18 Mart 2013 Pazartesi

İSLAM TARİHİ / Yemâme Emîrinin İslâma Dâvet Edilmesi

İSLAM TARİHİ
Yemâme Emîrinin İslâma Dâvet Edilmesi

     Yemame Hükümdarı Hevze b. Ali, Hıristiyandı.
     Peygamber Efendimiz, Hicret’in 7. senesi Muharrem ayında bu hükümdarı da İslamiyete davet etmek üzere Salit bin Amr’ı vazifelendirdi ve yazdığı bir mektupla onu Yemame’ye gönderdi. [1]
     Mektubu alan Salit b. Amr, durup dinlenmeden yol alarak hükümdarın ya­nına vardı ve Efendimizin mektubunu ona verdi. Mektu­bu okutunca, Resûl-i Ekrem’in kendisine şöyle hitap ettiğini gördü:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Hevze b. Ali’ye!
     “Doğru yolda gidenlere selam olsun!
     “Şunu iyi bilmelisin ki benim dinim yakında dünyanın en uzak ufuklarına kadar parlayacaktır! Binaenaleyh, ey Hevze, sen de Müslüman ol ki selamete eresin! Ben de, hükmün altındaki memleketin idaresini sana bırakayım!” [2]
     Hevze, bu daveti kabul edemeyeceğini nâzik bir üslûpla ifade etti. Ancak Salit (r.a.), bu hareketinin yanlış olduğu­nu söyleyerek onu davete icabete ça­ğırdı. Fakat Hevze, saa­det dairesinden uzak kaldı. Şüphesiz, bu uzak kalışta saltanatta kalma arzusu büyük rol oynuyordu. Bunu, kendisi de, bizzat bir Hı­ristiyan büyüğüne şöyle ifade etmişti:
     “Ben, kavmimin hükümdarı bulunuyorum; ona tâbi olay­dım, o takdirde hükümdarlık yapmayacaktım!” [3]
     Bununla birlikte Hevze, Peygamber Efendimize verilmek üzere, bir mek­tupla birtakım hediyeleri elçi Hz. Salit vasıtasıyla gönderdi.
     Pey­gam­be­ri­mizin Hevze’ye Bedduası
     Salit b. Amr (r.a.), Medine’ye dönerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzu­runa vardı. Olup bitenleri anlattıktan sonra, Hevze’nin gönderdiği mektubu Efendimize verdi. Hevze, mektubunda, Efendimize şöyle diyordu:
     “Davet ettiğin şey çok iyi, çok güzel!
     “Ben, kavmimin hatibi ve şâiriyim! Araplar da benim kavmimden korkar­lar! Bana, işinden bazı salâhiyetler ver de sana tâbi olayım!” [4]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu yersiz teklif için, “Yerdeki bir hur­ma koru­ğu­nu bile istese, ona vermem!” buyurduktan sonra, kendisine tâbi onca insanın hi­dayetine de mani olduğundan dolayı Hevze’ye, “Elindeki her şey yok ol­sun!” diye beddua etti. [5]
     Bu tarihten bir yıl sonra Cebrail (a.s.) gelip, Efendimize, Hev­ze’­nin kâfir ola­rak öldüğünü haber verdi. [6]
     Böylece, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gönderdiği elçiler ve davet mektupları ile cihanşümûl İslam davasını o zamanın bütün devlet reislerine bildirmiş, İs­lam’ın sesini bütün dünyaya duyurmuş oluyordu.
     Bu davete, o zamanın iki büyük devleti olan Habeşistan ve Bizans hüküm­darlarının cevabı gayet müspet geliyordu. Hatta Ne­câ­şî, İslam’la şereflendi. Heraklius ise, Pey­gam­be­ri­mizin hak peygamber olduğunu anladığı halde sa­dece dünya saltanatı için iman etmekten çekiniyordu. Aynı şekilde, Mısır Hü­kümdarı Mu­kavkıs da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisini ve mektubunu gayet iyi karşı­lı­yor ve müspet cevapta bulunuyordu. Bu davete muhatab olan Yemame Hü­kümdarı Hevze b. Ali de, Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisine gayet iyi mu­a­me­lede bulu­nuyor ve daveti nâzik bir üslûpla kabul etmediğini belirtiyordu.
     Geri kalan iki kişi ise, bu davete, menfi cevapta bulunuyordu. Hatta bun­lardan biri olan İran Kisrâsı, küstahça Pey­gam­be­ri­mizin mektubunu yırtı­yordu. Diğer biri olan Gassan Hükümdarı Hâris b. Ebî Şimr ise, haddini aşarak Efendimizin davet mektubunu yere atı­yordu.
___________________________________________________________________
Dip Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 254.
[2] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 74; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 303.
[3] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 270.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 262; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 303.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 262; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 74; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 303.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 262; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 270.

15 Mart 2013 Cuma

İSLAM İLMİHALİ / ZEKÂT / MAHİYETİ ve ÖNEMİ

İSLAM İLMİHALİ

Sekizinci Bölüm

ZEKÂT
İkinci Konu
MAHİYETİ ve ÖNEMİ

     Zekâtın kelime anlamı "artma, çoğalma, arıtma ve berekettir". "Doğru söylemek, sözünü tutmak" anlamına gelen sıdk kökünden alınmış olan ve Kur'an ve Sünnet'te zekât anlamında da kullanılmış olan sadaka kelimesi, daha sonraki devirlerde gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır. Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir payın alınması işlemini ifade eder.

     Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi iki yerde (el-Kehf 18/81; Meryem 19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde nâzil olan sûrelerde olmak üzere otuz âyette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu âyetlerin yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış, daha sonra da, zengin olanların bu imkânını belli oranda fakirlerin ve toplumun ihtiyacı için harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli olduğu hususu vurgulanmıştır.
     Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi yılda gerçekleştiği tartışmalıdır. Bir tesbite göre zekât hicretin 2. yılında ramazan orucundan önce, diğer bir tesbite göre ise aynı yıl ramazan orucundan sonra farz kılınmıştır. Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in zekât farz olmadan önce fıtır sadakasını vermeyi emrettiği, zekât farz kılındıktan sonra ise fıtır sadakası konusuna değinmediği, ancak müslümanların her ramazan ayında bayram namazından önce fıtır sadakası vermeye devam ettikleri belirtilmektedir (Buhârî, "Zekât", 76). Bu hadis, fıtır sadakasının zekâtın farz olmasından önce emredildiğini gösterdiğine göre ve orucun farz kılındığını bildiren âyet hicretin 2. yılında indiğine göre, zekâtın ramazan orucundan sonra farz olması gerekmektedir.
     Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde zekât daima namazla birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa, kişinin Müslümanlığının ancak bu ikisini eda etmekle olgunluk derecesine ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim olan ruh Allah'a yaklaşmak ve onun rızâsını kazanmaktır.
     Kur'an zekât vermeyi, müminlerin, muhsinlerin, iyi ve müttaki kulların vasıflarından saymıştır. O halde müminler, muhsinler, müttakiler zümresinde yerini almak isteyen bir zengin, zekâtını verecek namazını da kılacaktır. Zira Cenâb-ı Allah kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliğinin de zekâtlarını vermeleri veya zengin olup da zekât verebilmek için çalışmaları olduğunu haber vermektedir (el-Mü'minûn 23/1-4). Yine bir hadiste, her insanın sadaka vermesi bir ödev olarak telakki edilmiş ve bu uğurda çalışması teşvik edilmiştir (Buhârî, "Zekât", 30).
     Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mâna ve öneminden bahseden birçok âyet vardır:
     "Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir" (Lokmân 31/3-4).
     "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenler... dir" (el-Bakara 2/177).
     Kur'ân-ı Kerîm müşrikleri kötülerken onların vasıflarından birinin zekât vermemek olduğunu zikreder:
     "Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr ederler" (Fussilet 41/6-7). Burada hem onların toplumdaki ihtiyaç sahibi kimseler için harcama yapmadığı, bencil davrandığı ifade edilmiş hem de zekâtın ve âhirete imanın müminlerin iki temel özelliği olduğu vurgulanmıştır.
     Zekât vermeyen bir zengin Allah'ın geniş rahmetine, Allah ve Resulü'nün dostluğuna da hak kazanamaz. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:
     "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ben onu, sakınan, zekât veren ve âyetlerime iman edenlere has olmak üzere tesbit edeceğim" (el-A`râf 7/156).
     "Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve boyun bükerek namazı kılan, zekâtı veren müminlerdir" (el-Mâide 5/55).
     Bütün bu âyetler zekâtın ne büyük önem taşıdığının açık delilleridir.
     Zekât, fıkıh dilinde sadece "farz" diye bilinen hükümlerden biri olmayıp, aynı zamanda İslâm binasının üzerine inşa edildiği beş büyük sütundan biridir; İslâmiyet'i karakterize eden kurumlardandır. İslâm'ın beş şartından biri olan namaz bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri simgeler. Zekât her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah'ın emrine uyarak, O'nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât Allah katında kabul görebilir.
     Zekâtını öncelikle zamanı ve mekânı yaratan yüce Allah'ın emri olduğu için ödeyen, bu ve diğer ibadetleri O'na yakın olmak, O'na şükretmek amacıyla yerine getiren müslüman, âhiret hayatının nimetlerine ve cennette Allah'a yakın olmaya ehil olur.
     Zekâtın bu ibadet mânası yanında bir de yüce insanî hedefleri, üstün ahlâkî değerleri ve iktisadî gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm zekâtın hedeflerini "tathîr" (temizleme) ve "tezkiye" (arıtma) kelimeleriyle özetler:
     "Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun" (et-Tevbe 9/103). Bu iki kelime zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. Bunları şöyle açıklamak mümkündür: Zekât veren, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, vatana ihanete, devlet malını yemeye kadar götürür. İşte zekât -verildiği oranda- ödeyenin duygularını mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır.
     İslâm dini insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da zenginin her sene malının zekâtını vererek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
     Bencillikten kurtulan, paraya ve mala düşkünlükten temizlenen, darda kalmışların yardımına koşmayı huy edinen kimseler Allah'ın ve elçisinin ahlâkı ile ahlâklanırlar.
     Zekât, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Başta zekât olmak üzere yapılan gönüllü malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla zekâtını veren mümin her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
     Zekât, zenginin sadece kötü huy ve duygularını gidermekle kalmaz, onun malını da başkalarının haklarından temizler. Zenginin malında fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı bulunduğundan bu hak ayrılıp verilmedikçe mal temizlenmiş sayılmaz.
     Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekâtın, bir ibadet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem atfettiğini gösterir. Günümüzde insanların devletten vergi kaçırmak için ince muhasebe hesapları yaptırdıkları düşünülürse, modern vergilendirme prensiplerinin hemen hepsini bünyesinde taşıyan zekâtın bu yaklaşımla ele alınmasının sağladığı yararlar daha iyi anlaşılır. Zekât, sosyal güvenliğin finansmanında, herhangi bir zarar ve felâkete uğrayan insanlara yardım elinin uzatılmasında mükemmel bir araçtır.
     Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) dikkat çekicidir. Yoksul zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi, talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.
     İslâm ekonomisinin ekseni olan zekâtın en dikkate değer özelliği İslâm'ın şartlarından sayılıp tek tek fertlerin vicdanlarına mal edilmiş olmasıdır. Asrımızda devletlerin yükledikleri vergilerden her ülkedeki vatandaşların kaçmaya çabaladıkları ve bu uğurda çeşitli muhasebe oyunları geliştirdikleri göz önünde bulundurulursa zekâtın bu yönü daha iyi anlaşılır.
     Zekât, servet biriktirip onu âtıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken servet zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Aşağıdaki âyetleri düşünerek okuyan müslümanların, imkân sahibi olduklarında zekât vermemeleri mümkün değildir.
     "Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve (o esnada) işte nefisleriniz için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın! (denilecek)" (et-Tevbe 9/34-35).
     Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.
     Zekât sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. Zengin zekâtını verirken fakiri incitmemek için âzami titizliği gösterir. Çünkü Kur'an bu şekilde muamele edenleri övmüş, iyilik yapıp da bunu insanların başına kakmanın yapılan iyiliğin, değerlerini düşürdüğünü haber vermiştir.

