15 Ekim 2014 Çarşamba

TEFSİR DERSLERİ / ✿ ♥ ✿ \ FÂTİHA SÛRESİ'nin Tefsiri

Fâtiha Sûresi

     Ayet
     Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾2﴿
     Tefsir
     Dilimizde övme ve teşekkür etme, Arapça’da medih ve şükür kelimelerinin hamd kelimesine yakın mânaları bulunmakla birlikte bunlar arasında birtakım ince farklar da vardır. Methetme (övme) bir iyilik ve güzellik karşısında yapılır; bu iyilik ve güzelliğin sahibi, kendisinin bunda iradesi ve etkisi olsun olmasın methedilebilir. Kişi kendi iradesinin eseri olmayan güzelliği sebebiyle övüldüğü gibi cömertlik ve cesaret gibi erdemlerinden dolayı da övülür. Halbuki hamd ancak irade ve istekle hâsıl olan iyilik ve güzellik karşısında yapılır. Şükür ve teşekkür “isteyerek yapılmış (ihtiyarî) bir iyilik ve ihsana karşı dille veya başka şekillerde uygun mukabelede bulunmak”tır. Bu, hem Allah’tan hem de insanlardan gelen iyilikler karşılığında yerine getirilmesi beklenen ahlâkî bir ödevdir. Hamdetmek de dil ile yapılır; “hamdolsun, elhamdülillâh...” denir, ancak bunun sebebi yalnızca nimet ve ihsan değil, irade ve ihtiyara dayalı bütün güzellik ve iyiliklerdir. Bu mânada hamd yalnızca Allah’a mahsustur. Çünkü başkalarına ait olan iyilik ve güzellikler, gerçek ve kâmil mânasıyla onların isteklerine bağlı değildir. İnsanların kendi isteklerine bağlı iyilik ve güzelliklerde Allah’ın da iradesi vardır. Onların irade ve isteklerine bağlı olmayan iyilik, güzellik ve hizmetler ise doğrudan yaratıcının, fıtrat ve özellikleri takdir edip yaratarak insanlara bahşeden kudretin eseridir.
     Dolayısıyla bu mânada hamdin tamamı Allah’a mahsustur, O’na aittir. Âlem maddî ve mânevî, görülen ve görülemeyen, dünyada ve âhirette Allah Teâlâ’nın yarattığı her şeydir. Görülen, hissedilen, insan bilgisinin ulaşabildiği maddî varlıklara “mülk ve şehâdet âlemi”, madde ötesi varlıklara da “gayb ve melekût âlemi” denilir. Gayb ve melekût âleminin tek sahibi Allah’tır. Mülk ve şehâdet âleminin ise gerçek sahibi Allah olmakla beraber görünürde ve mecazen başka sahipleri de olabilir. Vahiy yoluyla gelen bilgilere göre şehâdet ve mülk âlemi, gayb ve melekût âlemine nisbetle denizden bir damla, sahradan bir kum tanesi kadardır.
     Günümüze kadar insan bilgisinin ulaşabildiği uzay akıllara hayret verecek büyüklüktedir. Fakat bu büyüklük gayb âleminin yanında bir kum tanesi kadar kaldığına göre gayb âleminin azametini akıl terazisi çekemez. Konuya bu açıdan bakıldığında evrenin büyüklüğüne ve ondaki düzenin inceliklerine dair ulaşılan her yeni bilgi, Allah’ın insana bahşettiği aklın nerelere kadar ulaşabileceğini ortaya koymasının yanında, erişeceği sırların enginliğini tasavvur edebilmesi için bir ölçü de oluşturmaktadır.
     Şu halde gayb âleminin bu büyüklüğü iman ve irfanla kavranmakta, oradan da bütün âlemlerin Rabbi (sahibi, mâliki, takdir edip yaratanı, koruyanı, geliştireni) olan Allah’ın azamet ve büyüklüğü karşısında kula yakışan hayret haline ulaşılmakta; bu azamet karşısında kul secdeye kapanınca onun hayret hali, “huzur, güven, sevgi, yakınlık ve tatmin”e dönüşmektedir.
     Rab kelimesi tek başına söylendiği zaman bundan yalnızca “Allah” kastedilir, O’nun güzel isimlerinden biridir, “sahiplik ve terbiye edicilik” özelliğini ifade eder. Bu kelime “rabbü’d-dâr” (ev sahibi) gibi tamlama şeklinde başkaları için de kullanılır.

     Ayet
     Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾3﴿
     Tefsir
     Rahmân ve rahîm.

     Ayet
     Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah'a mahsustur. ﴾4﴿
     Tefsir
     “Ödül ve ceza (din) gününün hâkimi” diye çevirdiğimiz tamlamada geçen mâlik “malın, mülkün sahibi” demektir. Kıraat âlimlerince “hükümdar, iktidar sahibi” anlamında “melik” şeklinde de okunmuştur. İnsanlar için kullanıldığında mâlik ile melik arasında güç, yetki ve tasarruf hakkı bakımlarından önemli farklar vardır. Mal ve mülkün sahibi (mâlik) kişinin başkalarına hükmü geçmez, başkalarına hükmü geçen hükümdar (melik) ise her malın ve mülkün sahibi değildir. Allah Teâlâ hakkında mâlik ve melik sıfatları kullanıldığı zaman mâna çerçevesinde bir eksiklik olamaz; çünkü O hem âlemlerin sahibidir hem de herkese ve her şeye hükmü geçer; O’nun iktidarı üstünde bir iktidar tasavvur bile edilemez.
     Melik O’nun zâtına, mâlik ise fiiline ait sıfatlardır. “Ödül ve ceza (din) günü”nün âhiretteki hesaba çekme ve hüküm verme günü olduğu, bunu açıklayan başka âyetlerden anlaşılmaktadır (meselâ bk. İnfitâr 82/17-19).
     Allah Teâlâ bütün zamanlarda ve zaman kavramına bağlı olmaksızın mutlak hâkim, sahip, melik ve mâliktir. Ancak Allah Teâlâ dünya hayatında, imtihan için kullarına da sahiplik ve iktidar vermiş; imanı olduğu halde gaflet içinde bulunan kimseler –zaman zaman da olsa– Allah’ın sahipliği ve iktidarının bilincinde olmaya özen göstermemişler; imanı olmayanlar ise bunun şuurundan tamamen yoksun kalıp inkâr etmişlerdir.
     Âhiret âleminde kulun, bu görünürdeki ve geçici iktidarı da ortadan kalkacağı için Allah’ın melik ve mâlik sıfatı bütün azametiyle ortaya çıkacak, belli olacaktır. Bunun için âhirette O, gerçekte ve görünürde “melik ve mâlik”tir.

