6 Ocak 2017 Cuma

22 Ocak 2017 Pazar / İstanbul ~ Uludağ Kayak Turu

Gönül Erleri Kültür Derneği
 İstanbul & Uludağ 
22 Ocak Pazar
ULUDAĞ'a Gidiyoruz!

 Program: 
06:00 İstanbul / İncirli'den Hareket
         Topkapı, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Göztepe, Kozyatağı, Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla (E-5 Üzerinde bu güzergahtaki tüm İETT duraklarından yolcu alabiliriz)
08:00 Eskihisar / Arabalı Vapur
        Vapura binerken kahvaltılıklar (meyve suları ve kaşarlı sandviçler) dağılacak... 
08:40 Topçular'a Varış
10:30 ULUDAĞ (1. Bölge Kayak Merkezi)
         * Serbest Zaman...
         * O bölgede yemek vs. fiyatları pahalı, bir kişilik normal bir yemek 25-30 TL. den başlıyor :( O sebeple dilerseniz ekmek arası köfte, kaşar, vs. gibi kendinize birkaç büyük sandviç yapar da yanınıza alırsanız, gereksiz yere israf etmezsiniz...
         * Öğlen ve İkindi Namazları için yakınlardaki Camilere gidilebilecek.
17:00 Dönüş İçin Hareket
19:00 Topçular'dan Arabalı Vapur
19:45 Eskihisar
20:45 Tuzla'ya Varış
         (E-5 güzergahından İncirli'ye kadar bırakılacak. İncirli 'ye 21:45 gibi varılacak)

 Ücret: 
Sadece 57.00 TL
     (Başka tur firmalarında; görünürde buna yakın fiyatlar var ancak, ayrı kalemlerle para toplanmakta. Yaklaşık 80-90 TL. den aşağı böyle bir tura katılmak neredeyse imkansız. Ayrıca sadece 1 veya 2 noktadan hareket edilmekte, yol güzergahında hiç kimse alınmamaktadır.)
Ücretimize; Gidiş-dönüş ulaşım, araç içi ikramlar
(su, çay, meyve suyu, gazoz, kola, kek),
kahvaltı için meyve suyu, çay, sandviç ve rehberlik dahildir.
Öğlen yemeği, akşam yemeği fiyatımıza dahil değildir.
Dileyen kendi yiyeceğini getirir,
dileyen de oradaki mekanlardan temin eder...
Ücretler giderken otobüste toplanacaktır... (Fiyata KDV dahildir)
Notlar:
* Kayak takımı kiralamak isterseniz, bedeli yaklaşık 30-40 TL. gibi,
* Kızak kiralamak isterseniz, günlük bedeli yaklaşık 20-30 TL. gibi,
* Kayak hocasından ders almak isterseniz, 2 saatlık ders bedeli kişi sayısına göre 50 ile 80 TL. arası tutacaktır. (Grup sayısına göre... Tek kişi ders alacak olsa, hoca; 80 TL., hatta 100 TL. talep edecektir. Eğer 8-10 kişi birlikte ders alınacak olursa da kişi başına 40 TL., 50 TL. gibi bir bedelle aynı ders alınabilecektir...
* 46 Kişilik lüks otobüs ile gidiş-dönüş olacak.

Gönül Erleri Mail Grubu olarak düzenleyeceğimiz
bu programa katılmak isterseniz
ad, soyad, kişi sayısı,
otobüse nereden bineceğiniz ve sadece birinizin cep tlf. numarasını yazarsanız;
yeriniz ayrılacak ve size mail ile de, tlf. ile de dönülecek...

4 Ocak 2017 Çarşamba

Bakara Sûresi'nin 195-199. Ayet'i Kerimeler Arasının Tefsiri

Bakara Sûresi'nin
194-199. Ayet'i Kerimeler Arasının Tefsiri
  • Ayet-i Kerimenin Meali
     (Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever. ﴾195﴿
  • Tefsir
     Konumuz olan âyetlerin içeriği dikkate alındığında, “Allah yolunda harcama yapmak”, öncelikle savaş masraflarını karşılamayı, ülkenin savunulması için gerekli olan maddî fedakârlıklarda bulunmayı ifade eder. Ancak nüzûl sebebinin belirli olması âyetin hükmünü o sebeple sınırlamayı gerektirmez. Buna göre âyet, insanın sahip olduğu maddî imkânlardan kendine Allah’ın hoşnutluğunu ve âhiret mutluluğunu kazandıracak hayır yollarına harcamada bulunmasını, Kur’ânî kavramla infakta bulunmasını emretmektedir.
     Müslüman âlimlerce ve İslâm medeniyeti tarihinde, böyle bir niyete dayanması şartıyla ülkenin savunulması, hac hizmetleri, yoksulların desteklenmesi; okul, cami, yol, köprü, çeşme, bakım evleri gibi toplumsal hizmet ve hayır müesseselerinin kurulması ve güçlendirilmesi, hatta tabiatın korunup geliştirilmesine kadar çok çeşitli hizmetler için yapılan her türlü harcama Allah yolunda harcama sayılmıştır (ayrıca bk. âyet 254).
     Savunma ve diğer hizmetler için yapılan harcamalar hem harcama yapanın dinî hayatını hem de ülkenin ve toplumun güvenliğini geliştirmesi ve güçlendirmesi için son derece gerekli olduğundan âyetin devamında “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın” buyurulmak suretiyle bir bakıma, cimrilik yaparak bu tür harcamalardan kaçınmanın müslüman toplumlar ve bireyler için tehlike teşkil ettiği haber verilmiş; âyetin sonunda bir defa daha müslümanlar iyilik etmeye çağrılarak Allah’ın iyilik edenleri sevdiği müjdesi verilmiştir.
  • Ayet-i Kerimenin Meali
     Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer (düşman, hastalık ve benzer sebeplerle) engellenmiş olursanız artık size kolay gelen kurbanı gönderin. Bu kurban, yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizden her kim hastalanır veya başından rahatsız olur (da tıraş olmak zorunda kalır)sa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi, ya da kurban kesmesi gerekir. Güvende olduğunuz zaman hacca kadar umreyle faydalanmak isteyen kimse, kolayına gelen kurbanı keser. Kurban bulamayan kimse üçü hacda, yedisi de döndüğünüz zaman (olmak üzere) tam on gün oruç tutar. Bu (durum), ailesi Mescid-i Haram civarında olmayanlar içindir. Allah'a karşı gelmekten sakının ve Allah'ın cezasının çetin olduğunu bilin. ﴾196﴿
  • Tefsir
     Sözlükte hac; “amaçlamak, yönelmek” demektir. Dinî bir terim olarak “belirli vakitte Arafat’ta bulunmak (vakfe) ve usulüne uygun olarak Kâbe’nin çevresinde dönmek (tavaf) suretiyle yerine getirilen ibadet”i ifade eder. Hac ismini taşıyan sûrede (22/27, 29) Hz. İbrâhim’e hitap eden ve “İnsanlar arasında haccı ilân et...” buyruğu ile başlayan âyetlerden anlaşıldığına göre hac, Kâbe’nin de bânisi olan Hz. İbrâhim’den kalma bir ibadettir. Bazı rivayetlerde bu ibadetin tarihi daha da gerilere, hatta Hz. Âdem’e kadar götürülmektedir (bk. Salim Öğüt, “Hac”, DİA, XIV, 386). Câhiliye döneminde de –bazı putperest uygulamalar karıştırılmış olmakla birlikte– Kâbe’yi tavaf, Arafat ve Müzdelife’de vakfe, sa‘y, kurban kesme gibi uygulamalarla hac ve umre devam ettirilmekte; hacılara yönelik beslenme, barınma, güvenlik gibi hizmetler de düzenli biçimde yürütülmekteydi.
     İslâmiyet’in doğuşu sırasında da aynı uygulamalar mevcuttu. Tercih edilen görüşe göre (bk. a.g.m., s. 388-389) hicretin 9. yılında farz kılınan hac İslâm’ın beş şartından biridir. Kur’ân-ı Kerîm’de haccın farz olduğunu bildiren en kesin ifade Âl-i İmrân sûresinin 97. âyetidir. Ayrıca Hz. Peygamber’in sünneti, müslüman bilginlerin ortak görüşleri ve bütün müslümanların uygulama birliği de haccın farz olduğunu göstermektedir.
     Hayatında bir defa hac yapan müslüman bu görevi yerine getirmiş olur. Buna göre yoksul iken hacca gitmiş olan bir müslüman daha sonra zenginleşse artık bir defa daha hac yapması gerekmez. Hanefîler’e göre hacla ilgili başlıca hükümleri şu şekilde özetlemek mümkündür:
     Haccın Rükünleri:
     Haccın asıl farzları demek olan rükünleri, Arafat’ta vakfe yapmaktan ve ziyaret tavafından ibarettir. Ancak fıkıh bilginlerinin çoğu, hac niyetiyle ihrama girmeyi, Safâ ile Merve arasında koşmayı da (sa‘y) bu iki rükne eklemişlerdir.
     Haccın Farz Olmasının Şartları:
     Bir kimseye haccın farz olması için;
     a) müslüman,
     b) âkıl (temyiz gücüne sahip),
     c) bâliğ (ergin),
     d) özgür,
     e) hac yapacak güce ve imkâna sahip,
     f) vaktinin elverişli olması gerekir.

