16 Mart 2015 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi'nin 49 - 59. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 49 - 59. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
  • Ayet
     Hani, sizi azabın en kötüsüne uğratan, kadınlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı boğazlayan Firavun ailesinden kurtarmıştık. Bunda, size Rabbinizden (gelen) büyük bir imtihan vardı.
     Hani, sizin için denizi yarmış, sizi kurtarmış, gözlerinizin önünde Firavun ailesini suda boğmuştuk.
     Hani, biz Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sizler ise onun ardından (kendinize) zulmederek bir buzağıyı tanrı edinmiştiniz. Sonra bunun ardından şükredesiniz diye sizi affetmiştik.
     Hani, doğru yolu tutasınız diye Mûsâ'ya Kitab'ı (Tevrat'ı) ve Furkan'ı vermiştik.
     Mûsâ kavmine dedi ki: "Ey kavmim! Sizler, buzağıyı ilah edinmekle kendinize yazık ettiniz. Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi öldürün (kendinizi düzeltin). Bu, Yaratıcınız katında sizin için daha iyidir. Böylece Allah da onların tövbesini kabul etti. Çünkü o, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhametlidir."
     Hani siz, "Ey Mûsâ! Biz Allah'ı açıktan açığa görmedikçe sana asla inanmayız" demiştiniz. Bunun üzerine siz bakıp dururken sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra, şükredesiniz diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik. Bulutu üstünüze gölge yaptık. Size, kudret helvası ile bıldırcın indirdik. "Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin" (dedik). Onlar (verdiğimiz nimetlere nankörlük etmekle) bize zulmetmediler fakat, kendilerine zulmediyorlardı.
     Hani, "Şu memlekete girin. Orada dilediğiniz gibi, bol bol yiyin. Kapısından eğilerek tevazu ile girin ve "hıtta!" (Ya Rabbi, bizi affet) deyin ki, biz de sizin hatalarınızı bağışlayalım.
     İyilik edenlere ise daha da fazlasını vereceğiz" demiştik.
     Derken, onların içindeki zalimler, sözü kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Biz de haktan ayrılmaları sebebiyle o zalimlere gökten bir azap indirdik. ﴾49-59﴿
  • Tefsir
     Hz. Mûsâ, gerek Tevrat’ta gerekse Kur’ân-ı Kerîm’de kendisine en geniş yer ayrılmış bulunan peygamberdir. Kur’an’da 136 defa adı geçer. Tevrat’ın beş kitabından dördü (Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye) onu ve başından geçenleri anlatır. Tevrat’a göre Hz. Mûsâ, Ya‘kub’un oğullarından Levi’nin soyundandır. Babası Amram (İmrân), annesi Yokebed’dir (Çıkış, 6/18-20).
     İslâmî kaynaklarda yer alan ve ana hatlarıyla Tevrat’ın verdikleriyle uyuşan bilgilere göre Hz. Mûsâ’nın doğduğu yıl Mısır firavunu, yüzyıllardır bu ülkede yaşayan ve sosyo-ekonomik durumları gittikçe kötüleşen İsrâiloğulları arasından çıkacak birinin kendi saltanatını elinden alacağına işaret eden bir rüya görmüş; bunun üzerine onların erkek çocukları hakkında ölüm fermanı çıkarmıştı.
     Sıkı bir şekilde uygulanan bu katliamdan Mûsâ’yı kurtarmak isteyen annesi, Allah’ın emri uyarınca onu (üç aylıkken, harç ve ziftle sıvadığı bir sepete koyarak; Çıkış, 2/2-3) Nil nehrine bırakmış, ablasına da gelişmeleri uzaktan takip etmesini söylemişti. Nihayet Firavun’un ailesi bebeği bularak Firavun’un eşi Âsiye’ye getirirler. Çocuğun hayatına kıyılmaması ve kendisinde kalması hususunda kocasını da razı eden Âsiye, onun için bir süt annesi arar; fakat çocuk hiçbir kadının memesini emmez. Durumu öğrenen ablası onlara annesini tavsiye eder (Tevrat’a göre Mûsâ’yı nehirde bulan ve onu emzirmesi için annesine veren, Firavun’un kızıdır; bk. Çıkış, 2/5).
     Böylece evinde annesi tarafından emzirilen Mûsâ tekrar Firavun ailesine teslim edilir; okuma yazma da dahil olmak üzere çok iyi bir eğitim görür. Olgunluk çağına ulaşınca Allah tarafından kendisine “hüküm ve ilim” verilir (geniş bilgi için bk. Kasas 28/7 vd.; krş. Çıkış, 2/2-10).
     İsrâiloğulları’ndan birinin Mısırlı biriyle dövüştüğünü gören Mûsâ, İsrailli’nin yardım istemesi üzerine Mısırlı’ya bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu. Beklemediği bu durum karşısında Allah’tan af diledi; Allah da onu bağışladı (Kasas 28/15-16). Ertesi gün olayın duyulması üzerine yetkililer Mûsâ’nın öldürülmesine karar verdiler. Durumu öğrenen Mûsâ Medyen’e kaçtı. Burada tanıştığı bir kızla evlendi ve sekiz (veya on) yıl boyunca kayınpederinin koyun sürüsünü güttü. Daha sonra Mısır’a dönmek üzere ailesiyle birlikte yola çıktı. Yolda, Sînâ (Tûr) dağının yanında gördüğü bir ateşe yaklaştığında yakındaki bir ağaçtan “Ey Mûsâ! Muhakkak âlemlerin rabbi olan Allah benim!” şeklinde bir ses geldi ve bu sözle başlayan ilk vahye muhatap oldu (bu ve daha başka vesilelerle Allah kendisine aracısız hitap ettiği için Hz. Mûsâ “kelîmullah” diye anılır).
     Bu arada Allah tarafından kendisine, asâsının yılana dönüşebilmesi ve elinin kar gibi beyazlaşması şeklinde iki mûcize verildi ve Firavun’a gidip kavmini onun zulmünden kurtarmakla görevlendirildi; isteği üzerine kendisinden daha güzel konuşan büyük kardeşi Hârûn’u da yanına alması uygun görüldü. Mûsâ, ailesini Medyen’e geri göndererek Mısır’a gitti ve Hârûn’u da yanına alıp Firavun’un huzuruna çıktı. Ona Allah’ın elçisi olduğunu bildirdi ve İsrâiloğulları’nın kendisiyle birlikte Mısır’dan ayrılmalarına izin vermesini istedi. Ancak, mûcizeler göstermesine rağmen Firavun’u ikna edemedi; bu arada Firavun ve Mısır halkının başına gelen şiddetli felâketler de Firavun’un ikna olmasına yetmedi.
     Her felâket gelmesinde Mûsâ’ya, eğer Allah’a dua edip kendilerini musibetten kurtarırsa isteğini yerine getireceğine dair söz veriyor, fakat sıkıntı geçince sözünden dönüyordu (ayrıntılı bilgi için bk. A‘râf 7/103-138). Nihayet Allah’ın buyruğu uyarınca Mûsâ, bir gece İsrâiloğulları’nı yanına alarak, Sînâ’ya geçmek üzere gizlice Kızıldeniz’e doğru yola çıktı; sabahleyin durumu öğrenen Firavun da kuvvet toplayarak peşlerine düştü. Bir mûcize sonucu denizin yol vermesiyle Mûsâ ve kavmi karşıya geçerken, aynı yoldan geçmeye kalkışan Firavun ve beraberindekiler boğulup gittiler.
     Kavmiyle birlikte Sînâ’ya ulaşan Mûsâ, onların başına Hârûn’u bırakarak ilâhî vahyi almak üzere Tûr’a gitti ve kırk gece orada kaldı. Bu arada kavmi, Hârûn’un ikazlarına rağmen, Sâmirî isimli bir kuyumcunun yaptığı altın buzağı heykeline tapmaya başladı. Döndüğünde durumu öğrenince son derece üzülen ve öfkelenen Mûsâ, kavminden seçtiği yetmiş kişiyle birlikte, işledikleri günahlardan dolayı tövbe etmek üzere tekrar Tûrisînâ’ya gitti.
