27 Ocak 2013 Pazar

KELİMELER - KAVRAMLAR / SADAKA

KELİMELER - KAVRAMLAR
SADAKA

     Zekât, Allah rızası için yapılan iyilik, verilen şey, insanın malından sırf Allah rızası için muhtaç olanlara temlik edilmek üzere çıkardığı bir vergi türü anlamında bir fıkıh terimi. Zekâta, mü'minlerin Allah'ın emirlerine uymadaki sadakatlarini gösterdiği için "sadaka" da denilmiştir. Çoğulu sadakât'tır. Sadaka kavramında üç temel özelliğin bulunması gerekir: İhtiyaç, mülkiyetin nakli ve temlîkin Allah için olması.
     Sadaka, yükümlünün durumuna göre farz, vacib veya nâfile hükmünde olur. Sadakanın farz olan kısmı zekâttan ibaret olup; tarım ürünlerinin zekâtı olan öşrü; hayvanların, ticaret mallarının, altın, gümüş ve diğer nakit paraların zekâtı ile, define ve madenlerin zekâtını kapsamına alır. Zekât verileceği yerleri belirleyen âyetteki "sadakât" çoğul olarak bütün bu çeşitleri kapsar. "Zekâtlar; ancak, yoksulların, miskinlerin, zekât tahsili işinde çalışanların, kalpleri İslâm'a ısındırılmak istenenlerin, kölelerin, borçluların, Allah yolunda cihad edenlerin ve yolcuların hakkıdır. Bu, Allah tarafından farz kılınmıştır" (et-Tevbe, 9/60).

     Bu âyetlerde de zekâtın farz olan bu çeşidi yer alır:

     "Namazı kılın, zekâtı verin" (el-Bakara, 2/43);
     "Mü'minlerin mallarından zekât al ki, onları temizleyip mallarını çoğaltasın" (et-Tevbe, 9/103);
     "Hasat günü ürünün hakkını ödeyin" (el-En'âm, 6/141).

     Hz. Peygamber'in çeşitli hadislerinde farz olan zekât emredilmiştir:
     "İslâm beş temel üzerine kurulmuştur. Bunlardan birisi de zekât vermektir" (Buhârî, İmân, 1, 2; Tefsîru Süre, 2/30; Müslim, İmân, 19-22; Tirmizi, İmân, 3; Nesâî, İmân,13).
     Diğer yandan Hz. Muhammed (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e vali olarak gönderirken kendisine şöyle buyurmuştur: "Onlara bildir ki, Allah Teâlâ kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Zekatı; oranın zenginlerinden al, yoksullarına ver" (Buhârî, Zekât, l; Tevhîd, 1; Ebû Dâvud, Zekât, 5; Nesâî, Zekât, 46; İbn Mâce, Zekât, 1).

     Zekâtın farz oluşu üzerinde bütün müctehitler görüş birliği içindedir. Ashab-ı Kirâm zekât vermeyenlerle savaşılması gerektiği konusunda ittifak etmiştir. Zekâtın farz olduğunu inkâr eden kimse dinden çıkar (Zekât için bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 483-550).

     Fıtır sadakası vacib hükmünde bir sadaka türüdür. Bu, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarının dışında en az nisap miktarı bir mala mâlik bulunan her hür müslümanın yoksullara vermesi gereken bir sadakadır. Buna kısaca, "fitre" denir ki, fıtrat sadakası, yani sevap için verilen yaratılış atıyyesi anlamına gelir. Abdullah b. Abbas (r.anhümâ)'dan rivâyete göre şöyle demiştir: "Rasûlüllah (s.a.s) oruçluları gereksiz ve çirkin sözlerden arındırmak ve yoksullara yiyecek sağlamak için fitreyi farz kılmıştır. Fitreyi kim bayram namazından önce öderse, bu makbul bir zekât, kim de namazdan sonra öderse, herhangi bir sadaka olur" (Buhârî, Zekât, 70, 71, 77; Müslim, Zekât, 12, 13, 16; Ebu Dâvud, Zekât, 18, 20; Nesâi, Zekat, 31, 33; İbn Mace, Zekat, 21).

     Ebu Said el-Hudrî (r.a)'den rivayet edilen bir hadiste fitre verilebilecek maddeler ve miktarları şöyle belirlenir: "Biz fitre zekâtını, Allah'ın Rasûlü aramızda iken, yiyecek maddelerinden bir sa', hurmadan bir sa', kuru üzümden bir sa', keşden yine bir sa' olmak üzere bunlardan birisini esas alarak veriyorduk. Ben yaşadığım sürece vermeye devam edeceğim" (Ahmed b. Hanbel, III, 73, 98). Sa' bir ağırlık birimi olup, şer'î ölçüye göre 2912, örfi ölçüye göre ise 3328 gramdır. Bazı fakihlere göre buğday cinsinde fitre miktarı yarım sa'dır. Burada yoksulların yararına olan ve daha ağır olan örfî ölçeği tercih etmek daha faziletlidir (Fıtır sadakası için bk. Sadaka-ı Fıtır mad.).

     Farz olan zekâtla, vacib olan fitre miktarları belirli bulunan sadakalardır. Birincisinde nisab'a mâlik olduktan sonra bir yıl geçmesi, ikincisinde ise, sadece nisaba malik olmak şarttır. Bunların dışında sıkıntı ve zarûret içinde bulunan müslümana ihtiyacını giderecek ölçüde yardım etmeyi bildiren bir sadaka daha vardır ki; bunun miktarı, sıkıntıyı giderecek ölçüye göre ortaya çıkar. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Fakat iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, malını sevmesine rağmen hısımlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, dilenenlere ve köle azadına veren, namaz kılan ve zekât verendir" (el-Bakara, 2/ 177). Burada Cenab-ı Hak, miktarı belli olan zekâtla birlikte yakınlara, yetim ve düşkünlere yapılacak malî bir yardımdan da söz etmiştir ki; bunun şart ve miktarını sıkıntıda olan yoksulun hali belirler.

     Sadaka geniş anlamıyla nafile olarak yapılan hayır ve hasenâtı, insan ve hayvanlara yapılan iyilik, lütuf ve ihsanları, hatta insanların gönlünü hoş eden güzel söz ve davranışları kapsamına alır. Sadaka-i câriye, vakfedilmiş sadaka ile diğer hayır ve hasenât bu niteliktedir.

     Sadaka-i câriye, sürekli ecir getiren sadaka anlamına gelir. Bir hadiste sürekli ecir kaynağı olan ameller şöyle belirlenir: "İnsan öldüğü zaman amel işlemesi kesilir. Ancak üç şey bundan müstesnadır. Sadaka-i cariye, kendisinden yararlanılan ilim veya kendisine hayır dua eden salih çocuk" (Dârimi, Mukaddime, 46). Bu hadiste zikredilen sadaka-i câriye; yol, köprü, çeşme, mescid, yoksullar için aş evi, hastahane ve okul gibi hayır yerlerini kapsamına alır. İnsanlar bu gibi yerlerden yararlandığı sürece, bunları yaptıranlar, yapılmasına sebep olanlar, yol gösterenler ve destek olanlar, gerek sağlıklarında ve gerekse vefatlarından sonra ecir almaya devam ederler.

     Yararlı bir ilim bırakan da, bu ilimden, kitaptan, keşif ve icattan toplum yararlandıkça, mü'min olmak şartıyla, sürekli olarak ecir alır. Nitekim ilim, irfan ve irşatlarıyla toplumda iyi bir çığır açanın büyük mükafatına kötü çığır açanın da günahına hadiste şöyle yer verilir: "Kim iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri bu çığırı açan alır. Kötü bir çığır açan da, bununla amel edenlerin günahı kadar günahı yüklenir" (Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; Nesâî, Zekât, 64; İbn Mâce, Mukaddime,14; Dârimî, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 357, 359-361, 362). Dine ve topluma yararlı bir çocuk yetiştirmek de, toplum bu çocuktan yararlandıkça, onun yetişmesinde katkısı bulunan anne, baba, hoca gibi kimselerin sürekli ecir almalarına bir sebeptir.