     Haccı Yerine Getirmenin (Edasının) Şartları:
     a) Vücutça sağlıklı olmak,
     b) yol güvenliğinin bulunması,
     c) hac mevsimi sırasında seyahat özgürlüğünün bulunması,
     d) Mekke’ye en az 90 km. mesafeden gelecek kadınların yanlarında eşlerinin veya nikâh düşmeyen yakınlarından birinin bulunması,
     e) boşanmış veya eşi ölmüş olan kadının evlenmesini engelleyen bekleme süresini (iddet) tamamlamış bulunması gerekir.
     Mâlikîler’e göre güvenli yolculuk imkânı varsa kadınların grup oluşturmaları veya kadınlı-erkekli grup içinde olmaları da yeterlidir. Böyle durumlarda yukarıda “Haccı Yerine Getirmenin Şartları” bölümündeki (d) şıkkında gösterilen şart aranmaz. Günümüz imkân ve şartlarını dikkate alarak, diğer mezhep mensuplarının da Mâlikîler’in bu görüşüyle amel edebilecekleri kanaatindeyiz.

     Haccın Geçerli (Sahih) Olmasının Şartları:
     Başlanan bir haccın geçerli ve makbul olması için;
     a) müslüman olmak,
     b) âkıl (temyiz gücüne sahip) olmak,
     c) hac niyetiyle ihrama girmek,
     d) haccın rükünlerini özel zamanlarda yerine getirmek,
     e) yine bunları özel mekânlarda yerine getirmek.

