslümanlara acıdığı için visâl orucu tutmalarını yasaklamış; kendisinin bu şekilde oruç tuttuğu hatırlatılınca da "Siz benim gibi değilsiniz; beni Rabbim yedirir, içirir" (Müslim, "Sıyâm", 55-58) diye cevap vermiştir.
     Kadınların aile ve toplum içerisindeki statülerine ilişkin olarak oluşan anlayış doğrultusunda, kadının kocasından izinsiz olarak nâfile oruç tutmasının hoş olmayacağı yönünde görüşler ileri sürülmüştür. Bu gibi anlayışların günümüz sosyal ve aile ilişkileri açısından yerinde olmadığı açıktır.
     Maaş veya ücret karşılığı çalışan kimseler, iş veriminin düşmesine yol açması durumunda nâfile oruç tutmamalıdır. Buna mukabil işverenlerin ramazan ayında, oruç ibadetinin kolay ve rahat biçimde yerine getirilebilmesi için birtakım önlemler almaları ve düzenlemeler yapmaları gerekir.
     Hacılar, oruç tuttukları takdirde güçsüz ve yorgun düşme ihtimalleri bulunduğu takdirde, zilhiccenin 8 ve 9. günleri olan "terviye" ve "arefe" günlerinde oruç tutmamalıdır. Çünkü hac ibadetini yaparken daha zinde ve canlı olmaları, öncesinde nâfile oruç tutmuş olmalarından hayırlıdır.

2 Ocak 2013 Çarşamba

13 Ocak Pazar / Hanımefendiler Davetliler

Gönül Erleri Buluşmaları
HAYATIMIZA
YÖN VERECEK AYETLER
(Hanımefendiler Davetliler - Katılım Ücretsiz)
Tarih
13 Ocak Pazar Saat: 11:00 - 13:00
Anlatan
Özlem Nas
Koordinatör
Şuheda Derya Terzi
Konu
ŞEMS SURESİ (9, 15. Ayetler)

Mekan
İNSAN ve MEDENİYET HAREKETİ
Bahariye Mevlevihanesi, Silahtarağa Cad. No: 12
Haliç Kıyısı / Eyüp - İstanbul

HADİS-İ ŞERİFLER - CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER - 2

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET ve KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
Üçüncü Bab: CENNET ve CEHENNEM
İkinci Fasıl: CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER - 2

     * CEHENNEMLİKLER

 1. (5143)-  Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehennemliklerin azab cihetiyle en hafif olanı, ayağında ateşten bir nalın ve nalın bağı olan kimsedir ki, ayağındakiler sebebiyle, tıpkı tencerenin kaynaması gibi, başında dimağı kaynar. Öyle tahammülfersa bir azab duyar ki, azabca insanların en hafifi olduğu halde, kendinden şiddetli azab çeken olmadığını zanneder."
     [Buhârî, Rikak 8, Müslim, İman 363,l (213); Tirmizî, Cehennem 12, (2607).]

 2. (5144)-  Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Cehennemlikler derece derecedir.) Bir kısmı vardır, ateş onları topuğuna kadar yakalar, bir kısmı vardır, dizlerine kadar yakalar, bir kısmı vardır kemere kadar yakalar, bir kısmı vardır köprücük kemiğine kadar yakalar."
     [Müslim, Cennet 33, (2845).]