     Hz. Mûsâ İsrâiloğulları’nı, Allah’ın kendileri için takdir ettiği kutsal topraklara götürmek istedi. Fakat kavmi onun bu isteğini reddettiği için arz-ı mev‘ûd kendilerine kırk yıl haram kılındı ve bu süre içinde, Hz. Mûsâ da yanlarında olmak üzere, çölde dolaşıp durdular (Mâide 5/21-26).
     Tevrat’taki bilgilere göre kırk yıllık çöl hayatının sonuna doğru Hz. Hârûn 123 yaşında Hor dağında öldü; daha sonra arz-ı mev‘ûda yaklaştıklarında da Hz. Mûsâ 120 yaşında vefat etti; Moab diyarında Beyt-peor karşısındaki dereye defnedildi (Tesniye, 32/50; 34/6-7). Bakara sûresinin yukarıda meâli verilen kısmı, Hz. Mûsâ’nın hayatından, Kızıldeniz’i geçmesiyle başlayan bir kesit içermekte olup İsrâiloğulları’nın tarihine dair ayrıntılı bilgilerin yer aldığı A‘râf sûresindeki yirmi iki âyetin (141-162) tam bir özetidir. Ancak A‘râf sûresindekilere ilâveten burada bazı bilgiler daha bulunmaktadır. Şöyle ki: 52. âyette, İsrâiloğulları’nın, altın buzağıyı tanrı edinmelerinden sonra Allah tarafından affedildikleri, 55. âyette tekrar yoldan çıkarak, Allah’ı açıkça görmedikçe Mûsâ’ya inanmayacaklarını açıkladıkları, bu yüzden bir zelzele felâketine uğratılarak yerlere serildikleri, 56. âyette de ölülerin dirilmesini andırır bir şekilde ayılıp kendilerine geldikleri bildirilmektedir (bu olay hakkında geniş açıklama için ayrıca bk. A‘râf 7/141-162).
     Yukarıda da özetle belirtildiği üzere, Hz. Mûsâ Mısır’a giderek burada Firavunlar yönetiminde yüzyıllar boyu esir ve parya muamelesi gören İsrâiloğulları’nı kurtarmak istemiş; ancak uzun tartışmalara ve mücadelelere rağmen Firavun’u ikna edemeyince kavmini yanına alarak Mısır’dan kaçmış; İsrâiloğulları, bir mûcize eseri olarak yarılıp kendilerine yol açan Kızıldeniz’den geçerken, onları takip eden Firavun ve onun güçleri, denizin tekrar eski halini almasıyla boğulup gitmişlerdir.
     Bu suretle İsrâiloğulları’nı Sînâ’ya geçiren Hz. Mûsâ, Allah’ın buyruğuna uyarak, şeriat hükümlerini öğrenmek ve Tevrat levhalarını almak üzere Tûr’a gitmiş, kırk gün burada kalmıştır. Bu sırada Mûsâ’ya vekâlet eden Hz. Hârûn’un muhalefetine rağmen İsrâiloğulları Sâmirî denilen bir kuyumcunun imal ettiği altın buzağı heykeline tapmaya başladılar. 54. âyette bu buzağıya tapma olayı İsrâiloğulları’nın nefislerine zulmetmesi şeklinde değerlendirilmiştir.
     Sözlükte zulüm kelimesi “bir şeyi olması gerekenin dışına saptırma, adaletsizlik, zorbalık, haksızlık, kötülük” gibi anlamlar ifade etmekte olup, terim olarak genellikle “dinî ve ahlâkî kanunlarda belirlenmiş sınırları aşan; adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine ters düşen davranışlar” için kullanılır. Ayrıca hukuk ve ahlâk dilinde, çok genel bir ifade ile “haktan bâtıla sapmak, rızâsına aykırı olarak birinin mülkü üzerinde tasarrufta bulunmaya kalkışmak, haddi aşmak” gibi tanımların yapıldığı da görülür.
     Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli isim ve fiil kalıplarıyla pek çok âyette geçen zulüm kelimesi, biri itikad, diğeri ahlâk alanıyla ilgili olmak üzere iki ayrı bağlamda kullanılır. İlk kullanıma göre zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr, günahkârlık (fısk, fücûr), itikadî ve amelî bakımdan Allah’ın koyduğu kuralları, sınırları çiğneme, aşma (taaddî, israf) gibi kavramlarla yakın bir anlam ifade eder.
     Buna göre;
     “Şirk büyük bir zulümdür” (Lokmân 31/13);
     “Kâfirler zalimlerin ta kendileridir” (Bakara 2/254);
     “Her kim Allah’ın koyduğu kuralları çiğnerse işte onlar zalimlerin ta kendileridir” (Bakara 2/229; A‘râf 7/19; Talâk 65/1).
     Kur’an’da ahlâkî bağlamdaki kullanımına göre zulüm kelimesi hak, hürriyet, eşitlik gibi konulara ilişkin olarak “haddi aşmak ve başkasının hakkını ihlâl etmek, başkasına zarar vermek” anlamını ifade eder. Bu tanıma göre zulüm, “haksızlık ve adaletsizlik” demek olup her şeyden önce Allah için düşünülmesi imkânsız olan bir durumdur. Zira “Allah kullarına asla zulmedici değildir” (Âl-i İmrân 3/182; Enfâl 8/51; Hac 22/10). Hiçbir kimse O’ndan “kıl payı kadar bile haksızlık görmez” (Nisâ 4/49).
     Şu halde bu anlamıyla zulüm dinî sorumluluğu olan, akıl sahibi varlıklara özgü bir tutum olup, Allah tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Ayrıca kişi, kime karşı ve ne tür bir kötülük işlemiş olursa olsun, aslında Kur’ân-ı Kerîm’e göre bu kötülüğü öncelikle kendi nefsine karşı işlemiştir (bununla ilgili âyetler için bk. M. F. Abdülbâkî, Mu‘cem, “zlm” md.; hadisler için bk. Wensinck, Mu‘cem, “zlm” md.).
     Nitekim konumuz olan kısmın 54. âyetinde de İsrâiloğulları’nın, altın buzağıya taparak şirke sapmak suretiyle inanç ve amel konusunda Allah’ın koyduğu sınırı aşmaları, böylece bir kuralı çiğnemeleri sebebiyle onlara “Şüphesiz siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz” buyurulmuştur. A‘râf sûresindeki bilgilere göre, Sînâ dağından dönen Mûsâ’nın, bu ağır suçtan dolayı gösterdiği çok sert tepkinin ardından yüce Allah, şükretmelerine (ıslah olup kendilerine gelmelerine) bir fırsat vermek üzere onları bağışlamış; bu arada Hz. Mûsâ, onlardan, altın buzağıyı tanrı edinerek Allah’a şirk koşmuş olmalarından dolayı tövbe edip yaratanlarından af dilemelerini istemiş ve “Nefislerinizi öldürün” demiştir. Bu son ifadeden neyin kastedildiği hususunda kesin bilgi yoktur. Müfessirlerin çoğunluğu bu ifadeyi “Birbirinizi öldürün” şeklinde anlamışlardır. Fakat Kur’an’da ve sahih hadislerde bunu destekleyen bir kanıta rastlanmamaktadır. Buna karşılık Tevrat’ın “Çıkış” bölümünde (32/27-28), Tanrı’nın buzağıya tapanlara, cezalarını çekmek üzere, ellerine kılıçlarını alarak birbirini öldürmelerini emrettiği, böylece baba oğul demeden insanların birbiriyle çarpıştığı ve neticede 3000 kişinin öldürüldüğü bildirilmektedir.
     Bu ifade, genellikle peygamberlerini dinlememeyi alışkanlık haline getiren İsrâiloğulları’nın, bu yüzden iç savaşa kadar varan toplumsal bir ihtilâfa düşüp kan döktüklerine ve ancak Hz. Mûsâ’nın gayretleriyle iç barışı sağladıklarına işaret eder. M. Reşîd Rızâ, makbul (nasûh) bir tövbenin, kötülükten vazgeçerek pişman olup özür dilemekle, ibadet ve hayırlı amellere yönelmekle gerçekleşebileceğini, bunun ise genellikle insan nefsine çok ağır geldiğini ifade ederek, âyetteki nefsi öldürmekten böyle bir tövbenin kast edilmiş olabileceğini düşünür (I, 320).
     Mutasavvıflar ise “Nefislerinizi öldürün” buyruğunu, “Kötü duygularınızı, bencil isteklerinizi yok ediniz” şeklinde ahlâkî arınma mânasında yorumlamışlardır.