     Bunlardan başka fıkıh kitaplarında haccın vâcipleri, sünnetleri, hac sırasında yapılması sakıncalı tutum ve davranışlarla hacca hazırlık, gidiş yolculuğu, uygulanması ve dönüş yolculuğunun âdâbı gibi çeşitli konularda ayrıntılı bilgiler yer alır. Ayrıca hac hayli ayrıntılı ve karmaşık bir ibadet olduğu, bazı yanlışların yapılması halinde bedeller ödenmesi gerektiği için, hac yolculuğunun başlangıcından bitimine kadar süren uygulamasıyla ilgili geniş bilgiler verilir; değişik uygulama aşamalarının her birinde okunması uygun olan duaların metinleri aktarılır. Hem malî hem de bedenî ibadetler olan hac ve umre, gerek birey gerekse ümmet çapında çok geniş etkiler bırakan, çok yönlü yararları bulunan ibadetlerdir.
     Hac her şeyden önce, Allah'ın buyruğu olması itibariyle önem taşır ve müslüman, bu buyruğa uymak düşüncesiyle pek çok zorluk ve fedakârlıklara katlanarak bu ibadeti yerine getirmekle inancının derinliğini dışa vurmuş olur. Bu sebeple Gazzâlî, haccı; “dinin kemale ermesi ve teslimiyetin tamamlanması” diye tanımlamıştır (İhyâ, I, 314). Hac bir anlamda inanan insanların Allah'ın buyruğuna uyarak yurtlarını, ailelerini, dostlarını, servetlerini terk etmeye, arzularını sınırlayıp sıkıntılara göğüs germeye hazır olduklarının bir ifadesi, bunu yansıtan bir uygulamadır. Bu sebeple bilhassa tasavvuf geleneğinde hacca hazırlık aşaması, bir yönüyle ölüme hazırlığa, ihram da kefene benzetilmiştir. Çünkü hac ibadeti süresince, özellikle ihramlı iken kul âdeta dünyayı ve dünya işlerini terketmiş; kendisini Allah'a kulluğa vermiş, O’nun iradesine teslim olmuştur. Böylece bir bakıma hac “ölmeden önce ölmek”tir; Allah'ın huzurunda hesaba çekilmeden önce kulun kendisiyle hesaplaşmasıdır.
     Hac esnasında insanlara ve bitkilere zarar vermenin yasaklanması, Müslümanın hemcinslerine ve tabiata daha çok saygı duymasını telkin eden anlamlı bir görevdir; şeytan taşlama ise âdeta bütün hacılarca günahlara ve günahkârlığa karşı duyulan nefretin eyleme dönüşmesidir. Bu sebeple namazdaki hareketler ve özellikle secde nasıl sembol diye hafife alınamazsa şeytan taşlama ve diğer hac sembolleri de küçümsenemez, terk edilemez.
     Dünyanın hemen bütün milletlerinden, farklı dilleri konuşan, sayısı milyonları bulan Müslümanların, İslâm’ın en kutsal beldesinde en kutsal zamanda ruhları; aynı inanç, duygu ve heyecanla dolmuş, bedenleri aynı örtüye bürünmüş olarak bir araya gelmeleri, hep birlikte aynı kuralları uygulamaları, aynı tekbir ve tehlîli terennüm etmeleri muhteşem bir tevhid manzarası oluşturur. Çok uzak ülkelerin Müslümanları, –birbirlerinin dillerini anlamasalar da– aynı duygu, düşünce ve inancı paylaştıklarını hisseder ve yaşarlar; birbirlerini tanıma ve kendi ülkelerindeki dindaşlarına tanıtma fırsatını bulurlar.
     Hac insanın bedensel ve malî birçok fedakârlığa katlanarak kulluğunu Rabbine arz ettiği, inancındaki sadakati gösterdiği dinî bir vecîbe olduğu kadar, dünya Müslümanlarının her yıl gerçekleştirdikleri, ortak sorunlarını en üst düzeyde ve en geniş katılımla görüşüp tartışma imkânını buldukları bir zirvedir.
     Bizzat Hz. Peygamber, hayatının ilk ve tek haccını bu anlayış içinde icra etmiş; hac pratiklerinin (menâsik) icra edildiği çeşitli mekânlardaki konuşmaları yanında, özellikle “Vedâ hutbesi” diye tarihe geçen ve müslümanların ortak meselelerine ilişkin görüşlerini ve çözümlerini içeren (bk. Buhârî, “Hac”, 132; Ebû Dâvûd, “Hac”, 57) konuşmasıyla haccın, yalnız uhrevî yararı olan ruhanî bir ibadet olmadığını, aynı zamanda dünyevî meselelerin gündeme getirildiği Müslüman milletler arası bir zirve işlevi görmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Bütün güzellikleriyle hac Müslüman için bir özlemdir ve Müslüman –başka amaçlar için para kazanması yanında– kendine peygamber yurdunu görüp, zaman sınırlarını aşarak ashap ile bütünleşme duygularını yaşatacak, mânevî arınmaya ulaştıracak, dünyadaki kardeşleriyle buluşturacak ve nihayet bağışlanmış olarak dönmek gibi nice erişilmez güzellikleri yaşatacak olan hacca gidebilmek için de para kazanmaya çalışır.
     Sözlükte “ziyaret” anlamına gelen umre, dinî bir terim olarak “yerinde giyilmiş ihramla Kâbe’nin çevresinde dönmek (tavaf) ve Safâ ile Merve arasında koşmak (sa‘y) suretiyle yerine getirilen ibadet”i ifade eder. Haccın aksine, umrenin belirli bir vakti bulunmamakla birlikte, ramazan ayında yapılmasının daha sevap olduğunu bildiren rivayetler vardır. Yerine getirilmesi Hanefîler’le Mâlikîler’e göre sünnet-i müekkede, Şâfiîler’le Hanbelîler’e göre ise vâciptir. Âyetin hükmünün genel olduğu dikkate alınarak metindeki “etimmû...” kelimesi “Eksiksiz yerine getirin” şeklinde çevrilmiştir. Ancak bu âyetin, Hz. Peygamber ve diğer Müslümanların Kâbe’yi ziyaretlerine izin verilmemesi üzerine imzalanan Hudeybiye Anlaşması’ndan sonra indiği dikkate alınarak, sözleşme uyarınca bir sonraki yılda yarım kalan bu ziyaretin tamamlanmasını emrettiği, bu sebeple ilgili kelimenin “tamamlayın” diye de çevrilebileceği belirtilmektedir (bk. Ateş, I, 340).
     Âyetteki “Allah için” kaydı, “Haccı ve umreyi yalnız Allah’a ibadet maksadıyla yapın; başka amaçlar gütmeyin, hacca riya katmayın” anlamına gelir. Müslümanların hicretin 7. yılı Zilkade ayında (Mart 629) gerçekleştirdikleri umre ziyaretine İslâm tarihinde “umretü’l-kazâ” denilmiştir. Bu umre yolculuğuna 2000 civarında Müslüman katıldı; bunlar tekbirler getirerek Mekke’ye girdiler. Mekkeliler, şehri boşaltarak etraftaki tepelerden Müslümanları izlediler. Üç gün süren bu umre süresince bir yandan da muhacirler eski yurtlarını görüp Mekke’de kalan yakınları hakkında bilgi topladılar. Âyette, “Engellenirseniz kolayınıza gelen bir kurban gönderin” buyurulmaktadır. Buradaki engelden maksat ağırlıklı görüşe göre, hac yapma imkânını ortadan kaldıran veya tehlikeye düşüren hastalık, yol emniyetinin olmayışı, düşman tehlikesi gibi iç ve dış olumsuzluklardır.
     Nitekim âyetin devamındaki “güvenlikte olduğunuzda” ifadesi de bunu desteklemektedir. Meâlinde “kurban” diye çevirdiğimiz hedy kelimesi, sözlükte “gönderilen, hediye edilen” demektir veya hediye kelimesinin çoğuludur (İbn Âşûr, II, 224). Dinî bir terim olarak, “Kâbe’ye hediye olarak kesilen kurban” anlamına gelir. Konumuz olan âyette de işaret buyurulduğu üzere, aynı hac döneminde hem hac hem de umre yapanların (kırân ve temettu‘haccı) kurban kesmesi vâciptir; sadece hac (ifrad haccı) yapanlar ise isterlerse kurban kesmeyebilirler. Âyette bir engel yüzünden Kâbe’ye varamayanların uygun bir kurbanlık göndermeleri, bir özrü bulunmayanların kurbanlık hayvan, mahalline ulaşıncaya kadar tıraş olmamaları istenmektedir. Buradaki “mahal” (mahil) kelimesinin anlamından dolayı âyetin uygulamasıyla ilgili iki farklı görüş ortaya çıkmıştır: Kelimeyi “mekân” anlamında alan Ebû Hanîfe gibi âlimlerin görüşüne göre âyette söz konusu edilen kurbanın kesim yeri Harem bölgesi olup hacca gitmesine engel çıkanlar, birer kurban alıp Harem’e gönderirler ve kurbanları kesilinceye kadar ihramdan çıkmazlar. “Mahil” kelimesini zaman ismi olarak alan İmam Şâfiî ve ona uyanlara göre kurban kesme yeri engellenenlerin bulundukları yerdir, dolayısıyla kurbanlarını Harem’e göndermelerine gerek yoktur; bulundukları yerde keser, ihramdan çıkarlar. Hacıların ihramlı oldukları süre içinde tıraş olmaları yasaktır. Ancak âyet sağlık problemi bulunanlara, bir fidye ödemeleri koşuluyla tıraş olma ruhsatı vermektedir. Fidye, mazereti sebebiyle belirli bazı dinî görevleri yerine getiremeyen kimseden, buna karşılık olarak ödemesi istenen bedeli ifade eder. Hac görevleriyle ilgili bu bedel oruç tutmak, sadaka vermek veya kurban kesmekle ödenir. Bir hadise göre orucun süresi üç gündür; sadaka vermek isteyen kişi ise altı yoksulu akşamlı sabahlı doyurur (Müslim, “Hac”, 80-86).
     Âyette “yoksulu doyurma” anlamında geçen sadaka kelimesinin İslâmî literatürde oldukça geniş bir anlamı vardır. Bu geniş anlamı, “muhtaç durumda bulunanlara, karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılan maddî yardım, bağış” şeklinde özetlemek mümkündür. Sadaka kavramı “infak”la da yakından ilgili olmakla birlikte infak daha geniş kapsamlı olup, sadaka vermenin yanında başka türlü harcamaları da kapsar (geniş bilgi için bk. Bakara 2/254 vd.).
     Kur’ân-ı Kerîm’de servetlerin gerçek sahibinin Allah olduğu, Allah'ın dünya malını insanlara emanet olarak verdiği vurgulanarak, sadaka vermek vb. hayırlar yapmak suretiyle Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak gerektiği bildirilerek bunun dinî, ahlâkî ve toplumsal bakımdan kazandıracağı yararlar üzerinde önemle durulur (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/26; Nûr 24/33; Hadîd 57/7);
     Allah Teâlâ’nın sadaka verenleri ödüllendireceği belirtilir (Yûsuf 12/88). Ahzâb sûresinde (33/35), iman, ibadet, sabır gibi başlıca görevlere düşkün olmaları sebebiyle Allah'ın bağışına, mükâfatına kavuşacaklar arasında “sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar” da sayılmıştır. Müslümanlar arasında güçlü bir kardeşlik bağı kuran ve maddî dayanışmayı İslâm ümmetinin başlıca özelliklerinden biri haline getiren Hz. Peygamber’le bazı sahâbîler arasında geçen bir konuşma hem İslâmiyet'in çalışmaya verdiği önemi hem de sadaka vermenin gerekliliğini göstermesi bakımından ilgi çekicidir: Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin anlattığına göre Hz. Peygamber “Sadaka vermek her Müslümanın görevidir” buyurdu. Yanındakiler “Ey Allah’ın elçisi, elinde olmayan kişi ne yapsın?” diye sorunca Hz. Peygamberimiz “Elinin emeğiyle çalışıp kazanır, böylece hem kendisine yararlı olur hem de sadaka verebilir” buyurdular (Buhârî, “Zekât”, 30; “Edeb”, 33).
     Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde bir yandan sadaka vermenin önemi üzerinde durulurken bir yandan da yüzsüzlük ederek insanlardan dilenmeyenler övülmekte; el emeğiyle geçinmenin gerekliliği üzerinde durulmaktadır (meselâ bk. Bakara 2/273; Buhârî, “Büyû‘“, 15; “Hars”, 12, 15). Bazı mutasavvıflar insanın elinde avucunda ne varsa hepsini sadaka olarak vermesini büyük bir erdem saymışlarsa da, İslâm bilginlerinin çoğunluğu bunu onaylamamıştır. Hz. Peygamber de “Sadakanın en hayırlısı, ihtiyaçtan artakalan maldan verilendir” buyurmuştur (Müslim, “Zekât”, 95, 97, 106).
     İslâm dininin getirdiği sadaka anlayışının kurumsal yapı kazanan şekline sadaka-i câriye denir. Sadaka-i câriye deyimi cami, okul, köprü, yol, han, hamam, aşevleri, bakımevleri ve yurtlar gibi sosyal hizmetler verilmesi amacıyla gerçekleştirilmiş hayır kurumlarını ifade eder. Bu şekildeki sürekli hayır kurumlarının, özellikle vakıfların doğmasında Hz. Peygamber’in şu hadisinin büyük etkisi olmuştur: “İnsan öldükten sonra ameli (defteri) kapanır; yalnız şu üç şeyin sevabı devam eder: Sadaka-i câriye, yararı sürekli olan ilim ve ölenin ardından dua eden hayırlı evlât” (Müslim, “Vasiyet”, 14; Tirmizî, “Ahkâm”, 36).
     İslâmiyet’te en başta gelen hayır olmasının ve İslâm’ın başlıca ibadetleri arasında yer almasının yanında vergi niteliği de taşıyan zekât, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde –bu isminin yanında– sadaka diye de anılır. Fitrenin dinî literatürdeki adı da sadaka-i fıtırdır. İslâm dini, özel olarak belirlenmiş bu tür sadakalar ve gönüllü sadakalar yanında, bazı yasakların ihlâlinin cezası (kefâret) veya bir mazeret sebebiyle yerine getirilemeyen görevlerin bedeli (fidye) olmak üzere çeşitli malî dayanışma yükümlülükleri koymak suretiyle de yoksullara yardım edilmesine vesileler hazırlamıştır. Konumuz olan âyetteki sadaka bu son kategoriye girmektedir.
Not: Bu sayfadaki tüm notlar kuran yolu tefsiri diyanet ile ilgili görsel sonucu  Kur'an Yolu Tefsiri adlı eserden alınmaktadır...