 3. (5145)-  Ebu'd-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehennem ehline açlık musallat edilir. Bu, içinde bulundukları azaba eşit dereceye ulaşır. Açlığa karşı yardım talep ederler. Onlara besleyici olmayan ve açlığı gidermeyen dari' (denen dikenli bir ot) verilir. Tekrar yiyecek isterler, bu sefer de boğazda tıkanıp kalan bir yiyecekle imdat edilir. (Bu da boğazlarında takılır kalır, ne ileri geçer, en de geri gelir). Derken dünyada iken, bu durumda, bir içecekle takılan lokmaları kaydırdıklarını hatırlarlar ve bir içecek talep ederler. Kendilerine demir kancalar bulunan kaplarda kaynar sular verilir. Bu kaplar, yüzlerine yaklaştırılınca, yüzlerini dağlayıp atar. Su karınlarına girince içlerini param parça eder.
     Bu sefer de: "Cehennemin bekçilerini çağırın, ola ki azabımızı biraz hafifletir!" derler. Onları çağırırlar.
     Onlar gelince: "Size peygamberleriniz bu halleri açıklayan haberleri getirmemiş miydi?" derler.
     Onlar: "Evet getirmişti (ama dinlemedik)" derler.
     Bunun üzerine, bekçiler: "Siz isteyin durun! Kâfirlerin istekleri (burada) boşadır!" derler" (Gâfir 50).
     Cehennemlikler bekçilerden ümidi kesince: "(Cehenneme müvekkel melek) Malik'i çağırın!" derler.
     (Malik gelince): "Ey Malik (söyle de) Rabbin bizim hakkımızda ölüme hükmetsin!" derler.
     Malik de onlara: "Hayır! (Siz burada canlı olarak ebedî) kalıcılarsınız!" diye cevap verecek" (Zuhruf 77).
     (Hadisin ravilerinden) A'meş rahimehullah der ki: "Bana bildirildi ki, cehennemliklerin Malik'e yalvarmaları ile Malik'in onlara verdiği cevap arasında bin yıllık zaman geçecektir. Cehennemlikler, bu sefer aralarında: "Rabbinize dua edin sizin için O'ndan daha hayırlı kimse yok!" diyecekler ve elbirlik şöyle yakaracaklar: "Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe çalmıştı, biz gerçekten sapıtmış kimselerdik. Ey Rabbimiz bizi bundan çıkar. Eğer (yine) küfre dönersek artık hiç şüphesiz ki zalimlerden oluruz" (Mü'minun 106-107).
     Rab Teala, onlara: "Cehennemin içine yıkılıp gidin! Bana bir şey söylemeyin!" diyecek" (Mü'minun 108).
     Resulullah devamla dedi ki: "Bu cevap üzerine, cehennem ehli her çeşit hayırdan ümidlerini keserler; hıçkırmaya, nedamet etmeye, dövünüp yırtınmaya başlarlar."
     [Tirmizî, Cehennem 5, (2589).]

 4. (5146)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehennemliklerin tepelerine kaynar su dökülür. Bu su, vücudlarının içine nüfuz eder, öyle ki karınlarına kadar ulaşır; içlerinde ne var ne yok, söker atar ve ayaklarını delip, geçer. Bu hâdise, "Bununla karınlarının içinde ne varsa hepsi ve derileri eritilecektir" (Hacc 20) ayetinde zikri geçen) eritme (es-Sahru) hâdisesidir. Sonra (eriyen cesedleri) eski haline iade edilir."
     [Tirmizî, Cehennem 4, (2585).]

 5. (5147)-  Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kâfirin cehennemdeki bir azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı da üç gecelik yol mesafesidir."
     [Müslim, Cennet 44, (2851); Tirmizî, Cehennem 3, (2580, 2581, 2582).]

     AÇIKLAMA: 
     Tirmizî'nin rivayetinde, deri kalınlığı kırk iki zira' olarak ifade edilmiştir. Farklılık, "Her kâfirin derisinin eşit kalınlıkta olmayacağı" şeklinde te'vil edilebilir. Yine Tirmizî'deki rivayetlerde bazı farklı bilgiler gelmiştir: "Kafirin uyluğu Beyza dağı kadardır. Oturduğu yer de üç gecelik mesafe, Medine'den Rebeze'ye kadar. -Bir diğer rivayette:- Medine'den Mekke'ye kadar ki uzaklıktır." Burada da "her kâfirin oturduğu yer aynı büyüklükte olmayacak" diye te'vil edilebilir.

 6. (5148)-  İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini kıyamet günü yerde sürür, (Mevkıf'te) insanlar onun üzerine basarlar."
     [Tirmizî, Cehennem 3, (2583).]

 7. (5149)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü ilk çağırılacak olan, Hz. Adem'dir.
     Hak Teala hazretleri: "Buyur ey Rabbim, emrindeyim!" der.
     Rabb Teala: "Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!" emreder.
     Adem: "Ey Rabbim ne miktarını ayırayım?" diye sorar.
     Rabb Teala: "Her yüzden doksan dokuzunu!" ferman buyurur." (Ashab bu esnada atılıp): "Ey Allah'ın Resulü! Bizden geriye ne kaldı?" derler.
     Aleyhissalâtu vesselâm: "Benim ümmetim, diğer ümmetler yanında siyah öküzün başındaki beyaz tüy gibi (az)dır!" buyurdular."
     [Buhârî, Rikak 45.]