13 Mart 2013 Çarşamba

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET - 5

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
İHLÂS ve NİYET
GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE,
SÖZLERDE VE HALLERDE İYİ NİYET VE İHLÂS (5)
   11.    Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi küsur derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler:
     Allahım! Ona merhamet et!
     Allahım! Onu bağışla!
     Allahım! Onun tövbesini kabul et! diye ona dua ederler.”
     (Buhârî, Salât 87, Ezân 30, Büyû` 49; Müslim, Tahâret 12, Mesâcid 272. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 48; İbni Mâce, Tahâret 6, Mesâcid 14)

     Açıklamalar

     İslâmiyet birlik ve beraberliği vazgeçilmez görmüş, bunu sağlayacak hususlardan biri olan cemaatle namaz kılmaya büyük önem vermiştir. Bu sebeple evde ve işyerinde yalnız başına kılınan namaza nisbetle câmide diğer mü’minlerle birlikte kılınan namazı çok daha üstün görmüştür. Burada zikredildiği gibi cemaatle kılınan namaza, tek başına kılınan namazdan yirmi küsur, bazı rivayetlerde yirmi beş, hatta yirmi yedi misli sevap verilmesinin sebebi de budur.
     Evde ve işyerinde cemaatle kılınan namaz, câmide cemaatle kılınan namaz gibi değerli olmamakla beraber, tek başına kılınan namazdan elbette daha sevaptır. İşyerinde, daha yaygın ifadesiyle çarşı pazarda kılınan namaz o kadar makbul görülmemiştir. Zira işyerlerinde mal alınıp satılırken genellikle yalan söylenir, insanlar aldatılır, çeşitli haksızlıklar yapılır. Bunlara bir de müşteriyi kaçırmama telâşı, malını satma arzusu eklenince, işyerlerinde gönül huzuruyla namaz kılmak iyice zorlaşır.
     Hadîs-i şerîfimizde, namaz kılmak üzere câmiye gidecek kimsenin önce güzelce abdest alması istenmektedir. Güzelce abdest almak ifadesiyle, abdest organlarının iyice yıkanması, abdestin sünnetlerine ve âdâbına uyulması kastedilmektedir. Sonra da o kimsenin bir başka iş için değil, sadece cemaatle namaz kılmak için yola çıkması gerekmektedir. Yani ihlâs ve niyeti tam olmalıdır.
     Evin câmiye uzak olması, câmiye girinceye kadar atılan her adım sebebiyle bir derece yükseltilmek ve bir günahı bağışlanmak imkânı verir. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konuya şöyle açıklık getirmektedir:
     “Namaz sebebiyle en çok sevap elde edenler, cemaate en uzak yerlerden yürüyerek gelenlerdir” (Buhârî, Ezân 31).
     Cemaatle kılınacak namazı beklemenin de ayrı bir sevabı vardır. İster câmide, ister bir başka yerde namaz vaktinin gelmesini bekleyen kimse, ibadet hâlindedir. Câmide bekleyenlerin kârı, hem ibadet ediyormuş gibi sevap kazanmak, hem de meleklerin duasını almaktır. Yalnız bu esnada bir inceliğe uymak gerekmektedir ki, o da kimseye eziyet etmemek ve abdestini bozmamaktır. Eziyetten maksat dedi kodu yapmamak, eliyle ve diliyle birilerini incitmemektir. Rûhânî birer varlık olan melekler, mescidde abdestsiz durulmasından rahatsız olurlar. İşte bu sebeple mescidde namazı beklerken abdestini bozmamak şartı ileri sürülmüştür.
     Böylesi güzel duygularla, yani ihlâsla ve Allah’ın rızâsını kazanma düşüncesiyle kılınan namazın pek çok karşılığından biri 20 küsûr derece fazla sevap almaktır. Bu miktar bazı hadislerde 25, daha sahih olan bazılarında ise 27 derece olarak belirtilmiştir (bk. 1066. hadis). Derecelerin farklı olmasında, namaz kılan kimsenin ihlâsının, duyduğu huzur ve huşûun tesiri olduğu muhakkaktır. Mânevî bir huzur içinde kılınan namazın bir diğer karşılığı ise meleklerin duasını kazanmaktır. Dua eden bu melekler bizi koruyup gözeten hafaza melekleri olduğu gibi başka nevi melekler de olabilir. Meleklerin salâtı demek, onların mü’mine istiğfar etmesi, yani günahlarının affını dilemesi demektir. Şu halde melekler, namaz kılan kimseye hem istiğfâr hem de dua ederler.
     Allah Teâlâ’nın meleklerin dua ve niyazlarını kabul ederek kulunu mağfiret etmesi demek, onun günahlarını bağışlaması demektir; kuluna rahmet etmesi ise ona bol bol ihsanda bulunması demektir. Bu hadis 1067 numara ile tekrar gelecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
   1. Her işte olduğu gibi, namaz kılarken ve cemaatle namaza giderken ihlâslı olmak, sadece Allah rızâsını düşünmek gerekir.
   2. Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kılınan namazdan 27 derece daha faziletlidir.
   3. Cemaatle namaz kılmak üzere mescide gitmek ve orada namaz vaktini beklemek, insana büyük sevaplar kazandırır.
   4. Mescidde abdestsiz durmak melekleri incittiği için, böyle yapanlar meleklerin duasından mahrum olurlar.
   5. Mescitte veya başka bir yerde namaz vaktinin girmesini beklemek sevaptır.
   6. İşyerlerinde namaz kılmak, diğer yerlere nisbetle daha az sevap kazandırmakla beraber câizdir.
   7. Usûlüne uyarak abdest alanlar, büyük sevap kazanırlar.

   12    Ebü’l-Abbâs Abdullah İbni Abbâs İbni Abdülmuttalib radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurdu:
     “Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı:
     Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.”
     (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, Îmân 207, 259. Ayrıca bk. Buhârî, Tevhîd 35; Tirmizî, Tefsîru sûre (6),10)

     Abdullah İbni Abbas

     Hz. Peygamber’in amcası Abbas radıyallahu anh’ın oğludur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübâbe’dir.
     İbni Abbas hicretten üç yıl önce Mekke’de doğunca, onu getirip Resûl-i Ekrem’in kucağına verdiler. Efendimiz mübarek ağzında çiğnediği bir hurmayı onun damağına çaldı. İbni Abbas tahnik denilen bu hâdise sebebiyle ashâb arasında pek üstün meziyetlere sahip olmuştur.
     Daha sonraları Hz. Peygamber ona iki defa dua etmiş, bu dualarından birinde “Allahım! Onu büyük din âlimi (fakîh) yap ve ona Kur’an’ı öğret!” buyurmuştur. Bu sebeple İbni Abbas Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi bilen sahâbî olmuş, kendisine Tercümânü’l-Kur’ân unvânı verilmiştir. Ümmetin en âlimi anlamında Hibrü’l-ümme diye de anılmıştır.
     Hz. Peygamber’in hanımlarından Meymûne annemiz onun teyzesi idi. Bu sebeple bazı geceler Resûl-i Ekrem’in yanında kalır, onun fiil ve hareketlerini, ibadetlerini tâkip ederdi. Efendimiz’in vefatında henüz 13 yaşında olan İbni Abbas, zekâ ve anlayışı sebebiyle birçok defa Hz. Peygamber’in takdirini kazanmıştır. Talebelerine birgün tefsir, birgün siyer ve megâzî, birgün edebiyat, bir başka gün Arapların meşhur savaşları demek olan Eyyâmü’l-arab okuturdu.
     Abdullah İbni Abbas’ı çok seven Hz. Ömer, onun görüşlerine pek değer verirdi. Hz. Ali devrinde Basra valiliği yaptı. Bir kısmını bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu mükerrerleriyle birlikte 1660 hadis rivayet etmiştir.
     İbni Abbas hayatının son yıllarında gözlerini kaybetti. Bazı kaynaklar onun Kerbelâ Fâciası’na çok üzülüp ağladığını ve gözlerini bu yüzden yitirdiğini belirtirler.
     Tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite, verdiği fetvâlarla meşhur ve abâdile diye anılan dört Abdullah’tan biri olan İbni Abbas, hicretin 68. yılında (687) Tâif’te 71 yaşında vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Bu hadîs-i şerîf, Riyâzü’s-sâlihîn’de geçecek olan kudsî hadislerin ilkidir. Bu tür hadisleri Peygamber Efendimiz ya arada hiçbir vasıta olmadan doğrudan doğruya Allah Teâlâ’dan almıştır veya Cenâb-ı Hak bu bilgileri Cebrâil aleyhisselâm aracılığıyla Peygamber Efendimiz’in kalbine iletmiştir.
     Allah Teâlâ insanları yaratmadan önce nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu tesbit ve takdir etmiş, sonra hafaza meleklerine emrederek bunları -herşeyin yazılı olduğu- levh-i mahfûza kaydettirmiştir. Daha sonra da iyi ve güzel dediği şeylerin neden iyi ve güzel olduğunu anlamamız, kötü ve çirkin dediği şeylerin neden kötü ve çirkin olduğunu kavramamız için bunları bize açıklamıştır.
     Buna göre bir insan iyilik yapmaya niyet eder, sonra da herhangi bir engel sebebiyle bu iyiliği yapamazsa, Allah Teâlâ o kimseyi iyi niyeti sebebiyle ödüllendirmek ister ve yapmayı düşündüğü iyiliği yapmış sayarak ona bir sevap yazdırır. Buna göre iyi bir şeyi düşünmek bile iyilik sayılmaktadır. Bir düşüncenin ve hareketin iyilik olarak değerlendirilmesi için de, onu yapmaya niyet etmek şarttır.
     Şayet insan düşünüp yapmaya niyet ettiği o güzel hareketi yapacak olursa, mükâfâtı on mislinden başlar. En az bire on kazanır. Bu mükâfât 700 misline kadar çıkar. Eğer yapılan iyilik Allah Teâlâ’nın çok değer verdiği davranışlardan biriyse, kul da o işi ihlâs ve samimiyetle yapmışsa, mükâfâtı 700 misliyle de kalmaz; hesabını sadece Cenâb-ı Hakk’ın bileceği daha yüksek ölçeklerle değerlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Yaptıklarına karşılık olmak üzere kendilerine nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilmez” [Secde sûresi (32), 17] âyeti bu sayısız mükâfâta işaret etmektedir.
     Bir hadîs-i kudsîde bu hadsiz hesapsız mükâfât şöyle açıklanmıştır:
     “İyi kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir kimsenin de hatırından geçiremediği nimetler hazırladım” (Buhârî, Tevhîd 35).
     Bir kötülük yapmak isteyip de sonra bundan vazgeçen kimseye tam bir sevap yazılmasının sebebi, o kötülüğü yapabilecek güçte olduğu halde, Allah’dan korkarak vazgeçmesidir. Düşündüğü fenalığı yapmaya gücü yetmediği veya buna imkân bulamadığı için yapamayan kimseye ise hiçbir sevap yoktur. Çünkü o tasarladığı kötülükten vazgeçmek için kendisini zorlamamış, bu yolda bir gayret sarfetmemiştir.
     Bir kötülük yapana sadece bir günah yazılması, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ne kadar âdil ve ne kadar geniş bir merhamete sahip olduğunu göstermektedir. Kötülüklerin âzamî karşılığının bir misli ceza, iyiliklerin asgarî karşılığının on misli mükâfât olması âyet-i kerîmeyle de belirtilmiştir:
     “İyilik edene, yaptığı iyiliğin on misli mükâfât verilir. Kötülük yapan da yaptığının dengiyle cezalandırılır” [En`âm sûresi (6), 160].
     Yapılan bir kötülüğe sadece bir günah yazılmasından önemli bir sonuç çıkmaktadır: İnsan kötülük yapmayı aklından geçirdiği için günahkâr olmaz ve bundan dolayı hesaba çekilmez. Çünkü bir kötülüğü aklından geçirmek, onu yapmaya kararlı olmak değildir. Şayet insan aklından geçirdiği bir kötülüğü yapmak ister ve buna karar verirse, işte o zaman iradesi ve kararı yüzünden hesaba çekilir. Mi`râc hadisinde görüldüğü üzere Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kıldıktan sonra bu konuya bir daha temas ederek Peygamber Efendimiz’e şöyle buyurmuştur:
     “Kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, kendisine bir sevap yazılır. Yaparsa on sevap yazılır. Kim de bir kötülük yapmak ister de yapmazsa, ona hiçbir şey yazılmaz. Yaparsa bir tek günah yazılır” (Müslim, Îmân 259).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
   1. Bir iyilik yapmak isteyip de yapamayana bir iyilik sevabı yazılır. Çünkü bir iyiliği yapmayı arzu etmek, onu yapmak için ilk adımı atmak demektir.
   2. Bir kötülük yapmak isteyip de Allah’tan korktuğu için bundan vazgeçene bir iyilik yapmış gibi sevap yazılır. Çünkü yapmaya karar verdiği kötülükten dönmek iyi bir şeydir. Zira iyiliğin karşılığı iyiliktir.
   3. Allah Teâlâ hatırdan geçen kötü bir düşünce yüzünden kulunu hesaba çekmez. Önemli olan bu düşüncenin bir karar ve kesin niyet haline dönüşmemesidir.
   4. Bir iyiliğe kat kat sevap verildiği halde, bir kötülüğe sadece bir günah yazılır. Böyle bir imkân İslâm’dan başka hiçbir din ve sistemde yoktur.