12 Mart 2015 Perşembe

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ ULÛHİYET

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ULÛHİYET

     Kulluk etme, birini koruma, himaye etme, hayranlık duyma, korkudan birine sığınma; üstün bir güç, olağanüstü bir varlık karşısında aciz kalma, gizlenme, saklanmak maksadıyla başkalarına karşı kendini göstermeme, örtünme, ibadet etme, kulluk etme manasına gelen "alehu" fiili, ismi mef'ul olarak alındığında kendisine ibadet edilen varlık, mabud anlamında Kur'ânî ve İslâmî bir terim. Uluhiyet, kelime olarak yukarıdaki değişik anlamları bir arada toplayan "ilah"ın, masdar halidir ve "ilahlık, tanrılık" anlamına gelir.

     İslâm inancının temeli olan "La ilâhe illallah" cümlesi Allah(cc.) 'ın dışında hiçbir ilah ve tanrı kabul etmez; ancak, insanların Allah(cc.) 'tan başka varlıkları da kendilerine "ilahlar" edinmeleri bir realite olduğundan, insanların kendi kafalarından doğan bu düzmece ilahların ilahlıklarını inkar masadıyla Kur'ân-ı Kerîm'de Allah(cc) onlardan "sahte ilahlar" olarak söz etmiştir.
     Sahte ulûhiyetin iki yönü vardır.
     Birincisi; kendileri de diğer varlıklar gibi bir yaratık oldukları halde Allah(cc.) 'ın yarattığı, hiç bir güçlerinin olmadığını, ölümlü olduklarını bile bile diğer canlılar üzerinde üstünlük iddiasıyla onları kendisine boyun eğdirmeye çalışan, Allah(cc.) 'ın yeryüzündeki egemenliğini kendinde toplamayı hedefleyen ve ikna ya da hile, korkutma, baskı veya daha başka metodlarla kendisinin yeryüzünde itaat edilmeye layık "ilah" olduğunu kabul ettirdiği insanlara ilahlık taslayan kişiler uluhiyetin özneleridir.
     İkincisi; kendileri ilahlık taslamayıp, Allah(cc.) 'ın yeryüzündeki egemenliğini gaspeden sahte ilahlara boyun eğerek onların ilahlıklarını onaylayan veya cinlere, şeytanlara, meleklere, gök cisimlerine, ateşe, değişik hayvanlara, üstün insanlara, kahramanlara, peygambere, atalarına, din adamlarına, bilginlerine, siyasetçilerine ibadet edercesine tapan; onları sanki Allah(cc.) 'ın sıfatlarını kendilerinde topluyormuşçasına ululayan; Allah(cc.) 'ı bırakıp söz konusu varlıklara veya kendi heva ve heveslerine uyan kişiler, uluhiyeti Allah(cc.) 'tan başkalarına vermekle "müşrik (çok tanrıcı)" konumuna düşmekte; bir tek Allah(cc.) 'ın hakkı olan ulûhiyyet sıfatını çeşitli varlıklara layık görmektedir.

     Kendilerini Allah(cc.) yerine koyan kişiler ile Allah(cc.) 'tan başka varlıkları, Allah(cc.) 'ın yerine geçiren insanlar, uluhiyetin gerçek anlamının daralmasına neden olmuşlardır. Çünkü Allah(cc.) 'ın yanında başka ilahlar edinip ibadet veya itaat eden insanlar bu yaptıklarının Allah(cc.) katında suç olmadığını, o ilahların Allah(cc.) ile kendileri arasında birer aracı ve kendilerini Allah(cc.) 'a yaklaştıran şefaatçi durumunda olduklarını iddia ederler. Onlara göre, yeryüzünde insanlar arasında hiç bir sözü dinlenmemesine, indirdiği dinlerin, hayat düzenlerinin rafa kaldırılmasına rağmen gerçek ilah yine Allah(cc.) 'tır; ona inanırlar, daraldıkları zaman yalnızca ona dua ederler, ama günlük hayatlarındaki işlerine Allah(cc.) 'ı karıştırmazlar. Hatta onların bazıları namaz, oruç gibi ibadetleri yalnız Allah(cc.) 'ın huzurunda yapar, heykelden ilahlara tapınmaz, putların önünde saygı duruşunda bulunmaz; böylece kulluğu yalnız Allah(cc.) 'a yaptıkları inancıyla kendilerini Müslüman sayarlar.

     Diğer bir kısmı Allah(cc.) 'ı, Kur'ân'ı Kerim'i, İslâm'ı, Hz. Muhammed (sav.) 'i çok sevdiğini, onların saygı değer olduklarını ama yaşanan çağda o kuralların uygulanma şanslarının olmadığını iddia ederler, ama bu dine saygılı olmaları onların Müslüman kalmaları için yeterli bir sebep olduğunu zannederler. Böyle düşüncelerin yaygınlaştığı toplumlar Kur'ân-ı Kerim'e göre çok tanrıcı (müşrik) oldukları halde, onlar kendilerini hâlâ Müslüman kabul ederler. Kur'ânî bir deyimle "dinlerini parça parça yapıp" bazı alanlarda Allah(cc.) 'ın haklarına riayet ederken, genellikle dünya hayatına yönelik işlerinin bir çoğunda Allah(cc.) 'ın yerine başkalarını veya kendi düşüncelerini ilah edinirler, ama bu onlara göre Müslümanlıklarına zarar vermez. Çünkü; "Biliyorsanız söyleyin, kimindir yeryüzü ve içindekiler?" sorusuna cevap olarak "Allah"ındır diyeceklerdir." (el-Mü'minun, 23/84, 85).
     Onlar; Yedi göğün Rabbi kimdir diye sorulunca, "Allah" derler. Her şeyin kaderini elinde bulunduranın Allah(cc.) olduğunu, yeri ve göktekileri Allah(cc.) 'ın yârattığını, kuruyan toprağı gökten indirdiği yağmurla canlandırıp onunla çeşitli yiyecekler bitirenin Allah(cc.) olduğunu; vadilerden ırmaklar akıtanın O, üzerine sapasağlam dağlar yerleştirip iki denizin arasına bir engel koyanın O, darda kalmış olanın yakarışını işitip yardım edenin O, denizin ve karanın karanlıklarında yolunun kaybedenlere yol gösterinin O, rüzgarları, güneşi, ayı insanların yararına sunanın O, yaratanın da öldürenin de O; kısacası, insanların "tabiat olayları" adını verdiği herşeyin yaratıcısının yöneticisinin Allah(cc.) olduğuna inanırlar.