 8. (5150)-  Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hz. İbrahim aleyhisselam, kıyamet günü, babası Azer'i (yüzünün) üzerinde bir siyahlık ve toz toprak olduğu halde görür.
     Babasına: "Ben sana dünyada iken, "Bana asi olma!" demedim mi?" der.
     Babası ona: "İşte bugün ben artık sana asi olmayacağım!" der.
     Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam: "Ey Rabbim! Sen yeniden diriltme gününde beni rüsvay etmeyeceğini vaadetmiştin. Rahmetten uzak babamın halinden daha rüsvay edici başka ne var?" diye yakarır.
     Allah Teala hazretleri: "Ben cenneti kâfirlere haram kıldım!" cevabında bulunur. Sonra şöyle nida edilir: "Ey İbrahim, ayaklarının altında ne var, biliyor musun?" İbrahim yere bakar ve kana bulanmış bir sırtlan görür. Derhal ayaklarından tutulup ateşe atılır. (İşte bu, İbrahim'in babasıdır, o çirkin surete sokulmuştur)."
     [Buhârî, Enbiya 8, Tefsir, Şuara 1.]

     AÇIKLAMA: 
1- Bu hadiste, ahirette kâfir olarak ölenlere rahmet edilmeyeceği, kişi kâfir olarak öldüğü takdirde en yüce makama bile sahip olsa oğlunun hiçbir fayda sağlayamayacağı ifade edilmektedir. Halilullah olan Hz. İbrahim, babasına yardımcı olmak isteyecek, ancak babası kâfir olarak öldüğü için şefaati kabul edilmeyecektir.
2- Azer'in sırtlan suretine çevrilmesi iki sebebe dayandırılarak izah edilmiştir:
     1) Ahmaklığı sebebiyledir. Çünkü sırtlan uyanık olması gereken şeylerde gafletiyle bilinir ve hayvanların en ahmağı addedilir. Azer de oğlunun uyarılarına rağmen ahmaklık edip, eliyle yonttuğu putlara uluhiyet izafe etmekten vazgeçmemiştir.
     2) Azer'in o pis ve çirkin surete çevrilmesi, Hz. İbrahim'in ondan teberri etmesini sağlamak içindir. Tabii görünüşüyle ateşe atılsa, Hz. İbrahim üzülecek idi. Böyle olunca nefsi ondan nefret etmiştir.

     * CENNETLİKLERİN VE CEHENNEMLİKLERİN
       MÜŞTEREKEN ZİKREDİLDİĞİ HADİSLER

 1. (5151)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennet ve cehennem, aralarında (ihtilaf ederek Allah nezdinde ) dava açtılar.
     Cehennem: "Ben, mütekebbirler (dünyada büyüklük taslayanlar) ve mütecebbirler (zorbalık yapanlar) için tercih edildim!" diye dövündü.
     Cennet ise: "[Ey Rabbim!] Bana niçin sadece zayıflar ve (insanlar nazarında) düşük olanlar, (hakir görülenler) girer?" dedi.
     Allah Teala hazretleri önce cennete hitap etti: "Sen benim rahmetimsin. Kullarımdan dilediklerime rahmetimi seninle ulaştıracağım!"
     Sonra da cehenneme hitap etti: "Sen de benim azabımsın. Kullarımdan dilediğimi seninle azablandıracağım!"
     (Her ikisine yönelerek): "İkiniz(in de vazifesi var! İkiniz de) dolacaksınız!" buyurdu. Ancak cehennem, bir türlü dolmak bilmedi. Allah Teala da ayağını üzerine bastı. Derken cehennem: "Yeter! yeter!" diye inledi. Bu suretle dolmuş olan cehennemin ağzı birbirine kavuştu. Allah mahlukatından hiçbir ferde asla zulmetmez.
     Cennete gelince, Allah yeni mahlukat yaratarak onu dolduracaktır."
     [Buhârî, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 25; Müslim, Cennet 35, (2846); Tirmizî, Cennet 22, (2564).]