  13.   Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l-Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

     “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:
   — Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler. İçlerinden biri söze başlayarak:
   — Allahım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Birgün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.
     Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.
     Bir diğeri söze başladı:
   — Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre: Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım.
   Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.
     Üçüncü adam da:
   — Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Bir gün bu adam çıkageldi. Bana:
   — Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona:
   — Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim. Adamcağız:
   — Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.
     Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler.
   (Buhârî, Büyû` 98, İcâre 12, Hars ve’l-müzârea 13, Enbiyâ’ 53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100)

     Abdullah İbni Ömer
     Hicretten on yıl önce Mekke’de doğdu. Babası Hz. Ömer’le birlikte müslüman oldu ve onunla birlikte hicret etti. On üç yaşında iken Uhud Savaşı’na katılmak istedi; fakat Hz. Peygamber onun henüz çok genç olduğunu söyleyerek buna izin vermedi. Hayatının ileriki dönemlerinde birçok savaşlara ve fetihlere iştirak etti. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de bulunduğu İstanbul seferine katıldı.
     Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra halife olması istenen adaylardan biri de İbni Ömer’di. Fakat o bu teklifi benimsemedi. Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklara katılmadı. Dinî konularda ihmâllerini gördüğü idarecileri hemen uyarırdı.
     Ablası Hz. Hafsa Resûl-i Ekrem’in hanımı olduğu için, Efendimiz’in yakın çevresinde bulunma imkânına sahipti. Bu sebeple sahâbîlerin görüp duyma imkânını bulamadığı birçok hadisin müslümanlara ulaşmasını sağladı.
     Rivayet ettiği, mükerrerleriyle birlikte 2630 hadis ile Ebû Hüreyre’den sonra en çok hadis rivayet eden yedi sahâbînin (müksirûnun) ikincisi oldu.
     İbni Ömer aynı zamanda en çok fetvâ veren yedi sahâbîden biriydi. Altmış yıl boyunca fetvâ verdi.
     Hz. Peygamber’in hayat tarzına harfi harfine uyma ve onun emirlerini aynen yerine getirme konusunda bir benzeri daha yoktu. İbni Ömer birgün gördüğü bir rüyayı ablası Hz. Hafsa aracılığıyla Peygamber Efendimiz’e arzetti. Efendimiz’in:
     “Abdullah ne iyi insan, bir de gece namazı kılsa!” buyurması üzerine, o günden itibaren gece namazını hiç terketmedi. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra ona olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihân Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Hele Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı halde sadece müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.
     Abdullah İbni Ömer ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerindendi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Sahip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allah yolunda kurban edilmek veya sadaka olarak verilmek üzere ayırırdı. Bir defasında câriyelerinden birine aşırı sevgi duymaya başlamış, onu hemen âzâd ederek diğer âzadlılarından biriyle evlendirmişti.
     İyi halini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri onu uyarma gereğini duydu. Kölelerinden bir kısmının sırf âzâd edilmek için câmiye gittiğini söyleyince ona:
     Bizi Allah ile aldatmak isteyenlere aldanmaya razıyız, karşılığını verdi. Çeşitli sebeplerle 1000’den fazla köle âzâd etti.
     Kibir duygusuna kapılma endişesiyle sade giyinirdi. Sağlıklı olmasına rağmen az yemek yerdi.
     Saçları omuzlarına dökülecek kadar uzundu. Sakalını kına ve ketem denilen çivit boyasıyla sarıya boyar, bu sebeple sakalı kumral bir renk alırdı. Hz. Peygamber’in de öyle yaptığını söylerdi. Abdullah İbni Ömer 73 (692) yılında seksen beş yaşında iken Mekke’de vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadîs-i şerîfte iyi niyetle, ihlâs ve samimiyetle yapılan davranışların Allah Teâlâ’yı hoşnut ettiği belirtilmektedir. Cenâb-ı Hak kendi rızâsını elde etmek için yapılan güzel hareketlerden ve azâbından korkularak terkedilen kötü işlerden dolayı kulundan memnun olmaktadır. O’nun bu hoşnutluğu insanı hem dünyadaki hem de âhiretteki birçok sıkıntılardan kurtarmakta, her iki dünyada bahtiyar olmasını sağlamaktadır.
     Efendimiz’in anlattığı bu kıssada ana babaya hizmet, nefse hâkimiyet ve insan hakkına hürmetin önemi belirtilmektedir. Birinci kıssa, ana babaya yapılan iyiliğin, onların gönlünü hoş tutmanın değerli bir hareket olduğunu göstermektedir. Aslına bakılırsa, insan ana babasına iyilik yapmaya mecburdur. Çünkü onlar vaktiyle kendisine birçok iyilik yapmışlardır. Şimdi ise iyilik yapma sırası evlâda gelmiştir. Buradaki güzel davranış sadece ana babayı içine aldığı, öteki kıssalarda ise başkalarına iyilik söz konusu olduğu için, onlar daha değerli görünmektedir.
     Bu üç güzel hareketin en değerlisi, amcasının kızına sahip olmasına hiçbir engel yokken sadece Allah’tan korktuğu için nefsinin isteklerine meydan vermeyen kimsenin davranışıdır. Böyle birinin cennetlik olduğunu şu âyet-i kerîme de göstermektedir:
     “Rabbinin huzurunda (suçlu) durmaktan korkarak nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranlar için şüphesiz varılacak yurt cennettir” [Nâzi`ât sûresi (79), 40-41].
     İnsan sıkıntıya düşünce, kendisini bu sıkıntılardan kurtarması için Allah Teâlâ’ya dua ve niyaz etmelidir. Bu esnada samimiyetle yaptığından emin olduğu bazı güzel hareketlerini anarak, onların hâtırına kendisine yardım etmesini söyleyip Allah Teâlâ’ya yalvarabilir. Bu hiçbir zaman başa kakma anlamına gelmez. İnsanın sıkıştığı zamanlarda dua vesilesi yapabileceği ihlâslı işlerinin olması ne güzeldir.
     İhlâs ve iyi niyetle yapılan güzel davranışların hayırlı neticeleri daha dünyada iken, hatta herşeyin bittiği sanılan bir zamanda görülüverir. Bu da ihlâs ve iyi niyetin insan hayatındaki yerini gösterir.


     Hadisten Öğrendiklerimiz
   1. Anne ve babaya herkesten çok itaat ve hürmet etmeli, onları bütün sevdiklerine tercih etmelidir.
   2. Nefsin arzu ettiği şeyleri yapabilecek imkâna sahip olduğu halde, sırf Allah’tan korkarak ve onun rızâsını kazanmak isteyerek bunları terketmek insana büyük faziletler kazandırır.
   3. İnsanlarla yapılan işlerde dürüst, anlayışlı ve fedakâr davranmak, emanete riâyet etmek Allah Teâlâ’yı memnun eden güzel hareketlerdir.
   4. Allah Teâlâ yapılan hiçbir iyiliği zâyi etmez; zamanı gelince onu değerlendirir.

   5. İnsan ihlâs ve iyi niyetinin karşılığını hem dünyada hem de âhirette görür.

14 Mart Perşembe / SURİYELİ KADINLARLA DAYANIŞMA BASIN TOPLANTISI

BASIN TOPLANTISI
SURİYELİ KADINLARLA DAYANIŞMAYA DAVET
     Suriye'de kadınlara, kız çocuklarına tecavüz ediliyor. İnsanlar aile fertlerinin gözleri önünde tecavüze uğruyor, eşlerinin önünde tecavüze uğrayan kadınlara eşleri ve çocuklarının öldürülüşü seyrettiriliyor.
     MAZLUMDER temsilcilerinin de içinde olduğu sivil toplum kuruluşu temsilcisi, eğitimci, medya mensubu, hukukçu, yazar, ev hanımı, çeşitli mesleklerden kadınlar olarak, Suriye'de özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik ihlallere tepkimizi ve zulmün durdurulması çağrısını içeren basın toplantısına davetlisiniz. Basın toplantısına Suriyeli kadınlar da katılacaktır.

SURİYELİ KADINLAR İÇİN
KADIN DAYANIŞMASI
Tarih: 14 Mart Perşembe
Saat: 11.00
Yer: Feshane - Eyüp / İstanbul

12 Mart 2013 Salı

7 Nisan'da İstanbul & Eskişehir Turumuz Var...

Gönül Erleri Kültür Turları
İstanbul & Eskişehir
7 Nisan Pazar
Katılım Ücreti:
60 TL (KDV. dahil, otobüste giderken nakit toplanıyor)
(Otobüste ebeveyn kucağında oturmak kaydıyla çocuklar ücretsizdir)
geziyoruz@hotmail.com
- 05:30 Bakırköy - İncirli'den Hareket
     Merter, Topkapı, Haliç Köprüsü, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Göztepe, Kozyatağı, Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla ve Gebze güzergahında E5 üzerindeki tüm İETT duraklarından yolcu alabiliriz.
     (Yerini ayırtanlara, saat kaçta hangi durakta olunacağını belirtiyoruz)
- 07:00 Gebze'yi geçerken araç içinde kahvaltılıklar dağılacak

(Ekmek, beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin,
tereyağ, reçel ve helvadan oluşan bir kahvaltı klasiği…)
- 09:00 Pamukova 'da ihtiyaç molası
Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz
Genç Ömür Dinlenme Tesislerinde yarım saat ihtiyaç molası.
Yukarıdaki mavi renkli başlığa veya aşağıdaki fotoğrafa tıklayarak,
tesis bilgilerini görebileceksiniz...

- 09:30 Genç Ömür Dinlenme Tesisinden Hareket
- 11:00 Eskişehir'e Varış
- 11:30 Porsuk Çayı'nda Tekne İle Kısa Bir Gezi
- 12:00 Cumhuriyet Tarihi Müzesi
- 13:00 Öğlen Yemeği
- En yakın camilerin birinde Öğlen Namazı
(Külliye, Şadırvan, Aşhane, Kervansaray, Menzilhane, Medrese Odaları ve Mevlevihane)
Cami ve Külliye gezilecek, ikindi namazı için serbest zaman
- 17:00 Dönüş Yolculuğu Hareket
- 19:00 Adapazarı - Pamukova Bozüyük'de mola...
Akşam Namazı ve Akşam Yemeği (serbest)
(Genç Ömür Tesisleri)
- 20:00 Hareket
- 21:30 Tuzla
- 22:30 İncirli Varış
geziyoruz@hotmail.com adresimize
sadece birinizin adını-soyadını, kaç kişi olacağınızı,
sizi nerden alacağımızı ve cep telefon numaranızı yazarak
yerinizi ayırtabilirsiniz...
Yeriniz ayrılacak ve size cevap yazılacaktır.
Bilgi almak için: Tlf.: 0216 452 60 70

Not: Fiyatımıza; 47 kişilik otobüsle gidiş-dönüş ve gezilecek yerlere ulaşım, kahvaltı paketi, araç içi ikramlar, tekne turu, tüm müze giriş ücretleri ve rehberlik hizmetleri dahildir...