     Evrenin bir yaratıcısı olmadığını, her şeyin tesadüf eseri olduğunu kabul eden insan sayısı hiç bir dönemde öyle propaganda yapıldığı gibi büyük rakamlara varmamıştır. İnsanlar tek kelimeyle mükemmel olan bu kainatın mutlak bir yaratıcısının olduğunu her zaman zorunlu olarak kabul etmiştir. Ateizme bağlananların bir çoğu ya akıl hastasıdır, ya da bunalımlıdır veya kendi benliğindeki olumlu duygulara rağmen inatla Allah(cc.) 'ın olmadığını söylemektedir. Ateizm önderlerinin bir çoğu da zaten Allah(cc.) duygusundan yoksun olarak yaşamayı beceremediğinden intiharı seçmiştir. Durum böyleyken, yani dengesini kaybetmemiş insan yaratılışı, kainattaki bu düzenin her şeye gücü yeten bir varlık (Allah) tarafından idare edildiğini onayladığı halde, her şeye egemen olan Allah(cc) 'ın bu dünyaya da egemen olmasına tahammül edemeyip onun gösterdiği kurallarla yaşayamazlar. İşte Allah(cc.) 'ın dışında ilahlar edinme olayı bu noktada başlar.
     Göklerde ilah olarak kabul ettikleri Allah(cc.)'ı, sosyal yaşantılarında, ekonomide, ahlakta, insan-insan, insan-hayvan, insan-tabiat ilişkilerinde yok sayarlar. Onun bu konular hakkında indirdiği kuralları uygulamayıp, büyüklerinin, din adamlarının, politikacılarının, o da olmazsa kendi havalarının görüşlerini kanun yapıp, onlara uyarlar. Hatta bazıları daha da ileri gidip hiç bir kuralı olmayan, isteyenin istediğini yapabileceğini düşünen-inanan bu insanlar, artık kendilerine itaat edenlerin ilahları haline gelmiştir. Onlar düzmece ilahlar, onlara uyanlarsa müşrikler ve sahte ilahların kulları olurlar.
     Bu tip insanlara Allah(cc.) soruyor:
     "Peki, Allah geceyi üzerinizde kıyamete kadar uzatsa, söyleyin, Allah'tan başka hangi ilah ışık getirebilir size? Hâlâ dinlemeyecek misiniz? Sor (onlara); Peki, Allah gündüzü üzerinizde kıyamete kadar uzatsa, söyleyin Allah'tan başka hangi ilah getirebilir bağrında dinleneceğiniz geceyi. Hâlâ görmüyor musunuz?" (el-Kasas, 28/71-72);
     "Sor (onlara); Peki, Allah işitme duyunuzu ve gözlerinizi alsa ve kalplerinizi de mühürlese (aklınızı alsa) söyleyin Allah'tan başka hangi ilah (geri) verebilir size bunları?" (el-Enâm, 6/46);
     "De ki: Çağırın Allah'tan başka kimleri çağırıyorsanız, göklerde ve yerde zerre kadar birşeye sahip olamaz onlar; göklerde ve yerde ne onların bir payları vardır, ne de Allah'ın onların arasında bir yardımcısı. O'nun katında, O'nun izin verdiği kimsenin dışında kimse için şefaatin yararı yoktur" (es-Sebe, 34/22-23);
     "...Sizi, analarınızın karnından üç (evreli) karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa çevire çevire var ediyor. İşte Rabbiniz Allah bu; mülk O'nun; O'ndan başka ilah yok; öyleyse nasıl döndürülüyorsunuz?" (ez-Zümer, 39/6).

     Peki onların Allah(cc.)'ın yerine koydukları ne yapmıştır, ne yapabilir?
     Kendileri yaratılmış olan bu sahte ilahların şu hayatın devamında ne gibi katkıları vardır? onların ne kendilerine ne de başkasına faydası yoktur. Allah(cc.) 'tan başkalarını ilah edindikleri için helak edilen toplumların sahte ilahları yardım edebildi mi onlara?
     "Hani kendilerine Allah'tan başka yakınlar, ilahlar olarak seçtikleri (şeyler veya kişiler) yardımlarına koşsaydı ya! Tersine bunlar berikilerden uzaklaştı, yok olup gittiler: Onların yalan ve iftiralarını açıkta bırakarak" (el-Ahkaf, 46/27-28).

     Allah(cc.) 'ın yanında, kendilerine şefaat ederler ümidiyle atalarının heykellerinin önünde ibadet eden ve bununla Allah(cc.) 'a yakınlaştıklarını zanneden Mekkeli müşrikler, bugün değişik kılıklarda ve görüntülerde Müslüman sıfatıyla aramızda dolaşmakta ve saygı görmekteler. Atalarının dinini tehdit ediyor diye Hz. Muhammed(sav.)'e düşman olan, ona her türlü işkenceyi yapan müşrikler atalarının izinden gitmeyen Müslümanlara karşı Mekkeliler sokak ortasında işkence yaparken, bugünkü müşrikler binaların bodrum katlarında en gelişmiş işkence aletleriyle konuşturmaya çalışıyorlar Müslümanları. Onlar Müslümanı "Ata" dinine döndürmeye çalıştıkça; O, Allah(cc.)'tan başka ilah, O'ndan başka ilke koyacak hiç bir ilah yoktur, La ilahe illallah diyerek diyerek Allah(cc.)'a sığınıyor. Ama atalarının izinde yürüyeceğine and içen işkenceciler hâlâ kendilerinin de Müslüman olduğunu, kendilerinin karşı çıktıkları şeyin saf İslâm değil, her şeye karışan şeriat olduğunu söylerler. Ama karşı çıktıkları şeriatın Allah(cc.)'ın mü'minlerden uymalarını istediği İslâm hukuku olduğunu anlamak istemezler.

     Onların yaptıkları diğer bir hile de, başlarında peygamberin sarığını taşıyan sahte "din adamları"nı kiralayıp, para karşılığında kendi isteklerine göre konuşturmaktır. Hem kendi dinleri ideolojilerini İslâm'a uygun gösterip Müslümanların dostluğunu kazanıyorlar, hem de kiralık din adamları kanalıyla Allah(cc.) 'ın indirdiği açık hükümleri Müslümanlardan gizliyor, İslâm'ı ahlak ve ibadet dini olarak gösteriyorlar. Camide namaz kıldığı, arada bir mevlit dinlediği zaman dindar bir Müslüman olacağına inandırdıkları toplumun başına geçen bu Firavun'un çağdaş temsilcileri, yeryüzündeki mülkün idaresini kendi ellerinde tutmak için halkı gruplara bölerler: Şehirli-köylü, zengin-fakir, işçi-işveren, kadın-erkek, ilerici-gerici, sivil-asker-polis. İktidarı elinde bulunduran Firavun kafalı politikacılar, Haman ve Karun'un izinden giden zengin sanayici ve işadamlarını, bir de Bel'am kılıklı din adamlarını yanına alarak halkı köleleştirirler; ama bunu yaparken de sürekli olarak onların dostu olduklarını vurgularlar. Firavun pozisyonundaki yöneticiler aslında Karunların keselerini doldurmak için seçilmiş "meşru" yöneticilerdir. Sevimli politikacıların arkasına gizlenen Karun'lar, Allah(cc.)'ın insanlar için yarattığı zenginlikleri, kurdukları hileli düzenleriyle kendi kasalarına doldururlar. Kiraladıkları din adamları ise ahiret karşısında bu dünya nimetlerinin ne kadar değersiz olduğunu anlatarak bu sömürü çarkının daha güçlü dönmesine katkıda bulunurlar.
     Köleleştirdikleri halka karşı ittifak kuran bu Firavun-Karun-Bel'am üçlüsü kendi ilahlıklarını kabul etmeyen Musa'lar çıktığında toplantılar, "zirve"ler yaparlar ki bu çatlak ses toplumda fazla yankı uyandırmadan susturulsun. Firavun'un düzeninde suçluları yargılayacak olan mahkemeler vardır; karşılaşılan problemleri çözüme kavuşturacak kanunlar, yasalar çıkaran meclisleri vardır. Atalarının dinine göre oluşturduklarını söyledikleri ama daha çok kendi çıkarları doğrultusunda hazırlanmış anayasaları vardır. Müslümanlar için Kur'ân ne kadar değerliyse onlar için o yasalar o kadar değerlidir.