     Ayet
     (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. ﴾5﴿
     Tefsir
     Besmeleden buraya kadar kendisi ve sıfatları, kulları ve kâinat ile kesintisiz ilişkisi, dünya hayatının sonu ve hesap günü hakkında önemli açıklamalar yapan Allah Teâlâ, bunları iman içinde dinleyip anlayan ve şuuruna yerleştiren kullarında hâsıl olacak duygu ve düşünceye, davranış biçimine tercüman olarak “Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz” buyuruyor.
     Şu halde yukarıda sıralanan eşsiz ve benzersiz sıfatlar Allah’a mahsus olduğuna göre ibadetin ve yardım dilemenin O’na özgü kılınması da –kul açısından– tabii hale gelmektedir.
     İbadet “kulluk ve tapınma” olarak anlaşılmıştır. Bu kavramın içinde kâmil mânada “sevgi, korku ve boyun eğme” vardır; bu üç tavır ve duygunun birlikteliği ibadetin temelini oluşturur. İnsanların yaratılış gayesi ibadettir; ancak onlar buna mecbur tutulmamışlardır; yani terim anlamıyla ibadet, iradeye bağlı olmayan hareketler ve oluşlar gibi hâsıl olmamakta; ilâhî emri kul, –dünya hayatında bir imtihan olarak– serbest iradesiyle yerine getirmekte veya ihmal etmektedir.
     Dünyanın bütün nimetleri ve imkânları insanın, insanca (yalnız Allah’a kulluk ederek) yaşaması için verilmiş araçlardır. Bunları amaçlarına uygun olarak kullanmayanlar nimetin kıymetini bilmemiş ve israfa sapmış olurlar. İnsanın sınırlı gücü ve iradesi her zaman maddî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamaya ve kendisinden beklenenleri yerine getirmesine yeterli olmamaktadır. Bu sebeple insanlar hem diğer insanlardan hem de insan üstü güçlerden yardım istemeye ve almaya kendilerini mecbur hissetmişlerdir.
     Fakat onların bu iki kaynaktan yardım istemek ve almak için tuttukları yollar, benimsedikleri sistem ve usuller, ilâhî irşada kulak asmadıkları zamanlarda şirke ve bedbahtlığa düşmelerine sebep olmuş; dolayısıyla birçok bâtıl din, işe yaramaz sistem ortaya çıkmıştır.
     Bu âyet; ibadet ederken ve yardım isterken yöneleceğimiz doğru adresi bize göstermekte ve tevhidi (bir Allah’a ibadeti, sığınmayı ve yönelmeyi) getirmektedir. Âyette “ederim, dilerim” yerine “ederiz, dileriz” şeklinin seçilmiş olması tevhid ehli müminlerin bir bütün teşkil ettiklerini, bu sebeple “sen ben değil, biz varız” ilkesi doğrultusunda hareket etmelerini, fert-toplum arasındaki dengeyi korumalarını işaretlemektedir.
     Burada “biz”i oluşturan bağ imandır, bir Allah’a kulluktur; “Allah’ın kulları! Kardeş olun” (Buhârî, “Nikâh”, 45; Müslim, “Birr”, 23, 28-32) meâlindeki hadis de bu mânaya açıklık getirmektedir. Müminler kardeşçe yardımlaşırlar, fakat kimin elinden gelirse gelsin gerçekte her nimetin Allah’tan geldiğini, O dilemedikçe kimsenin bir şey veremeyeceğini bilirler.

     Ayet
     Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾6﴿
     Tefsir
     İnsanlar maddî ve mânevî hayatlarını düzenlerken doğrunun yanında yanlış da yapmışlar; hatalı, çıkmaz, saptırıcı yollara da yönelmişlerdir. Sapmanın ve yanılmanın baş sebebi insanın kendini yeterli sanması, bilgi ve güç almak için Allah’a yönelmeyi reddetmesidir. “Gerçek şu ki insan, kendini kendine yeterli görerek ille de azgınlaşmaktadır! Oysa (kuldaki) her şey yalnız rabbine aittir (O’na dönecektir)” (Alak 96/6-8). “Bize doğru yolu göster” duası aynı zamanda Rabbin, kullarına bir irşad ve uyarısıdır; eğer insan kendine yeterli olsaydı, doğru yolu görmesi ve bulması için bir başkasına ihtiyacı olmazdı. Yaratıcı bu tâlimatı verdiğine göre kula düşen, ilâhî irşada kulak vermek, insanî bilgi ve kabiliyetlerini bu irşad doğrultusunda kullanarak her adımını doğru atması için O’nun tarafından sağlanan imkânları gerektiği gibi kullanmaktır.
     “Doğru yol” (sırât-ı müstakîm) İslâm’dır. Allah’ın peygamberleri ile kullarına gönderdiği dinlerin genel adı da İslâm’dır. Yaratan ile yaratılan, Allah ile kul, akıl ile vahiy, hürriyet ile cebir, haksızlık ile adalet, iyi ile kötü... ancak İslâm’da yerli yerine konmuş, doğru ilişkiler ve dengeler kurulmuş, kurulma yolları gösterilmiştir.
     Hadiste yer alan bir örnekle açıklanacak olursa dosdoğru bir yol, yolun iki tarafında iki duvar, duvarlarda açılmış perdeli kapılar ve yolun başında da bir çağırıcı var ve O, “Ey insanlar! Hepiniz doğru yola giriniz, dağılıp parçalanmayınız!” diye sesleniyor. Birisi perdeli kapılardan birine girmek istediğinde yukarıdan bir başka çağırıcı sesleniyor: “Sakın o perdeyi kaldırma! Kaldırırsan girer gidersin!” (Müsned, IV, 182-183; Şevkânî, I, 20).
     Bu örnekteki yol İslâm’dır, duvarlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, kapılar haramlardır, yolun başındaki çağırıcı Allah’ın kitabıdır, yukarıdaki çağırıcı ve uyarıcı, her müminin kalbindeki ilâhî öğütçüdür. Böylece İslâm’da vahiy, vicdan ve akıl birlikte işletilerek doğru yol bulunmaktadır. Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