     Vakfedilen gayri menkuller de sadaka-i cariye niteliğindedir. Vakıfnâmedeki esaslara göre, hayır yönü işletildiği sürece, vakfedene ecir gelmeye devam eder. Önceki asırlarda büyük han, hamam, medrese, dükkân ve çarşıların vakıf olarak topluma kazandırılması, mâliklerinin sürekli bir ecre nail olma istekleri yüzündendir.

     Nâfile Olan Sadakalar:
     İslâm'da farz ve vacib olan sadakalardan başka, kapsamı çok geniş bir sadaka anlayışı vardır. Mal veya parayı tasadduk etme yanında, mü'min kardeşine aracına binerken veya inerken yardımcı olmak, güler yüz veya tatlı dille onun gönlünü hoşnut etmek gibi pek çok fiil ve davranışlar sadaka olarak nitelendirilmiştir.

     Hz. Peygamber (s.a.s), Ebû Zer (r.a)'i tasaddukta bulunmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: "Şu Uhud dağı altın olarak elime geçse üçüncü geceyi ondan bende bir dinar bulunduğu halde geçirmek istemem. Yalnız borç ödemek için ayırdığım dinar bunun dışında olur, -Önüne, sağına ve soluna saçma işareti yaparak- Onu Allah'ın kullarına bu şekilde dağıtmak isterim. Şüphesiz malı çok olanlar, kıyamet günü sevabı en az olanlardır. Yine yoksullara tasaddukta bulunma işareti yaparak, bu durumda olanlar müstesnadır" (Müslim, Zekât, bab: 9, H. No: 32).

     Farz ve vacib sadaka dışındaki sadaka kapsamının genişliğini şu hadiste görmek mümkündür: "İçinde güneş doğan her gün, insanların her bir mafsalı için kendilerine bir sadaka gerekir. Meselâ; İki kişinin arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Hayvanına binmek isteyen bir kimseye yardım ederek, hayvana bindirmen veya eşyasını hayvana yüklemen bir sadakadır. Güzel söz bir sadakadır. Namaza giderken attığın her adım sadakadır. Gelip geçene sıkıntı veren şeyleri yoldan kaldırman bir sadakadır" (Buhârî, Sulh, 11; Cihâd, 72,128; Müslim, Zekât, 56; Müsâfirîn, 84; Ebû Dâvud, Tatavvu', 12; Edeb,160; Ahmed b. Hanbel, II, 316, 350, IV, 423, V, 178). Bu hadiste, "sülâmâ" parmak kemikleri demektir. Ancak burada vucuttaki tüm kemik ve mafsallar kastedilmiş, kemiklerin insanın oturup kalkması ve hareket etmesi için ne kadar gerekli olduğuna dikkat çekilmiştir. İşte böyle bir nimete karşılık farz olan sadaka yerine, günlük bir takım hayra yönelik hareket ve davranışların bu nimetin sadakası olduğu belirtilmiştir. Burada nimetin şükür borcunun hafifletildiği görülür. Namaza giderken her adımın sadaka sayılması, her adım karşılığında bir derece yükseltme ve bir günah affetme anlamındadır (Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim Terceme ve Şerhi, İstanbul 1977, V, 374).

     Diğer yandan başka hadislerde, insanlara iyiliği emretmenin (Tirmizi, Birr, 36; Müslim, Müsâfirîn, 84; Ebû Davud, Tatavvu', 12), Allah'a hamdetmenin ve O'nu tesbih etmenin bir sadaka olduğu belirtilmiştir (Müslim, Mûsafirîn, 84). Bir kimseye yol veya adres tarif etmek sadaka sayıldığı gibi (Buhârî, Cihâd, 72; Ahmed b. Hanbel, V,154), gönül alıcı yumuşak söz (Buhârî, Cihad, 72, Edeb, 34; Müslim, Zekât, 56), bir ağaç dikenin bu ağacından insan veya hayvanların yemesi ya da yararlanması da sadaka sayılmıştır (Ahmed b. Hanbel, VI, 362).

     Sadakanın En Faziletlisi:
     Çeşitli ameller arasında fazilet bakımından farklar bulunduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine yapılan yardım ve tasadduklarda da bir sıra gözetilmiş; öncelikli tasadduk alanları belirlenmiştir. Gerçekten kişinin çok yakınında, belki aile fertleri arasında büyük sıkıntı içinde olanlar varken, uzakta olanlara yardım etmeye kalkışması maslahata uygun düşmez. Bu yüzden yardım ve infaka en yakınından başlamak prensibi getirilmiştir.

     Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Bir kimsenin sarfedeceği en faziletli dinar, kendi aile fertlerine infak ettiği dinarla, Allah yolunda hayvanına ve yine Allah yolunda cihad edecek olan arkadaşlarına harcadığı dinardır" (Müslim, Zekât, 38; Tirmizi, Birr, 42; İbn Mace, Cihâd, 4; Ahmed b. Hanbel, V, 279, 284). Yine Rasûlüllah (s.a.s), Allah yolunda harcanan, bir köle azadı için sarfedilen, bir yoksula verilen veya ailenin geçimi için yapılan harcamaları zikrettikten sonra, bunların sevap bakımından en üstününün aile fertlerine yapılan harcamanın olduğunu belirtmiştir (Müslim, Zekât, 39). Bu hadislerde zikredilen aile fertlerinden maksat (iyâl); bir kimsenin nafakası kendisine ait olan çocukları, eşi, annesi, babası ve hizmetçisidir.

     Sadakanın en sevilen maldan verilmesi daha faziletlidir. Kur'ân-ı Kerim'de; "Siz sevdiğiniz mallardan infâk etmedikçe iyilik ve taate nail olamazsınız" (Âlu İmrân, 3192) buyurulur. Bu âyet inince Ebû Talha (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e gelerek şöyle dedi: "Benim en çok sevdiğim malım Beyrahâ adındaki bahçemdir. Bu malım Allah için sadakadır. Onun Allah nezdinde sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Ey Allah'ın elçisi; onu istediğin yere sarfet! ". Bunun üzerine Hz. Peygamber, bu kararının çok kârlı bir yatırım olduğunu belirttikten sonra, bahçesini hısımlarına vakfetmesini bildirdi. Bunun üzerine Ebû Talha (r.a) onu hısımları ve amcasının oğulları arasında taksim etti. Başka bir rivayette, bahçenin verildiği kimselerin Hassân b. Sâbit ile Übey b. Ka'b (r.anhumâ) olduğu belirtilir (Müslim, Zekât, 42, 43).

     Kadının yoksul olan kocasına tasaddukta bulunması teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber bir gün kadınlara hitab ederek; Ey kadınlar topluluğu zinetlerinizden de olsa sadaka verin" buyurmuştu. Bunun üzerine Abdullah'ın karısı Zeyneb ile Ensardan bir kadın Allah'ın elçisine gelerek kocalarının yoksul olduğunu, onlara sadaka vererek destek olup olamayacaklarını sordular. Bunun üzerine Hz. Peygamber bu iki kadın için şöyle buyurmuştur: "Onların ikisine de ikişer ecir vardır. Akrabalık ecri ve sadaka ecri" (Müslim, Zekât, 45).

     Ebû Hanife ile Hanbelîlerde tercih edilen görüşe göre, bir kadın zekâtını yoksul bulunan kocasına veremez. Çünkü bu takdirde zekât nafaka yolu ile kadına geri döner (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', II, 40; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 156; İbn Âbidin, Reddül-Muhtâr, II, 87). Onlara göre, bazı hadislerde zengin olan sahabe hanımlarının kocasına destek olması nafile sadaka niteliğindedir. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî ve Mâlik'e göre ise, kadının yoksul bulunan kocasına zekât vermesi caizdir. Dayandıkları delil, Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Mesud'un karısı Zeyneb (r.anhâ)'e verdiği şu cevaptır:
     "Kocan ve çocuğun tasadduk etmeye en lâyık olan kimselerdir" (Ebû Dâvud, Zekât, 44; Talâk, 19; bk. Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s. 549).