KELİMELER - KAVRAMLAR / SAKAL

KELİMELER - KAVRAMLAR
SAKAL

     Yetişkin erkeklerin yanak, çene ve yüzlerinin alt kısımlarında çıkan kıllar.
     İnsanları en güzel şekilde yaratan Cenab-ı Allah peygamberleri vasıtasıyla kulluk görevlerini onlara bildirdiği ve öğrettiği gibi, kılık-kıyafetlerini de belirlemiştir.
     Allah Teâlâ, insanların bedenlerinde saç, sakal ve diğer kılları yaratmış, peygamberleri de bunlardan bir kısmının giderilmesini veya kısaltılmasını, bir kısmının da kesilmeyerek uzatılmasını tebliğ etmiş ve bu konuda insanları uyarmışlardır.
     Allah Teâlâ (c.c), "Peygamber size neyi getirip verdi ise onu kabul edin, alın ve sizi yasakladığı şeyden de sakının" (el-Haşr, 59/7) ve "Allah'ın Rasulünde sizin için güzel örnekler vardır" (el-Ahzâb, 33/21) meallerindeki âyetlerinde buyurduğu gibi, mü'minlere sîrette, sûrette, ahlâkta, âdette ve hayatın bütün dallarında, Rasul (s.a.s)'in sünnetine uymalarını emretmiştir. Rasulullah (s.a.s)'ın sünnetine uymak, İslâmiyet'i daha doğru anlamanın, daha doğru yaşamanın yegâne yoludur.
     Allah (c.c)'ın: "Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisa, 4/80) âyet mealinde buyurduklarından hareket ederek, Rasulullah (s.a.s)'a itaatin her şeyden önce farz hükmünü taşıdığını göz önüne alırsak, onun sünnetine sarılmanın önem ve ciddiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.
     Rasûlullah (s.a.s) ümmetini, kılık kıyafet ve dış görünüşleri bakımından müşriklere benzemekten alıkoymuş; "Kim bir kavme benzerse, onlardandır" (Ebu Davud, Libas, 4) hadisiyle de müslümanları uyarmıştır. Özellikle sakal bırakmaları hususunda mü'minlere tavsiyelerde bulunmuş, çeşitli hadisleriyle de sakalın müslüman için taşıdığı önemi belirtmiştir.
     Hz. Aişe (r.anha)'den rivayet edilen bir hadisi şerifde
     "On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek; sakalı salıvermek; misvak ile ağzı, dişleri temizlemek; su ile burnu temizlemek; tırnakları kesmek; kirlerin barınabileceği yerleri yıkamak; koltuk altındaki kılları gidermek, kasıkları tıraş etmek; necaset yolunu su ile pak eylemektir" (Müslim, Tahare, 56; Ebu Davud Tahare, 29; Nesâî, Zine, I) buyurmuşlardır. Diğer hadislerinde ise, "Bıyıkları Çok kısaltın, sakalları ise bırakın"; "Müşriklere muhalefet edin; bıyıkları kısaltın, sakalları çoğaltın"; "Bıyıkları kesin, sakalları bırakın. Böylece Mecusîlere benzemeyin " (Buharî, Libas, 64; Müslim, Tahare, 54) buyurmuşlar ve mü'minleri sakal bırakmaya teşvik etmişlerdir.
     Sakal, hadiste de buyurulduğu gibi, yaratılış icabı erkeklerde bulunması gereken ve daha önceki peygamberlerin sünneti olan bir kılıktır. Müteaddid hadislerde sakalların tabii halleri üzere terk edilmesi ve uzatılması emredilmektedir. Kısaltılması konusunda herhangi bir cevaz görülmemektedir. Asırlardır her devirdeki İslâm âlimleri ile bütün mü'minler bu tabii hali benimsemişler ve kendilerinde uygulamışlardır.
     Bu hadislerden anlaşıldığına göre, bütün peygamberlerle birlikte Rasul-i Ekrem de sakalını bırakmış ve sakal bırakmayı emretmiştir. Hz. Peygamber ve ashabının sakallarını traş ettiklerine dair hiç bir kayıt yoktur. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s) sakalının ucundan ve yanlarından alırdı (Tirmizi, Edeb, 17). İmam Malik, "Müslüman, çoğunluk sakalını ne şekilde bırakıyorsa o kadar bırakmalı, fazlasını kesmeli, böyle yapmak menduptur. Çünkü bu fazlalığın kesilmemesi, çirkin görünmeye sebeb olur. Sakalı kısaltmanın bir sınırı yoktur. En uygunu, şekli güzelleştirecek biçimde kısaltmaktır" der. İmam Bâcî Abdullah İbn Ömer ve Ebu Hureyre'den nakledilen tatbikata dayanılarak bir tutamdan fazlasının kesilebileceğini söylemiştir.
     Dürrül-Muhtar'da sakalın bir tutam boyunda olmasının sünnet olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde, ekseriyetin görüşüne göre bir tutamdan fazlasını kesmek de sünnettir.
     Sakal bırakmak ve buna bağlı olarak sakalı traş etmek konusunda âlimler değişik kanaatlere varmışlardır. Bu alimlerin bir kısmına göre sakal bırakmak farz, kesmek haram; bazılarına göre sakal bırakmak sünnet, kesmek mekruhtur, kimisine göre de müstehaptır. Bunların görüş ve delillerine gelince: Sakal bırakmak farz, traş etmek ise haramdır şeklinde olan birinci görüş, alimlerin cumhuruna aittir. Delilleri ana hatlarıyla şöyledir:

     a) Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde sakal bırakmayı emretmiştir. Emirler mendup veya mübah olduğunu ifade ettiğine dair bir delil bulunmadıkça vucub için olurlar. "Sakalları bırakın" emri de sakal bırakmanın farz olmasını gerektirir.
     b) Aynı şekilde, Hz. Peygamber (s.a.s) müşrik veya mecusilere benzememeyi emretmiştir. Sakalı traş etmek onlara benzemektir. Bu da haramdır.
     c) Sakal traşı, Nisa süresinin 119. ayetinde sözü edilen Allah'ın yarattığı şeyi değiştirmek demektir. Şeytana uyularak yapılân bu hareket de yasaktır.
     d) Sakal, erkekleri kadınlardan ayıran bir özelliktir. Sakalını traş eden erkekler kadınlara benzemektedirler. Erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesi dinen yasaklanmıştır.
     Sakal bırakmak sünnet, traş etmekse mekruhtur görüşünde olanlar Şafiî mezhebinden İmam Nevevi, Râzi, Gazzalî, Şeyh Zekeriyya el-Ensari, İbn-i Hacer, Remli, Hatib, Şirbini gibi zatlardır. Bu görüşü savunanlar şöyle demişlerdir.
     a) Hadis-i şerifteki emir, sakal bırakmanın farz olmasını gerektirmez. Zira aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.s), Yahudi ve Hıristiyanlara benzememek için saçların boyanmasını emretmiş, fakat Sahabeden bazı kimseler saçlarını boyamamışlardır. Bu olay bu gibi emirlerin vücub için olmadığını gösterir.
     b) Müşriklere din ve imanla ilgili konularda benzemek haramdır. Örf ve âdetlerle ilgili hususlarda ise haram değildir. Zira Rasûlüllah (s.a.s)'de rahiplerinkine benzer bir takunya giymiştir. Şayet bu gibi hususlarda benzemek kesin olarak yasak olsaydı, Hz. Peygamber bunu yapmazdı.
     c) Örf ve âdetlerde bile olsa konu sadece müşriklere benzeme noktasından ele alındığı zaman aksine sakal bırakmanın haram olması gerektiği hükmüne varılır. Zira bugün birçok rahip ve gayr-i müslimler de sakal bırakmaktadırlar.
     d) Peygamberlerin sünnetlerinden sayılan on şey alimlerin çoğunluğu tarafından sünnet veya müstehap olarak değerlendirilmektedir. Sakal da bunlardan biri olduğuna göre bu da öyle değerlendirilmelidir. Çünkü bunların hepsi temizlik ve iyi görünüşlü olmak gibi güzel âdetlerdir. Rasûlüllah (s.a.s) ümmetine en güzel âdetleri tavsiye etmiştir.

     Sakal bırakmak müstehap, (sünnet-i zevaid) traş etmek ise mübahtır görüşünü savunanlar şöyle derler: Sakal bırakmak, yemek, içmek, oturmak, giyinmek gibi Hz. Peygamber'in insan olduğu için tabii olarak yapmış olduğu âdetleridir. Bu itibarla sakal bırakmak ibadetle ilgili sünnet değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in gelenek kasdiyle yapmış olduğu sünnetidir. Buna sünnet-i zevdid de denir. Mahmud Şeltut ve Muhammed Ebu Zehra gibi zamanımızın bazı âlimlerinin görüşü bu şekildedir. Buna göre sakal bırakmak faziletli olmakla birlikte, sakal traşı mübahtır. Sakal bırakılmadığı veya traş edildiği takdirde aleyhte bir hüküm terettüp etmez. İçinde bulunulan çevreye göre hareket etmek yerinde olur.
     Sakalın adeta bir parçası olan bıyığa gelince; Hz. Peygamber (s.a.s)'den üst dudağının kenarları görünecek şekilde bıyığı kısaltmak veya tamamen kesmek şeklinde rivayetler vardır. Asıl alınan görüşe göre bıyığı kısaltmak da tamamen traş etmek de sünnettir: Mükellef dilediği şekilde hareket etmekte serbesttir.
     Ancak bıyıkların yan taraflarından alıp ortada az birşey bırakmak caiz görülmemiştir. Şir'a şerhinde Hz. Ömer'in bıyıklarının iki ucunu uzattığından söz edilerek bunun bir sakıncası olmadığı açıklanmıştır.

(Sakal ve bıyığın hükümleri ve bu konudaki görüş ve ictihadlar için bk.
İbn-i Abidin, II, 113, V, 261;
el-Mehhel, I,183-189;
Şevkânî, Neylül-Evtar, I, 137-138;
el-Mezahibül-Erbea, II, 44-46;
Şerhu'n-Nevevî (İrşadüşşarinin kenarında), II, 261-265;
İânetü't-Tâlıbin, II, 340;
Fethü'r-Rabbânî, XVII, 313-314;
ş Mahmut Şeltut, el-Fetâvâ, 227-229;
İslâmda Helal ve Haram, Yusuf el-Kardâvî, (Terc. Mustafa Varlı), 107-109;
Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metedolojisi (Terc. Abdülkadir Şener), 51-52;
Zekeriyya Kandehlevi, Vucübu ı'fail-Iihye).

Ahmet ARPA
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

8 Mart 2013 Cuma

İSLAM TARİHİ / Hayber'in Fethi

İSLAM TARİHİ
Hayber'in Fethi

Hicretin 7. senesi Muharrem ayı sonları. (Milâdî 628.)


     Hayber, volkanik bir arazi üzerine kurulmuş, kuvvetli ve sağlam yedi kaleye sahip bir şehirdi. Şam yolu üzerinde bulunan bu şehir, Medine'nin kuzey batısına düşüyor ve ona uzaklığı ise yüz mili buluyordu (169 km).
     Resûl-i Ekrem Efendimizle olan anlaşmalarını bozmaları sebebiyle Medine'den sürgün edilen Yahudilerin çoğu buraya yerleşmiş ve âdeta burayı Yahudiliğin bir nevi merkezi haline getirmişlerdi.
     Daha evvel bahsettiğimiz gibi, Mekke müşriklerini ayaklandırıp, bütün Arap kabilelerini toplayarak Medine üzerine yürütüp Hendek Harbinin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Hendek Savaşından sonra da rahat durmamışlar, Peygamberimiz ve İslâmiyet aleyhinde çeşitli iftira ve propagandalarına devam etmişlerdi.
     Bunun yanında Mekkeli müşriklerle yeni bir anlaşma da yapmışlardı. Bu anlaşmaya göre; Peygamberimiz şayet Mekke üzerine yürürse Hayberliler de Medine'ye baskın yapacaklar, eğer Hayber üzerine yürürse, Kureyş müşrikleri Medine'ye baskında bulunacaklardı. Ne var ki, bu planlan Hudeybiye Anlaşmasıyla neticesiz kalmıştı.
     Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mekkeli müşriklerle Hudeybiye sulh anlaşmasını imzalamak suretiyle, Medine'yi onlardan gelebilecek tehlikelere karşı emniyet altına almıştı. Ancak, Kuzey tarafı - ki Hayber Yahudilerinin bulunduğu taraftı - henüz emniyetten mahrumdu. Halbuki, bu emniyetin temini İslâmî gelişmenin sürat kazanması bakımından gerekli görünüyordu.
     Aynı şekilde, Arabın en büyük ticareti Şam'la idi. Yahudiler ise, bu yol üzerinde bulunuyorlar ve burada bir güç, bir kuvvet olma istidadını gösteriyorlardı. Bu ise, İslâmî gelişme için bir tehlikeden başka bir şey değildi.
     İşte bütün bu sebepler Hayber meselesinin bir an evvel hallini gerektiriyordu. Zaten, Cenab-ı Hak da, Hudeybiye Seferi dönüşü sırasında gön­derdiği Fe­tih Suresi’nde, Müslümanlara buranın fethini vadet­mişti.