     Ayet
     Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil. ﴾7﴿
     Tefsir
     Burada tarihe bir atıf yapılarak yolun doğrusu ve eğrisi hakkında bir başka ölçüt ve delil daha verilmektedir. İslâm yalnızca Allah kitabında böyle buyurduğu için doğru yol değildir, aynı zamanda tarih boyunca ilâhî irşadı reddedenlerin tecrübeleri de doğru yolun İslâm olduğunu göstermektedir. Bu sebeple doğru yolu arayanlar ve üzerinde bulundukları yolun sağlamasını yapmak isteyenler, dönüp tarihe bakmak, gerçek mutluluğu bulanlarla sapanlar ve Allah’ın gazabına uğrayanların yol ve yöntemlerini incelemek durumundadırlar.
     Tarihte hem örnekler hem de ibretler vardır. Örnekler, peygamberlerin izlerinden giden fert ve ümmetlerde, ibretler ise onlara cephe alan ve Cenâb-ı Hakk’a meydan okuyanlarda görülmektedir. Bazı rivayetlerde sapanların “hıristiyanlar”, ilâhî gazaba uğrayanların da “yahudiler” olarak açıklanması (meselâ bk. Müsned, IV, 378; Tirmizî, “Tefsîr”, 2), yalnızca zaman ve mekân itibariyle yakın birer örnek olmalarından dolayıdır.
     Müslim’in rivayet ettiği bir kutsî hadiste (bk. “Salât”, 38) Allah Teâlâ’nın, “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda yarı yarıya paylaştım ve kulum dilediğini alacaktır” buyurduğu ifade edildikten sonra şöyle devam edilmiştir:
     Kul (namazda Fâtiha’yı okurken) “Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur” deyince Allah, “Kulum bana hamdetti” buyurur.
     Kul “Rahmân ve Rahîm” deyince Allah, “Kulum beni övdü” der.
     “Ceza gününün tek sahibi” deyince “Kulum benim yüceliğimi dile getirdi” der.
     “Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz” deyince “Bu, kulumla benim aramda ortak olan kısımdır ve istediği kulumun olacaktır” buyurur.
     Kul “Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, doğrudan sapmışların yoluna da değil!” deyince Allah, “İşte bu, yalnızca kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir” buyurur.
     “Duamızı kabul buyur, böyle olsun, bizi eli boş çevirme” mânasına gelen “âmin” sözü, dilleri ne olursa olsun bütün müslümanların, hatta semavî din mensuplarının ortak ifadeleri haline gelmiştir. Bu cümle Fâtiha sûresine dahil olmadığı gibi âyet de değildir. Birçok hadiste Resûlullah’ın Fâtiha’dan sonra “âmin” dediği ve böyle denilmesini öğütlediği ifade edilmiştir (meselâ bk. Müslim, “Salât”, 72-76).
     Namazda veya namaz dışında Fâtiha’yı okuyan veya dinleyen kimse, sûrenin sonunda “âmin” deyince aynı zamanda meleklerin de “âmin” dedikleri, hem şehâdet hem de gayb âlemlerinde aynı anda dile getirilen bu duanın Allah tarafından kabul buyurulacağı hadislerde açıklanmıştır (bk. Buhârî, “Ezân”, 112-113; Müslim, “Salât”, 72-76).
     Yine sahih hadisler, Fâtiha sesli okunduğunda “âmin” duasının da sesli yapılacağı bilgisini getirdiği için fıkıh mezheplerinin çoğu bunu benimsemişlerdir (Şevkânî, Neylü’l-evtâr, II, 229-232). Hanefîler’e göre bu cümle namazda daima sessiz söylenir.

14 Ekim 2014 Salı

İSTANBUL'DA Kİ LİSELİ GENÇLERİN DİKKATİNE..!

DÜNYANIN DÖRT BİR YANINA YAYILMIŞ
BÜYÜK BİR AİLEYİZ
     GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞI'nın Proje Desteği ile, GÖNÜLDER Eğitim Araştırma ve Yardımlaşma Derneği olarak organize ettiğimiz bu projeye; İstanbul'da ikamet eden ve her hangi bir lisenin 1., 2. veya 3. sınıfında öğrenci olan gençler katılabilecekler...
     Başvurular 25 Ekime kadar devam edecek. Şimdiye kadar 80 gencin başvurusu kabul edildi. 1 Kasımdan itibaren de projeye kabul edilen gençler ile İstanbul Anadolu Yakasında Üsküdar Belediyesi'nin Çamlıca yakınındaki Üsküdar Gençlik Merkezi'nde, Avrupa Yakasında da Eyüp'deki İMH - İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Merkezi'nde ayda bir defa cumartesi günleri bir araya gelecek... (4 ayrı gruba, her ay 1 'er program).

     Başvurusu kabul edilen her bir gencin, ayda 1 defa katılacağı ve Haziran 2015 e kadar devam edecek olan bu programlarımız; kahvaltı ile başlayacak, farklı yazarlar ile söyleşi ortamında devam edecek. Şubat tatilinde 5 gün kızların, 5 gün de erkeklerin tatil-eğitim kampı, zaman zaman da geziler-kültür turları ve sosyal etkinlikler düzenlenecek...

Şubat tatilinde bir hafta (4 gece, 5 gündüz) kızlar,
bir hafta da erkekler
İzmit Yuvacıktaki
Karaaslan Kamping tesisinde tatil kampı yapacaklar.
Tatil Kampında da hergün sabah ve akşamları
farklı bir yazar ile farklı konularda söyleşi olacak.
Bir gün paintbol, diğer günler de farklı oyunlar oynayacaklar.
Hayatları boyunca unutamayacakları bir şubat tatil kampı olacak...




     Haziran 2015 e kadar sürecek programlarımızda, projemize katılan gençler; değerli yazarlar, araştırmacılar ile yuvarlak masa sohbeti ortamında, sıcak-samimi bir havada fikir alış-verişi yapacaklar, hasbihal edecekler ve çok samimi olabileceği onlarca arkadaşı, güzel bir sosyal çevreleri olacak...
     2015 yılı Ramazan-ı Şerifinde de bir iftar programı organize edilecek, ödüllerin ve sertifikaların takdimiyle program sona erecek... (Muhtemelen güzel bir gemiyle, boğaz gezili iftar programı organize edeceğiz, çok zaman olduğu için henüz netleştirmedik.)

     Genç kardeşlerimize; şimdiden, "bu büyük ailenize" hoş geldiniz diyoruz...
     Projemize başvuru talebinde bulunmak için; ekteki formu doldurup aşağıdaki mail adresimize göndermeniz gerekiyor.
Eğitim programlarının da, tatil kampının da,
kapanış (iftar) programının da tüm masrafları bakanlıkca karşılanacak.
Hiçbir katılımcı, hiç bir etkinlik için, hiç bir ödeme yapmayacak.