     Bir mü'minin tasaddukunu sevdiği mal cinsinden yapması, Cenab-ı Hakkın rızasını kazanmaya sebep olur. Halife Ömer b. Abdülaziz çuvallarla şeker alır, tasadduk ederdi. Bunun yerine niçin para dağıtmadığı sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Ben şekeri çok severim. Bu yüzden sevdiğim şeyi tasadduk etmek istedim" (A. Davudoğlu, a.g.e., V, 352).

     Anne babaya müşrik bile olsalar yardımda bulunmak gerekir. Nitekim Esmâ binti Ebi Bekir (r.anhâ) şöyle demiştir: "Annem yanıma geldi, kendisi Kureyş devrinde Rasûlüllah (s.a.s) onlarla anlaşma yaptığı zaman henüz müşrik idi. Ben Hz. Peygamber'e gelerek, "Annem bana rağbet göstererek yanıma geldi. Kendisine yardımda bulunayım mı?" dedim. Hz. Peygamber; "Evet annene yardımda bulun" buyurdular (Müslim, Zekât, 49, 50; Ebû Davud, Zekât, 34; Ahmed b. Hanbel, VI, 344, 347). Rivayete göre Hz. Ebû Bekir, Esma'nın annesi Kuteyle'yi cahiliye devrinde boşamıştı. Kuteyle Hicretten sonra Medine'ye kızı Esmâ'nın yanına gelmişti. Kendisine kuru üzüm ve yağ gibi hediyeler getirdi. Fakat Esmâ bu hediyeleri almaktan ve onu evine kabul etmekten kaçındı. Hz. Peygamber'in izin vermesi üzerine de onu evine aldı (Buhârî, Hibe, 29, Cizye,18, Edeb, 8; A. Davudoğlu, a.g.e., V, 363, 364).

     Ölen Kimse Adına Sadaka Vermek Caiz midir?

     Bazı ibadet ve taatların ölen bir kimse adına yapılması mümkün ve caizdir. Bunların sevabı ölüye ulaşır. Ölü nâmına verilen sadakalar başta gelir. Hz. Peygamber'e bir adam gelerek şöyle demiştir: "Ey Allah'ın elçisi! Annem ansızın öldü, vasiyet de etmedi. Öyle sanıyorum ki, konuşmuş olsa sadaka verilmesini vasiyet ederdi. Acaba onun adına ben sadaka versem, anneme sevap olur mu?" demiş. Hz. Peygamber; "Evet" cevabını vermiştir" (Buhârî, Cenâiz, 95; Vesâyâ, 19; Müslim, Zekât, 51; Vasiyye, 12, 13; Ebû Dâvud, Vesâyâ, 15; Nesâî, Vesâyâ, 7).

     Hz. Enes (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e; "Biz ölülerimize dua ediyor, onlar adına sadaka veriyor ve haccediyoruz. Acaba bunların sevabı onlara ulaşıyor mu?" diye sormuş, Allah elçisi şöyle cevap vermiştir: "Şüphesiz, onlara ulaşır ve onlar sizden birinizin hediyeye sevindiği gibi ona sevinirler" (Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, V, 366).

     Hanefilere göre, bağışlanan her çeşit ibadetin sevabı ölülere ulaşır. Ancak ölen kimse namına zekât, adak, hac gibi mali yönü olan ibadetleri ifa etmek mümkün ise de; namaz, oruç gibi ibadetleri onun namına ifa yeterli değildir. Bunların bizzat hayatta iken ifası gerekir. Çünkü bu ibadetler, ferdi, beden ve ruh bakımından olgunlaştırır, olumlu etkileri bizzat bunları yapanların kendilerinde görülür. Başkalarının bunları yapmasıyla asıl yükümlü üzerindeki fayda sağlanmış olmaz.


Şamil İslam Ansiklopedisi
Hamdi DÖNDÜREN

25 Ocak 2013 Cuma

İSLAM VE KADIN HAKLARI / Prof. Dr. Osman Eskicioğlu


 Fikir Atölyesi... 
İSLAM VE KADIN HAKLARI
Prof. Dr. Osman Eskicioğlu

     Kadın; tarih boyunca din, felsefe, edebiyat ve hukuka konu olmuştur desek pek aşırı gitmiş olmayız. Mesela şairler, filozoflar, bilginler, yazarlar, sanatkârlar ve hatta peygamberler bile özel olarak kadından bahsetmişlerdir. Batıda Rönesans ve reform hareketlerinden sonra kadın konusu Fransız ihtilali ve sanayi devrimi ile daha da önem kazanmıştır. Kadını yüceltmeyi ve onun toplum içindeki görevini genişletmeyi, onun rolünü etkin hale getirmeyi amaç edinen feminizm hareketi de bu sıralarda doğmuştur. Yalnız bu konuda aşırı gidenler de olmuştur. Mesela Paul Janet ve Gabriel Seailles eserlerinde (1) August Comte’ a göre varlıklar içinde insan en yüksek kemali temsil eder; kadın ise, tapınılacak bir şey olmalıdır, diyerek adı geçen filozofun kadın hakkındaki düşüncesini naklederler.

     Biz bu yazımızda, İslam toplumunda kadının gerçek yerinin ne olduğunu belirlemeye çalışacağız. Amacımız Doğu’yu veya Batı’yı yermek değil, tarihi yanılgıları, yanlış anlama ve uygulamaları bir yana bırakarak, ifrat ve tefritlerden uzak bir şekilde teorik açıdan genel olarak İslam’da kadın haklarından kısaca bahsetmektir.

     İslam’ın hukuk anlayışı fizikten ziyade metafiziğe dayanır. (2) İslam hukukçuları insanın hukuka ehil olmasını, insanlarla Allah arasında geçen sözleşmeye dayandırırlar. (3) Böylece hukukun sebebi ruhlar aleminde Allah'a verilen ve onunla yapılan fıtri sözleşme olmaktadır. İnsan Allah'ın verdiği görevi bu sözleşme gününde üstlenmiş, diğer varlıklar ise üstlenmemişlerdir. Konuya ilgili olarak ayette şöyle buyrulmaktadır: "(Biz) emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmeden kaçındılar. Onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi. (4) Burada geçen ‘emanet’ kelimesini Alusi, riayet edilmesi ve korunup muhafaza edilmesi gereken hukuk diye açıklamıştır. (5) Şu halde hukuki sorumluluğu ve başkanın haklarını koruma görevini üstlenen insan bu özelliği ile diğer varlıklardan ayrılmaktadır. Zaten diğer yaratıklardan ayrı olarak akıl sahibi olmasının sebebi de budur. Çünkü Allah ona akıl nimetini o bu görevi üstlendiği için vermiştir.(6) Bu sebeple yukarıda söylediğimiz gibi insanın hukuk sahibi olmasının sebebi teknik terim olarak ‘zimmet’ kelimesi ile ifade edilir ki; bu insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların koruma görevini üstlenmek demektir.

     İşte bu görevi yerine getirebilmek için kişinin akıllı olması şarttır. (7) Hâlbuki Roma hukukunda akıl hukuk için şart değil sebep kabul edilmektedir. (8) Oysa sebep ile şart arasında önemli farklar bulunmaktadır. Aklı hukuk için bir sebep kabul etmenin bir sakıncası da sebep ortadan kalkınca netice de kalkacağı için sonradan ve ya doğuştan aklı başında olmayanların sanki hukuku yokmuş gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. İslam hukuku ile Roma hukuku, hukukun sebebi konusunda ihtilafa düştükleri için, kişiliğin başlangıcı meselesinde de ayrılmışlardır. Roma hukukunda şahsiyet doğumla başlatılırken, İslam hukukunda şahsiyet ve şahsiyetin haklar bölümü ceninin ana rahminde teşekkülü (yani zigot) ile başlatılır. Bunun için de cenin ana karnında olduğu halde, miras, vasiyet, mezhep gibi birtakım haklara sahiptir. (9)

     Allah meleklere yeryüzünde halife yaratacağını bildirdiği zaman kadın erkek ayrımı yapmadı. (10) Bunun için Allah’ın yeryüzünde görevli memuru olması bakımından kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Kadın da aynı erkek gibi hak ve vazifelere ehildir. Bu yüzden İslam kadına dini, ilmi, idari, siyasi, iktisadi ve ailevi olmak üzere bütün hakları tanımıştır.