2 Ocak 2017 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR @{*[]*}@ DÜĞÜN

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
DÜĞÜN

     Evlenen çiftler için düğün yapılması insanlık tarihi kadar eskidir. Milletlere ve yörelere göre ayrıntılarda bazı farklılıklar olmakla birlikte hepsinin birleştiği nokta eğlenceye yönelik olmasıdır.

     İslâm’da Düğün:
     İslâm hukukunda, iki şahit huzurunda yapılması dışında nikâh akidleri için uyulması gerekli bir şekil şartı veya özel bir merasim mevcut değildir. Ancak evlenme gibi kişi ve toplum hayatında önemli yeri olan bir hadiseyi kutlama arzusu ve bu hukukî birleşmeyi herkese duyurarak onu gayri meşrû birleşmelerden ayırma gereği düğün denilen içtimaî vâkıayı doğurmuştur.
     Hz. Peygamber’in, “Nikâhı açıkça yapınız” (Müsned, IV, 5) meâlindeki hadisi bazı rivayetlerde, “ve nikâh sırasında def çalınız” (İbn Mâce, “Nikâh”, 20; Tirmizî, “Nikâh”, 6) ilâvesiyle tamamlanmaktadır. “Nikâhta helâl ile haram arasındaki ayırıcı işaret def ve sestir (müzik)” (İbn Mâce, “Nikâh”, 20; Tirmizî, “Nikâh”, 6; Nesâî, “Nikâh”, 32) meâlindeki hadis ise aleniyetin düğünle sağlanmasının gereğini ortaya koymaktadır. İlk dönemlerden itibaren her toplum nikâh merasimlerini kendi dinî ve içtimaî yapısına uygun olarak gerçekleştirmiştir. İslâm dini de toplum hayatında yerine getirdiği fonksiyonları göz önünde bulundurarak düğüne hoşgörü ile bakmış, hatta meşrû sınırlar içinde onu teşvik etmiştir. Hz. Peygamber’in bütün evliliklerinde davetlilere ikramda bulunduğu bilinmektedir.
     Hadis kitaplarında bu ikramlar hakkında oldukça geniş bilgiler vardır (meselâ bk. Buhârî, “Nikâh”, 68-70).

     Düğünler, yapıldığı topluma ve zamana göre büyük değişiklikler göstermekle birlikte kız ve erkek evinde icra edilen törenler, gelinin evliliğe hazırlanması, merasimle kocasının evine getirilmesi, davetlilere koca evinde yemek verilmesi veya diğer ikramlarda bulunulması bütün düğünlerin ortak özellikleri arasındadır. Araplar düğün dolayısıyla verilen yemeğe “velîme” derler; ancak bu kelimenin sadece düğün yemekleri için değil diğer merasimlerde verilen yemekler için de kullanıldığı anlaşılmaktadır. İbn Tolun, konuyla ilgili eserinde (bk. bibl.) Araplar arasında yaygın olan on altı tür velîme hakkında bilgi vermektedir (ayrıca bk. Cevâd Ali, IV, 685).
     Hz. Peygamber’in evlenme hazırlığı yapan Abdurrahman b. Avf’a, “Bir koyunla da olsa ziyafet ver” (Buhârî, “Nikâh”, 7, 54, 68) demesi ve kendisinin de evliliklerinde misafirlerine yemek yedirmesinden anlaşılacağı gibi düğün yemeği sünnettir. Hz. Peygamber’in, “ziyafet ver” şeklindeki emrinden hareketle bazı hukukçular bu yemeğin vâcip olduğunu söylemişlerse de hâkim görüş bunun vücûb ifade etmediği yönündedir. Velîmenin nikâh akdi sırasında, akidden sonra, zifaf günü veya zifaftan sonra verileceği hususunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bunu belirleyen esas faktör, bölgeden bölgeye değişen örf ve âdetlerdir. Ayrıca velîmede gösteriş ve israfın haram olduğu, herkesin kendi imkânları çerçevesinde ikramda bulunmasının gerektiği kabul edilmiştir.
     Düğüne davet edilen kişinin davete icabet etmesi vâciptir. Bunun farz-ı ayın veya farz-ı kifâye olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Hz. Peygamber’den, bu tür davete icâbeti emreden çeşitli hadisler nakledilmiştir (bk. Buhârî, “Nikâh”, 71; Müslim, “Nikâh”, 96). Düğüne icâbet gereği, bu tür törenlerin kişiler arasındaki sevgi bağlarını kuvvetlendirmesi hikmetine dayanmaktadır. “En kötü yemek, fakirlerin bırakılıp zenginlerin davet edildiği düğün yemeğidir” meâlindeki hadis (Buhârî, “Nikâh”, 72; Müslim, “Nikâh”, 107), düğüne sadece zenginlerin değil fakirlerin de çağırılması gerektiğini vurgulamaktadır.
     Hz. Peygamber’in, “Velîme ilk gün hak, ikinci gün mâruf, üçüncü gün ise riya ve gösteriştir” (İbn Mâce, “Nikâh”, 25; Ebû Dâvûd, “Etime”, 3) hadisinden hareketle düğünün iki günden fazla sürmesini mekruh görenlerin yanı sıra, Buhârî’nin “... yedi gün velîme yapan...” şeklindeki bab başlığını (“Nikâh”, 7) ve Medine’de yedi sekiz gün süren velîmeler olduğu Übey b. Kâ‘b’ın böyle bir velîmede bulunup dua ettiğine dair rivayetleri (Beyhakī, VII, 261) dikkate alarak düğünün iki günden fazla devam etmesini câiz görenler de vardır (Nevevî, IX, 216-218; Şevkânî, VI, 205-206; Azîmâbâdî, X, 210).
     Aşırılığa kaçmamak ve İslâmiyet’in sosyal hayatla ilgili olarak koyduğu esaslara uymak şartıyla düğünde eğlenmek meşrûdur. Hz. Peygamber’in düğünlerde eğlenceye izin verdiğine veya bizzat kendisinin böyle düğünlere katıldığına dair birçok rivayet vardır. Bir yakınını düğün yapmadan ensardan birisiyle evlendirmek isteyen Hz. Âişe’ye düğün yapmasının daha iyi olacağını, zira ensarın eğlenceden hoşlandığını söylemiş, hatta bir rivayete göre Erneb adlı bir kadını şarkı söylemek üzere göndermesini tavsiye etmiştir (İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 226; krş. a.e., IV, 320). Ayrıca Resûl-i Ekrem, genç kızların (câriye) def çalıp gazâ şiirleri okuduğu bir düğüne katılmış, şarkı söyleyen kızlardan birinin, “Aramızda yarın ne olacağını bilen peygamber var” demesi üzerine böyle söylememesini ve daha önce söylediklerini tekrar etmesini istemiştir (Buhârî, “Nikâh”, 48). Ashabın da eğlenceli düğünlere iştirak ettikleri bilinmektedir (meselâ bk. Nesâî, “Nikâh”, 80).
     Sadece düğün vesilesiyle değil başka münasebetlerle de belli sınırlar içinde eğlenceye izin verildiği, Hz. Peygamber’in, ashabın ve tâbiînin bu tür eğlencelere fiilen katıldıkları konusunda birçok rivayet mevcuttur (bk. EĞLENCE). Ancak daha sonraki dönemlerde meşrû eğlencenin sınırları fıkıh âlimleri arasında tartışma konusu olmuştur. Gerek düğünlerde gerekse diğer vesilelerle eğlenceler tertip edilmesi ve şarkı söylenmesi hususunda ortaya çıkan ve daha çok yasaklayıcı bir nitelik taşıyan ictihadlarda, âlimlerin yaşadıkları dönemlerdeki aşırılıkların büyük etkisi olduğu muhakkaktır.
     Sünnet düğünü Hz. Peygamber döneminde bilinmemektedir. Nitekim fakih sahâbîlerden Osman b. Ebü’l-Âs, Asr-ı saâdet’te böyle bir uygulama bulunmadığı gerekçesiyle sünnet düğünü için yapılan davete katılmamıştır (Müsned, IV, 217). Bu rivayet aynı zamanda söz konusu düğünlerin ashap döneminde ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir. İbn Kudâme, genel esaslar çerçevesinde bu tür bir düğüne katılmanın müstehap olacağını söylemekte, Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve Şâfiî’nin de bu görüşte olduğunu belirtmektedir (el-Mugnî, VIII, 116-117).
Rahmi Yaran
diyanet islam ansiklopedisi ile ilgili görsel sonucu
Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi


     Türkler’de Düğün.
     Türkler, İslâm dinini kabul ettikten sonra da korudukları eski düğün âdetlerini özellikle taşrada olmak üzere bugün de sürdürmektedirler. Halen Anadolu ve Trakya’da çeşitli yörelere göre ayrıntıları değişen, fakat ana hatları genelde aynı olan düğün çoğunlukla nikâhtan hemen sonra yapılır. Zamanı, geçim kaynakları tarıma dayalı bölgelerde genellikle ürünün kaldırıldığı ve işlerin az olduğu sonbahardır. Düğün, “okuyucu” denilen kadınlar tarafından götürülen ve davetiye yerine geçen sembolik anlamlardaki mum, şeker ve buğday veya düğün hamamı için bir kalıp sabundan oluşan “okuntu” ile çağırılacak kişilere duyurulur. Dünür düşme, söz kesme ve nişan takma aşamalarından sonra düğüne bir hafta kala gelin kızın eşyası “çeyiz asma” veya “çeyiz yazma (yayma)” adıyla sergilenir. Salı günü gelin hamama götürülür, burada kadınlar kendi aralarında yemek yer ve eğlenirler. Düğünün başladığı, imam ve davetli erkekler tarafından düğün evinin damına bayrak dikilmesiyle ilân edilir. Çarşamba günü çalgılı ve oyunlu eğlenceler başlar, aynı günün akşamı da kına gecesi düzenlenerek geline (bazı bölgelerde gelin ve damada) kına yakılır. Kına gecesinin çeşitli özel türküleri vardır ve bunların başlıcası, bazı yörelerde “gelin ağlatma” da denilen “baş övme” veya “gelin övme”dir. Ayrıca halk deyimiyle “başı bütün olan”, yani başından ikinci bir nikâh geçmemiş, tek evliliğini sürdüren bir kadın, kına yakma sırasında gelin kıza “gelin okşama” denilen ve daha çok bazı nasihatları ihtiva eden türküler söyler.
     Perşembe gelin alma günüdür. Gelin alayı tarafından kız evinden alınan gelin çok defa süslü bir atla (son zamanlarda motorlu araçla) oğlan evine götürülür, eve girmeden önce üzerinden bozuk paralar saçılır; bazı yörelerde gelin, kayınpederinden ve kayınvalidesinden büyük hediyeler almadan içeri girmez. O akşam davetlilere düğün ziyafeti verilir, gerdeğe girinceye kadar duvağını açmayan gelin ise kendisini görmeye gelenlerin elini öper. Gündüz yakın arkadaşları tarafından hamama götürülen ve törenle açıkta saç-sakal tıraşı olan damat yatsı namazını yakın bir camide kılar, bu arada hocanın nasihatlarını dinler ve duasını aldıktan sonra eve döner; gelinin yanına girerken arkadaşları tarafından sırtının yumruklanması âdettir. Damat gerdek odasında iki rek‘at namaz kıldıktan ve yüz görümlüğü denilen hediyesini taktıktan sonra gelinin duvağını açar. “Duvak günü” olan ertesi gün hısım akraba ve yakın dostlar gelinin evine gelirler ve kendi aralarında eğlenirler. Akşam yemek için topluca kız evine gidilir. Pazar günü kız evinden oğlan evine bir tepsi baklava gönderilir, pazartesi günü de damatla gelin el öpmek üzere kız evine giderler, böylece törenler sona erer.