     Müslümanlar Kur'ân'ın tek harfinin nasıl ki değiştirilemeyeceğine inanıyor, bunu yapanın kâfir olup Allah(cc.) 'ın cezasına uğrayacağına inanıyorsa; onlar da bu yasada hiçbir zaman değiştirilemeyecek maddelerin varlığına inanır ve bunu teklif edecek bir Musa çıktığında da Atalarının dinini inkar suçundan zindana atarlar ve sorarlar ona: Biz izin vermeden, yasalarımız müsaade etmeden nasıl propaganda yapabiliyorsun? Cezasını bilmiyor musun? Yoksa sen Atamızın dininden değil misin? İşte bu şekilde bir toplum oluşturanlar, kurdukları şeytan üçgenine devlet adı verirler. Ki Allah(cc.) 'ın indirdikleriyle hükmetmezler, kendilerini ilahlaştırırlar, köleleştirdikleri halka da kendilerine itaat etmeleri gerektiğini emrederek kul edinirler. Onlar ilah, halk kuldur. Bu halkın arasından çıkan Musa'lar, Allah(cc.) 'ın katında kendilerini kurtarırlar; ama hayatlarını bu düzene adayan köleler, Firavun'u ve ortaklarını kendilerine ilah olarak benimsemekle hem bu dünyalarını hem de ahiret hayatını kendileri için yaşanmaz hale getirmiş olurlar.

     Allah(cc.)'ın ulûhiyyet sıfatını "kutsal" saydıkları din adamlarına, şeyhlere, efendilere, seyyidlere, kutblara ya da ölülere, türbelerde yatan babalara layık gören budalalar da kendilerinin hâlâ Müslüman olduklarını sanırlar; hatta daha da ileri giderek kendileri gibi inanmayanları sapıklıkla suçlarlar; bu konuda Hz. Peygamber(sav.) 'in hadislerini destek yaparlar. "Allah(cc.)'ın kitabındaki açık ayetleri akledemeyen bu tip insanlar, Allah(cc.)'ın kendileri gibi adî, değersiz kulların dualarına cevap vermeyeceğini, ama şeyhin kendileri adına yapacağı ricaların bir değeri olduğunu" sanarak şeyhin eteğini bir türlü bırakmazlar. Onlara göre şeyh, Allah(cc.)'ın sevgili kuludur; yeryüzünde o olmasa Allah(cc.) bir gün içinde kıyameti koparır. O olmasa ne yağmur yağar, ne otlar biter. Bütün insanlar onun yüzü suyu hürmetine rızıklandırılıyorlar. Şeyh, insanın kalbinden geçen düşünceleri bilir; onun için onun yanında kalbinden kötü düşünceler geçirmeyeceğin gibi, onsuz geçirdiğin her an sanki seni gözlüyormuşçasına onun buyruklarını yerine getireceksin derler. Şeyhi olmayanın şeytan olduğunu sürekli olarak geveleyen bu insanlar Allah(cc.)'ın kitabında bu özelliklerin hiç bir insana verilmediğini, Hz. Muhammed(sav.)'in bile Allah(cc.)'ın izni olmadan insani özelliklerin dışına çıkamayacağını bilmiyorlar mı acaba?
     "Ve Allah'tan başkalarını tanrı yerine koydular ki, (güya bunlar) kendilerine (üstünlük, kuvvet ya da destek sağlayıcı) olsunlar" (Meryem, 19/81);
     "Âllah'tan başka, kendilerine ne zarar ne de yarar eriştiremeyecek olan şeylere (ya da kişilere) kulluk ediyor ve bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımız (şefaatçilerimiz)dir diyorlar" (Yunus, 10/18);
     "...Sizi gökten ve yerden rızıklandıran, bir başka tanrı mı Allah 'la beraber? Eğer doğru sözlü kimselerseniz Haydi getirin delilinizi de (onlara)" (en-Neml, 27/64);
     "Onların hepsi kıyamet günü O'na tek başına gelecektir" (Meryem,19/95).

     Onlar, şeyhlerine Allah(cc.)'ın sıfatlarını vermekle Rasûlüllah(sav.)'ın tarihe gömdüğü cahiliye putperestliğini tekrar diriltmektedirler. Tek Allah(cc.)'a kulluğu emreden İslâm insanların birbirlerini ilah edinmemelerini, Allah(cc.)'a yaklaşmak için aracılara gerek olmadığını bildirir. Günahkâr, hatta kafir bir insan, gerçek bir tevbeyle Allah(cc.)'a dua ettiği zaman ona kucak açan Allah(cc.)'ın, kendisine yönelen bu insandan "kul" olma şerefini esirgemez. Tarih boyunca değişik görüntülerde ortaya çıkan şirk, Mekke cahili düzeninde taştan yontulma putları aracılar sayarken, Hristiyan dünyasında papazlar ve rahipleri insanlarla Allah(cc.)'ın arasında aracı kılmış, bu inanç İslâm'a da şeyhleri, ölüleri kutsallaştıranlar tarafından sokulmuştur.

     Allah(cc.)'a oğullar, kızlar yakıştırmakla O'nu insan seviyesine düşüren hristiyanlar, yahudiler ve müşrikler uluhiyette Allah(cc.)'ın tek olmadığını, oğul ve kızlarının kendisinin yardımcıları olduğunu iddia etmektedirler. Onların bu delilsiz iddialarını Allah(cc.) Kur'ân-ı Kerim'de cevap vermektedir:
     "Gökleri ve yeri yoktan var edenin, nasıl çocuğu olabilir ki, hem de eşi (zevcesi) yokken?..." (el-En'am, 6/101);
     "Yahudiler 'Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler, Hristiyanlar da '(İsa) Mesih Allah'ın oğludur' dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) önceden inkar etmiş (olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan) çevriliyorlar" (et-Tevbe, ' 9/30);
     "Hiç bir insana yakışmaz ki, Allah ona kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalkıp) insanlara Allah'ı bırakıp bana kullar olun desin; fakat o "öğrettiğiniz kitab ve okuduğunuz şeyler gereğince Rabb'a halis kullar olun der" (AI-u İmran, 3/79).
     "Rabbiniz oğulları size seçti de kendisine meleklerden kadınlar mı edindi? Gerçekten siz büyük (çok tehlikeli) söz söylüyorsunuz" (el-İsra, 17/40)

     Müslüman olduğunu dilleriyle söyleyen insanlar, Allah(cc.)'tan başka güçlerin koyduğu ilkelere uymanın insanın imanına zarar vermeyeceğini iddia ediyorsa, ya da Allah(cc.)'a bir takım aracılar vasıtasıyla ibadet etmenin şirk olmadığını söylüyorlarsa; onlara, Allah(cc.)'ın daha önceki toplulukları hangi suçlarından cezalandırdığını sor'mak gerekmez mi? Nuh (a.s)'ın gönderildiği kavim niçin suda boğuldu?
     "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin; sizin O'ndan başka ilahınız yok." (el-A'raf, 7/59) diye tek Allah(cc.)'a çağıran! Nuh'a karşı güç birliği yapıp,
     "sakın ilahlarınızdan vazgeçmeyin..." (Nur, 71/23) dedikleri için boğuldular; halbuki Allah(cc.)'a inanıyorlardı onlar.
     Âd kavmi, "Âllah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yok" diyen kardeşleri Hud'a "Ya, demek sen, sadece Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım demeye geldin öyle mi?" (el-A'raf, 7/65, 70) deyip kendilerini yöneten "İnatçı zorbanın buyruğuna boyun eğdikleri" (Hud, 11/59) için kökleri kazındı.
     Hz. Salih de aynı mesajla gönderildiği Semud kavmi tarafından, "Rabbimiz dileseydi, (senin yerine) melekler indirirdi" denilerek yalanlandı; onlar Hz. Salih'e düşman oldular da o had-di aşanların (yöneticilerinin) sözüne uydular; halbuki "Onlar yeryüzünde ıslah değil bozgunculuk yaparlar(dı)" (eş-Şuara, 26/151-152).

     Allah(cc.) tarafından kendisine yeryüzünde yöneticilik verilen Nemrud ve adamları, Allah(cc.)'ın bir süreliğine verdiği bu yetkiyi aşarak insanlara ilahlık taslamaya başlayınca kendilerine Hz. İbrahim gönderildi ki tek Allah(cc.)'a kulluk etsinler; Nemrud Allah(cc.)'ın hakkını kendinde görmesin, halkı da, Nemrud'un ilkelerine değil Allah(cc.) 'ın kanunlarına uysun.