     Medine’den Hareket
     Hayber Gazâsı’na çıkmaya karar veren Resûl-i Kibriya Efendimiz, ashabına, hazırlanmalarını emretti.
     Bu arada, korkularından dolayı Hudeybiye Seferi’ne katılmaktan çekinmiş bu­lunan birçok kimsenin, Hicaz’ın bu en bereketli ve verimli şehri olan Hay­ber’de elde edilecek ganimeti düşünerek ve ona tamah ederek orduya işti­rak etmek istedikleri görülüyordu; “Hay­ber’­e biz de sizinle gidelim!” diyor­lardı.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Allah yolunda, İ’lâ-yı Ke­limetullah uğrunda bîhakkın cihat edecek olanlar hazırlansın! Bunların dışında hiç kimse bizimle birlikte gidemeyecektir! Onlara ganimetten de bir şey verilmeyecek­tir!” buyurdu. [1] Bunu, Medine’nin içinde halka ilan et­ti.
     Hz. Re­sû­lul­lah’ın bu emri, bize, Allah yolunda cihadın sırf Hakk’ın rızası gözetilerek, maddî hiçbir karşılık beklemeksizin, hatta niyet dahi edilmeksizin yapılması gerektiğini gayet açık bir şekilde ders vermektedir.
     Zaten, İslam’da harbin ulvî ve nurani gayesi de, İ’lâ-yı Ke­li­me­tul­lah’tır.
     Resûl-i Kibriya Efendimizin emri üzerine Müslümanlar derhal toplandılar. Sayıları, iki yüzü atlı olmak üzere 1.600 kişiyi buldu. [2] Bunlar sadece o anda Peygamber Efendimizle birlikte Medine’den hareket edecek olanlardı. Daha sonra, Peygamber Efendimiz, Hay­ber’­de bulunduğu sı­rada, içlerinde meşhur Ebû Hüreyre’nin de bulunduğu Devs kabilesinden dört yüz Müslüman ile Ha­be­şistan’dan gelen muhacir Müslümanlar da orada İslam ordusuna katıla­caklardır.
     Ayrıca Medine’den hareket eden İslam ordusunda, Re­sûl-i Ekrem’in zevcesi Hz. Ümmü Seleme ile birlikte yirmi kadar Müslüman kadın da vardı. Harp es­nasında yaralanan mücahitleri tedavi etmek, onlara yemek pişirmek ve ihti­yaçlarını karşılamakla meşgul olacaklardı. [3]
     Peygamber Efendimiz, Medine’de yerine Gıfarlı Sibâ’ b. Urfuta’ı vekil bıra­ka­rak, ordusuyla Muharrem ayı sonlarına doğru Hayber yönüne hareket etti.
     Nübüvvetin mânevî boyasıyla boyanmış olan mücahit­ler, pür şevk ve coş­kunluk içinde yollarına devam ediyorlar­dı. Şâir Âmir b. Ekvâ, o andaki heye­can ve sadâkatini, “Allahım, sen hidayet etmeseydin biz doğru yolu bulamaz­dık, zekât vere­mezdik, namaz kılamazdık. Üzerimize yürüyen bir kavim olun­ca, bizi dinimizden döndürmek için fitne çıkarmaya çalışınca, sen kalple­rimize sekînet indir; çarpıştığımızda da ayaklarımıza sebat ver!” [4] şiiriyle dile getiri­yordu.
     Peygamber Efendimiz, şiiri okuyanın kim olduğunu sordu. Âmir b. Ekvâ olduğunu öğrenince de, “Allah ona rah­met etsin!” buyurdu. [5]
     Mücahitler bir an durakladılar; zira, bu dua, Âmir’in şehâdet mertebesine erişeceğinin işaretini taşıyordu.
     “O, ne sağırdır, ne gaib…”
     Mücahitler, tekbirle yol alıyorlardı. Yer gök sanki tekbir sadâlarıyla titri­yor­du. Bir ara hep bir ağızdan çok yüksek bir sesle, “Allahü Ekber! Allahü Ek­ber! Lâ ilâhe illallahü Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdiler.
     Sahabelerin bu hareketi üzerine Resûl-i Kibriya Efendi­miz, “Canınıza acıyı­nız, sesinizi yükseltmeyiniz! Zira siz, ne sağırı çağırıyor, ne de gaibe bağırıyor­su­nuz! Her şeyi bilen ve işiten ve her şeye her şeyden daha yakın olan Allah’a dua ediyorsunuz!” [6] diye buyurdu.
     Evet, dua ettiğimiz Allah ne sağırdır, ne de gaib. Bize il­miyle, ira­desiyle, kud­retiyle şah damarımızdan daha yakındır: “Andolsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ves­veseler verdiğini biliriz. Biz, ona şah damarından daha ya­kı­nız (Rabbimiz kainattaki her bir şeyden her an haberdar ve her şey her an O'nun kudreti altındadır).” [7]
     Kalbimizin en gizli hatırasını bilen, yalnız O’dur; bildiği için de, arzu ve is­teklerimize cevap veriyor, ihtiyaçlarımızı yerine getiriyor.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, sefer esnasında her konakladığı yerde Yüce Rab­bine şöyle yalvarıyordu: “Allahım! İstikbâl endişesinden, geçmişin tasasından, güçsüzlük­ten, gevşeklikten, pintilikten, korkaklıktan, bel büken borçtan, zalim ve haksız kimse­le­rin musallat olmasından sana sığınırım!” [8]

     İslam Ordusu Recî’de
     Peygamber Efendimiz, ordusuyla Recî’ denilen yere vardı ve orada konak­ladılar. Burası, Hayber’le Gata­fan­la­rın yurdu arasında bir yerdi. Buraya gelip konmalarının bir sebebi vardı; şöyle ki: Hayber Yahudileri, Gata­fan­lar­dan yar­dım istemişler; onlar da bunu kabul edip, gerektiğinde gelip kalelerinde İslam ordusuna karşı müştereken savaşabileceklerini bildirmişlerdi. Resûl-i Ekrem, bu durumu haber almıştı. Bu yardıma mani olmak için de, Gata­fan­la­ra, “Şayet Yahudilere yardım etmez­lerse, fethedilecek Hayber’in bir yıllık hurma mah­sûlünün kendilerine ve­rileceği” teklifinde bulunmuştu. Ancak onlar kabul et­memişlerdi.
     İşte, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ordusuyla buraya gelip konmakla, Gatafan­lardan Yahudilere gelebilecek herhangi bir yardımın önünü kesmiş oluyordu. Nitekim bu durum karşısında Gatafanlar, Hayber Yahudilerine hiç­bir yardım­da bulunamayıp yurtlarında oturmak zorunda kaldılar.

     İslam Ordusu, Hayber Önlerinde
     Peygamber Efendimiz, daha sonra ordusuyla Recî’den Hay­ber’e doğru iler­ledi. Bir gece vakti Hayber önlerine vardı. Gece baskında bulunmak âdeti ol­madığından sabahı bekledi.

     Pey­gam­be­ri­mizin Duası
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hayber önlerine varınca, “Ey göklerin ve gölgele­diklerinin Rabbi olan Allah! Ey yerlerin ve üstündekilerin Rabbi olan Allah! Ey şeytanların ve saptırdıklarının Rabbi olan Allah! Ey rüzgârların ve savur­duk­larınn Rabbi olan Allah! Biz, senden şu şehrin hayrını ve iyiliğini, halkın hay­rını ve iyiliğini, bu şehirde bulunan her şeyin hayrını ve iyiliğini dileriz. Onun şerrinden, halkının şerrinden, içinde bulunan her şeyin şerrinden sana sığını­rız!” [9] diye dua etti.
     Herhangi bir şehre girdiğinde, Efendimiz, hep böyle dua ederdi.
     Sabah olunca, Hayberliler, ellerinde ziraat âletleriyle tarlalarına gitmek üze­re kalelerinden çıkınca, karşılarında İslam ordusunu buldular. Birden şaşı­rıp kaldılar ve “İşte, Muhammed ve ordusu!” diye bağrıştılar; sonra da, telâş ve heyecan içinde gerisingeri kaçıp kalelerine sığındılar. [10]
     Beklenmedik bir durumla karşı karşıya kalmışlardı. Pey­gam­be­ri­mizin ta Medine’den kalkıp gelerek kendileriyle harbe tutuşacağına birçoğu ihtimal bile vermemişti. Çünkü kaleleri kuvvetliydi, adamları da çoktu, harp âletleri de ol­dukça fazlaydı; öyle ise, Hz. Resû­lul­lah, bütün bunları göze alarak, güya, ge­lemezdi! Kanaatleri buydu. Ne var ki gerçek, düşündükleri gibi çıkmamış ve bu sebeple de şaşırıp kalmışlardı.
     Onların bu şaşkınlığını ve gerisingeri pür telâş kaçıp ka­lelerine sığındığını gören Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu durumu hayra yorarak, “Allahü Ekber, Allahü Ekber! Haribet Hayber [Hayber harab oldu]! Biz düşman bir kavmin yur­duna baskın yapıp girdik mi, korkutulmuş olan o kavmin hali ne kötü olur!” [11] diye buyurdu. Hayber’in fethine işaret eden bu sözlerini üç kere tek­rar­ladı. [12]

     Düşman Cephesi
     Hayber Yahudileri, aralarında görüştüler, konuştular ve sonunda kalele­rin­de kalıp müdafaa harbi yapmaya karar verdiler.
     Savaşacak olan Yahudilerin hepsi, en kuvvetli kale olan Natat Kalesi’nde top­landılar. Eşyalarını, aile ve çocuklarını da başka kalelere yerleştirdiler.

     Çarpışmanın Başlaması
     Çarpışma, Yahudilerin toplandıkları Natat Kalesi’nden mücahitlerin üze­ri­ne ok atılmasıyla başladı. İslam ordusu da Natat önünde karargâhını kur­muş­tu.
     İlk gün böyle geçti. Bu arada kalelerden atılan oklarla elli kadar mücahit ya­ralandı. İkinci gün, Resûl-i Ekrem Efendimizin emriyle, İslam ordusu, karargâhını Recî’ mevkiine nakletti. Böylece, yakınlarındaki evlerden gelebilecek tehlikeler­den mücahit­ler korunduğu gibi, konmuş oldukları ilk yerdeki bataklıktan da uzak kalmış oluyorlardı.
     Peygamber Efendimiz ve mücahitler, her sabah silahlanarak Na­tat Ka­le­si’nin üst taraflarına geliyor, akşama ka­dar Yahudilerle çarpışıyor, akşamle­yin ise tekrar Recî’e dönüyorlardı.

