23 Nisan 2017 Pazar

Diyanet, İlahiyat veya İmam-Hatip Lisesi mezunu 415 İMAM-HATİP Alacak...


D U Y U R U
Diyanet İşleri Başkanlığından;
     Başkanlığımız taşra teşkilatındaki sözleşmeli imam-hatip pozisyonlarına; 2016 yılı KPSS puan sırası esas alınarak her bir grup için tabloda belirtilen boş kadro sayısının üç (3) katına kadar çağrılacak adaylar arasından sözlü sınav sonucu başarı sırasına göre 4-B sözleşmeli imam-hatip alınacaktır.
   I- BAŞVURU ŞARTLARI

1.
657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) fıkrasının 4, 5, 6, 7 ve 8 inci bentlerinde belirtilen şartları taşımak,
2. Diyanet İşleri Başkanlığı Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliğinde yer alan ortak nitelik şartını taşımak,
3. İlahiyat Fakültesi, İlahiyat Meslek Yüksek Okulu, İlahiyat Önlisans veya İmam-Hatip Lisesi mezunu olmak,
4. Halen Başkanlığımız teşkilatında kadrolu veya sözleşmeli olarak çalışıyor olmamak,
5. Lisans mezunları için 2016 yılı KPSS (B) grubu KPSSP124; Önlisans mezunları için 2016 yılı KPSS (B) grubu KPSSP123; Ortaöğretim mezunları için 2016 yılı KPSS (B) grubu KPSSP122 puan türünden en az 50 (elli) puan almış olmak,
6. İmam hatip olarak görev yapmaya mani bir engeli bulunmamak.

  * Sözleşmeli bir pozisyonda görev yapmakta iken, Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esasların Ek 1 inci maddesinde istisna edilenler hariç olmak üzere, sözleşmenin feshi sebebiyle görevinden ayrılanlardan sözleşmelerinin fesih tarihinden itibaren 1 yıl geçmeyenlerin müracaatları kabul edilmeyecektir. Bu hususun sonradan anlaşılması halinde yerleştirmeleri yapılmış olsa dahi sözleşmeleri iptal edilecektir.

II- BAŞVURU ŞEKLİ, YERİ VE ZAMANI
1. Başvuru şartlarını taşıyan adaylar, 21/04/2017 (08:00) - 28/04/2017 (16:30) tarihlerinde https://dibbys.diyanet.gov.tr/IKYS/Sinav/KurumDisi adresi üzerinden e-başvuru programı aracılığı ile 4-B Sözleşmeli İmam-Hatip Alımı (SÖZPER-2017-I) e-başvuru formunu doldurduktan sonra başvurularını onaylatmak üzere istenen belgelerle birlikte herhangi bir il müftülüğüne şahsen müracaat edeceklerdir. Yurtdışından sınava müracaat edecek adaylar adına istenen belgeleri getirmeleri halinde, üçüncü şahıslar müracaat işlemini yapabileceklerdir.
2. İl müftülüklerindeki DİBBYS sorumluları, adayın e-başvuru formuna girdiği bilgiler ile ibraz ettiği belgelerdeki bilgilerin doğruluğunu tespit ettikten sonra aktivasyon işlemini gerçekleştireceklerdir. Belgeleri eksik olan adayların aktivasyon işlemi yapılmayacaktır.
3. Başkanlığımız https://dibbys.diyanet.gov.tr/IKYS/Sinav/KurumDisi adresi üzerinden e-başvuru formunu doldurmayan veya il müftülüklerinde aktivasyon işlemini yaptırmayan adayların talepleri dikkate alınmayacaktır.
4. Başvuru işlemlerinin hatasız, eksiksiz ve duyuruda belirtilen hususlara uygun olarak yapılmasından adayın kendisi sorumlu olacaktır.
5. Müracaatların sona ermesinden sonra adayın başvuru bilgilerinde hangi nedenle olursa olsun kesinlikle değişiklik yapılmayacaktır.
6. Bu duyuruda belirlenen esaslara uygun olmayan başvurular kabul edilmeyecektir.