     Medyen halkına da Şuayb gönderildi ki, tek Allah(cc.)'a kul olsunlar, ölçü ve tartıda bencil davranarak insanların mallarını haksız yere yemesinler. Fakat onlar atalarının izinden gitmekte vahşi kapitalizmi uygulamakta kararlı idiler; ama Allah(cc.)'a inandıklarını söylüyorlardı devamlı. Onlar serveti Allah(cc.)'ın verdiği bir nimet olarak değil, istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip oldukları kendi mülkleri olarak görüyor, her türlü hile yöntemi ile artırıyorlardı. Irkçılık yaparak, kendi kabilelerinin daha güçlü olmasından da yararlanarak Şuayb'a zulmettiler. Allah(cc.)'ın, Şuayb (as.) tarafından olduğunu ise unutmalarının cezası olarak, Allah(cc.)'ın emri gelince; ".... Şuayb'ı ve onunla beraber olanları bizden bir rahmetle kurtardık; zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı, yurtlarında çöküp kaldılar. Sanki orada hiç şenlik kurmamışlardı. İyi bilin, Semud kavmi nasıl uzaklaşıp gittiyse Medyen halkı da öyle uzaklaşıp gitti" (Hud, 11/94, 95).

     Yanına servet sahiplerini, din adamlarını ve çıkarcı grupları toplayarak halkı üzerinde egemenlik kuran Firavun bir ilah gibi insanlara hükmediyor, her şeyi izne bağlıyordu; bir yanda efendiler diğer yanda işçiler, köleler. Firavun hazırlattığı anayasayla kendini ilah olarak benimsetmişti halkına; Firavun'u sevmeyenler cezalandırılıyordu. Çünkü; "Ben diyordu, sizi doğru yoldan başkasına yöneltmiyorum" (el-Mü'min, 40/28). Kendisini ve halkı gerçeğe yöneltmek için Allah(cc.) tarafından gönderilen Musa(as.) 'yı tehdit etti: Ülkede yürürlükte olan benim kanunlarıma uymaz, devleti getirdiğin dini kurallara göre yönetmek için benimle mücadele edersen, ve "Eğer benden başka ilah edinirsen, seni hapse atacağımdan şüphen olmasın" (eş-Şuara, 26/29). Musa'nın mesajının ülkede yayılmaya başladığını gördükleri an çıkarları tehlikeye düşen Firavun ve yandaşları sorunu görüşmek için bir danışma meclisi oluşturdular ve karar aldılar. Hükümet sözcüsü alınan kararı açıkladı:
     "Musa ve kardeşi Harun'un büyücü oldukları belli; (insanların beyinlerini yıkadıkları) büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak, benimsemediğiniz düzeni ortadan kaldırmak istiyorlar" (Tâhâ, 20/63);
     "Bırakın da Musa'yı öldüreyim, Rabbini çağırsın bakalım. Bunu yapmazsam (getirdiği güçlü mesajla) dininizi değiştirmesinden ya da ülkede karışıklık (anarşi) çıkmasından korkuyorum" (el-Mü'min, 40/26) diye ordularıyla birlikte Musa'nın peşine düşen Firavun, Musa ve inananlar geçsin diye yol olarak açılan denize yürüdüğünde, üzerine kapanan dalgalarla boğuşurken; "Musanın Rabbine inandım" dedi, ama artık çok geç olmuştu.

     Yahudiler ve hristiyanlar da tek Allah(cc.)'a kulluk yapmakla emrolunmuşken Allah(cc.)'ın peygamberlerini ilah edinip, Allah(cc.) ile kendileri arasında aracılar yapıp, ardından bununla da yetinmeyerek "bilginlerini ve rahiplerini (din adamlarını) rab yerine koydular" (et-Tevbe, 9/31); uyulan bu kişiler ise "Kendilerine kitaptan (ilimden) bir pay verilenler oldukları halde, (hurafelerle uğraşan) cibte ve (Allah'ın kanunlarını yasaklayıp kendi kafalarına göre yasalar-ilkeler yapan ve bunu halka zorla kabul ettiren) tağuta inanıyor ve Allah'ın ilkelerinden sapmış bu gibi kafirler için, "Bunlar, inananlardan daha doğru bir yol üzerindedirler diyorlar(dı)" (en-Nisa, 4/51)

     Kendilerinden önce hiç bir toplumun işlemediği çirkinliğe bulaşıp, "kadınları bırakıp erkeklere şehvetle yaklaşıyor, yol kesiyor ve özel toplantılarınızda (her türlü) çirkin şeyleri yapıyorsunuz öyle mi?" (e/-Ankebut, 29/28) diyerek bu fuhuşu terketmeleri için kendilerine gelen kardeşleri Lut(as.) 'u şehirden çıkarmakla tehdit eden kavmi, temiz olarak kalmak isteyen Lut(as.) gibi insanların varlılığına tahammül edemiyorlardı. Allah(cc.) ise onların "üzerine bir (taş) yağmuru yağdırdı ki" (el-A'raf, 7/84) köklerini kazıdı.

     Kur'ân'da ibret olarak zikredilen azaba çarptırılmış kavimlerin yaptıklarıyla bu günkü insanların yaptıkları arasında her hangi bir fark yoktur. Helak edilen milletlerin bütün özelliklerini bir arada toplayan günümüz toplumları cezalandırılmaya onlardan daha layık değil midir? Bugün yeryüzünde Allah(cc.)'ın kanunları yerine insanların kendi heva ve heveslerinden çıkan kanunlar yürürlüktedir. Allah(cc.)'ın dışında sayısız ilahlar edinilmiştir. İnsanlar da ya bu sahte ilahlara boyun eğmekte, ya kendi hevalarına uymaktadırlar. Medyen halkının benimsediği kapitalizm tüm dünyada en acımasız bir şekilde yürürlüktedir. Güçlülerin güçsüzleri ezmesi için kanûnlar vardır. Bel'am kılıklı din adamları bütün İslâm dünyasında iktidarı elinde bulunduran çağdaş Firavunlara destek olmakta ve Müslüman halka onların şirk düzenlerinin İslâm'a uygun olduğunu anlatmaktadırlar.
     Gerçek Müslümanlar ise tıpkı Musa (as.) gibi, İbrahim (as.) gibi takip edilmekte, zindanlara doldurulmakta, öldürülmektedirler. Daha önce hiç bir topluluğun işlemediği Lut kavminin fıtrata aykırı fiili bugün bütün dünyada yaygındır. Artık erkek erkeğe, kadın kadına veya hayvanlarla cinsel yakınlaşmalar, kanunların himayesinde yapılmaktâdır. Mekke müşriklerinin putlara tapma geleneği ise bütün dünyada resmen yürürlüktedir. Her devletin bir veya bir kaç putu vardır, önünde saygı duruşları yapıldığı. Müslüman olduğunu söyleyen insanlar ise Allah(cc.)'ın düşmanları olan, Allah(cc.)'ın egemenlik hakkını gasbeden yöneticilerine gönüllü olarak itaat etmekle onları ilah edinmektedir.
     Ayrıca aynı Mekke müşrikleri gibi kendilerini Allah(cc.)'a daha da yakınlaştırsınlar diye çeşit çeşit insanları, şeyh, hoca efendi, mürşit adı altında kendilerine ilah edinmekte; Allah(cc.)'tan daha çok onlardan korkmakta, onların ağızlarına bakmaktadırlar. Yine türbeler, mezarlıklar, ölülerden şifa, merhamet dileyen insanların akınına uğramaktadır.
     Böyle bir dünyada hâlâ Allah(cc.)'ın uluhiyetinin yürürlükte olduğundan bahsedilebilir mi? İnsanlar her alanda yalnız Allah(cc.)'a boyun eğmedikleri sürece O'nun uluhiyetine inanmış olmazlar, her ne kadar "la ilahe illallah", deseler de. Lâilahe illallah, ancak nefislerde, ailede, caddede, sokakta, pazarda, camide, devlet dairelerinde, ekonomide hukukta ve ahlakta; kısaca her yerde Allah(cc.)'ın kitabı Kur'ân'ı Kerim'i yürürlüğe koymakla gerçekleşir. İnsan başıboş bırakılmadığını, yeryüzünde sorumsuz bir varlık değil, Allah(cc.) 'ın temsilcisi, halifesi olduğunu anladığı ve O'nun ilkelerini gözönünde bulundurduğu an yeryüzünde Allah(cc.)'ın ilahlığı gerçekleşir, ulûhiyyet yalnız ona mahsus olur.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Fedakâr KIZMAZ