     Osmanlı Saray Düğünleri (Sûr-ı Hümâyun).
     Saray düğünleri, şehzade evlilik ve sünnetleriyle sultanların (padişah kızı veya kız kardeşi) evlilikleri münasebetiyle yapılırdı. Daha önceki Türk-İslâm hükümdarları gibi Osmanlı padişahları da kızlarını veya hânedana mensup öteki sultanları kuruluş devrinde civar beyliklerin şehzadeleriyle, sonraları ise genellikle devlet erkânından biriyle, nâdiren de tanınmış ailelerin oğullarıyla evlendirirlerdi. Şehzadeler ise önceleri civar beyliklerin hanım sultanlarıyla, daha sonra da genellikle saraydaki câriyelerle evlendirilmişlerdir. Padişahlar şehzadeleri için kız isterken hediyelerle elçi gönderirler, arkasından da sarayın ileri gelen kadınları gelin adayını görmek için kız evine giderlerdi. Şehzadelikleri sırasında Orhan Gazi’nin Bizans prensesi Teodora, Yıldırım Bayezid’in Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın kızı Devlet Hatun, II. Murad’ın İsfendiyaroğlu İbrâhim Bey’in kızı Hatice Hatun ve II. Mehmed’in Dulkadıroğlu Süleyman Bey’in kızı Sitti Hatun’la evlenmeleri münasebetiyle düzenlenen törenler başlangıç döneminin başlıca düğünleri olup bunların en ihtişamlısı Edirne’de yapılan Fâtih Sultan Mehmed’in düğünüdür. Klasik dönemde bazan sultanların evlilik ve şehzadelerin sünnet düğünleri bir arada yapılırdı. III. Murad’ın 1582’de düzenlediği, Osmanlı tarihinin en muhteşem düğünü olarak kabul edilen şenlikler, şehzadelerin sünnetleri ve Ayşe Sultan’ın evliliği münasebetiyle yapılmıştı. Aynı şekilde IV. Mehmed’in 1675’te Edirne’de yaptırdığı düğün de yine bu iki mutlu olay münasebetiyle düzenlenmişti.
     Klasik dönem sultan düğünlerinde törenin düzeninden ve idaresinden Dârüssaâde ağası sorumluydu ve törenlerin her aşamasında teşrifat kurallarına titizlikle uymak zorundaydı. Nişan ve nikâh genellikle ayrı günlerde yapılır, sultan gelinin düğün elbisesi çok zengin olurdu. Önceleri al renkli iken XIX. yüzyılda beyaza çevrilen gelinlik inci ve sırma işlemelerle kaplanır, süslemeleri pırlanta düğmeler ve murassa‘ tokalı kemerle tamamlanırdı. Padişah tarafından damatlığa seçilen kimsenin gelin sultan için gönderdiği ağırlıklar arasında mutlaka mihr-i müeccel, hepsi değerli taşlarla süslenmiş olmak şartıyla yüzük, küpe, bilezik, ayna, nikāb, ayakkabı, mest-pabuç, nalın ve elmaslı sorguç ile bunların yanı sıra tablalarla şeker, meyve ve tepsiler içinde çiçeklerle süslenmiş yapma bahçeler ve ayrıca çeşitli boylarda nahiller bulunurdu. Malî durumu iyi olan damadın, başta padişahın başkadını ile kadın efendilerine, şehzadelere, öteki sultanlara ve Dârüssaâde ağasına da hediyeler göndermesi âdetti; bazan durumu iyi olmayan damada hazineden para yardımı yapıldığı olurdu.
     Nikâh sarayda kıyılır, sadrazam ve şeyhülislâmın kendilerine ayrılan yerlere oturmalarıyla tören başlardı. Dârüssaâde ağası gelin sultanın, yüksek rütbeli bir devlet adamı da damadın vekili olur, ikişer şahitle davetlilerin önünde nikâhı şeyhülislâm kıyardı. Daha sonra davetlilere ve divan üyelerine rütbelerine göre padişah, vâlide sultan ve damat tarafından gönderilen hediyeler verilirdi. Böylece nikâh sona ererken sıra şenliğe ve “velîme” denilen ziyafete gelir, bu arada gelinin çeyizini götürecek olan alay yola çıkardı.

Aslında dışarıdaki şenlikler sabahtan başlar, yemekten sonra kısa bir dinlenmenin ardından tekrar canlanır ve ikindiden sonra gösterilere geçilerek hava karardıktan sonra da devam edilirdi. Osmanlı saray düğünlerinde genellikle geçit törenleri, müzik eşliğinde danslar, seyirlik oyunlar, spor yarışmaları, donanma ve diğer gece eğlenceleriyle dramatik oyun gösterileri yapılırdı. Geçit törenlerinde nahiller, yapma bahçeler, şekerden maketler taşınır, arabalar üzerinde esnaf sanatını sergiler; müzikli eğlencelerde mehter ve klasik Türk müziği takımları fasıl icra eder; seyirlik oyunlarda cambaz, gürbaz, zorbaz, şemşîrbaz, hokkabaz, yılanbaz, curcunabaz, hayvan oynatıcı, tiryaki, tulumcu ve kuklacılar hünerlerini gösterir; spor yarışmalarında matrak, cirit, binicilik, atıcılık, güreş ve koşu müsabakaları tertip edilir; donanma ve gece eğlencelerinde mahyalar asılır, havai fişekler atılır, dramatik oyunlarda ise konulu güldürüler, savaş oyunları ve taklitli sahne gösterileri yapılırdı.
     Genellikle perşembe günü düzenlenen ve önceleri Eski Saray’da veya Topkapı Sarayı’nda hazırlanan gelin alayı, XIX. yüzyılda Dolmabahçe, Çırağan yahut Yıldız saraylarında başlayıp damadın konağında sona ererdi. Alay günü sadrazam, vezirler ve öteki devlet ileri gelenleri sarayda toplanırlar, gelin sultan hânedana mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde iki çifte atlı araba ile, eğer sahildeki bir saraydan bir başka sahilsaraya gidecekse o zaman denizden saltanat kayıklarıyla götürülürdü. Yeni sarayına veya konağına ulaşan gelini kapıda damat paşa karşılar, töre gereği sultan gelin bir süre arabadan inmemek için nazlanırdı; sonra sağ koltuğuna damat, sol koltuğuna kızlar ağası girerek inmesine yardım ederler ve halı serili yoldan haremine götürüp özel olarak hazırlanmış tahtına oturturlardı. Damadın konağında kadın ve erkeklere ayrı ayrı ziyafetler verilir, yatsıdan sonra davetliler dağılırdı.

     III. Ahmed’in kızı Fatma Sultan’ın 16 Mayıs 1709 Perşembe günü yapılan gelin alayında teşrifat sırası şöyle idi:
     Çavuşbaşı, tezkireciler, nakîbüleşraf, İstanbul kadısı, kazaskerler, sağdıç paşalar, sadrazam, şeyhülislâm, Haremeyn müfettişi, muhasebecisi, mukātaacısı ile ağababası, vâlide sultan ve damat paşa kethüdâsı, gelin sultan kethüdâsı, yanlarında iki büyük nahil taşıyan tersaneliler ortasında dergâh-ı âlî kapıcıbaşıları, teberdarlar kethüdâsı ve Dârüssaâde ağası kâtibi, kapıcılar ardında iki sıra üzerine üç dört nahil taşıyan tersaneliler, Eski Saray baltacıları, iki gümüş nahilin arkasında tam donanımlı bir ata binmiş olarak elinde cildi ve kesesi mücevher işli bir mushaf taşıyan Eski Saray teberdarları kâtibi, yine tam donanımlı bir at üstünde Dârüssaâde ağası saraçbaşısı, kürklü kaftan giymiş halde Dârüssaâde ağası, yanında Eski Saray teberdarları, bunların önünde halka saçılmak üzere götürülen on kese akçeyi taşıyanlar, gümüş araba içinde gelin Fatma Sultan, yedek araba, tablhâne ve harem kadınlarının bindikleri araba.

     II. Mahmud’dan itibaren, özellikle Tanzimat’ın ilânından sonra öteki yeniliklere paralel olarak saray düğünlerinde de değişiklikler olmuştur. Törenlerin baş sorumlusu Dârüssaâde ağası önemini kaybetmiş, mehterin yerini saray bandosu almış ve geleneksel kırmızı gelin elbisesi de beyaz gelinliğe dönüşmüştür.
Özdemir Nutlu
diyanet islam ansiklopedisi ile ilgili görsel sonucu
Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi

27 Aralık 2016 Salı

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN ♥ ✿ܓ ♥ HAYRA ÖNCÜLÜK ETMEK (2) / DOĞRULUK VEYA SAPIKLIĞA ÇAĞRIDA BULUNMAK

20- باب في الدلالة على خير
HAYRA ÖNCÜLÜK ETMEK (2)