     Gelen tüm başvurular, değerlendiriliyor ve cevaplanıyor. İstanbul dışında ikamet edenler lütfen başvuru yapmasınlar. Duyurularımızı, sadece internet ortamında ve GÖNÜL ERLERİ MAİL GRUBU'muzdan yapıyoruz. Şuana kadar başvuruları kabul edilenlerin listesine aşağıdaki mavi renkli başlığa tıklayıp, sitemize bağlanıp görebilirsiniz... (Başvurunuz kabul edilmiştir mesajı yazmamıza rağmen listede adı olmayanlar varsa lütfen bize hatırlatma yapsınlar.)


     * www.binlercekardesimvar.com    adresimizden projemizin internet sitesine ulaşabilirsiniz.      * www.facebook.com/groups/1454146711534892/members   adresimizden bu projenin facebook grubuna katılabilirsiniz...

     Başvurular mail yoluyla yapılacak. Değerlendirme sonucunda, katılımları uygun görülen gençler, velisi ile birlikte 25 Ekim Cumartesi günü düzenleyeceğim tanıtım ve kayıt programımımıza velileri ile birlikte davet edilecekler...
     1 Kasım Cumartesi gününden itibaren de programlarımız başlayacak... Programlarımız; İstanbul Avrupa yakasında İMH - İnsan ve Medeniyet Hareketi Genel Merkezi'nde, Anadolu Yakasında da Üsküdar Belediyesi'nin, Üsküdar Gençlik Merkezinde olacak. 25 er kişilik gruplar ile ayda bir defa buluşulacak. Programlar; seminer düzeninde değil, yuvarlak masa, sohbet-hasbihal düzeninde ve öncesinde kahvaltı, sonrasında ikramlar ile devam edecek. Yazarların sunumları kadar, gençlerin birbiriyle tanışmaları, kaynaşmaları da birinci önceliğimiz...
     Şuana kadar;
     Anadolu Yakasından 12 kız, 16 erkek
     Avrupa Yakasından 34 kız, 18 erkek liseli gencin başvurusu kesin kabul edildi...
     Kız-erkek ayrı ayrı 4 grup olacak, çok yoğun talepler olursa, grup sayıları 35 i kesinlikle geçmeyecek.


Haydi Gençler, Sizi Bekliyoruz..!
BİNLERCE KARDEŞİM VAR Projesi
Genel Sekreter
Derya Terzi

Not: Başvuru Formu Ektedir...

12 Ekim 2014 Pazar

KELİMELER - KAVRAMLAR / ✿ ♥ ✿ \ SİYASET

KELİMELER - KAVRAMLAR
SİYASET 

     Devleti idare etme sanatı; diplomatlık, politika; insanları, dünya ve âhiret saadetlerine yöneltme gayret ve mesaisi.
     İslâmi devletin temel prensiplerini, miladî 620 ve 622. yıllarında yapılan meşhur Akabe Beyatlarında görmek mümkündür. Beyatların içeriği incelendiği zaman, bunların ruh temizliği, sosyal reform ve hukuka dayandığı görülür.

     Kur'ân'a göre, mülk Allah'ındır, yani yer yüzünde Allah hükmeder. Bu bakımdan Kur'ân'ın şu âyetleri anlamlıdır:
     "Rasûlüm, deki; 'Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de çeker alırsın'... " (Alû İmran, 3/26).
     "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır" (Alû İmran, 3/189).
     "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" (Lokmân, 29/26). 

     Bu ayetlerden anlaşıldığına göre, evrende Allah'ın hükümleri uygulanmalıdır. Çünkü evren onun mülküdür.
     Ayetlerden çıkarılan bir başka hüküm; Allah'ın hükümranlığı karşısında insanlar tıpkı bir yöneticinin tebâsı gibi, bir ve aynı hizadadır.
     Bir başka nokta da; insanın ilâhi kudret ve ilâhi kanun karşısında son derece acz içinde olduğudur.

     İslâm, siyâsi birliğe çok önem verir, siyâsi birliği bozacak hareketlere müsâmaha göstermez. Onun için, fitneyi katilden daha kötü görür (el-Bakara, 2/217). Fitneye neden olan, Allah'ın gazabına müstahaktır:
     "Demek, idâreyi ve hâkimiyeti ele alırsanız hemen yer yüzünde fesat çıkaracak, akrabalık münâsebetlerinizi bile keseceksiniz, öyle mi? Onlar öyle kimselerdir ki, Allah kendilerini rahmetinden uzaklaştırmış da kulaklarını sağır, gözlerini kör etmiştir" (Muhammed 47/22-23).

     İslâm, siyâsi karışıklık çıkaranlara itâat edilmemesini emreder:
     "Müfterilerin (Müşriklerin) emrine boyun eğmeyin ki, onlar yer yüzünü fesada verir, ıslâh etmez kimselerdir" (eş-Şuarâ, 26/151-152).

     Onların bu hareketlerini, Allah'a ve Rasûlüne karşı harp açmak kabul eder, öldürülmelerini veya sürülmelerini emreder. Bu hususta şu Kur'ân âyeti çok açıktır:
     "Allah'a ve Rasûlüne (mü'minlere) harp açanların yer yüzünde (yol kesmek suretiyle) fesadçılığa koşanların cezâsı, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, yâhut sağ elleriyle sol ayaklarının çaprazvâri kesilmesi, yahutta bulundukları yerden sürülmeleridir" (el-Mâide, 5/33).

     İslâm siyasetinin başarılı olması için, müslümanlar birlik halinde olmalıdırlar:
     "Hepiniz toptan sımsıkı Allah'ın ipine (dinine, şeriatına) sarılın; parçalanıp ayrılmayın. " (Alû İmran, 3/103).
     Müslümanlar, birbirleriyle uysal ve kardeşçe bir birlik kurmalıdırlar:
     "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse, hemen aralarını (bulup barıştırın)... Mü'minler kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın... " (el-Hucurat, 49/9-10).

     İslâm siyasi anlayışında, Peygamber (s.a.s)'e vahyedildiği şekilde, ilâhi kânuna itaat emredilir:
     "Ey İmân edenler! Allah'a ve Rasûlüne itaat edin. Kendiniz (Kurânı) dinleyip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin" (el-Enfâl, 8/20).