III- BAŞVURU İÇİN GEREKLİ BELGELER
1. T.C. kimlik numaralı kimlik belgesi,
2. Mezuniyet durumunu gösterir diploma veya mezuniyet belgesi (Diploma yabancı bir ülkeden alınmışsa YÖK'ten alınacak denklik belgesi),
     Adayların, başvuru yaptıkları kontenjan grubuna ilişkin KPSS mezuniyet durumlarını gösterir öğrenim belgelerinin tümünü başvuru esnasında ibraz etmeleri gerekmektedir. Adayların, ibraz ettikleri belgelerle sahip oldukları puan türlerine ait (ortaöğretim mezunları için KPSSP122, ön lisans mezunları için KPSSP123 ve lisans mezunları için KPSSP124) KPSS mezuniyetlerinin aynı olması gerekmektedir.
3. Hafızlık Belgesi (+Hafız kontenjan gruplarına başvuran adaylar için),
4. Adayın; sabıka kaydı, askerlik durumu ve başvuru yapılan unvanda görev yapmaya mani bir özrü bulunmadığına ilişkin yazılı beyanı,

* Başvuruları onaylayan personele gerekli belgeleri ibraz edemeyen adayların başvuruları kabul edilmeyecektir. Belgeler, kontrol edildikten sonra adaylara iade edilecektir.

* Yazılı beyan istenen hususlar tek bir dilekçede yer alacaktır.

* Belgeler, atanmaya hak kazanan adaylar tarafından atama sürecinde ilgili birime teslim edilecektir.

IV- SINAVIN YERİ, TARİHİ, ŞEKLİ VE KONULARI
1. Sınav; Antalya, Bursa, Bolu, Erzurum, Elazığ, İzmir, Kayseri, Konya, Kastamonu, Manisa, İstanbul (Avrupa), İstanbul (Anadolu), Trabzon, Samsun ve Şanlıurfa illerindeki sınav merkezlerinde yapılacaktır. Adaylar, sözlü sınava girmek istedikleri sınav merkezini e-başvuru formundaki ilgili kısımda belirteceklerdir. Başvuruların sonra ermesinden sonra adayların sınav merkezi değişiklik talepleri dikkate alınmayacaktır.
2. Sınav tarihi, başvuruların tamamlanmasından sonra yapılacak gerekli hazırlıkların ardından Başkanlığımız internet sitesinde ayrıca ilan edilecektir.
3. Sınav sözlü olarak yapılacaktır.
4. Duyuruya uygun şekilde yapılan başvuruların, başvuru yapılan kontenjan grubuna ayrılan sayıdan fazla olması halinde, KPSS puanı en yüksek olan adaydan başlamak üzere ilan edilen kontenjan sayısının üç (3) katına kadar aday sözlü sınava çağrılacaktır. KPSS puan sırasına göre bir grupta son sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde bu adayların tamamı sözlü sınava çağrılacaktır.
5. Sınava katılacaklarda Başkanlığımız web sayfasında yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı Personel Yeterliklerinde belirtilen "Ortak Genel Kültür Yeterlikleri" ile "İmam-Hatip Temel ve Özel Yeterlikleri" esas alınacaktır.
6. Adaylar sınavda;

  a) Kur'an-ı Kerim, (70 puan)
  b) Dini bilgiler (İtikat, ibadet, siyer ve ahlak konuları), (20 puan)
  c) Hitabet. (10 puan)
     alanlarından ayrı ayrı puan verilmek suretiyle değerlendirileceklerdir.

7. Adaylar; "Sınav Giriş Belgesi" alma işlemlerini https://dibbys.diyanet.gov.tr/IKYS/Sinav/KurumDisi/ adresi aracılığıyla gerçekleştireceklerdir.
8.
Sözlü sınava katılmaya hak kazanan adayların sözlü sınava katılacakları sınav tarihi sınav giriş belgelerinde yer alacaktır.
9. Adaylar sözlü sınava gelirken "Sınav Giriş Belgesi" ile birlikte kimlik belgelerinden birini (Nüfus cüzdanı veya pasaport) yanlarında bulunduracaklardır. Kimlik belgesi ve sınav giriş belgesi bulunmayan adaylar sınava alınmayacaktır. Nüfus cüzdanı veya pasaport dışında başka bir belge kimlik belgesi olarak kabul edilmeyecektir.
10. Sınava girmeye hak kazandığı halde ilan edilen sınav tarihlerinde sınava katılmayan adaylar sınav hakkını kaybetmiş sayılacaktır. Bu durumdaki adaylara ikinci bir sınav hakkı verilmeyecektir.