     Pey­gam­be­ri­mizin Hastalanması
     Bu arada, Peygamber Efendimiz, bir baş ağrısına yakalandı; iki gün müca­hitlerin yanına çıkamadı. Ordunun başına önce Hz. Ebû Bekir’i görevlendirip Yahudilerle çarpış­maya gönderdi. Şiddetli çar­pışmalar olmasına rağmen fetih gerçekleşmedi. İkinci sefere ak sancağını Hz. Ömer’e verdi ve mücahitlerle bir­likte çarpışmaya gön­derdi. Yine şiddetli çarpışmalar cereyan etti, ama fetih ona da nasip olmadı. [13] Yedi gün böylece devam etti.
     Bu sırada, İslam ordusu bir şehit verdi: Mahmud b. Mesle­me... Sıcaklıktan ve şiddetli çarpışmadan gelen yorgunlukla bitkin bir hal­de Natat Kalesi di­binde gölgelenirken, yukarıdan Yahudiler tarafından atılan bir taşla başından ağır yara aldı ve üç gün sonra da şehâdet mertebesine erdi. [14]

     Amir b. Ekva’nın Şehit Olması
     Yine bu esnada, Amir b. Ekva ile Hayberlilerin meşhur kahramanlarından olan Merhab, karşı karşıya geldiler. Birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Amir, Merhab’ın bacağına şiddetli bir darbe indirdiği zaman, kılıcının ağzı, ken­disine yönelip bacağının orta damarını kesiverdi. Yaralı halde İslam ordu­gâ­hına getirildi. Orada, yaranın tesiriyle şehit olarak vefat etti. [15] Zaten, Efen­di­miz de, henüz Hayber’e varmadan önce, onun şehâdet mertebesine erece­ğine işaret buyurmuşlardı. [16]
     Devslilerin Gelip İslam Ordusuna Katılması
     Devs kabilesi Reisi Şâir Tufeyl b. Amr, Hicret’ten önce, Mekke’de Peygam­ber Efendimizle görüşüp Müslüman olmuştu. O zamandan beri de kabilesini İslamiyete davet edip durmuştu.
     Tufeyl b. Amr, bu sefer kabilesinden dört yüz kadar Müs­lü­manla Hic­ret’in 7. senesinde Medine’ye geldi. Peygamber Efendimizin Hay­ber’e gittiğini haber alınca da, Hayber’e gelip İslam ordusuna katıldılar, Yahudilere karşı savaş aç­tılar. [17]
     Gelen dört yüz kişinin arasında, sonradan meşhur olacak Ebû Hü­reyre de (r.a.) bulunuyordu. [18] Orada Hz. Re­sû­lul­lah’la buluşup görüşen Hz. Ebû Hü­reyre, Ehl-i Suffa’ya dâ­hil oldu ve ondan sonra Efendimizin yanından ay­rıl­ma­dı. Cenab-ı Hak, kendisine kuvvetli bir hâfıza da ihsan et­tiğinden, birçok ha­dis-i şerif rivayet etmiştir. “Benden fazla hadis bilen, Abdullah İbni Ömer’dir. O, işittiğini yazar­dı; ben yazmazdım” demiştir.
     Sancak Hz. Ali’de
     Muhasara devam ediyordu. Server-i Kâinat Efendimiz, bir gün, “Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir” [19] buyurdu.
     Mücahitleri bir merak sardı: Acaba, bu büyük şerefe nâil olacak zât kimdi? Her mücahidin gönlünde uyanan samimi arzu ve duygu, Hz. Fahr-i Âlem’in elinden mübarek ve şerefli sancağı alabilmekti! Geceyi bu ümit ve arzu ile ge­çirdiler. Sabah olunca, merak ve heyecanları daha da arttı. Bu heyecan ve sa­mi­mi arzusunu sadece Hz. Ömer sonradan, “Kumandanlığı o günkü kadar ar­zu ettiğim, hiç­bir zaman olmamıştır!” [20] diyerek dile getirmiştir.
     Her bir mücahit, aynı arzu, aynı heyecan, aynı ulvî duy­gular içinde merakla bekleşirken, sabah namazından sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz sancağın ge­tirilmesini emretti. Sancak derhal getirildi. Artık bütün dikkatli bakışlar Efen­dimizin mübarek elinde bulunan sancağın üzerinde, kulaklar ise mübarek ağız­larından çıkacak ve fâtihi belirleyecek söze pür dikkat kesilmişti. Bu merak ve heyecan dolu manzara arasından Hz. Re­sû­lul­lah, “Ali nerede?” diye sordu.
     Artık fatih belli olmuştu. Gariptir ki o sırada Hz. Ali gözlerinden rahatsızdı. “Yâ Re­sû­lal­lah, onun gözleri ağrıyor” dediler. Resûl-i Ekrem buna rağmen, “Olsun! Çağırın, gelsin!” buyurdu. Haberi alan Hz. Ali, derhal huzura çıkıp geldi. Ağrıyan göz­leri Fahr-i Kâi­nat’ın mübarek duasıyla şifa buldu. [21]
     Efendimiz, ayrıca onun için, “Allahım! Sıcağın soğuğun sıkıntısını bundan gider!” diyerek de dua etti.
     Hz. Ali der ki:
     “O günden sonra ne sıcaktan ne de soğuktan asla rahatsız olmadım!” [22]
     Gerçekten de, Hz. Ali, yazın en sıcak günlerinde kalın aba giydiği halde bun­dan rahatsızlık duymazdı; kışın ise en soğuk günlerde en ince elbiseyi gi­yer ve buna rağmen asla üşümezdi. [23]
     Hz. Re­sû­lul­lah’ın ak sancağı artık Hz. Ali’nin elindeydi. Merak do­lu bakış­lar, birden imrenmeye kaybolmuştu. Demek, Allah ve Re­sûlünün sevdiği ve onun da onları sevdiği zât buydu! Demek, Hayber, bu şerefli zâtın eliyle fet­ho­lu­nacaktı! Her bir sahabe, aynı duygular içinde İslam’ın bu bahadırına gıpta ile bakıyordu.
     Sancağını Hz. Ali’ye teslim eden Resûl-i Ekrem, bir de kendisine zırhlı bir gömlek giydirdi ve Zülfikâr’ı da beline kendi eliyle bağladı; sonra da, “Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış, sakın ar­kana dönme!” [24] diye emretti.
     Kahraman Hz. Ali, mübarek sancak elde, heyecanla ilerli­yordu. Bir müddet gittikten sonra, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışa­cağım?” diye sordu.
     Kâinatın Efendisinden şu cevap geldi:
     “Allah’tan başka ilâh ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şehâdette bu­lu­nunca­ya kadar onlarla çarpış. Onlar, bunu yaptıkları takdirde, can ve mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerin­de­ki­nin hesabı ise Yüce Allah’a âittir.” [25]
     Bu cevabı alan Hz. Ali, kararlılık ve sevinç dolu bir sesle, “Yâ Re­sû­lal­lah, Müslüman oluncaya kadar onlarla sava­şacağım!” dedi.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onların kalelerinin ya­nına varın­caya kadar vakar içinde ilerle, sonra onları İslam’a davet et; Müslüman olduk­ları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla Allah’ın onlar­dan tek bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl deveye sahip olup onları Allah yolunda sadaka vermenden daha da hayırlıdır” [26] buyurarak, aynı zamanda İslamî fetihlerden maksadın ne olduğunu da ortaya koydu.

     Hz. Ali, Merhab’la Karşı Karşıya
     Hz. Ali, elinde Hz. Re­sû­lul­lah’ın beyaz sancağıyla mücahit­lerin önünde iler­le­yip sancağı Natat Kalesi’nin dibine dikti. Onları, İslam’ın umdelerini anla­tıp Müslüman olmaya davet etti. Fakat Yahudiler, Müslüman olmayı kabul etme­diler. Çarpışmak için kalelerinden çıktılar. Yapılan çarpışmada birçok savaşçıları, mü­cahitler tarafından yere serildi.
     Bu arada, Hayber Yahudilerinin en cesuru kabul edilen Mer­hab, kardeşinin de öldürülenler arasında olduğunu du­yunca, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. Üzerinde iki kat zırh gömlek vardı. İki kılıç kuşanmış, başına da iki sarık sar­mıştı. Bu heybetli görünüşüyle, “Ben, kükreyip geldikleri zaman çoğu kere ars­lanları bile kılıçla, mızrakla yere seren adamımdır!” diye haykırıp övünü­yor­du.
     Cesaret kahramanı Hz. Ali, duyduklarına aldırış etmeden, “Ben de, anne­min bana Haydar [Arslan] adını taktığı adamım. Cesarette, ormanlardaki en hey­betli arslanlar gibiyimdir. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!” [27] diye ce­vap verdi.
     Yapılan teke tek vuruşmada, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab, “Ese­dullah” unvanının sahibi Hz. Ali karşısında dayanamayıp, kafası Zülfi­kâr’la ikiye bölünerek yere düştü. [28]
     Manzarayı gören Hz. Re­sû­lul­lah, mücahitleri müjdeledi: “Sevininiz! Hay­ber’in fethi artık kolaylaştı.” [29]
     Bundan sonra mücahitler, cesaretle düşmanın üzerine yürüdüler, bu arada birçoğunu yere serdiler. Sadece Hz. Ali, o gün sekiz Yahudiyi öldürdü. Hatta bir ara kalkanı elinden düştü. Hemen yanındaki kalenin kapısını yerinden sö­kerek kendisine kalkan yaptı. Fetih gerçekleşinceye kadar da kale kapısını elinden düşürmedi. Fetih müyesser olduktan sonra Hz. Ali kapıyı yere bıraktı. Sekiz kişi hep be­raber sarıldıkları halde onu kaldırmaya muvaffak olamadı­lar! [30]
     Adamlarının teker teker yere serildiğini gören diğer Yahudiler, gerisingeri kaçışmaya başladılar. Artık düşman bozulmuştu. Ve Resûl-i Kibriya Efendimi­zin beyan buyurdukları gibi, Allah, fethi Hz. Ali eliyle Müslümanlara ihsan et­mişti. Kaçışan düşman askerleri arkasından Hz. Ali ile birlikte mücahitler Na­tat Kalesi’ne daldılar. Fakat orada çocuklardan başka kimse göremediler. On­lara dokunmadılar. Âkıbetin kötü olacağını gören Yahudiler, Natat’ı terk et­mek mecburiyetinde kalmışlardı!
     Mücahitler, Naim Kalesi’ne doğru yöneldiler. Burada da düşmanla şiddetli çarpışmalar cereyan etti. Düşman birçok adamını da bu kale önünde yapılan çarpışmada kaybetti ve kale teslim alındı.
     Naim Kalesi’nin düşüşünü, Sa’b b. Muaz Kalesi’nin teslimi takip etti.

     Müslüman Olup Şehâdet Mertebesine Eren Çoban!
     Peygamber Efendimiz, Hayber kalelerinden birkaçını muhasara altına al­mıştı. Bu sırada, önüne davarlarını katmış birinin İslam ordusuna doğru geldiği görüldü. Bu adam, Hayber Yahudilerinden Âmir’in, Yesar adını taşıyan Ha­beşli bir kölesi idi. Davarlarını güder, dururdu. Hayber kalelerinin kuşatıldığı sırada, Yahudilerin silahlarına sarıldıklarını görünce, “Ne yapmak istiyorsu­nuz?” diye sormuştu.
     Yahudiler, “Şu, kendini ‘resûl’ diye ilan eden adamı öldürmek istiyoruz!” ce­vabını vermişlerdi. “Resûl” kelimesini duyan Habeşli Yesar, bir an durakla­mış, bu kelimenin adeta şefkatli bir el gibi kalbini kapladığını hisseder ol­muş­tu.
     Yesar sadece Yahudilerin beyanlarıyla iktifa etmek istemi­yor, meseleyi kay­na­ğından öğrenmek istiyordu.
     İşte, bunun için davarlarını önüne katarak, Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna çı­kageldi!
     “Sen neler söylüyor ve nelere davet ediyorsun?” diye sor­du.
     Resûl-i Ekrem, “İslamiyete davet ediyorum. Allah’tan başka ilâh bulunma­dı­ğına ve benim de O’nun Resûlü olduğuma şe­hâdete, Allah’tan başkasına iba­det etmemeye çağırıyorum” buyurdu.
     Yesar, bu sefer, “Peki, ben, dediğin gibi iman eder ve şe­hâdete bulunursam bana ne var?”
     Resûl-i Ekrem, “Eğer bu iman ve bu şehâdet üzere ölürsen cennet var!” de­di. [31] Bunun üzerine Yesar, hemen orada Müslüman oldu. Resûl-i Ekrem, ona bu iman ve şehâdet üzere ölürse cennete gireceğini söy­le­mişti. Ama Yesar müteredditti. Yaşadığı muhitte insanlar makam ve mev­ki­le­­rine, zenginlik ve fakirliklerine, güzellik ve çirkinliklerine göre mua­mele gö­rü­yorlardı. Güzel olmayana, hele köleye kimse itibar etmezdi.
     Bu sebeple, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Ben Habeşî (siyah tenli), çirkin yüzlü ve fakir bir adamım, bir köleyim! Bu halimle Yahudilerle çarpışır ve ölürsem yine cennete girer miyim?”
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’den, Yesar’ı sevince gark eden cevap geldi: “Evet, cennete girersin!” [32]
     Yesar bu sefer, “Yâ Re­sû­lal­lah!” dedi. “Şu davarlar bana emanettir. Şimdi ben onları ne yapayım?” diye sordu.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Onları karargâhtan çıkar. Onlara doğru ufak taşlar at ve bağır! Onlar, sahiplerinin yanına dönecektir” diyerek Yesar’a yol gösterdi. Yesar hemen kalktı. Yerden bir avuç kum alıp davarlara doğru savurdu: “Haydi, artık sahibinize dönünüz.”
     Davarlar, sanki biri tarafından güdülüyormuş gibi, topluca gidip sahipleri­nin yanına vardılar. [33]