     Bu, pasif anlamda bir itâat değildir. Müslüman aynı zamanda, Allah'ın kânununu yeryüzünde yaymak için her türlü ızdırâp, zorluk, açlık ve susuzluğa katlanacaktır (el-Bakara, 2/155-157).

     İslâm siyâset ve idâresi, adâlet temeline dayanır. "Peygamberliğin ilk esâsı insanlar arasında adâlettir", diyenler vardır. Hâkimlere, hevâ ve heveslerine, sevgi veya nefrete göre değil, adâletle hareket etmeleri emredilir (el-Mâide, 5/8). Haksız hüküm verenlerin Cehennemde demirden bir el ile cezalandırılacakları haber verilir. Bu demirler bir devletin hukuk sistemini oluşturan en parlak prensiplerdir.
     İslâm yönetim anlayışında, toplumun, hırsızlık, zina, iftira vs. diğer kötü hallerden uzak olması, karşılıklı ilişkilerde âdâba dikkat olunması emredilir (el-Mümtehine, 60/12).
     Kur'âna dayalı devlet anlayışında, şurânın önemli bir yeri vardır. İyi müslümanın Allah'a güvenen, kötülüklerden sakınan, hakkını savunan ve gerektiğinde müşavere eden kimse olduğu belirtilir (eş-Şurâ, 42/36-39).
     İslâm siyâset anlayışında, ilâhi hukukun düşmanlarıyla ittifâk akdetmek ve bir kere harp ilân edildikten sonra onlara gevşeklik göstermek yoktur (en-Nisâ, 4/138-139; Muhammed, 47/4).

     İslâmi devlette, farklı dini inançlara sahip olmak, vatandaşların hakkıdır:
     "Dinde zorlama yoktur. Şüphesiz imân ile küfür apaçık meydana çıkmıştır" (el-Bakara, 2/256).
     İslâm siyâset anlayışında, başka inançta olanlara en uysal bir tarzda konuşulur: "(İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel yol hangisiyse onunla yap..." (en-Nahl, 16/125).
     İslâm siyâseti, birbirine düşman sınıf ve kast sistemini kabul etmez. Bunun ilâhi kanunlara karşı gelenlere verilen bir çeşit ceza olduğunu açıklar:
     "O, sizi (ey Peygamberin ümmeti) yer (yüzün)'ün halifeleri yapan, sizi, size verdiği şeylerde imtihâna çekmek için kiminizi derecelerle kiminizin üstüne çıkarandır. Şüphe yok ki, Rabbin, cezası pek çabuk olandır." (el-En'âm, 6/165). Her ne kadar farklı milletler ve kabileler varsa da, bunların fiziki menşeileri birbirinin aynıdır.
     İslâm devlet anlayışında asâlet, belirli bir aile, ırk, kabile ve millete ait değildir. Asâlet; kişinin karakterinde, hal ve gidişinde asil olmasıyla mümkündür:
     "Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi birbirinizle tanışasızın diye, milletlere, kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz, takvâca en ileride olanınızdır..." (el-Hucurât, 49/13).
     Onun içindir ki, Hz. Peygamber, kendi halasının kızını, kölelikten âzâd edilmiş olan Zeyd b. Hârise'ye vermiş; kölelikten âzâd edilmiş birinin oğlunu Kureyş asillerinin de içinde bulunduğu bir orduya komutan yapmıştır. Yine İslam Peygamberi, her türlü imkana sahip olduğu halde, en fakir bir kimse gibi hayat sürmüş, mazlum ve yoksulun refâhından başka bir şey düşünmemiştir.
Şâmil İslam Ansiklopedisi

5 Ekim 2014 Pazar

RİYAZUS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER / SABIR (Sabrın Fazileti) - 1

RİYAZÜS SALİHİN
3) Sabır (Sabrın Fazileti)
   Bu bölümdeki beş ayet-i kerîme ve yirmidokuz hadîs-i şerîften; temizliğin imanın yarısı olduğunu, elhamdülillah diyerek yaşanan hayatın sevabının mizanı dolduracağını, namazın müslümanın hayatında nur olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’in mü’minlerin leh veya aleyhlerinde delil olacağını, herkesin sabahleyin evinden çıkarken kendisini sattığını, ya ateşten kurtulup ya da helak olacağını, istemekten çekinip iffetli davrananlarının iffetinin artırılacağını, tok gözlü olmak isteyenlerin başkalarına muhtaç olmaktan kurtarılacağını, sabretmeye gayret edene sabır verileceğini, sabırdan büyük bir nimet olmadığını, mü’minin her durumunun imrenmeye değer olduğunu, sevinirse şükretmek suretiyle bela gelirse sabretmek suretiyle hakkında her şeyin hayırlı olduğunu, Rasûlullah (sav)’in vefatı esnasında kızı Fatıma (r.ah) ile yaptıkları konuşmaları, yine kızı Zeynep (r.ah) oğlu ölmek üzereyken Peygamber (sav)’i çağırmalarını ve aralarında geçen konuşmalarını, geçmiş ümmetler arasında bir padişah ve onun ihtiyarlayan bir sihirbazının uzunca hikayesini yani (Burûc: 85/4-11.) Ayetlerin muhtevasını, felaketle ilk karşılaşınca sabretmenin gerekli olduğunu, kişinin sevdiği dostu elinden alınınca sabrederse mükafatının cennet olacağını, tedavisi zor hastalıklara yakalananların mükafatını Allah’tan bekleyerek sabretmeleri karşılığında şehid sevabı kazanacaklarını, gözleri kör edilerek imtihan edilen kimseye sabrettiği takdirde gözlerine karşılık cennet verileceğini, hastalıklara sabredilirse mükafatının cennet olacağını, tüm peygamberlerin ümmetlerine hayırlı duada bulunduklarını, her türlü sıkıntı ve hastalıkların günahların bağışlanmasına vesile olacağını ve ağacın yapraklarının döküldüğü gibi günahların döküleceğini, Allah’ın hayrını dilediği kimseyi sıkıntıya sokacağını, başına musibet geldi diye ölümü istememenin gerekliliğini, sabırsızlanmanın iyi olmadığını, peygamberlerin büyük sıkıntılara katlandıklarını ve mükafatlarının da büyük olduğunu, mükafatın büyüklüğünün belanın şiddetine göre olduğunu, Ümmü Süleym denilen sahabiyyenin çocuğu ölmesine rağmen nasıl sabırlı davrandığını, gerçek pehlivanın öfkesini yenen kimse olduğunu, kızgınlık hali geçmesi için söylenmesi gereken sözün ne olduğunu, öfkesini yenen kimseye kıyamette istediği huriyi seçmesinin serbest olacağını, öfkelenmemenin gerekliliğini, mü’mine imtihan için belalar verildiğini, affetmek ve iyiliği emretmenin gerekliliğini, müslümanın gerekenleri yapıp hakkını Allah’tan bekleyeceğini, savaşın istenmeyeceğini, savaş çıkarsa da savaşa katılıp sabredilmesi gerektiğini öğreneceğiz. [1]