والدعاء إلى هدى أو ضلالة
DOĞRULUK VEYA SAPIKLIĞA
ÇAĞRIDA BULUNMAK

177- وعن أَبي العباسِ سهل بنِ سعدٍ السَّاعِدِيِّ رضي اللَّه عنه أَن رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال يَوْمَ خَيْبَرَ : « لأعْطِيَنَّ الرَّايَةَ غَداً رَجُلاً يَفْتَحُ اللَّه عَلَى يَدَيْهِ ، يُحبُّ اللَّه ورسُولَهُ ، وَيُحبُّهُ اللَّه وَرَسُولُهُ »  فَبَاتَ النَّاسُ يَدُوكونَ لَيْلَتَهُمْ أَيُّهُمْ يُعْطَاهَا . فَلَمَّا أصبحَ  النَّاسُ غَدَوْا عَلَى رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : كُلُّهُمْ يَرجُو أَنْ يُعْطَاهَا ، فقال: « أَيْنَ عليُّ بنُ أَبي طالب ؟ » فَقيلَ : يا رسولَ اللَّه هُو يَشْتَكي عَيْنَيْه قال : «  فَأَرْسِلُوا إِلَيْهِ »فَأُتِي بِهِ ، فَبَصقَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في عيْنيْهِ ،  وَدعا لَهُ ، فَبَرأَ حَتَّى كَأَنْ لَمْ يَكُنْ بِهِ وَجعٌ ، فأَعْطَاهُ الرَّايَةَ . فقال عليٌّ رضي اللَّه عنه : يا رسول اللَّه أُقاتِلُهمْ حَتَّى يَكُونُوا مِثْلَنَا ؟ فَقَالَ : «  انْفُذْ عَلَى رِسلِكَ حَتَّى تَنْزِلَ بِسَاحتِهِمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى  الإِسْلامِ ، وَأَخْبرْهُمْ بِمَا يجِبُ مِنْ حقِّ اللَّه تَعَالَى فِيهِ ، فَواللَّه لأَنْ يَهْدِيَ اللَّه بِكَ رَجُلاً وَاحِداً خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمْرِ النَّعَمَ» متفقٌ عليه.
قوله : « يَدُوكُونَ » : أَيْ يخُوضُونَ ويتحدَّثون ، قوْلُهُ : « رِسْلِكَ » بكسر الراءِ  وبفَتحِهَا لُغَتَانِ ، وَالْكَسْرُ أَفْصَحُ .

177. Ebü’l-Abbâs Sehl İbn Sa’d es-Sâidî radiyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Hayber Gazvesi gününde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
    “Yarın sancağı, Allah’ın kendisinin eliyle fethi nasib edeceği, Allah’ı ve Resûlü’nü seven, Allah’ın ve Resûlü’nün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim.”

    Gazveye iştirak edenler, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’ in huzuruna koştular. Peygamber Efendimiz:

– “Ali İbni Ebû Tâlib nerede?” diye sordu. Sahâbîler:
– Ey Allah’ın Resûlü! O gözlerinden rahatsız, dediler.

     Bunun üzerine Peygamberimiz:

– “Ona haber verecek birini gönderiniz” buyurdular. Ali derhal getirildi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun gözlerini tükürüğüyle tedavi ederek kendisine dua etti. O kadar ki, hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Peygamber sancağı ona verdi. Ali:
– Ya Resûlallah! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım? dedi. Resûl-i Ekrem:
   “Acele etmeden, gayet sakin bir şekilde onların yanına var, kendilerini İslâm’a davet et, uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri kendilerine haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır” buyurdu.
Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 9;
Müslim, Fezâliü’s-sahâbe 34

    Sehl İbni Sa’d es-Sâidî    Sehl, ensardan yani Medine’li sahâbîlerdendir. Resûl-i Ekrem Efendimiz vefat ettiğinde, Sehl henüz on beş yaşında idi. Uzun bir ömür sürdü ve 88 (707) veya 91 (710) senesinde Medine’de vefat etti. Medine’de en son vefat eden sahâbî o idi. Emsalinden kimsenin kalmadığını anlatmak için:
     Şayet ben ölürsem, “Allah ve Resûlü şöyle buyurdu” diyen hiç kimseyi işitmeyeceksiniz, derdi.
     Sehl’in ismi daha önceden Hazn idi. Allah Resûlü beğenmediği bu adı değiştirerek kendisine Sehl ismini verdi. Künyesi Ebü’l-Abbâs veya Ebû Yahyâ’dır.
    Haccac zamanında eziyet görenlerdendi.
    Kendisinden Ebû Hüreyre, Saîd İbni Müseyyeb, Zührî, Ebû Hâzim ve oğlu Abbâs hadis rivayet ettiler. Sehl’den rivayet edilen hadis sayısı 100’e ulaşır. Ondan naklen Buhârî ve Müslim’in kitaplarına müştereken aldıkları hadis sayısı 28’dir.
     Peygamberimiz’den rivayet ettiği bir hadisin anlamı şöyledir: “Kulun Allah yolunda, cihad için yaptığı sabah yürüyüşü, dünyadan ve bütün dünya varlıklarından daha hayırlıdır” (Müslim, İmâre 113).
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hayber Gazvesi, hicretin yedinci yılında yapıldı. Hayber, yahudilerin bulunduğu bir yerdi. En mühim kaleleri de burada idi. Müslümanlara karşı sık sık tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Anlaşmalara da uymuyorlardı. Bu sebeple, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem onlarla savaşmaya karar verdi. Hayber kuşatması günlerce sürdü. İbni İshâk’ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber önce Ebû Bekir’i sonra Ömer’i Hayber kalelerinin fethi için göndermiş, her ikisi de düşmanı yıpratıcı ve teslime zorlayıcı darbeler vurmuşlarsa da kaleler alınamamıştı. Neticede Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi komutan tayin etti. Fetih onun eliyle müyesser oldu.
     Sahâbe-i kirâm, Hz. Peygamberle cihada katılmayı vazgeçilmez bir görev, bir ibadet bilirlerdi. Allah yolunda cihad ederken şehit olmak onların dünyadaki en büyük arzuları idi. Çünkü cihadın ve şehit olmanın Allah katındaki değerini ve mücahidlerle şehitlerin cennetdeki üstün mertebelerini Kur’an ve Sünnet’ten öğrenmişlerdi. Bu sebebledir ki, Hayber Gazvesi’nde sancağı taşımaya, komutanlık gibi üstün bir görev üstlenmeye hepsi talip olmuş, bu bahtiyar kişinin kim olabileceği düşüncesi bütün bir gece onları uyutmamıştı. Onların bu samimi ve candan arzuları, kalblerinden geçirdikleri iyi niyet bile tamamen bir hayır olup, Allah katında ecir almalarına vesiledir.
     Peygamber Efendimiz, sahâbeye ve ümmete, hastalıklıların tedavi yollarını öğretmiş ve uygulamıştır. Hastalıkların tedavi yöntemleri tek yönlü olmayıp, çeşitlidir. Bu yollardan biri de, okuma ve nefes etme sûretiyle yapılan tedavi olup, buna rukye denilmektedir. İşte burada Resûlullah’ın Hz. Ali’nin ağrıyan ve hasta olan gözünü tedavi etmesi bu çeşit bir tedavi yönteminin isbatıdır. Çünkü Peygamberimiz sahâbeyi de bu yönde eğitmiştir. Ancak tedavinin bugün kullanılan bütün meşru usullerine de Resûl-i Ekrem’in emir ve tavsiyelerinde, kendine has adıyla Tıbb-ı nebevî eserlerinde, genel anlamda rastlamaktayız. Nebevî tıb çok geniş kapsamlı bir konu olup onu burada tanıtmak mümkün değildir. Fakat yeri geldikçe bu eserde bazı kısımlarından bahsedilecektir.
     Müslüman olmayanlarla savaş, onlar müslüman oluncaya veya İslâm’ın hâkimiyetini kabul edinceye kadardır. Onun için Hz. Ali:
    – Onlarla bizim gibi müslüman oluncaya kadar mı savaşacağım? diye sormuştur.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, ilk olarak onları İslâm’a dâvet etmesini, bu dâveti kabul etmezlerse uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri haber vermesini istemiştir. Bu yükümlülük onların ödeyecekleri cizye, yani müslüman olmayanların İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip, İslâm topraklarında emniyet içinde yaşamalarına karşılık ödeyecekleri vergidir. Şu halde müslüman olmayanlarla savaş, onların mutlaka müslüman olup bu dine girmeleri, kendi dinlerini terketmeleri anlamına gelmez. İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip, müslümanların yönetimi altına girmek veya onlarla sulh yapmak anlamına gelir.