11 Mart 2015 Çarşamba

RİYAZÜS SALİHİN ♥ ✿ ♥ 9) TEFEKKÜR

RİYAZÜS SALİHİN
9) TEFEKKÜR

     YÜCE ALLAH'IN YARATTIKLARININ BÜYÜKLÜĞÜNÜ,
     DÜNYANIN BİR SONU OLDUĞUNU,
     ÂHİRETİN DEHŞETLİ DURUMLARINI,
     DÜNYA VE ÂHİRETİN ÖTEKİ HALLERİNİ,
     NEFSİN KUSURLU OLUŞUNU,
     ONU ARINDIRMAYI VE DOĞRULUĞA YÖNLENDİRMEYİ DÜŞÜNMEK

     Âyetler
     قُلْ اِنَّمَآ اَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍ اَنْ تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا
1. "De ki; size sâde bir tek öğüt vereceğim: Allah için ikişer iki­şer, birer birer kalkıp (huzurunda) durun, sonra iyi düşünün!" (Sebe' Sûresi (34), 46)

     Hz. Peygamber, müşrik muhataplarına tek tek veya topluca Allah'a kulluk etmelerini, Allah Teâlâ'nın ve yarattıklarının azametini iyi düşün­melerini öğütlüyor. Sade bu bir tek öğüdü tutmaları halinde bile gerçek­leri kavrayacaklarını ve nasıl davranmaları gerektiğini anlayacaklarını ha­tırlatıyor. Yani işin, kulluk ve derin bir tefekkürde odaklaştığını belirtiyor.
     Nevevî, âyetin bundan sonraki bölümünü, bu kısımla ilgili bulmamak­ta, ayrı ve yeni bir cümle olarak kabul etmektedir. Bazı müfessirler ise, "sonra iyi düşünün" tavsiyesinin, daha sonraki kısım ile alâkalı olduğu görüşündedirler.
     Tefekkür, dürüstlüğün fikrî yönünü yani temelini teşkil etmektedir.

     اِنَّ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لاَيَاتٍ لاُولِى اْلاَلْبَابِ
     اَلَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمَوَاتِ
     وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ

2. "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ar­dınca gelip gidişinde akıl sahipleri için (Allah'ın birliğine, yüce kudreti­ne delâlet eden) âyetler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yan­ları üzerine yatarkan Allah'ı zikrederler, göklerle yerin yaratılışını dü­şünürler de, 'Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın, sen (tüm kusurlar­dan) münezzehsin, bizi cehennem azabından koru' derler." (Âl-i İmrân sûresi (3), 190-191)

     Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün değişiminde aklı tam olanlar yani iyi düşünebilenler için Allah Teâlâ'nın yüce kudreti­ni gösteren işaretler vardır. Bu gerçeği yakalayabilmek için kâinatı tanı­maya yönelik ilmî araştırmalar gerekir. Yani ilim ile dini birlikte götür­mek lâzımdır.
     Kulluğu en mükemmel şekilde yaşayanlar, Allah'ı her zaman anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler, bütün bunların boşuna olmadığı­nı itiraf ederek yüce yaratıcıyı her türlü noksanlıktan tenzih ederler. So­nunda da o kudret ve kemal sahibi Allah'tan kusurlarını bağışlamasını ve kendilerini cehennemden korumasını dilerler.
     Kâinattaki akıllara durgunluk veren nizâm fevkalâde ince hesaplara bağlıdır. Böylesine bir hesabın olağanüstü işleyişi kesinlikle tesadüf eseri olamaz. Bu gerçekleri, akılları sağlam olan insanlar anlar ve Allah'a ina­nırlar. Bilimsel tetkikler de insanı aynı sonuca götürür.
     Bu iki âyetten ilki ulûhiyetin kemâlini, ikincisi ise, kulluğun kemâlini belirtmektedir. Zira "Allah'ı zikrederler" ifadesi dilin kulluğunu; "ayak­tayken, otururken ve yatarken" ifadesi organların kulluğunu; "göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" cümlesi de, kalbin, dimağın ve ruhun kulluğunu ifade etmektedir.

   اَفَلاَ يَنْظُرُونَ اِلَى اْلاِبِلِ كَيْفَ خُلِقَتْ ,وَاِلَى السَّمَآءِ كَيْفَ رُفِعَتْ,وَاِلَى الْجِبَالِ كَيْفَ نُصِبَتْ
   وَاِلَى اْلاَرْضِ كَيْفَ سُطِحَتْ ,فَذَكِّرْ اِنَّمَآ اَنْتَ مُذَكِّرٌ

3. "Onlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bak(ıp ibret al)mazlar mı? Sen hatırlat. Zira sen sâde bir hatırlatıcısın." (Gâşiye sûresi (88), 17-21)

     İnsanoğlunun en yakın çevresinden gökyüzüne kadar, deve gibi bini­tinden göklere ser çekmiş dağlara kadar ibretle bakıp bunların nasıl yara­tıldığını, yaratılışlarındaki hikmet ve harikuladelikleri düşünmesi, böylece yüce yaratıcının büyük kudretini anlaması pek normaldir. Ancak insan her zaman böylesi bir uyanıklık içinde olamamaktadır. O halde bu tür noktalara dikkat çekmek, dikkat edilmesini istemek, gaflet içindekilerin uyanmasına vesile olacaktır. Her kişi günlük hayatında en yakından te­masta bulunduğu varlıkların yaratılışlarındaki fevkalâdelikleri düşünecek olursa, kendisinin ve Allah Teâlâ'nın konumunu idrak edecektir. İbret gö­zünü kapayıp gezenlerin herhangi bir şeyin farkına varmaları ise, zaten mümkün değildir.

     Çöl ortamında deveden semâya, dağlardan yeryüzüne dikkat çekile­rek insanların düşünceye davet edilmesi fevkalâde etkili bir çağrıdır. Yal­nız başına devesiyle yolculuk yapmakta olan bir Arabın, böylesine bir dü­şünce havası içinde gece-gündüz yol aldığı tasavvur edilince o insanın ka­inatla nasıl bütünleşeceği, Allah'ın yüce kudretiyle nasıl çepeçevre kuşa­tılmış olacağı kolaylıkla anlaşılacaktır. Önemli olan düşünebilmektir. Zira yaratıcının kudreti konusunda en ciddi uyarıcı kâinattır. Peygamber'in as­lî görevi de hatırlatmaktan ibarettir.

     اَفَلَمْ يَسِيرُوا فِى اْلاَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ دَمَّرَ اللهُ عَلَيْهِمْ وَلِلْكَافِرِينَ اَمْثَالُهَا
4.   "Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce yaşayanların kötü sonlarına bakmazlar mı? Allah onları yerle bir etmiştir. Kâfirleri de aynı azab beklemektedir." Muhammed sûresi (47), 10

     Yüce yaratıcının kudretini gösteren kâinatta, inkarcıların acı sonlarını gösteren kalıntılar, insanlara uyarıcı mesajlar sunmaktadır. Yeryüzünü gezip dolaşanların bu mesajları alması, onlara ibret nazarıyla bakabil­melerine bağlıdır. Her yaratığın ve her kalıntının insanı uyarıp yaratanını tanımasını istediği bir ortamda herşeye gözlerini kapatıp, kulaklarını tıkayıp imansız dolaşmak kesinlikle bir kurtuluş değil, tam bir felâkettir. Bu tutum, önceki inkarcıların başına gelenlere razı olmaktır. Uyanmak is­teyen, inanmak isteyen, kurtulmak isteyen, düşünmek, iyi düşünmek zorundadır.