   “Ey iman edenler! Zorluklara ve sıkıntılara sabırla katlanın ve birbirinizle bu sabırda yarışın, cihad için hazırlıklı ve uyanık bulunun ve yolunuzu Allah ve kitabıyla bulun ki, mutluluğa erebilesiniz.” (Âl i İmrân: 3/200)

   “Muhakkak ki, ölüm tehlikesiyle, korku ve açlıkla, mal, can ve ürünlerin eksiltilmesiyle sizi sınayacağız. Ama zorluklara karşı sabredip sebat ve dayanıklılık gösterenlere iyi haberler müjdele.” (Bakara: 2/155)

   “Her türlü güçlüklere göğüs gerenlere mükafatları tartılmaksızın, ölçülmeksizin, hesapsızca bol bol verilir.” (Zümer: 39/10)

   “Kim eziyetlere sabreder, yapılan kötülüklere de, intikam almayıp affetme yolunu tutarsa, şüphesiz bu hareketi yapılmaya değer işlerdendir.” (Şûrâ: 42/43)

   “Ey iman edenler! Sarsılmaz bir sabır ve namaza sarılarak Allah’tan yardım isteyin. Allah her türlü zorluğa karşı sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 2/153)

   “Ve hepinizi mutlaka sınayacağız ki, bizim yolumuzda üstün gayret gösterenleri ve sıkıntılara göğüs gerenleri diğerlerinden ayırabilelim. Çünkü biz iman ve cihadla alakalı bütün iddialarınızın doğruluğunu deneyeceğiz.” (Muhammed: 47/31)

   26. Ebû Mâlik Hâris İbni Âsım el–Eş’arî radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Temizlik imanın yarısıdır. Elhamdülillah duası mizânı, sübhânellah ve elhamdülillah sözleri ise yer ile gökler arasını sevap ile doldurur. Namaz nurdur; sadaka burhandır; sabır ziyâdır. Kur’an senin ya lehinde ya da aleyhinde delildir. Herkes sabahtan (pazara çıkar) nefsini satar; kimi onu âzâd kimi de helâk eder.” [2]

   * Bu hadîs-i şerîf çok kapsamlı konulara işaret etmektedir. Şöyle ki: Kişinin maddî temizliğe riayet etmesi, dininin direği olan namazının ve diğer ibadetlerinin temelini teşkil eder. Manevî temizlik diyebileceğimiz temizlik ise; kişinin küfür, şirk ve münafıklık gibi tevhid inancı dışındaki inanç kirlerinden temizlenmesidir. Bu da imanın yarısı veya tamamlayıcısı anlamına gelmiş oluyor.
   Sonucunda Elhamdülillah diyebilecek bir hayat yaşamak kıyamette terazinin sevap gözünü doldurur. Müslüman yaptığı her bir işin sonucunda Elhamdülillah diyebiliyorsa, yaptığı tüm işler kulluk gereğidir ve ona sevap kazandırır. Sonucunda Elhamdülillah denemeyen işler ise müslümanın günahını artırır.

Sübhanallah ve Elhamdülillah sözlerinden birincisi Allah’ın tek ilah oluşunun kainatta bu sözle vasfedilecek kimsenin olmayışının simgesi olması hasebiyle kendisini yaratan Allah’ı böylece tanıyan müslümanın her işinin sonunda da Elhamdülillah diyebilecek bir hayat sergilemesiyle her taraf müslümanın emrine geçer. Bu kelimelerle yer ve gök arası müslümanların emrine ve idaresine geçecektir.

   Namaz kişiyi her türlü kötülüklerden alıkoyan ışığını imandan alan ve doğruya yönelten bir nurdur. Bu nur dünyada müslümanların yüzlerinden farkedilir. (Feth: 48/29) Ahirette de yine önlerinde ve sağlarında onları aydınlatacaktır. (Hadîd: 57/12)

   Sadaka kişinin özverili oluşuna, cömertliğine ve imanının en üstün durumda olduğuna delildir. Çünkü zekat, sadaka, hayır ve hasenât gibi şeyler kişinin imanının alametidir.

   Sabır mü’min için kaynağı kendi içinde olan bir enerjidir. Kişi her türlü sıkıntı ve güçlüklere göğüs germekle huzura erişir ve böylece de sabır onun önünde bir ışıktır ve her türlü karanlıklardan müslümanı aydınlığa çıkarır.

   Kur’ân kıyamette kişinin kendisini okuyup okumadığına, kendisine uyup uymadığına ve yolunda gidip gitmediğine göre lehinde veya aleyhinde şahitlik yapacaktır.

   Her yeni gün insanlar için bir pazardır. Bu pazarda dünya ve ahireti alınıp satılmaktadır. Kişi Allah ve Rasûlüne uyarsa kazançlı çıkar hem dünyası hem de ahireti huzurlu olur. Allah ve Rasûlüne uymaz da şeytan ve dostlarına, arzu ve heveslerine uyarsa bu dünya pazarındaki alışverişinden dolayı zararlı çıkar ve cehennemlik olur hem dünyası hem de ahireti perişan olur. [3]

   27. Ebû Saîd Sa’d İbni Mâlik İbni Sinân el–Hudrî radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre;
   Medineli müslümanlardan bir kısmı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den bir şeyler istediler. O da verdi. Sonra yine istediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, elindekiler bitinceye kadar verdi. Verebileceği şeyler tükenince onlara şöyle hitab etti: “Yanımda bir şeyler olsaydı, onları sizden esirgemez, verirdim. Kim dilenmekten çekinir, iffetli davranırsa, Allah onun iffetini arttırır. Kim tok gözlü olmak isterse, Allah onu başkalarına muhtaç olmaktan kurtarır. Kim de sabretmeye gayret ederse, Allah ona sabır verir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı ve büyük bir lutufta bulunulmamıştır.” [4]

   * Mü’min için en sağlam siper sabırdır. Sabrı sayesinde mü’min fakir de olsa zengin de olsa rahat ve huzurludur. Sabretmeyi bilmeyen ve istemekten vazgeçmeyenler zengin de olsalar fakir de olsalar doyuma ulaşamazlar, asla doymazlar. Kişi zamanın her türlü bela ve sıkıntılarına karşı kendisini sabırla frenleyip hem dünya hem de ahiret kazançlarını elde edebilir. [5]

Dip Notlar:
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 16.
[2] Müslim, Tahâret 1. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 86. Bu hadis kısa şekilde 1031 numarada ve 1414 de de tekrar gelecektir.
[3] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 17.
[4] Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Zekât 28; Tirmizî, Birr 77; Nesâî, Zekât 85.
[5] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 18.