     AÇIKLAMA: 
     Burada idrak ve şuurdan uzak bilinen cennet ve cehennemin konuşması, iddialaşması vs. mevzubahistir. Alimler, hadisi izahta farklı görüşler ileri sürmüştür. Bir kısmı zahirî mananın te'vil edilmesi gereğini kabul eder.
     Nevevî der ki: "Bu hadis zahiri üzeredir, te'vil gerekmez. Allah, cennet ve cehenneme temyiz ve idrak yaratmıştır. Dolayısıyle münakaşa ve mübaheseye muktedirler."
     İbnu Battal, Mühelleb'in: "Bu münakaşanın gerçekten vukuu caizdir, Allah onlarda hayat, fehim ve konuşma yaratmış olabilir. Allah Teala hazretleri herşeye kadirdir" dediğini kaydeder.
     Bazı şarihler, mecaz olmasının caiz olduğunu söyler ve Mülk suresinde cehennemin sözü olarak geçen "Daha var mı?" ifadesinin de böyle olduğunu belirtir. Bu ihtilafta cehennemin, kendisine gelenlerle övündüğünü görmekteyiz. Zannetmiştir ki, dünyadaki büyüklerin içine atılması, Allah nezdinde, kendisine cennetten daha iyi bir durum kazandırmaktadır. Cennet de kendisine hep Allah'a dost olanların konması sebebiyle Allah nezdinde cehennemden daha iyi bir mevkie sahip olduğu zannındadır. Ancak Allah Teala hazretleri, onlara, içinde iskan edilenler sebebiyle birinin diğerine bir üstünlükleri olmadığını belirtmektedir.
     Cennet ve cehennemin bir cüz'üne, Allah'ın konuşma hassası vererek onları konuşturabileceğini kabul edip, hadisin zahire göre anlaşılmasını esas alan müfessirlerden bazıları "Ahiret yurdu hayatın ta kendisidir" (Ankebut 64) ayetini de delil getirirler. Bunlara göre "Ahirette her ne varsa canlıdır. Cennet ve cehennem de canlıdır, öyleyse konuşmaları sahihtir."
     Lisan-ı halin de muhtemel olduğu söylenmişse de çoğunluk nezdinde, Nevevî'nin belirttiği mülahaza evladır.

 2. (5152)-  Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hakkıyla cehennemlik olan cehennemlikler var ya, onlar cehennemde ne ölürler ne de yaşarlar. Lakin günahları (yahut hataları denmiştir) sebebiyle ateşe duçar olan bir kısım kimseler vardır ki, ateş onları tamamen öldürür. Yanıp kömür olduktan sonra, kendilerine şefaat edilme izni verilir. Böylece grup grup getirilirler ve cennet nehirlerine dağıtılırlar. Sonra:
     "Ey cennet ehli! Bunların üzerlerine su dökün" denilir. Bunlar, sel yatağında biten bir ot gibi yeniden biterler."
     [Müslim, İman 306, (185).]

 3. (5153)-  Yine Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'minler cehennemden kurtarılıp, cennetle cehennem arasındaki köprüde bir müddet hapsedilirler. Bu sırada, aralarında dünyada geçmiş olan haksızlıklar kısas edilir. Böylece günahlardan temizlenip paklandıktan sonra cennete girmelerine izin verilir. Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, onlardan herbiri, cennetteki evini, dünyadaki evinden daha iyi bilir."
     [Buhârî, Mezalim 1, Rikak 48.]

     AÇIKLAMA: 
     1- Bu hadiste, imanla kabre giren herkesin, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceği belirtilmektedir. Ancak, cehennemliklerin birbirlerine karşı işlemiş oldukları zulümler de son defa kısas edilip, günahtan eser kalmadıktan sonra, "şefaat"le cennete alınacaklardır. Hadis, günah kiri bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini ifade eden "Üzerinde kul hakkı bulunan hiç kimse cennete giremez" hadisini te'yid eder.
     2- Hadisten hareketle bazı alimler "Cennetle cehennem arasında da bir köprü olmalı" diyerek cehennem üzerindeki köprüden ayrı ikinci bir köprünün daha varlığını iddia etmiştir. Ancak umumiyetle, bunun malum köprünün uzantısı olacağı kabul edilmiştir.
     3- Hadiste mevzubahis edilen temizlenme hadisesi, birbirlerine karşı hakları olan kimsenin günahını verip sevabını alma şeklinde bir ödeşmedir. Mevzubahis olan temizlenme bu suretle cereyan edecektir. Üzerinde ödenmemiş kul hakkı bulunan kimse, ona kendi sevabından verecek ve şahsî derecesini düşürecektir. Öbürü de sevabını almakla derecesini yüceltecektir, alacak sevabı kalmamışsa, bunun günahından ona yüklenecektir.