     Yesar’ın Şehit Olması
     İslamiyetle şereflenen Yesar, artık o andan itibaren Allah yolunda çarpışan bir mücahit olmuştu. Mücahitler safında, düşman arasına cesurca dalıyordu. Çok geçmeden, kalelerden atı­lan taşlarla şehit oldu. Böylece, “bir vakit namaz kılma fırsatını bile bulamadan cennete uçan Müslüman” unvanını aldı. [34]
     Şehit Yesar’ın cenazesi karargâha getirildi. Üzeri örtülü idi. Yer­e uzatıl­mıştı. Cenazeye bakan Hz. Re­sû­lul­lah’ın bir ara yüzünü çe­vir­diğini fark eden sahabeler, merakla, “Yâ Resulal­lah! Ondan yüzü­nü­zü niçin çevirdiniz?” diye sordular.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz sebebini izah etti: “Şehit, vurulup yere düştüğü zaman cennet hûrîlerinden iki zevcesi gelip yüzünden tozları siler ve ‘Allah, seni toza toprağa bulayanın da yüzünü toza toprağa bulasın, seni öldüreni öl­dürsün!’ derler. Allah, bu kuluna ikram edip, onu hayra sevketti. Allah’a hiç secde etmediği halde, cennet hûrîlerinden ikisini, onun başucunda gördüm!” [35]
     İşte, az ihlâslı amel ve işte, ebedî saadet, sonsuz mükâfat ve ecir!
     Bu hadise, bize, hal, hareket ve sözlerimizde en mühim unsurun ihlâs ve samimiyet olduğu dersini veriyor.
     Ayrıca bu hadisede görüyoruz ki Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’a davette insanlar arasında asla —içtimaî mevkii ne olursa olsun— fark gözet­mi­yor­du. Evet, Yesar kara kuru ve çirkin yüzlü bir köle idi; üstelik, içtimaî sevi­ye­nin o zaman insanları nazarında en düşük tabakası sayılabilecek bir mevkide idi. Bütün bunlara rağmen Efendimiz, onu hakir görmüyor, küçüm­se­miyor, Müs­lüman olup olmamasında —hâşâ— herhan­gi bir küçümseme eseri göster­mi­yor­du; aksine, gayet ciddi bir şekilde ona İslamiyeti anlatıyor, böylece de ebe­dî saadeti elde etmesine vesile oluyordu.
     İslam ve imana hizmette bulunanların da aynı ölçü ve düşünceyle hareket etmeleri gerekir!
     Netice:
     On günü bulan bir muhasara esnasında kalelerinin birer ikişer düştüğünü gören Yahudiler, çaresiz kalıp sulh istediler. Peygamber Efendimiz, bu istekle­rini kabul etti. Kendilerinden gelen heyetle Resûl-i Ekrem arasında şu madde­ler tespit edildi:
     1) Kalede çarpışmaya katılmış bulunan Yahudilerin kanları dökülmeyecek.
     2) Hayber’den çocuklarıyla birlikte çıkıp gitmelerine müsaade edilecek.
     3) Beraberlerinde bir hayvan yükünden başka bir şey götürmeyecekler.
     4) Bunun dışında, gerek menkul ve gerekse gayrı­men­kul bütün mallar, yay, miğfer, at, cübbe, zırh, gömlek gibi silahlar ve üzerlerindeki elbiselerinden baş­ka bütün elbise ve kumaşlar Hz. Re­sû­lul­lah’a bırakılacak.
     5) Hz. Re­sû­lul­lah’a bırakılması gereken herhangi bir şey ne suretle olursa olsun gizlenmeyecek, gizleyenler ise Allah ve Resûlünün eman ve himâye ta­ahhüdünün hâricinde kalacaklardır. [36]
     Bu şartlar çerçevesinde anlaşmaya varılıp sulh yapıldıktan sonra, Yahudi­ler, Hayber’den çıkmak üzere hazırlandılar. Bu sırada Peygamber Efendimize bir teklif getirdiler: “Biz mal mülk sahipleriyiz! Mülk bakımı ve işletmesini senden daha iyi bilir ve başarırız! Bırak bizi, Hayber topraklarında kalalım!” [37]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz ve sahabeler, burada duracak durumda değillerdi. Bakıp gözetmeye de müsait bulunmuyorlar­dı. Bu sebeple Peygamber Efendi­miz, tekliflerini müspet karşıladı ve Hay­ber mahsûlâtının yarı yarıya bölüştü­rülmesi şartıyla onların tek­rar yurtlarında kalmasına müsaade etti. Ancak bu anlaşma, istendiği zaman Peygamber Efendimiz tarafından or­tadan kaldırıla­bilecekti. [38] Böylece, Yahudiler, İslam devletiyle ziraî bir işletme­de ortaklık ak­detmiş gibi, işledikleri araziden yarı nis­be­tin­de bir hisse vereceklerdi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, her sene mahsûl zamanı Abdul­lah b. Revâha Haz­­retlerini Hayber’e gönderirdi. Hz. Abdullah, mahsûlâtı yarı yarıya ayırır, son­­ra da onları istediğini almada serbest bırakırdı. Bu âdilane muamele karşı­sın­­da Yahudiler, “Bu adalet sâyesinde yer ve gök ayak­ta duruyor!” [39] demek­ten kendilerini alamazlardı.
     Şehit ve Ölü Sayısı
     Harp sonunda, bin altı yüz kişilik İslam ordusunun yirminin üzerinde şehit vermiş olduğu görüldü. Buna karşılık, müdafaada bulunan ve harbi kendi ka­lelerinde kabul etmek gibi bir avantaja sahip olan yirmi bin kişilik Yahudilerin or­dusunda ise ölü sayısı doksan üçü buluyordu. [40]
     Bu parlak muzafferiyet neticesinde Hayber de İslam devleti hudutları dâhi­line alınmış oldu.