V- DEĞERLENDİRME VE BAŞARI SIRALAMASI
1. Sınavda başarılı sayılabilmek için sınav komisyonu üyelerinin her birinin ayrı ayrı verdikleri puanların aritmetik ortalamasının en az 70 (yetmiş) puan olması gerekmektedir.
2. Başarı sıralaması sözlü sınav puanı esas alınarak yapılacaktır. Sözlü sınav puanların eşit olması halinde sırasıyla KPSS puanı yüksek olana, KPSS'ye katıldığı öğrenim belgesinin mezuniyet tarihi önce olana, doğum tarihi önce olana öncelik verilecektir.

VI- SINAV SONUÇLARI VE İTİRAZ
1. Adaylar sınav sonuçlarını (https://dibbys.diyanet.gov.tr/IKYS/Sinav/KurumDisi/) adresi üzerinden öğreneceklerdir.
2. Sınav sonuçlarına ilişkin itirazlar sınavın sonuçlarının ilan edilmesinden itibaren 7 (yedi) gün içinde yazılı olarak Başkanlığımız İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü Personel Sistemleri Eğitim ve Sınavlar Daire Başkanlığına yapılacaktır.
3. İtirazlar, en geç 15 (on beş) gün içinde incelenerek adaya bildirilecektir.
4. Sınav sonuçlarının ilan edilmesinden itibaren 7 (yedi) gün içinde ıslak imzalı ve yazılı olarak Başkanlığımız İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğüne ulaştırılmayan, T.C. kimlik numarası, adı, soyadı, imza ve adresi olmayan dilekçeler ile e-mail ve faksla yapılan itirazlar dikkate alınmayacaktır.

VII- YERLEŞTİRME İŞLEMLERİ
1. Sınav sonucu başarılı olanlardan başarı sırasına göre ilan edilen kontenjan sayısı kadar adaya tercih hakkı verilecektir.
2. Tercih işlemleri, Başkanlıkça belirlenecek tarihlerde https://dibbys.diyanet.gov.tr/IKYS/Sinav/KurumDisi/ adresinden yapılacaktır.
3. Yerleştirmeler adayların tercih formundaki cami tercihleri ve başarı sıralaması dikkate alınarak yapılacaktır.
4. Tercihlere yerleştirme işlemleri sözlü sınav başarı puanı en yüksek olandan başlamak suretiyle Başkanlığımızca bilgisayar ortamında gerçekleştirilecektir. Puanların eşit olması durumunda KPSS puanı yüksek olana, onunda eşit olması halinde KPSS'ye katıldığı öğrenim belgesinin mezuniyet tarihi önce olana, bu süreninde eşitliğinde doğum tarihi önce olana öncelik verilecektir.
5. Tercih yapmaya hak kazanan adaylardan kontenjan sayısı 25'ten az olan gruplarda sınava katılanlar kontenjan adedince, diğer gruplarda sınava katılanlar ise en fazla 25 cami tercihinde bulunabileceklerdir.
6. Tercih yaptığı halde tercihlerine yerleşemeyen adaylar, ait olduğu kontenjan grubunda münhal kalan yerlere Başkanlıkça re'sen yerleştirilecektir.
7. Tercih yapmayan adayların yerleştirme işlemi yapılmayacaktır.
8. Yerleştirme sonuçları Başkanlığımız internet sitesi ana sayfasında (www.diyanet.gov.tr) duyurulacaktır.

VIII- DİĞER HUSUSLAR

1. Başkanlık sınav ve yerleştirme sürecinin her aşamasında aday tarafından beyan edilen hususlarda adaydan belge talep edebilecektir.
2. Sınav öncesi, sonrası ve yerleştirme sürecindeki işlemlerde gerçeğe aykırı belge verdiği ya da beyanda bulunduğu tespit edilen adayların başvuru ve sınavları geçersiz sayılacaktır.
3. Sınav ve sonuçları ile ilgili Başkanlığımızın internet sitesinde ve aynı sitedeki İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü sayfasında yapılan tüm duyurular tebligat sayılacaktır. Adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.
4.
Sınavla ilgili iş ve işlemlerde faks ve e-mail ile işlem yapılmayacaktır. Adayların ıslak imzalı ve yazılı dilekçelerini Başkanlığımız İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü Personel Sistemleri Eğitim ve Sınavlar Daire Başkanlığına ulaştırmaları gerekmektedir.
5. Bu duyuruda yer almayan hususlarla ilgili olarak 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar, Diyanet İşleri Başkanlığı Vaizlik, Kur'an Kursu Öğreticiliği, İmam-Hatiplik ve Müezzin-Kayyımlık Kadrolarına Atama ve Bu Kadroların Kariyer Basamaklarında Yükselme Yönetmeliği ile Kamu Görevlerine İlk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelik hükümleri geçerlidir.