TEFSİR DERSLERİ... FÂTİHA SÛRESİ / Fazileti, Nüzul Sebebi ve Besmelenin Tefsiri


Fâtiha Sûresi

   Nüzûl
   Mushafta birinci, nüzûl sıralamasında 5. sûredir. Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ilk yıllarında Mekke’de nâzil olduğu hususunda ittifak vardır. Kaynaklarda nüzûl sebebiyle ilgili özel bir olay yoktur. Kur’an’ın hem bir mukaddimesi hem de özeti gibidir. Ayrıca her müminin kıldığı namazın bütün rek‘atlarında Rabbi ile konuşurcasına okuması ve bu sayede O’na yaklaşması murat edilmiştir.

   Adı / Ayet Sayısı:
   Kur’an ilimlerine dair kaynaklarda birden fazla adı vardır; ancak bunlardan “Fâtiha, es-Seb‘u’l-mesânî, Ümmü’l-kitâb” adları hadislerde geçmektedir (bk. Buhârî, “Tefsîr”, 1, “Ezân”, 109; Tirmizî, “Salât”, 183).
   Fâtiha “ilk, evvel, başlangıç” demektir. Bütün olarak gelen ilk sûre olduğu, Kur’ân-ı Kerîm’i okumaya ve yazmaya onunla başlandığı için bu adı almıştır. Fâtiha sûresinden önce gelen (nâzil olan) âyetler, ait oldukları sûrelerin parçalarıdır ve bu sûrelerin nüzûlü Fâtiha’dan sonra tamamlanmıştır.
   Es-Seb‘u’l-mesânî “ikilenen, tekrarlanan yedi” demektir. Bu sûre yedi âyetten oluştuğu ve namazda en az iki kere okunduğu ya da her rek‘atta ona bir başka sûre veya birkaç âyet eklendiği için bu ismi almıştır.
   Ümmü’l-kitâb “kitabın aslı, temeli, anası” demektir. Bazı hadislerde “Ümmü’l-Kur’ân” (Kur’an’ın anası) şeklinde ifade edilmiştir. Fâtiha sûresine bu ismin verilmesi, yukarıda işaret edilen ve az sonra açıklanacak olan içeriği sebebiyledir. Fâtiha’nın yedi âyetli bir sûre olduğunda görüş birliği vardır. Bu yedi âyetin sayımı, besmelenin Fâtiha sûresine dahil bir âyet olup olmadığı konusundaki görüş ayrılığı sebebiyle farklı olmuştur. Mekke ve Kûfeli kıraat âlimlerine (kurrâ) göre besmele Fâtiha’ya dahil bir âyettir, “el-hamdü” ile başlayan ise ikinci âyettir. Medine, Basra ve Şam kurrâsına göre besmele Fâtiha’ya dahil bir âyet değildir, “el-hamdü...” birinci âyettir. Bu konuya besmelenin tefsirinde tekrar dönülecektir. Besmeleyi Fâtiha’dan saymayanlara göre “en‘amte aleyhim”den sonrası ayrı bir âyettir ve yedi rakamı böyle tamamlanmaktadır.

   Fazileti
   Gerek yalnızca “elhamdülillâh” vb. şeklinde ifade edilen hamdin ve gerekse bütünüyle Fâtiha sûresinin değeri ve müminin dinî hayatındaki yeri hakkında birçok sahih hadis bulunmaktadır: “Zikrin en üstünü ‘lâ ilâhe illallah’, duanın en yücesi ‘elhamdülillâh’tır” (Tirmîzî, “Duâ”, 9). “Allah’a hamd ile başlamayan her önemli işin sonu güdüktür” (İbn Mâce, “Nikâh”, 19). Allah’ın resulü, Ebû Saîd b. Muallâ isimli sahâbîye, Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük sûreyi mescidden çıkmadan bildireceğini ifade buyurmuş, sonra da bunun Fâtiha olduğunu açıklamıştır (Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’ân”, 9).Yine birçok sahih hadiste Fâtiha sûresinin şifa özelliği ile ilgili açıklamalar yapılmıştır (meselâ bk. Buhârî, “Fezâ’ilü’l-Kur’ân”, 9).