     Siyasi haklardan kadın, erkek gibi seçme ve seçilme hakkında sahiptir. Hazreti peygamber ve Raşit halifeler zamanında kadınların bilimsel çalışma yapıp içtihat ettikleri, hüküm ve fetva verdikleri, hâkimlik yaptıkları, savaşa katıldıkları, yönetimin kararlarını etkileyecek siyasi faaliyette bulundukları tarihi bir gerçektir. (11) o bakımdan kuran ve sünnette kadını siyasi hayattan mahrum eden herhangi bir nas-delil- mevcut değildir. Yalnız Buhari’de  “İşlerini bir kadının yönetimine bırakan bir millet felah bulmaz.” (12) Şeklinde bir hadis vardır. Bu hadise dayanarak İslam bilginlerinin çoğu, kadının velayet sahibi olmadığını ve dolayısıyla devlet başkanı olamayacağını söylemişlerdir. (13) “Hâlbuki ayette, mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirilerinin velileridirler.” (14) buyrularak kadının veli olduğu açıkça zikredilmektedir. Bu sebeple velayet hakkı İslam’da sadece erkeğe mahsustur demek, her zaman ve her yerde geçerli bir söz olmaz. Bu hususta nas –delil- yoktur. Eğer geçmişte böyle bir şey söylenmişse bu içtihada dayanmaktadır, yorumdan ibarettir, diyebiliriz. Hazreti peygamber bu hadisi İran’ın kisrası Şir Veyh ölüp de yönetime geçecek erkek evladı, erkek kardeşi olmayıp kızı Buran’ın hükümdar tayin edildiğini duyunca söylediği için (15) bazı bilginler, bunu yapan İranlılar felah bulmayacaklardır, şeklinde anlamışlardır. (16) eğer biz bu hadisi, kadın devlet başkanı olamaz, onun velayet hakkı yoktur manasına yorumlarsak, ayete ters düşmüş oluruz. Çünkü az önce söylediğimiz gibi, ayette mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir buyrulmaktadır.

     Ayrıca Kuran'da Hz. Süleyman ile Sebe melikesi (Hükümdarı) Belkıs arasında geçen olaylar anlatılmaktadır. Belkıs devletini danışma ile yürütmekte, parlamentoya sormadan hiçbir iş yapmamakta; böylece memleketi bolluk ve refah içerisinde yönetip gitmektedir. (17) bu ayetlerde, bir kadın olan Belkıs’ın devleti güzel bir şekilde yönettiği haber verilmekte; bu görevi yapamadığı, eksik ve aksak yaptığı hususunda hiçbir işarete rastlanılmamaktadır. Müslümanların bundan ibret ve örnek almaları istenmektedir. Hazreti Aişe’nin başkanlığında gelişen Cemel Vak’ası açık ve siyasi muhalefet hareketidir. Bu muhalefette Hz. Aişe’nin yanında büyük sahabeler de vardır. Büyük İslam hukukçularından olan Kasani de ‘Bedayia’ adlı eserinde kadının hükümdar ve hâkim olmaya yatkın olduğunu söylemektedir. (18)

     Böylece kadının herhangi bir kamu görevi alma veya devlet başkanı olması hususunda delile dayanan bir engel yoktur. Geçmişteki menfi görüş ve uygulamalar, o günün gerektirdiği yorum ve ictihadden ibarettir, denebilir.

     Bugün kadın konusunda müslüman ülkelerde yapılan tartışmalardan biri de onun çalışıp, çalışamayacağıdır. Kur’anı Kerimde bu hususta da Ayet-i Kerime mevcuttur. Kadının çalışabileceği ve kazandığının da kendisinin olacağı bildirilmektedir: “Erkekler için çalışıp kazandıklarından bir pay vardır, kadınlar için de çalışıp kazandıklarından bir pay vardır.” (19)

     Hz. Ömer’in başkent Medine’de pazarı murakebe için Şifa binti Abdullah adlı bir kadını müfettiş olarak görevlendirdiği tarihlerde kayıtlıdır. (20)

     Aile hayatında da kadın birtakım hak ve hürriyetlere de sahiptir. Evlenme konusunda tam bir serbestîye sahip olup, istediği erkekle evlenir ve bu hususta kararı kendisi verir. Çünkü ayette “Kadın başka bir eş ile evleninceye kadar” (21) demek suretiyle evlenme işinin kadın tarafından meydana getirildiği ifade edilmektedir.

     Ailede ev veya evlatlarla ilgili konularda kadın ve erkek aynı haklara sahiptirler. Düşüncelerini birlikte açıklayarak anlaşmaya varırlar. Bu hususta ayette : “Eğer ikisi (anne baba), anlaşıp danışarak çocuğu sütten kesmek isterlerse kendilerine günah yoktur." (22) buyrularak anne-baba eşit tutulmuştur.

     Kadın hakları dediğimiz zaman bu ifade henüz insan hakları gibi bir terim ve deyim haline gelmiş ve içeriği insanlar tarafından bilinen bir söylem değildir. Bugünkü hukuk kültürü, kadın hakları şunlardır, erkek hakları da bunlardır diyerek henüz bir tasnif ve ayrım yapamamıştır. Feminizm modacılığı ismiyle kadın hakları olarak ortaya atılan şeyin ne olduğu meçhuldür. Aslında kadın-erkek ayrımı yaparak, cinsleri karşı karşıya getirmek yanlıştır. Ancak günümüzün pozitivist-maddeci düşünüşü, sınıfçı, çatışmacı ve kampçı toplum anlayışı ile kadın ve erkek karşı karşıya getirmek istenmiştir. Bu düşünüş, sermaye ile emeği birbirine düşman yaptığı gibi kadınla erkeği, karıyla kocayı da ayrı cephelere ayırmıştır. Halbuki kadın hakları da, erkek hakları da insan hakları içinde vardır.

     Bizim bu yazıda kadın haklarından özel olara bahsetmemizin sebebi ve kadının dini, ilmi, içtimai, iktisadi, siyasi ve ailevi bir takımın haklara sahip olduğunu söylememizin nedeni, islamın kadına değer vermediği, kadını ikinci sınıf vatandaş saydığı ve kadının erkek için yaratıldığı gibi birtakım yanlış fikirlerin ortaya atılmasıdır. Kadın İslam nazarında erkek gibi bütün haklara sahiptir; erkek doğarken imtiyazlı, avantajlı kadın ise dezavantajlı olarak yaratılmıştır düşüncesi, İslam’a ters düşen bir anlayıştır. İslam’da üstünlük, avantaj ve imtiyaz ancak takva ile olur. Cinsiyet, ırkiyyet ve hüviyet farklılıkları insana bir şey kazandırmaz. Kazandırmadığı gibi aynı zamanda kaybettirmez de. Kadınların erkekler üzerinde hakları kadar vazifeleri, vazifeleri kadar da hakları olduğu ayetten anlaşılmaktadır. (23) buradan erkeklerinde kadınlar üzerinde hakları kadar vazifeleri olduğu ortaya çıkar. Zaten aynı ayette erkeklerin haklarının kadınların vazifelerinden bir derece fazla olduğu bildirilmektedir ki, bu aynı zamanda erkeklerin kadınlara karşı vazifelerinin de bir derece fazla olduğunu gösterir. Çünkü nimet – külfet dengesi hak ve vazife dengesini gerektirir. Ekmeden biçmek olmadığı gibi, vazife olmadan da hak ve alacaktan bahsedilemez. Kadınlar Cuma namazı kıldıklarında üzerlerinden öğle namazı sakıt olur. Yani Cuma namazı asıl (öğle) yerine geçer. Toplumun herhangi bir vazifesi ile görevlenmek ilk planda erkeğin işidir, kadının işi değildir, Cuma namazında olduğu gibi, üzerinde vacip olmasa bile, yaptığı takdirde caizdir, geçerlidir deriz. Yani kadının herhangi bir kamu görevini alması husussunda bir yasak mevcut değildir.