     Burada bilinmesi gereken en önemli nokta, düşmanla harbe girişmeden önce onların İslâm’a davet edilmeleri gereğidir. İslâm alimlerinden pek çoğu bu davetin vâcip olduğunu söylerler. Böylece harbin, İslâm’ın tebliğinde en son safha ve en son çare olduğu da anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İslâm’ın gayesi, yeryüzünde Allah’ın hükmünün geçerli olmasını temindir. Bunun için her meşru çareye başvurulur.
     Bu hadisin bu bölümde verilmesinin esas sebebi, hadisin son kısmındaki Peygamber sözleridir. Buna göre, bir tek kişinin bile hidâyetine vesile olmak, bütün dünya zenginliklerine sahip olmaktan daha önemlidir. Çünkü dünya malı bu dünyada kalır, zayi olur, yok olur, hakkı verilmezse insanın dünyada azgınlık ve sapkınlığına, âhirette de azabına, cehenneme girmesine sebeb olur. Oysa hidâyet, bir insanı dünya ve ahiret saadetine kavuşturur. İnsan yaratılış gayesini anlar, Allah’a lâyıkıyla kul olur, O’nun hoşnutluğunu kazanır ve ebedî cenneti hak eder. Bunlar ise, Allah katında en makbul kul olmanın yoludur.
     Kırmızı deve, Araplar için, o günün şartlarında en büyük zenginlik alâmetiydi. Bunlar zamana, şartlara ve ülkelere göre değişebilir. Bir yerde lüks marka bir araba, bir yerde uçak, bir yerde denizdeki yat veya başka şeyler zenginlik alâmeti sayılabilir. Bu hadisin ifade ettiği mutlak mânadaki zenginlik ise her zaman için geçerlidir. Bu hadisi, Ebû Hüreyre rivayetiyle 95 numara ile de okumuştuk.
     Hadisten Öğrendiklerimiz

  1. Allah Resûlü’nün, Hayber’in Hz. Ali tarafından fethedileceğini önceden bildirmesi ve hasta olan gözünü iyileştirmesi, onun mucizelerinden biridir.
  2. Hadis, Hz. Ali’nin faziletine, Allah’ı ve Resûlü’nü sevdiğine Allah ve Resûlü’nün de kendisini sevdiğine delildir.
  3. Harbden önce düşman tarafını İslâm’a davet etmek, İslâm’ın gerektirdiği vecibelerdendir.
  4. İslâm’ın hakimiyetini kabul edenlerle harb edilmez.
  5. Bir kimsenin hidâyetine vesil olmak en üstün dünya nimetlerine sahip olmaktan daha hayırlıdır.
  6. Sahâbe-i kirâm, Allah ve Resûlü’nü sevme ve onların sevgisini kazanmada birbirleriyle yarışırlardı.
  7. İslâmî savaşların gayesi, insanları dalâletten kurtarmak, hidâyete kavuşturmaktır.


 وعن أَنسٍ رضي اللَّه عنه أَنْ فَتًى مِنْ أَسْلَمَ قال -178- يا رسُولَ اللَّه إِنِّي أُرِيد الْغَزْوَ ولَيْس مَعِي مَا أَتجهَّزُ بِهِ ؟ قَالَ : « ائْتِ فُلاناً فإِنه قَدْ كانَ تَجَهَّزَ فَمَرِضَ » فَأَتَاهُ فقال : إِنَّ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يُقْرئُكَ السَّلامَ وَيَقُولُ : أَعْطِني الذي تجَهَّزْتَ بِهِ ، فقال : يا فُلانَةُ أَعْطِيهِ الذي تجَهَّزْتُ بِهِ ، ولا تحْبِسِي مِنْهُ شَيْئاً ، فَواللَّه لا تَحْبِسِينَ مِنْهُ شَيْئاً فَيُبَارَكَ لَكِ فِيهِ . رواه مسلم .

178. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Eslem kabilesinden bir delikanlı şöyle dedi:

– Ey Allah’ın Resûlü! Ben gazveye katılmak istiyorum, fakat harp için gerekli olan malzemelerim yok. Hz. Peygamber:
– “Filan kişiye git; o harbe gitmek üzere hazırlanmıştı, fakat hastalandı” buyurdu. Delikanlı o kişiye gitti ve:
– Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana selam ediyor ve harp için hazırladığın malzemeleri bana vermeni söylüyor, dedi. Bunun üzerine adam hanımına:
– Hanım! Hazırladığım harp malzemelerinin hepsini bu delikanlıya ver; onlardan hiçbir şey geriye bırakma. Allah hakkı için, onlardan hiçbir şey bırakma ki, berekete nâil olalım, dedi.


Müslim, İmâre 134

     Açıklamalar

     Medine İslâm Devleti’nde, Peygamber Efendimiz zamanında, özellikle ilk yıllarda, sahâbe-i kirâmın pek çoğu fakir kimselerdi. Mekke’den gelen muhacirler bütün servetlerini orada bırakmışlardı. Medineli ensar ise, ziraatla meşgul olup geçimlerini temin edecek kadar mülke sahiplerdi. Daha sonraları gelişen ticari hayat, savaşlardan elde edilen ganimet, İslâm coğrafyasının genişlemesi sonucu başka bölgelere göç edip yerleşmeler, onların sosyal hayatlarında büyük değişiklikler meydana getirdi.
     O zamanlar, cihada katılacak olanlar bütün harp hazırlıklarını kendi imkânları ile yaparlardı. Çünkü devletin bu yönde yeterli bir bütçesi teşekkül etmiş değildi. Zaman içinde bütün bunlar sistemleştirildi ve her şey yerli yerine oturdu.
     Ashâbın zenginleri, her gazve öncesinde, İslâm ordusunu teşkilatlandırmak üzere yardıma çağırılırdı. Bu, en büyük sevaplardan biriydi. Herkes gücünün yettiği nisbette bu katkıyı sağlardı. Herhangi bir meşrû mazeret sebebiyle savaşa katılamayacak kimseler, Allah yolunda bir mücahidi, bir gaziyi techiz etmeyi, yani bütün yol ve cihad masraflarını karşılamayı, cihada sanki kendisi iştirak ediyormuş gibi sevap kazandıracak sâlih bir amel olarak kabul ederlerdi.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, cihada iştirak etmek isteyip de gerekli malzemeyi hazırlamaya güç yetiremeyen fakir müslümanları, ashâbın gücü yeten zenginlerine veya burada olduğu gibi hazırlığını yapıp cihada katılamayacak derecede hastalığı ya da başka mazereti olanlara gönderirdi. Böylece hem onların sevap kazanmalarına imkân hazırlar, hem de kendisi hayra vesile olurdu. Bir hayra niyetlenen, fakat bunu çeşitli imkânsızlıklar sebebiyle yapamayan kimseler arasında vasıta olmak, büyük sevaplardandır. Burada vasıta olanla birlikte, her üçü de sevap kazanırlar ve herhangi birinin sevabından bir şey noksanlaşmaz. Hadisi 1311 numara ile tekrar ele alacağız.

     Hadisten Öğrendiklerimiz

  1. Müslüman, daima cihad arzusuyla yaşamalı ve cihaddan geri kalmayı düşünmemelidir.
  2. Hayır yapılmasına aracı olmak ve hayrı elde etmeye çalışmak faziletli işlerdendir.
  3. Bir insan, bir hayra harcama yapmaya niyet edip onu yerine getirmeye güç yetiremezse, o harcamayı başka bir hayra sarfetmesi müstehabdır. Adaklar bunun kapsamı dışındadır.
  4. Allah yolunda harcamada ve hayra yönelik harcamalarda cimri davranmak, malın bereketini giderir.

 Riyâzü's Sâlihîn

 İmam Nevevi
 ERKAM YAYINLARI
 Çevirmen: Prof. Dr. Raşit Küçük, Prof. Dr. Mehmet Yaşar

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...