     Konu ile ilgili pek çok âyet vardır. Hadislerden bir örnek için, Mura­kabe mevzuunda67 numara ile geçen "Akıllı kişi kendisini bilen ve ölümden sonrası için çalışandır" hadisine bakılabilir.


6 Mart 2015 Cuma

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi 47 ve 48. Ayeti Kerimeler...

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin 47 ve 48. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla


  • Ayet

     Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi cümle âleme üstün kıldığımı hatırlayın. ﴾47﴿

  • Tefsir
     İsrâiloğulları’nın “cümle âleme üstün kılınması”ndan maksat, onların kendi dönemlerinde küfür ve dalâlet içinde yaşayan milletlere karşı ilâhî dini benimsemeleri sebebiyle kazandıkları üstünlükleridir; buna karşılık, yine Kur’an’ın açıklamasına göre müslümanlar “en hayırlı ümmet”tir (Âl-i İmrân 3/110).
     Başka bir görüşe göre Benî İsrâil’in bu üstünlüğü, peygamberler atası olan Hz. İbrâhim’in soyundan gelmeleri ve içlerinden birçok peygamber çıkmasından ileri geliyordu (İbn Atıyye, I, 138-139; II, 448; Râzî, XIV, 225; İbn Âşûr, IX, 84).
     Âyette dolaylı olarak onların bu üstünlüklerinin, tevhid geleneğine sahip olmalarından kaynaklandığına ve bununla kayıtlı olduğuna da bir işaret vardır. Nitekim onların, tevhid dininin ilke ve kurallarından sapmaları sebebiyle bu üstünlüklerini kaybettiklerini, Hz. Mûsâ’nın onları “fâsık” olarak nitelediğini, sonuçta türlü şekillerde cezalandırıldıklarını bildiren âyetler de vardır (meselâ bk. Mâide 5/20-26, 77-82; İsrâ 17/4-7).
     Tevrat’ta da yer yer İsrâiloğulları’nın basit arzuları veya çıkarları sebebiyle ahdi bozdukları, yoldan çıktıkları, başka tanrı veya tanrılar edindikleri, şeriatın hükümlerini ihlâl ettikleri belirtilerek onlara lânetler yağdırıldığı görülmektedir (meselâ bk. Tesniye, 28, 29, 30, 31. bablar; daha ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/159 ve tefsiri). Buradan, dolaylı olarak, müslümanların “en hayırlı ümmet” niteliğini korumalarının da “Allah’a itaat edip emirlerine uymalarına, yasaklarından sakınmalarına” bağlı olduğu anlaşılmaktadır (Taberî, I, 265).
  • Ayet
     Öyle bir günden sakının ki o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiçbir kimseden herhangi bir şefaat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez. ﴾48﴿

  • Tefsir
     Şefaat “bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya mânevî bir imkânı elde etmesi için yetkilisi nezdinde aracılık yapma”, özellikle dinî bir terim olarak “günahkâr bir müminin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah nezdinde mertebesi yüksek olan birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması” anlamına gelmekte ve daha çok bu yüksek mertebeli kulların, âhirette günahkârların bağışlanması yönünde vuku bulacak dileklerini ifade etmektedir.
     Mu‘tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefaat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstahak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefaat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. 
     Ehl-i sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefaatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan diğer seçkin insanlar tarafından şefaat edilebileceğini savunurlar (genişbilgi için bk. Râzî, III, 55-66). Ancak Allah’ın izin vermediği hiçbir kimse şefaat edemeyecektir (meselâ bk. Bakara 2/255; Meryem 19/87; Tâhâ 20/109).
     Kur’an’ın ilgili âyetlerinin üslûbundan, âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte bunun son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefaate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için yine kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında insan için gerekli olan şey, zaman kaybetmeden tevhid inancına sarılarak, Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getirmek ve ahlâkını düzeltmek, geçmişteki günahlarından dolayı da tövbe etmektir. Çünkü gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse hadislerde içtenlikle yapılacak tövbelerin geri çevrilmeyeceğine dair çok açık ve kesin açıklamalar vardır.
     Kur’an’ın şefaat konusundaki ümit kırıcı üslûbu, şefaat beklentisinin insanları dinî ve ahlâkî hayatlarında gevşekliğe sürüklemesinden; yine Kur’an’ın tövbelerin kabul buyurulacağına dair çok net ve ümit verici ifadeleri ise, tövbenin kişiye hatalı inanç ve davranışlarını terkettirmesinden, böylece düzeltici ve ıslah edici bir fonksiyon icra etmesinden ileri gelmektedir.
     İşte, peygamberlerinin kendilerine şefaat edeceklerine güvenerek İslâm’ı kabul etmemekte ve Hz. Muhammed’e inanmamakta direnen yahudileri uyarmakta olan bu âyet, aynı zamanda bütün insanlar ve müslümanlar için de bir ikaz anlamı taşımakta; insanın asıl kurtuluşunun, yanlışlardan dönmesine başta imanı olmak üzere, dünya hayatında kendisinin yaptığı hayırlı işlere bağlı olduğunu vurgulamaktadır.

2 Mart 2015 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ UĞURSUZLUK

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
UĞURSUZLUK

     Herhangi bir şeyde bulunduğu zannedilen ve işlerin ters gitmesine sebep olarak ileri sürülen hal.
     Değişik çağlarda pek çok kişi ve toplumlar çevrelerinde gördükleri bir takım eşyalarda, hayvanlarda ve tabiat olaylarında uğursuzluk bulunduğuna inanmıştır. Çağımızda bu uğursuzluk anlayışını üzerinden atamamış pek çok insan görülür. Bu tipteki insanlar, uğursuz olarak niteledikleri şeylerden, kendilerine bir kötülük ve zarar geleceği inancındadır. Daima bu tür şeylerden uzak durmağa çalışırlar. Hiç bir dinî ve ilmî kaynağı olmayan "uğursuzluk" anlayışına sahip olsalar, hayatların her safhasında korku ve endişe içinde bulunurlar.
     Aslında hiç bir şeyde uğursuzluk yoktur. Hiç bir şey doğuştan uğurlu değildir. Uğursuzluk olsa olsa herkesin kendisinde, kendi yorumunda ve anlayışındadır. Halk arasında sık sık kullanılan "uğurlu geldi" veya "uğursuz geldi" gibi sözler birer zan ve kuruntudan ibarettir.
     Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde, "İslâm'da taşe'üm (uğursuz sayma, kötüye yorma) yoktur; en iyisi tefe'ül (iyiye yorma) dır" (Buharî, Tıb, 54) buyurarak, bu zararlı anlayışın İslam'da bulunmadığını ifade etmiştir.
     Diğer bir hadiste ise: "Eşya da uğursuzluk yoktur, safer ayında uğursuzluk yoktur, baykuşun ötmesinde bir uğursuzluk yoktur" (Müslim, Selâm, 102) buyurulmuştur.
     Bütün bunlardan sonra şöyle denebilir: Ay ve güneş tutulması, köpek havlaması, baykuş ötmesi, kedi ve köpeğin yolda yürüyen bir kişinin önünden geçmesi, merdiven altından geçmek, on üç rakamı, salı günü işe başlamak veya yola çıkmak, gece aynaya bakmak veya tırnak kesmek vb. gibi pek çok şeyde uğursuzluk bulunduğuna inanmak, batıldır. Zira böyle şeylerde, ne iyilik ne de kötülük vardır. Bir eşyayı bir olayı mutlaka bir şeye yormak gerekiyorsa, Peygamber Efendimizin tavsiyesi doğrultusunda, iyiye yormak icab eder.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Mefail HIZLI

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...