     Eğer biz geçmişteki bazı üstatlara uyarak kadının velayet hakkı yoktur dersek ve bunu bugünkü dünyada bir delile, ayet ve hadise dayanmadan söylersek, bunun vebalinin altından kalkamayız. Fayda verelim derken zarar, kaş yapalım derken göz çıkarmış oluruz. Hiçbir alimin kendiliğinden bir şey söylemeye hakkı olmadığı gibi, yine kimsenin hiçbir kimseyi İslam dininden soğutmaya hakkı yoktur. İslamiyet kolaylık dinidir; zorlaştırılmaması, işin kolay kılınması hususunda birçok ayet ve hadisler bulunmaktadır. Eşyada asıl olan da mübahlıktır. O sebeple herhangi bir konuda yasak bulunmadığı müddetçe o iş veya o şeyin yapılması veya kullanılması mübah kabul edilir. Kadınların öğretmen, hakim ve herhangi bir kamu görevini üstlenmesi hususunda ayette ve hadiste herhangi bir yasak yoksa, -ki yoktur- o takdirde kadının bu görevleri alması mübahtır diye hüküm verilir.

     Kadın hakları derken aslında kadının vazifelerinden de bahsedilmesi gerekir. Çünkü hukuk hak ve vazifeyi, alacak ile borcu birlikte içerisine alan bir kurumdur. Böylece hukuk, iki kefeli bir teraziye benzer; onun iki cepheli ve iki taraflı olmasından dolayıdır ki, sembol olarak terazi alınmıştır. Hilmi Ziya Ülken’in İslam düşüncesi adlı eserinde söz ettiği gibi İslam hukuku hak ve vazife ikilisi üzerine oturtmuştur. Roma hukuku ise, sadece haklara objektif hak anlayışına dayanır. İslam hukuk mantığında her hakkın karşısında bir vazife ve her vazifenin karşısında da bir hak vardır. Kant’ın anlayışına göre ise, esas olan vazifedir. Bu bakımdan roma hukuku ile kant’ın anlayışı İslam hukukuna göre eksiktir. Çünkü İslam’da toplumum ayakta tutan kurul hak ve vazife dengesine dayanan hukuktur. (24)

     Yalnız hak ve vazife terimlerine de dikkat etmek gerekir. Çünkü İslam hukukunda neye hak denilir ve neye vazife denilir, bugünkü hukukta ve kültürde hak nedir, vazife nedir, yoksa bunlar aynı şeyler midir, işte bu nokta çok önemlidir. Seçme ve seçilme hakkı dediğimiz zaman bugünkü düşünceyi ve zamanımızın siyasi kültürünün seçme ve seçilmedeki anlayışını dile getirmiş oluruz. Seçmek ve seçilmek bir hak mıdır, yoksa bir vazife midir? Buna yeniden bakmakta fayda vardır. Çünkü bunlar İslam nazarında bir hak değil, bir vazifedir. Bir alacak değil, bir borçtur. Onun için devletin herhangi bir kademesinde çalışan bir kimseye kamu görevi yapıyor diyoruz. O sebeple kamu ile ilgili bütün faaliyetler yerine getirilmesi gereken bir vazifedir, hak değildir. Burada hak ve vazife kavramlarını biraz fazla uzattık sanıyorum. Asıl konumuza dönecek olursak, kadın hakları konusunda şunu söylemek istiyorum. Kadın aynı erkek gibi İslam hukukunda hak ve vazifelere ehil olan bir mükellef–yükümlüdür.


________________________________
Notlar:
(1) Paul Janet - Gabriel Seailles, Metlib ve Mezahip (Ter: Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır) Haznedar Ofset Matbaası 1978- İstanbul. S. 385
(2) Hilmi Ziya Ülken, İslam düşüncesi, Rıza Coşkun Matbaası, İstanbul, 1946, s.70, 82
(3) Mola Hüsrev, Miratül Usul, Amire Matbaası, İstanbul, 1890 (307), s.321
(4) Ahzab 33/72
(5) el-Alusi, Ruhu’l Meani, et-Tıbaatü’lMüniriyye, Beyrut, T.Y. XXII, 96
(6) Molla Hüsrev Miratü’l Usul, s. 321
(7) bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiyye ve Istılahatı Fıkhıyye Kamusu, Bilmen Basımevi İstanbul – 1967, ı, 228
(8) bkz. Molla Hüsrev, Mir’at s. 40, 45; Muhammed Ebuzzehra, İslam Hukuku Metodolojisi (Çev: Abdulkadir Şener), Fon Matbaası, Ankara, 1981, s. 53-56
(9) bkz. Cahit Oğuzoğlu, Roma Hukuku, Yeni desen Matbaası, Ankara, 1959, s. 51; Mola Hüsrev a.g.e.s.321; Muhammed Ebuzzehra a.g.e. s. 284
(10) bkz. Bakara Suresi, 2/30
(11) Hayrettin Karama, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslami Araştırmalar Dergisi, sayı 4, s. 290
(13) bkz. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, Ebuzziya Matbaası, İstanbul, 1938, II.Cilt, 1349
(14) Tevbe 9/71
(15) bkz. Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Buhari Tercümesi, Ötüken Neşri, İstanbul, 1987, 94124
(16) bkz. Hayrettin Karaman, Kadının Şahitliği, Örtünmesi ve Kamu Görevi, İslami Araştırmalar Dergisi, V, Sayı 4, s. 290 4
(17) Neml 27/22-44
(17) Neml 27/22-44
(18) Alaüddin el-Kasani, Bedai’üs Senaiı, Dar’ül, Kütübi’l Arabi, Beyrut -1974, I, 262
(19) Nisa 4/32
(20) Muhammed Hamidullah, İslama Giriş, İrfan yayınları, (ter: Kemal Kuşçu) İstanbul–1973, s. 213
(21) Bakara 2/230
(22) Bakara 2/233
(23) Bsakara 2/228
(24) Hilmi Ziya Ülken, a.g.e. s. 82

24 Ocak 2013 Perşembe

İSLAM TARİHİ / Amr Bin Âs, Hâlid Bin Velid ve Osman Bin Talha'nın Müslüman Olması

İSLAM TARİHİ
Amr Bin Âs, Hâlid Bin Velid ve
Osman Bin Talha'nın Müslüman Olması
(Hicret’in 8. senesi Sefer ayı)