 4. (5154)-  İmran İbnu Husayn (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in şefaati ile, bir kısım insanlar cehennemden çıkacak, cennete girecektir. Bunlara cehennemlikler denecektir."
     [Buhârî, Rikak 513, Ebu Davud, Sünnet 23, (4740); Tirmizî, Cehennem 10, (2603).]

 5. (5155)-  Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek.
     Allah Teala hazretleri: "Çıkarın bunları!" buyuracak. Onlara: "Niçin bağırıyorsunuz?" diye soracak.
     Onlar: "Bize merhamet edesin diye böyle yaptık!" diyecekler.
     Rab Teala: "Benim size rahmetim, gidip kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!" buyuracak. Onlar gidecekler. Biri kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selametli kılacak. Diğeri kalkar fakat kendini ateşe atamaz.
     Allah Teala hazretleri: "Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini atmaktan alıkoyan nedir?" diye sorar.
     Adam: "Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha göndermeyeceğini ümid ediyorum!" der.
     Allah Teala hazretleri: "Haydi ümidini verdim!" der. İkisi de Allah'ın rahmetiyle cennete sokulurlar."
     [Tirmizî, Cehennem 10, (2602).]

 6. (5156)-  İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennete en son giren kimse, bazan yürür, bazan ağlar. Ateş de arada sırada onu yalar geçer. Cehennemi tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve; "senden beni kurtaran Allah münezzehdir! Allah Teala hazretleri, bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi verdi!" der. Derken ona bir ağaç gösterilir. "Ya Rabbi! der, beni şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan içeyim."
     Allah Teala hazretleri: "Ey ademoğlu! Dilediğini versem benden başka bir şey istemezsin değil mi?" der.
     Adam: "Ey Rabbim, ondan başka bir şey istemeyeceğim!" der ve başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca yaklaştırır. Adamcağız, onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama, evvelkinden daha güzel bir ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp: "Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık senden başka bir şey istemeyeceğim!" der.
     Allah Teala: "Ey ademoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin? Ben seni yaklaştıracak olsam başka şeyler isteyeceksin!" der. Adam, başka şey istemeyeceği hususunda söz verir. Rabbi de onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona yaklaştırır. Adam onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer.
     Sonra ona cennetin kapısının yanında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine: "Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey istemiyorum!" der.
     Rab Teala: "Ey ademoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair bana söz vermemiş miydin?" der.
     Adam: "Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey istemeyeceğim!" der. Rabbi onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği bir şey görmüştür. Onu bu ağaca yaklaştırır. Adam ona yaklaştırılınca cennet ehlinin seslerini işitir. (Dayanamayıp): "Ey Rabbim! Beni cennete sok!" der.
     Rab Teala: "Ey ademoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir! Dünya kadarını ve beraberinde mislini versem razı olur musun!" der.
     Adam: "Ey Rabbim! Benimle istihza mı ediyorsun? Sen ki Âlemlerin Rabbisin!" der."
     İbnu Mes'ud bu noktada güldü ve: "Niye güldüğümü sormuyor musunuz?" dedi.
     "Niye güldün söyle!" dediler. "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da böyle gülmüştü. "Niye güldünüz?" diye soruldu da: "Rabbülalemin'in, adamın "Sen ki Âlemlerin Rabbisin, benimle istihza mı ediyorsun?" demesine gülmesine gülüyorum!" dedi.
     Allah Teala hazretleri: "Ben seninle istihza etmiyorum. Lakin ben, Azimüşşanım (dilediğimi yapmaya kadirim!) " buyurdular."
     [Müslim, İman 310, (187).]

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...