IX- İLETİŞİM
Yazışma Adresi:
Diyanet İşleri Başkanlığı İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü
Personel Sistemleri Eğitim ve Sınavlar Daire Başkanlığı

Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No:147/A 06800
Çankaya/ANKARA
Telefon : (0312) 295 70 00
Fax : (0312) 2858572
E-mail : persis@diyanet.gov.tr

İlgililere duyurulur.
D.İ.B.İNSAN KAYNAKLARI
GENEL MÜDÜRÜLÜĞÜ

10 Nisan 2017 Pazartesi

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ İYİLİĞİ EMİR - KÖTÜLÜKTEN NEHİY (3)

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN
23- باب الأمر بالمعروف والنهي عَن المنكر
İYİLİĞİ EMİR - KÖTÜLÜKTEN NEHİY-3

189- الرَّابع : عن النعْمانِ بنِ بَشيرٍ رضي اللَّه عنهما عن النبيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال:« مَثَلُ القَائِمِ في حُدودِ اللَّه ، والْوَاقِعِ فيها كَمَثَلِ قَومٍ اسْتَهَمُوا على سفينةٍ فصارَ بعضُهم أعلاهَا وبعضُهم أسفلَها وكانَ الذينَ في أسفلها إِذَا اسْتَقَوْا مِنَ الماءِ مَرُّوا عَلَى مَنْ فَوْقَهُمْ فَقَالُوا: لَوْ أَنَّا خَرَقْنَا في نَصَيبِنا خَرْقاً وَلَمْ نُؤْذِ مَنْ فَوْقَنَا ، فَإِنْ تَرَكُوهُمْ وَمَا أَرادُوا هَلكُوا جَمِيعاً ، وإِنْ أَخَذُوا عَلَى أَيْدِيهِم نَجوْا ونجوْا جَمِيعاً». رواهُ البخاري.
القَائمُ في حُدودِ اللَّه تعَالى» مَعْنَاهُ : المُنْكِرُ لها ، القَائمُ في دفعِهَا وإِزالَتِهَا والمُرادُ بِالحُدودِ: مَا نهى اللَّه عَنْهُ:«اسْتَهَمُوا» : اقْتَرعُوا.

189. Nu’mân İbni Beşîr radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
     Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz, dediler.

     Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.”
Buhârî, Şirket 6; Şehâdât 30.
Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 12