     Peygamber Efendimiz ile Müslümanların, Hz. Zeyneb’in vefatıyla, Hicret’in 8. senesine üzüntüyle girdiklerini söylemiştik. Ancak bu acı olayı tatlı hadise­ler takip edince, üzüntü ve keder de ortadan kalkıyordu. Bu üzücü hadiseden he­men sonra, Arapların üç meşhur şahsiyeti olan siyaset dâhîsi Amr b. Âs, harp dâhîsi [1] Hâlid b. Ve­lid ve Osman b. Talha, Medine’ye geldiler ve Hz. Re­sû­­lul­lah’ın peygamberliğini tasdik ederek İslam dairesine girdiler.
     Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amr b. Âs, Hicret’in 7. yılında Habeşis­tan’da, Habeş Necâşîsinin telkin ve tavsiyesiyle Müslüman olmuş ve orada Pey­gam­be­ri Efendi­miz adına Necâşîye bîat etmişti [2]. Bu gelişi ise, Hz. Re­sû­lul­lah’a biz­zat bîat etmek ve Müslüman olduğunu bildirmek içindi.
     Üçünün Bir Araya Gelişi
     Necâşînin telkiniyle Müslüman olan, Arapların siyaset dâhîsi Amr b. Âs, Habeşistan’da bundan sonra fazla durmak iste­miyor ve Resûl-i Ekrem’e bizzat bîat etmek üzere Medine yo­lunu tutuyordu.
     Bu sırada Mekke’den, yine aynı gayeyle iki kişi daha çıkmıştı: Hâlid b. Velid ve Osman b. Talha... Kader, bu üçünü, Hadde denilen mevkide bir araya getiriyordu.
     Amr b. Âs, Hz. Hâlid b. Velid’e, “Ey Ebû Süleyman! Nereye ve ne için gidi­yor­sun?” diye sorarak maksadını öğrenmek istedi.
     Hz. Hâlid anlattı: “Doğru yol artık apaçık belli oldu, mesele aydınlığa ka­vuştu: Bu zât, şüphesiz peygamberdir! Vallahi, ben hemen gidip Müslüman olacağım! Bundan sonra bekleyip durmam manasız! Zaten, aklı başında olan­lar­dan İslamiyete girmeyen pek kimse de kalmadı.” [3]
     Amr b. Âs, rahat bir nefes aldı. “Vallahi, ben de Muham­med’in yanına gitmek ve Müslüman olmak istiyorum!” diyerek, aynı maksadı paylaştıklarını söyledi. Sonra da hep beraber Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istediklerini bildirmek üzere Medine’ye vardılar.
     Üçü de Peygamber Efendimiz (sav.)'in Huzurunda
     Bir zamanlar, “Bütün Ku­reyş Müslüman olsa, ben yine Müslüman olaca­ğımı sanmam!” diyen, Pey­gam­be­ri­mizin en şiddetli düş­man­larından, hatta bir ara vücudunu ortadan kaldırma fırsatını bile arayan Amr b. Âs... Yine bir za­manlar, müşrik ordularının başında, Müslümanlara karşı olan­ca cesaret ve ma­ha­retiyle çarpışan, İslam ordusunun Uhud’­da mağlubiyeti tatmasına sebep olan Hâlid b. Velid ve bir başka şahsiyet Osman b. Talha... Şimdi, bütün kötü ni­yetlerini bir tarafa bırakarak, hatta unutarak, geçmişte yaptıklarının mahcu­biyeti içinde Resûl-i Kibriya Efendimizin huzurunda bulunuyorlardı.
     Müslümanlarda sevinç dalga dalga idi. Resûl-i Ekrem’in Müslümanlara söylediği ise şu idi: “Mekke, ciğerpârelerini kucağınıza attı!” [4]
     Manzara ulvî olduğu kadar, ibretli ve ders de verici idi. İslam’ın kılıçla, ta­hakküm ve zorla, tehdit ve korku ile yayılmadığının, bilâkis ruh ve gönüllere tesir ederek, onları mânen fethederek, kendini onlara beğendirerek intişar et­miş olduğunun açık seçik bir ifadesiydi bu kutsî manzara...
     Savaştan, kılıçtan, kavgadan korkmayan bu bahadırlar, hiçbir zorlama, hiçbir korku, hiçbir tehdit ve hiçbir aldatma olmadan, gönüllerinden gelen samimi bir arzuyla Hz. Resulullah'ın huzurunda diz çökmüş duruyorlardı.
     Gerçi, zor ve zulüm ile zâhirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir; ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez. En büyük ve devamlı hâki­mi­yet ise, bütün fikirleri, kalp ve ruh­ları tesiri altına alarak ve kendini onlara zâhiren ve bâtınen beğendirmek sure­tiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte, bunu, İslamiyet nâmına Peygamber Efendimiz (sav.) gerçekleştiriyordu.
     Teker Teker Bîat...
     Önce Hâlid b. Velid, Peygamber Efendimize sadâkat elini uzattı ve Müslü­man olarak saadet dairesine girme eş­siz şerefine erişti.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, böyle bir bahadırın İslam’la müşerref olup kendi safında yer almasından dolayı Allah’a hamd ve senâdan sonra Hz. Hâlid’e:
     “Ben, zaten senin akıl­lı biri olduğunu biliyordum; bu akıllığının seni er geç hayra kavuşturacağını da ümit ediyordum!” [5] dedi.
     Ancak Hz. Hâlid, o anda huzurunda bulunduğu Hz. Re­sû­lul­lah’a karşı geçmişte yapmış olduklarından dolayı mahcup ve mahzun idi. Utancından ba­şını kaldırıp Efendi­mize bakamıyor­du. Yap­tıklarının kalbine ve ruhuna yükle­diği ağır vebal yükünü üzerin­den atıp, mânen hafiflik ve huzura kavuşturacak bir yol arıyordu. Server-i Kâinat Efendimize bu halini arz etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! Sana kar­şı yapılmış olan harplerin hepsinde bulunduğumu biliyor­sun. Benim bu husustaki vebal ve günahımın affı için Al­lah’­a dua etsen...”
     Rêsul-i Ekrem, “Ey Hâlid! İslamiyet, kendisinden evvel işlenmiş olan bütün günahları siler, temizler” deyip, Hz. Hâlid’i mânen rahatlattı. Arkasından da, “Allahım! Hâ­lid’­in, kullarını senin yolundan çevirmek için gösterdiği bü­tün gayretlerinden dolayı, yüklenmiş olduğu günahlarını affeyle!” [6] buyurdu.
     O andan itibaren Hz. Hâlid, güç ve kuvvetini ve harp dehasını İslam dini­nin yücelip yayılması, Hz. Re­sû­lul­lah’­ın muhafazası ve Müslümanların huzur içinde yaşayıp ço­ğal­maları için kullanacak ve bu uğurda gösterdiği kah­raman­lıklardan dolayı da Peygamber Efendimizden “Sey­ful­lah [Allah’ın Kılıcı]” un­vanını almaya hak kaza­nacaktır.
     Sıra Osman b. Talha’da
     Hz. Hâlid b. Velid’den sonra, Peygamber Efendimizle soyu dördüncü de­desi Kusayy’da birleşen Osman b. Talha, Müslüman olduğunu söyleyerek Re­sûl-i Ekrem’e bîat etti. [7]
     Amr b. Âs’ın Bîatı
     Müşriklere birçok siyasî taktik verip öğreten ve Müslümanlara en çok eziyet eden, Benî Sehm kabilesine mensup Amr b. Âs da, mahcup ve o âna kadar yap­tıklarının piş­manlığı içinde Peygamber Efendimizin huzurunda bulunu­yor­du. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu. [8]     Kendi tâbiriyle, Resûl-i Ekrem Efendimize “şartlı bîat” etmek istiyordu; geçmiş günahlarının ve İslam’a karşı yaptıklarının affı şartıyla...
     Peygamber Efendimiz de, “Bîat et ey Amr!” dedi ve ilave etti: “Şüphesiz, İs­lam, daha önce olmuş olanları siler, yok eder. Hicret de daha önce olanları si­ler, yok eder.” [9]     Bu sözler, mahcup mahcup duran Amr’ın gönlünü rahatlattı. Daha dün, Hz. Re­sû­lul­lah’a düşmanlıkta en şiddetliler arasında yer alan, hatta “Bütün Ku­reyş Müslüman olsa ben yine olmam!” diyecek kadar ileri giden Amr, ruh, kalp, akıl ve bütün lâtifeleri iman nuruyla nurlandıktan sonra ise, “İnsanlardan hiçbiri, bana Re­sû­lul­lah’­tan (a.s.m.) daha sevgili ve daha yüce olmamıştır!” [10] di­yecektir.
     Hz. Re­sû­lul­lah’a bîat ettikten sonra, Amr b. Âs, Mekke’­ye geri döndü. [11]
     Resûl-i Ekrem, ileride göreceğimiz gibi, Hz. Amr b. Âs’ı birçok askerî birli­ğin başında vazifelendirecek ve Cenab-ı Hak onun eliyle İslam’a birçok zafer kazandıracaktır. En meşhur fethi de Mısır fethi olacak; bu sebeple de “Mısır Fâ­tihi” diye anılacaktır. Şöyle demiştir: “Vallahi, Müslüman oluşumuzdan beri mühim işlerde Re­sû­lul­lah (a.s.m.), beni ve Hâlid b. Velid’i, ashabının hiç­birinden ayırmadı.” [12]
____________________________________________
Notlar-Kaynaklar:
[1] Arapların kabul ettiği diğer dâhîler şunlardı: Acele davranmayıp, işlerin neticesini beklemekte ve us­lulukta Muaviye b. Ebî Süfyan, ânında karar vermekte Muğîre b. Şu’be, büyük küçük her işte üs­tün görüşlü olmada Ziyad b. Ebih.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 290; Taberî, Tarih, c. 3, s. 103.
[3] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 290; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 778.
[4] Halebî, a.g.e., c. 2, s. 778.
[5] İbn Sa’d, Tabakat, c. 7, s. 395; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 453.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 395.
[7] İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 448.
[8] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 449.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 291; İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 259.
[10] Müslim, Sahih, c. 1, s. 112.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 291.
[12] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 449.