     Habeşistan Muhacirlerinin Hayber’e Gelişi
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, henüz Hayber’den ayrılma­mış­tı. Bu sırada Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki Habeşis­tan muhacirleri çıkıp geldiler. [41] Resûl-i Ek­­rem Efendimiz, bundan son derece memnun oldu ve “Bilmem, bu iki şeyden hangisiyle sevineyim? Feth-i Hayber’le mi, yoksa kudum-u Cafer’le mi?” diye buyurdu. [42] Pey­gamber Efen­dimiz, Hayber ganimetinden onlara da pay ayırmış­tır. [43]
     Çift Hicretli ve Çift Ücretli Olanlar!
     Medine’ye gelindikten sonra, Hayber fethine katılan mücahit muhacirler­den bazılarının, Habeşistan muhacirlerine, “Biz hicrette sizi geçmişizdir!” de­dikleri duyulmuştu. Hatta bir gün, Hz. Cafer b. Ebî Tâlib’in, Habeşistan’a hic­ret etmiş bulunan hanımı Hz. Esmâ, Hz. Hafsa’nın ziyaretine gitmişti. Orada Hz. Ömer’le karşılaşmıştı. Hz. Ömer onun Esmâ binti Umeys olduğunu öğre­nince, “Bizler, hicrette sizleri geçmişizdir. Bu sebeple de, Resûlullah’a (a.s.m.) sizden daha yakınız!” demişti.
     Hz. Esmâ buna kızmış ve “Hayır! Gerçek, senin bildiğin gibi değildir! Val­lahi, sizler Resû­lul­lah’ın (a.s.m.) yanında bulunuyordunuz da, o sizin aç olan­larınızı doyuruyor, câhillerinizi de va’z ve na­sihat ederek yetiştiriyordu! Bizler ise, dinimiz yolunda uğradığımız düşmanlıklar yüzünden Habeş ülkelerine gitmek zorunda kalmıştık. Bunu da ancak Allah ve Resûlünün rızasını kazan­mak yo­lunda göze almıştık” dedikten sonra ilave etmişti: “Vallahi, ben senin bu dediklerini Re­sû­lul­lah’a söyleyeceğim ve bunun doğru olup olmadığını so­racağım!”
     O sırada Resûl-i Kibriya Efendimiz geldi. Esmâ bint-i Umeys, Hz. Ömer’in kendisine söylediklerini nakletti. Resûl-i Ekrem, “Buna karşılık sen ona ne söyledin?” di­ye sordu.
     Hz. Esmâ, “Ben de ona şöyle şöyle cevap verdim” dedi.
     Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Esmâ’ya, “Bu hususta, bana sizlerden daha yakın kimse yoktur!” bu­yurduktan sonra ilave etti: “Ömer ve arkadaşlarına bir hic­ret (sevabı) vardır! Siz gemi halkına ise, iki hicret (sevabı) vardır!” [44]
     Bunu duyan Habeşistan’dan gelen Müslüman muhacirler de son derece se­vindiler. Bu da, Müslümanların hicrete ne derece ehemmiyet verdiklerini açık­ça göstermektedir.
     Ganimetler
     Hayber’de elde edilen ganimetler, bu gazâya katılmış olsun olmasın, Hu­dey­biye Sulh Antlaşması sırasında Peygamber Efendimizin yanında bulu­nan bü­tün sahabelere taksim edildi. [45] Zira, Cenab-ı Hak, Hudeybiye Seferi’ne iş­ti­rak edenlere, Hay­ber’in fethedileceğini ve kendilerine bol ganimet ihsan edece­ğini önceden haber verip müjdelemişti. [46]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz ayrıca Hayber’de gelip İslam ordusuna katılan Devs kabilesine mensup dört yüz Müslüman ile Cafer b. Ebî Tâlib’in (r.a.) baş­kanlığında Habeşistan’dan dönen ve Hay­ber’de Müslümanlara kavuşan Habe­şistan muhacirlerine bu ganimetten hisse ayırdı. [47]
     Resûl-i Zîşan Efendimizin emriyle ganimet malları ilk ön­ce beş parçaya ay­rıldı. Beşte bir parça Peygamber Efendimize teslim edildi. Geri kalan dört par­ça ise Efendimizin emriyle satışa çıkarıldı.
     Peygamber Efendimiz, ganimet mallarından satılanların paralarını Müslü­manlar arasında taksim etti. [48]
     Hayber’in gayrimenkul malları, yani arazi ve varidatı ise Şıkk, Natat ve Ke­tî­be mülkleri olarak bölüştürüldü. Şıkk ve Natat mülkleri, Müslümanların beş­te dört hisselerine karşılık tutuldu. Ketibe mülkleri ise Beytü’l-Mâl’e âit ol­mak üzere Peygamber Efendimize (sav.) 'e bırakıldı. [49]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ketibe’nin mülk ve mahsûllerini ihtiyaç derecele­ri­ne göre, akrabaları, hanımları, Müs­lüman erkek ve kadınlar arasında bölüş­tür­dü. [50]
     Ganimetler arasında, Tevrat’tan müteaddit nüsha da vardı. Yahudiler bun­ların kendilerine iadesini talep ettiler. Peygamber Efen­di­mizin emriyle, Müs­lümanlar, Tevrat nüs­halarını derhal geri verdiler. Böylece, diğer dinlere karşı olan geniş müsamahalarını bu hareketleriyle göster­miş oldular. Bu hadise, aynı zamanda, Müslümanların, Al­lah tarafından daha önceki peygambere gönde­rilmiş mu­kad­des kitaplara hürmet gösterdiklerinin bir ifadesiydi.
     Yahudilerin, Pey­gam­be­ri­mizi Zehirlemeye Kalkışmaları
     Peygamber Efendimizin bütün iyi niyet ve güzel muamelesine rağmen, Ya­hudilerin İslam’a karşı gönüllerinde besledikleri kin ve düşmanlık ateşi bir tür­lü sönmüyordu. Her iyi muameleye karşı kötü bir hareketle, haince bir ter­tiple cevap vermeyi, adeta kendilerine huy edinmişlerdi.
     Hayber fethedilmiş, Pey­gam­be­ri­miz ashabıyla birlikte istira­hate çekilmişti. Savaşla Resûl-i Ekrem’i mağlup edemeyen Yahudiler, bu sefer haince bir terti­bin içine girdiler: Onu zehirlemeye karar verdiler! Bu vazifeyi, meşhur Yahudi Sellâm b. Mişkem’in karısı Zey­neb üzerine aldı. Plân gereği, Zeyneb, bir dişi keçi kızarttı ve her tarafını tesirli bir zehirle zehirledi; ayrıca Peygamber Efen­dimizin, davarın kol ve kürek etini daha çok sevdiğini de sorup öğrendiği için, keçinin oralarına daha da çok zehir serpti.
     Dessas Yahudi kadını, kızartılmış, kebap edilmiş zehirli keçiyi alıp getirdi ve “Ey Ebu’l-Kàsım! Bunu sana hediye edi­yorum!” diyerek Peygamber Efen­dimizin önüne koydu.
     Kadın uzaklaşırken, Peygamber Efendimiz ve orada bu­lunan sahabeler de ortaya konulan etten yemeye hazırlandılar. Resûl-i Ekrem, etin sevdiği kürek kısmından bir lokma aldı; fakat yutmadan, sahabelere, “Ellerinizi çekiniz! Şu kürek, etin zehirlenmiş olduğunu bana haber veriyor!” [51] diye buyurdu.
     Herkes elini çekti. Sadece Bişr b. Berâ Hazretleri, ağzına aldığı lokmayı yut­muştu. Et öylesine kuvvetli zehirliydi ki Hz. Bişr, oturduğu yerde birden mo­rardı ve ânında şehit oldu. [52]
     Peygamberleri öldürmekle iştihar bulan, zehirleme mârifetini her milletten çok daha iyi beceren Yahudilerin bu teşebbüsü de akim kalınca, Peygamber Efendimiz, bu tertibe âlet olan Zeyneb’i huzuruna çağırdı. Zeyneb suçunu iti­raf etti. Peygamber Efendimizin, “Neden bunu yaptın?” sorusuna şu cevabı verdi:
     “Eğer gerçekten bir peygambersen, sana haber verilecek; dolayısıyla zarar görmezsin. Eğer peygamber değil de bir hükümdarsan kendimizi ve insanları senden kurtarmak için yaptım!” [53]
     Bazı rivayetlere göre, hiç kimseden şahsî intikam alma duygusu ta­şımayan Peygamber Efendimiz, kadını öldürtmeyip af­fet­miş­tir. [54] Bazı rivayetlerde ise, onu öldürttüğünden bahsedilir. Tahkik ehli demiş ki:
     Hz. Re­sû­lul­lah öldürtmemiş, fakat şehit olan Bişr’in ve­resesine vermiş, on­lar kısas olarak öldürmüşler. [55]
     Hayber’de Yasaklanan Şeyler
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hayber günü Müslümanlara dört şeyi yasakladı:
     1) Esir alınan kadınlara dokunmayı,
     2) Ehlî merkeplerin etlerini yemeyi,
     3) Her yırtıcı, azı dişli hayvanın etini yemeyi,
     4) Ganimet mallarının bölüştürülmeden satılması veya satın alınmasını. [56]
     Fedek Yahudileriyle Anlaşma Yapılması
     Peygamber Efendimiz, Hayber’in fethinden sonra Mu­hay­yı­sa b. Mes’ud’u, İslamiyete davet etmek üzere, Medine’den iki konak mesafede bulunan Fedek köyünde oturan Yahudilere gönderdi. Fedek Yahudileri, birkaç kere sâir Yahu­dilerle birleşerek Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak buna mu­vaffak olamamışlardı.
     Fedek Yahudileri, Re­sû­lul­lah’ın elçisi Muhayyısa’nın sulh teklifini önce ka­bul etmediler. Sonra Peygamber Efen­dimizin üzerlerine yürüyüp, Hayber Ya­hu­dilerinin uğradıkları âkıbete uğrayacakların­dan korkup bu görüşlerinden vazgeçtiler ve sulh teklif ettiler. Pey­gam­ber Efendimiz onların bu teklifini ka­bul etti.
     Yapılan anlaşmaya göre, kanları bağışlandı. Arazilerinin yarısı kendilerine bırakıldı, diğer yarısı ise Peygamber Efen­dimize mahsus kılındı. Sâir Müslü­manlar arasında bölüştürülmedi. Zira, Haşir Suresi’nin altıncı ayetiyle, hiçbir askerî harekat yapılmadan barış yo­luyla fethedilen yerler Peygamber Efendi­mi­ze tahsis buyrul­muş­tur. Fedek’te aynı durum vuku bulduğu için alınan ara­zi­nin yarısı Pey­gam­be­ri­mize kaldı. [57] Resûl-i Ekrem Efendimiz, bunun gelirini, kendi zâtı, Hâşimoğullarının küçükleri ile onların yetimlerini evlendirmek için sarf­ederdi. [58]
     Vadi’l-Kurâ’nın Alınması
     Daha sonra Peygamber Efendimiz, ordusuyla Hay­ber’­den ayrılıp Vadi’l-Kurâ’ya müteveccihen hareket etti. Bu­ra­sı, Hay­ber ve Teyma arasındaki köyle­rin bulunduğu bir yerdi. İslam’­dan evvel, Yahudiler buraya yerleşerek imar et­mişlerdi.
     Vadi’l-Kurâ Yahudileri de, Benî Kurayza Yahudilerinin Hendek Savaşı’nda yaptıkları hainlikten dolayı cezalandırıldıktan sonra, civar Yahudileri de yan­larına alarak Medine üzerine yürümeyi kararlaştırmışlar, ancak bu fırsatı elde edememişlerdi.
     Resûl-i Ekrem, buradaki Yahudileri önce İslam’a davet etti; Müs­lüman ol­dukları takdirde kanlarının bağışlanacağını, mallarının da kendilerine bırakıla­cağını, kalplerinde gizlediklerinin hesabının ise Allah’a âit bir iş olduğunu bil­dirdi. [59] Vadi’l-Kurâ ahalisi bu teklifi kabul etmeyip çarpışmaya hazırlandı.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, onları muhasara altına aldı. Muhasa­ra­nın ilk günü cereyan eden çarpışmada Yahudilerden on kadar adam öldü­rül­dü. [60]
     Resûl-i Ekrem, ikinci kere onları İslam’a davet etti. Yine kabule yanaşmadı­lar ve mücahitlere karşı koydular. Fakat mücahitlerin hücumuna karşı fazla dayanamadılar; henüz güneş bir mızrak boyu yükselmişti ki teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. [61]
     Burada, bol miktarda ganimet elde edildi. Resûl-i Ekrem onları usûlüne gö­re beş kısma ayırdı; dört payını mücahitler arasında bölüştürdü, bir payını da Beytü’l-Mâl’e ayırdı. Arazisi ise, Hayber’de olduğu gibi, orada bulunan aha­liye, mahsûlâtının yarı yarıya bölüştürülmesi şartıyla bırakıldı. [62]
     Teyma Yahudilerinin Cizye Vermeyi Kabul Etmeleri
     Medine ile Şam yolu üzerinde Hayber ve Tebük arasında bulunan Teyma mevkiinde de Yahudiler oturuyorlardı. Peygamber Efendimizin Hayber ve Va­di’l-Kurâ’da yaptıklarını duymuşlardı. Bu sebeple, İslam ordusu buraya ge­lir gelmez, cizye vermeyi kabul et­tiler. Dolayısıyla, yurtlarından ayrılmamış, top­rakları da ellerinden gitmemiş oldu. [63]
     Hayber Fethi’nin Önemi
     Hayber’in fethiyle hemen hemen Arabistan’daki bütün Yahudiler, İslam dev­letine tâbi duruma gelmiş sayılıyordu. Daha evvel de, Hudeybiye Sul­hü’yle müşriklerden gelebilecek herhangi bir tehlike önlenmiş bulundu­ğun­dan, bu fetihle İslamiyet büyük bir serbesiyet imkânına kavuşuyordu.
     Hudeybiye Sulh Antlaşması’yla, müşriklerin, Yahudilerin yardımına koş­ma­ları veya onlarla iş birliğine girişmeleri önlenirken, bu fetihle de Yahu­dilerin Ku­reyş müşrikleriyle herhangi bir iş birliğine teşebbüsleri bertaraf edil­miş olunuyordu. Artık ne müşriklerden Yahudilere, ne de Yahudilerden müş­riklere bir ümit ışığı kalmıştı. Böy­lelikle, Ku­reyş müşriklerinin Müslü­manlara her zaman kullan­ma­yı düşündükleri bir kollarını kaybetmiş sayılı­yorlardı.
     Bu fetih etrafta da büyük akisler uyandırdı. Çünkü Hay­ber’­in çok kuvvetli kalelere sahip bulunduğu, buradaki Yahudilerinse harp sanatını çok iyi bil­dikleri, harp malzemesi bakımından da üstün bir seviyede bulundukları, cesur adamlarının, yiğitlerinin oldukça fazla olduğu herkesçe biliniyordu.
     Bütün bunlara rağmen, İslam ordusu karşısında mağlup düş­meleri, hepsini korkutuyor, Müslümanların yenil­mez bir güç halini aldıklarını bir kere daha anlıyorlardı. Nitekim arzularıyla gelip İslam hâkimiyetini kabul ederek boyun eğdiklerini bildirmişlerdir. Bu bakımdan, Hay­ber’­in fethi, İslam tarihinde önemli bir yer işgal eder.
__________________________________________________________________________
Dipnotlar:
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 106.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 364.
[3] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5, s. 271.
[4] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 344-345; Değişik ifadelerle bkz. Buharî, Sahih, c. 3, s. 48; Müslim, Sahih, c. 3, s. 1427-1429.
[5] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; Müslim, a.g.e., c. 3, s. 1428.
[6] Buharî, a.g.e., c. 3, s. 50.
[7] Kaf, 16.
[8] Nesaî, Sünen, c. 8, s. 265.
[9] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 148.
[10] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 343; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 111.
[11] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 344; İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 109; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 111.
[12] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 3, s. 111.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 5, s. 353.
[14] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 303.
[15] İbn Sa’d, a.g.e., c 4, s. 303.
[16] Müslim, Sahih, c. 3, s. 1428.
[17] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 327.
[18] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 328.
[19] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 111; Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 353.
[20] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1872.
[21] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 340; Buharî, a.g.e., c. 3, s. 51.
[22] Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 99.
[23] Süheylî, Ravdü’l-Ünf, c. 6, s. 560.
[24] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 352.
[25] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 352.
[26] Buharî, Sahih, c. 3, s. 51; İbn Kayyim, Zâdü’lMeâd, c. 2, s. 149; İbn Kesir, A.g.e,, c. 3, s. 351.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 347; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 112; Taberî, Tarih, c. 3, s. 94; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 357.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 112; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 52.
[29] Vakidî, Megazi, c. 2, s. 657.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 349-350; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 359.
[31] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 361.
[32] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 362.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[35] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 359.
[36] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 110; İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 376-377; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 744.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352-371.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352.
[39] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 369.
[40] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107.
[41] Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
[42] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 35.
[43] Müslim, a.g.e., c. 4, s. 1946.
[44] Buharî, Sahih, c. 3, s. 53-54; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1947.
[45] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 364.
[46] Fetih, 18-19.
[47] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 108; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1946.
[48] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107.
[49] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 363.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 365-367.
[51] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352; Ebû Dâvûd, Sünen, c. 4, s. 175.
[52] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 767.
[53] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 352; Taberî, Tarih, c. 3, s. 95; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 397.
[54] Kastalani, Mevahibü’l-Ledünniye, c. 1, s. 181.
[55] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 107; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 769.
[56] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 345.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 368.
[58] Muhammed el-Hudarî, Nuru’l-Yakîn, s. 195.
[59] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 413.
[60] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[61] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[62] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413.
[63] İbn Kesir, a.g.e., c. 3, s. 413; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 775.Medine'den hareket(Hicret’in 7. senesi Muharrem ayı sonları / Milâdî 628)
KAİNATIN EFENDİSİ
Yazar: Salih Suruç

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...