   Ayet
   Bismillahirrahmânirrahîm ﴾1﴿

   Tefsir
   “Eûzü” veya “istiâze” diye bilinen bu cümle, bu şekliyle bir âyet olmadığı için mushafa yazılmamıştır. “Kur’an okuyacağın vakit o kovulmuş şeytandan Allah’a sığın” (Nahl 16/98) şeklinde buyurulduğu için Kur’an okumaya başlayanlar, besmeleden önce “eûzü...” ifadesini okumak suretiyle bu emri yerine getirmektedirler. Asıl adı İblîs olan şeytan, Allah’ın “Âdem’e secde et!” emrine uymadığı, kendisinin daha üstün olduğunu ileri sürerek emre karşı geldiği için meleklerin vatanından (melekût âlemi) kovulup sürgün edilmiş; o da imtihan dünyasında Allah’ın kullarını, O’nun yolundan ve rızâsından ayırmak için uğraşmayı kendine vazife edinmiştir (A‘râf 7/11-17).
   Şeytan, kendine uyan diğer cinleri ve insanları da kullanarak vazifesini yapmaya çalışmaktadır (En‘âm 6/112). Ancak Allah’a iman eden, O’na dayanan ve güvenen müminlere şeytanın zarar veremeyeceği ve onlara hükmünün geçmeyeceği ilgili âyetlerde açıklanmıştır (Nahl 16/98-100). Yukarıda meâli zikredilen âyet (16/98) sebebiyle Kur’an okumaya başlayanlar “eûzü” çekerler. Ancak bunun hükmü konusunda farklı görüş ve yorumlar vardır. Bazı müctehidlere göre emir kipi kullanıldığı için eûzü çekmek farzdır. Müctehidlerin çoğunluğuna göre ise bu bir tavsiye emridir, eûzü çekmek farz değil menduptur, teşvik edilmiştir ve güzel bulunmuş bir davranıştır. Şeytanın insandan en uzakta olması gereken zaman olan Kur’an okuma halinde bile –okumaya başlarken– eûzü çekmek tavsiye edildiğine göre diğer işlere başlarken bunu yapmanın daha da gerekli olacağı anlaşılmaktadır.
   Kötülüğe karşı bile iyilik yaparak insanlardan gelecek belâyı defetmek, eûzü çekerek de şeytandan gelecek olan vesvese ve kışkırtmayı kendilerinden uzaklaştırmak Kur’an’ın, müminlere tavsiyeleri arasında yer almıştır (bk. Mü’minûn 23/96-98). Eûzü, bir yandan böyle maddî ve mânevî şerleri, kötülükleri defetmeye ilâç olurken diğer yandan kulun imtihan şuurunu tazelemekte, insanın ulvî yönü ile süflî yönü arasında ömür boyu sürüp giden ve onu geliştirmeyi, olgunlaştırmayı sağlayan mücadelede uyanık ve tedbirli olmayı telkin etmektedir.
   1. Sûrelerin başında bulunan besmele cümlelerinin, Kur’ân-ı Kerîm’in mushaflarda ilk defa toplanmasından itibaren yazılageldiği, aynı dönemde Kur’an’a dahil olmayan hiçbir şeyin mushafa yazılmadığı dikkate alınırsa –aksine görüşler bulunmasına rağmen– her sûrenin başındaki besmeleyi, sûrenin âyet sayılarına dahil olmayan ayrı bir âyet olarak kabul etmek gerekmektedir. Hanefî fıkıhçılarının görüşleri de böyledir (Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, I, 12). İmam Şâfiî Fâtiha sûresinin başındaki besmeleyi bu sûreden bir âyet olarak kabul etmiştir. Diğer sûrelerin başlarındaki besmeleler konusunda kendisinden iki farklı görüş nakledilmiş, her sûreye dahil bir âyet sayılması görüşü –ona ait olması yönünden– daha sahih bir rivayet olarak kaydedilmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre besmeleler sûrelerin başında ayrı âyetler olduğu için namazda yalnızca Fâtiha’dan önce sessiz olarak okunur, Fâtiha’yı takip eden ve zamm-ı sûre denilen sûre ve âyetlerden önce ise besmele okunmaz. Besmele dilimize genellikle “Rahmân ve rahîm olan Allah’ın adıyla” şeklinde çevrilmektedir. Bu cümlede zikredilmeyen fakat her besmele okuyanın başlayacağı işe göre niyetinde bulunan “... okuyorum, başlıyorum, yapıyorum, yiyorum” gibi bir yüklem vardır. “Allah’ın adıyla yemek, okumak” ifadesinden Türkçe’de “yenen ve okunanın Allah’ın adıyla birlikte yenildiği veya okunduğu” anlaşılır. Bu mâna kastedilmediğine göre maksadı doğru anlatabilmek için besmeleyi “Rahmân ve rahîm olan Allah adına, ... adını anarak, ... Allah’tan yardım dileyerek ...” şekillerinde çevirmek de uygun olur. 
   Kul herhangi bir davranışta bulunurken, önemli bir işe teşebbüs ederken önce eûzü çekerek muhtemel olumsuz etkileri defetmekte sonra da besmeleyi okuyarak “kendinin tek başına yeterli olmadığını, başarı ve gücün ancak Allah’tan gelebileceğini, Allah’ın yeryüzünde halife kıldığı bir varlık olarak O’nun mülkünde, O’nun adına tasarrufta bulunduğunu, asıl mâlik ve hâkim olan Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa emanete hıyanet etmiş olacağını...” peşinen kabul etmekte ve bundan güç almaktadır. Burada tevhid cümlesinin mânası da üstü kapalı olarak mevcuttur. Zira nasıl ki tevhid cümlesinde “lâ ilâhe” denilerek önce bütün sahte tanrılar zihinlerden siliniyor, sonra da “illallah” ifadesiyle hakiki, tek, eşi ve benzeri bulunmayan Tanrı (Allah) kalbe ve zihne yerleştiriliyorsa, eûzü besmele çekildiğinde de önce kulluk ilişkisine engel olan kirli çevre temizleniyor, sonra da bu ilişkinin en uygun anahtarı kullanılmış, doğru kapılar açılmış, sağlıklı bağ kurulmuş oluyor.
   Allah yerine “tanrı”, rahmân yerine “esirgeyen”, rahîm yerine de “bağışlayan” kelimelerinin kullanılması bu isimlerin anlamlarını tam olarak karşılamaz. Çünkü Allah ismi, bu isme hakkıyla lâyık olan “tek, eşsiz, benzersiz, bütün kemal sıfatlarına sahip ve eksikliklerden uzak, varlığı zaruri (olmazsa olmaz), yokluğu düşünülemez” olan yüce zâta mahsustur, bu sıfatları taşımayan hiçbir varlığa Allah denemez. Halbuki insanların uydurdukları, kendilerine göre bazı nitelikler yükledikleri mâbudlara tanrı denebilir. Başka bir deyişle tanrı kelimesi Allah için de kullanılabilir, halbuki Allah ismi O’ndan başka hiçbir varlık için kullanılamaz ve Arap dilinde de kullanılmamıştır.
   Kur’an dilinde rahmân sıfat-ismi de Allah’a mahsustur, başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Rahmân “en uzak geçmişe doğru bütün yaratılmışlara sonsuz ve sınırsız lutuf, ihsan, rahmet bahşeden” demektir. Rahmân, rahmetiyle muamele ederken buna mazhar olan varlığın hak etmesine, lâyık olmasına bakmaz, bu sıfatın tecellisi yağmur gibi her şeyin üzerine yağar, güneş gibi her şeyi ısıtır ve aydınlatır. Rahîm “çok merhametli, rahmeti bol” demek olup bu sıfatla kullar da nitelenebilir. Allah’ın rahîm sıfat-ismi O’nun, daha ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak ettikleri, lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lutuf ve merhametini ifade etmektedir. “Esirgemek” ve “bağışlamak” bu sonsuz, engin ve etkisi çeşitli rahmetin ancak bir parçası, etkilerinin yalnızca bir çeşididir.

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...