23 Ocak 2013 Çarşamba

3 Şubat - İstanbul & Uludağ Kayak Turu

İSTANBUL & ULUDAĞ
KAYAK TURU
geziyoruz@hotmail.com

Gönül Erleri Mail Grubu

3 Şubat Pazar günü

İSTANBUL 'dan ULUDAĞ'a Gidiyoruz!
     Birinci otobüs doldu, ikinci otobüste de 19 kişilik yer kaldı (25 Ocak itibariyle).

     Not:   
     Aşağıda gördüğünüz gibi güzergahımız E-5 İncirli'den (Bakırköy kavşağı) başlayacak ve Boğaziçi Köprüsünden geçilecek şekilde olacak. Belli noktaları yazdık ancak yol üzerindeki tüm İETT duraklarından binebilirsiniz. Yer ayırtmak isterseniz, sizin için E-5 üzerindeki en uygun-yakın İETT durağını yazabilirsiniz. Yer ayırtanlara, durakta saat tam kaçta olunacağını da söyleyeceğiz...

     Program:   
06:00 İstanbul / İncirli'den Hareket
Topkapı, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Göztepe, Kozyatağı, Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla (E-5 Üzerinde bu güzergahtaki tüm İETT duraklarından yolcu alabiliriz)
08:00 Eskihisar / Arabalı Vapur
Vapura binerken kahvaltılıklar (meyve suları ve kaşarlı sandiviçler) dağılacak...
08:40 Topçular'a Varış
10:30 ULUDAĞ (1. Bölge Kayak Merkezi)
* Serbest Zaman...
* O bölgede yemek vs. fiyatları pahalı, bir kişilik normal bir yemek 25-30 TL. den başlıyor :( O sebeple dilerseniz ekmek arası köfte, kaşar, vs. gibi kendinize birkaç büyük sandviç yapar da yanınıza alırsanız, gereksiz yere israf etmezsiniz...
* Öğlen ve İkindi Namazları için yakınlardaki Camilere gidilebilecek.
15:30 Dönüş İçin Hareket
17:30 Topçular'dan Arabalı Vapur
18:15 Eskihisar
19:15 Tuzla'ya Varış
(E-5 güzergahından İncirli'ye kadar bırakılacak. İncirli 'ye 20:30 da varılacak)

     Ücret:   
Sadece 59.00 TL
(Başka tur firmalarında; görünürde buna yakın fiyatlar var ancak, ayrı kalemlerle para toplanmakta. Yaklaşık 80-90 TL. den aşağı böyle bir tura katılmak neredeyse imkansız. Ayrıca sadece 1 veya 2 merkezi noktadan hareket edilmekte, yol güzergahında hiç kimse alınmamaktadır.)
     Ücretimize; Gidiş-dönüş ulaşım, araç içi ikramlar (su, çay, meyve suyu, gazoz, kola, kek), kahvaltı için meyve suyu, çay, sandiviç ve rehberlik dahildir.
     Öğlen yemeği, akşam yemeği fiyatımıza dahil değildir. Dileyen kendi yiyeceğini getirir,
dileyen de oradaki mekanlardan temin eder...
     Ücretler giderken otobüste toplanacaktır... (Fiyata KDV dahildir)

     Notlar:   
* Kayak takımı kiralamak isterseniz, bedeli yaklaşık 30-40 TL. gibi,
* Kızak kiralamak isterseniz, günlük bedeli yaklaşık 20 TL. gibi,
* Kayak hocasından ders almak isterseniz, 2 saatlık ders bedeli kişi sayısına göre 40 ile 80 TL. arası tutacaktır. (Grup sayısına göre... Tek kişi ders alacak olsa, hoca; 80 TL., hatta 100 TL. talep edecektir. Eğer 8-10 kişi birlikte ders alınacak olursa da kişi başına 40 TL., 50 TL. gibi bir bedelle aynı ders alınabilecektir...
* 47 Kişilik Mitsubishi Safir yahut Mercedes 403 lüks otobüs ile gidiş-dönüş olacak.

Gönül Erleri Mail Grubu olarak düzenleyeceğimiz
bu programa katılmak isterseniz
geziyoruz@hotmail.com adresimize
ad, soyad, kişi sayısı,
otobüse nereden bineceğiniz ve
sadece birinizin cep tlf. numarasını yazarsanız;
yeriniz ayrılacak ve size mail ile de, tlf. ile de dönülecek...

Rezervasyon: geziyoruz@hotmail.com
Tlf.: 0216 452 60 70

22 Ocak 2013 Salı

İSLAM İLMİHALİ / ORUÇ / YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI

İSLAM İLMİHALİ
Yedinci Bölüm:
ORUÇ
Dördüncü Konu:
ORUCUN RÜKÜN ve ŞARTLARI


     B) YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI
     Orucun yükümlülük şartları denince, bir kimsenin oruç ibadetiyle yükümlü (mükellef) sayılması, farz veya vâcip bir orucun bir kimsenin zimmetinde borç olarak sabit olması için aranan şartlar kastedilir. Fıkıh literatüründe bu şartlar, orucun vücûb şartları" olarak da anılır. Oruç tutmamayı mubah kılan mazeret halleri de, bu yükümlülük şartlarını açıklayan ilâve bilgilerdir.

     a) Yükümlülük Şartları
     Namaz mükellefiyeti için gerekli olan şartlar yani Müslümanlık, ergenlik (bulûğ) ve belli bir aklî olgunluk düzeyinde olmak (akıl), oruç için de gerekli ve geçerlidir.
     Ergenlik yaşına gelmeyenler ibadetlerle yükümlü olmamakla birlikte, alıştırmak ve ısındırmak maksadıyla, aile büyükleri onlara ara ara namaz kılmalarını ve oruç tutmalarını söyleyebilir. Peygamberimiz, yedi yaşından on yaşına kadarki sürede çocuğun namaza alıştırılmasını önermiştir. Bedenî durumları dikkate alınmak şartıyla çocukların 8-9 yaşlarından itibaren oruca alıştırılmaları da uygundur.
     Genel vücûb şartları yanında kişinin ayrıca oruç tutmaya güç yetirecek durumda olması ve yolcu olmaması da şarttır. Bu şartlar orucun edasının vâciplik şartları olarak da adlandırılır. Oruç bahsinin başında zikrettiğimiz âyetin belirttiğine göre, hasta ve yolcu olan kişiler isterlerse oruç tutmayabilirler. Fakat tutmadıkları oruçları normal duruma döndükten sonra kazâ ederler. Hasta için normal durum iyileşmek, yolcu için ise, yolculuğun bitmesidir (ikamet). Oruç tuttuğu takdirde kendisinin veya çocuğunun zarar görmesi muhtemel olan gebe veya emzikli kadınlar da oruç tutmayabilirler. Hatta zarar görme ihtimali kuvvetli ise tutmamaları gerekir. Durumları normale döndüğünde tutamadıkları oruçları kazâ ederler.
     Yaşlılık sebebiyle oruç tutmaya artık gücü yetmeyenler, bunun yerine bir fakir doyumluğu olan fidye verirler.

     b) Oruç Tutmamayı Mubah Kılan Mazeretler
     Kur'an'da ve hadislerde, dinde insanlara zor gelecek hiçbir yükümlülüğün bulunmadığına sıklıkla işaret edildiğini, herhangi bir sıkıntı ve meşakkatin bulunduğu durumda da mükelleflere birtakım kolaylık ve ruhsatların tanınmış olduğunu biliyoruz. Bu genel ilkenin bir parçası olarak, bazı durumlarda farz olan ramazan orucunu tutmamaya da müsaade edilmiştir.

     Ramazan orucunu tutmamayı mubah kılan mazeretler (özürler) genel hatlarıyla şunlardır:
     1. Sefer: Namaz bölümünde belirtildiği üzere sefer (yolculuk) hali, genellikle, sıkıntı ve meşakkatli olduğu için yolcu olanlara birçok konuda kolaylıklar getirilmiştir. Yolcu olanlar için, namazın terkine değil, kısaltılmasına veya cem edilmesine ruhsat verildiği halde, namaza göre daha yorucu ve yıpratıcı olduğu için orucun terk edilmesine ruhsat verilmiştir (bk. el-Bakara 2/183-184). Bununla birlikte yolcu sayılan kimsenin, eğer gerçekten bir sıkıntı yoksa ve zarar da görmeyecekse oruç tutması daha faziletli görülmüştür.
     Geceden niyetlendiği orucu tutarken, gündüzün yola çıkmak durumunda kalan kimse, Hanefîler'e göre, bu orucunu tamamlasa daha iyi olur; fakat bozması durumunda kefâret gerekmez. Şâfiî ve Hanbelîler ise, ramazan ayında Hz. Peygamber'in Mekke fethine çıktığında Kadîd denilen yere varıncaya kadar oruçlu olup orada orucunu bozduğuna dair rivayete dayanarak, geceden niyet edilmiş orucun bile sefer durumunda bozulabileceğini söylemişlerdir. Savaş durumu veya cephede uzun süre çatışma durumu da aynı şekilde bir mazerettir. Bu durumlarda kalan kişi, sağlığına ve görevine uygun düşen seçeneğe göre hareket etmelidir.
     2. Hastalık: Hastalık da birtakım ruhsatların sebebi olan bir durumdur. Yüce Allah, bölüm başında zikredilen âyette hiçbir kayıt getirmeden hasta olanların, iyileştikleri bir vakitte oruç tutabileceklerini ifade etmiştir. Bu bakımdan oruç tuttuğu takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından endişe eden, yahut böyle olmamakla birlikte oruç tutmakta zorlanacak olan kimseler oruç tutmayabilir veya başlamış bulundukları orucu bozabilirler. Oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı tıbbın verilerine göre kuvvetle muhtemel olan kişinin de hasta hükmünde olduğu söylenmiştir.
     3. Gebelik ve Çocuk Emzirmek: Gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları halinde oruç tutmayabilirler. Bunlar bir yönüyle hasta hükmünde oldukları gibi, onlara bu ruhsatı tanıyan hadisler de bulunmaktadır (Nesaî, "Sıyâm", 50-51, 62; İbn Mâce, "Sıyâm", 3).
     4. Yaşlılık: Dinimiz oruç tutmaktan âciz olan yaşlı kimselerin oruç tutmasını istememiş, bunun yerine, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermelerini öngörmüştür. Bölüm başında zikredilen âyette oruç tutmaya güç yetiremeyenlerin veya tutmaya çalıştıkları takdirde büyük bir sıkıntı çekecek olanların fidye vermeleri gerektiği ifade edilmektedir. İyileşme ümidi bulunmayan hastalar da bu hükümdedir. Ancak ramazanda oruç tutma gücüne sahip olmayıp da, daha sonra kazâ edebilecek durumda olanlar fidye vermeyip tutamadıkları oruçları kazâ ederler.
     İyileşmeyen sürekli bir hastalık nedeniyle oruç fidyesi veren kimse daha sonra oruç tutmaya güç yetirecek olsa fidyenin hükmü kalmaz; oruç tutması ve önceki tutamadığı oruçları kazâ etmesi gerekir.
     5. İleri Derecede Açlık ve Susuzluk: Oruçlu bir kimse açlıktan veya susuzluktan dolayı helâk olacağından, beden ve ruh sağlığının ciddi boyutta bozulacağından endişe ediyorsa veya böyle bir şeyin olması tecrübeye veya doktor raporuna göre kuvvetle muhtemel ise, orucunu bozması câiz olur. Hatta ölüm tehlikesi açıksa oruç tutması haram olur.
     6. Zor ve Meşakkatli İşlerde Çalışmak: Esas itibariyle bir insanın ibadetlerini normal bir şekilde yapmasını engelleyecek zor ve ağır işlerde çalışması veya çalıştırılması doğru değildir. İnsanın ibadetini sağlıklı bir şekilde yapmakla geçimini temin ikilemi arasında bırakılması insan hakları açısından kesinlikle kabul edilebilir bir durum değildir. Böyle bir durumda bırakılan kişi, eğer toplum kendisine daha iyi iş imkânları sağlayamıyorsa, dolayısıyla işinden ayrıldığı takdirde geçim sıkıntısı çekmesi kesin veya kuvvetle muhtemel ise, bu durumda oruç tutmayabilir. Geçici bir süre ağır bir işte çalışmak durumunda kalan ise bu durumda oruç tuttuğu takdirde sağlığına bir zarar erişeceğinden endişe ediyorsa oruç tutmayabilir. Bunlar imkan bulurlarsa kaza ederler, değilse oruç yerine fidye verirler.
     Kur'an'da oruç tutmamayı mubah kılan mazeretler olarak hastalık, yolculuk ve oruca güç yetirememeden söz edilmiştir (el-Bakara 2/184-185). Fakihler de oruç tutmama ruhsatını bu üç durumla sınırlı tutmayı tercih etmiş, bu üç durumun ortak özelliği meşakkat olsa bile, her meşakkat halinde oruç tutulmayabileceğini söylemekte mütereddit davranmışlardır. Bunun en başta gelen sebebi, mükelleflerin sübjektif ve değişken bir durum olan meşakkati belirlemede ölçüsüz veya mütesâhil davranıp olur olmaz bahanelerle orucu terk etmesine yol açma, yani bu ruhsatı kötüye kullanma endişesidir. Bununla birlikte oruç ibadeti, netice itibariyle kul ile Allah arasında kalan bir yükümlülük ilişkisi olduğundan, mükelleflerin yukarıda sayılan mazeretler ışığında kişisel inisiyatiflerini kullanması, mazeretleri içlerine sinmediği sürece orucu terk etmemesi, haklı ve geçerli bir mazeretlerinin bulunduğuna iyice kani olduklarında da anılan ruhsattan yararlanması isabetli bir tutum olur.
     Sıralanan bu mazeretlerden biri sebebiyle oruç tutamayan kimse, oruca, oruçlulara ve ramazan ayına hürmeten, mümkün oldukça bunu belli etmemelidir.
     Canına veya bir uzvuna yönelik bir tehdide mâruz kalan kimsenin nasıl davranacağına ilişkin olarak kimi âlimler, zorlama karşısında ramazan orucunu bozmayıp zulmen öldürülen kimsenin günahkâr olmayacağını; tersine dinine bağlılığını gösterdiği için büyük bir sevap kazanmış olacağını söylemişlerse de ağırlık kazanan görüş bu durumda orucu bozmanın daha doğru olacağı yönündedir. Hatta tehdit altında kalan kişi, oruç için tanınan yolculuk, hastalık gibi bir mazerete sahip ise, zorlama karşısında orucunu bozmazsa günahkâr olur.
     Düğün veya sünnet yemeği gibi bir ziyafete çağrılan kimsenin, genel olarak diğer davetlerde olduğu üzere bu davete icabet etmesi, dostluk bağlarının güçlendirilmesi veya ilişkilerin geliştirilmesi vb. amaçlara hizmet edeceği için teşvik edilmiştir. Nâfile oruç tuttuğu bir günde böyle bir ziyafete çağrılan kimse, sözü edilen olumlu amaçlara hizmet edeceğinden eminse, bu davete icâbet etmesinin yerinde bir davranış olacağı; fakat, yine de beklenmedik yararlara ve güzelliklere yol açabileceği mülâhazasıyla genel olarak bu tür davetlere icâbet edip orucunu bozmasında bir beis bulunmadığı ifade edilmiştir. Başlanmış olan nâfileyi tamamlamak gerektiği kuralı sebebiyle bozduğu bu orucu daha sonra kazâ eder.

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...