     Açıklamalar
     Allah’ın hudutları-sınırları bilindiği gibi; helâller ve haramlardır. Sınırları koruyan, yani helâller ve haramlara riâyet edenlerle, bu sınırları korumayan, helâl ve haramı gözetmeyenler, tabii ki birbirlerinden çok farklıdırlar. Haramlara dalanlar, gemiyi delip batmasına vesile olacak olanlara benzetilmişlerdir. Gemi batınca sadece gemiyi delme suçunu işleyen kişi batmaz, bütün yolcular batar. O halde gemide bulunanların vazifesi, böyle bir faaliyete izin vermemektir.
     Peygamber Efendimiz bir çok hadislerinde, insanların bir konuyu daha iyi anlamasını ve akıllarında tutmasını sağlamak için teşbihler, benzetmeler kullanmıştır. Bu hadis de onlardan biridir. Toplumda bir kısım insanların yaptıkları kötülüklere, işledikleri haramlara, uygunsuz davranışlara göz yumulur, engel olunmazsa, toplu yıkım kaçınılmaz olur. Müslümanların görevleri, sadece kendileri kötülük yapmamakla bitmez, aynı zamanda başkalarının kötülüklerine engel olmak gerekir. Daha önce de ifade edildiği gibi, İslâm toplumunda bu husus devletin aslî görevlerinden birini teşkil eder. Devlet, bu iş için gereken her teşkilatı kurar, kötülüğün her çeşidinin işlenmesine engel olur. Müslüman toplumlar, bu görevi yapacak bir devlete sahip değillerse, önce onu teşekkül ettirmek aslî görevleri olmakla birlikte, kendi aralarında kuracakları organizasyonlarla bu vazifeyi yerine getirirler.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Fertlerin işledikleri kötülüklere engel olunmazsa, bundan toplum da zarar görür.
2. Kötülük yapanların kötülüklerine engel olmak, toplumun kurtuluşuna vesile olduğu kadar, kötülüğü işleyenlerin de kurtulmasını sağlar.
3. Fertler hür olduklarını iddia ederek, istediklerini yapamazlar. Başkalarına zarar verici nitelikteki fiillere engel olunur, çünkü bunun hürriyetle bir alâkası yoktur. Bir kişinin hürriyeti, başkasının hürriyetine zarar veremez.
4. Ma’rufu emir ve münkeri nehiy vazifesi, toplumların çöküşünü önlediği kadar, fertlerin de kurtuluşuna vesiledir.
5. Bir konunun zihinlerde daha iyi kalması için, teşbih ve misallerle anlatılması, İslâm’ın eğitim ve öğretim metotlarından biridir.

190- الخامِسُ :عَنْ أُمِّ المُؤْمِنِينَ أُمِّ سَلَمَة هِنْدٍ بنتِ أَبِي أُمَيَّةَ حُذيْفَةَ رضي اللَّه عنها،عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم أنه قال:« إِنَّهُ يُسْتَعْملُ عَليْكُمْ أُمَراءُ فَتَعْرِفُونَ وتنُكِرُونَ فَمِنْ كَرِه فقَدْ بَرِىءَ وَمَنْ أَنْكَرَ فَقَدْ سَلِمَ،وَلَكِنْمنْرَضِيَوَتَابَعَ»قالوا:يارَسُولَاللَّهأَلاَ نُقَاتِلُهُمْ قَالَ:«لاَ،مَا أَقَامُوا فِيكُمْ الصَّلاَةَ» رواه مسلم.
 مَعْنَاهُ: مَنْ كَرِهَ بِقَلْبِهِ ولَمْ يَسْتطِعْ إنْكَاراً بِيَدٍ وَلا لِسَانٍ فَقَدْ بَرِئَ مِنَ الإِثمِ وَأَدَّى وَظِيفَتَهُ ، ومَنْأَنْكَرَبَحَسَبِطَاقَتِهِ فَقَدْ سَلِمَ مِنْ هَذِهِ المعصيةِ ،وَمَنْ رَضِيَ بِفِعْلِهمْ وتابعهم،فَهُوَ العَاصي.


     190. Mü’minlerin annesi, Ümmü Seleme Hint Binti Ebû Ümeyye Huzeyfe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Sizin üzerinize birtakım emirler, yöneticiler tayin olunacaktır. Onların dine uygun olan işlerini iyi bulur, uygun olmayanlarını ise hoş karşılamaz, tenkit edersiniz. Kim hoş karşılamaz, kerih görürse günahdan korunmuş olur. Kim de tenkit eder, onların kötülüklerine engel olmaya çalışırsa, kurtuluşa erer. Fakat kim de razı ve hoşnut olur, onlara uyarsa isyan etmiş olur.” Bunun üzerine sahâbe-i kirâm:
     –Ya Resûlallah! Onlarla savaşmayalım mı? dediler.
     Peygamber Efendimiz:
     –“Aranızda namaz kıldıkları sürece hayır” buyurdu. Müslim, İmâre 63

     Açıklamalar
     Hz. Peygamber, bazı hadislerinde, ileride ortaya çıkacak bazı durumlarla ilgili bilgiler vermiştir. Bunların bir kısmı gerçekleşmiştir. Henüz meydana gelmeyenlerin ise, ileride gerçekleşeceğine inanırız. Bu çeşit haberler, birer mucizedir. Vahye muhatap olan bir peygamberin bunları bilmesi ve haber vermesinde şaşılacak bir durum yoktur. Zira o, Allah’ın kendisine bildirdiğini haber vermektedir. Bu nevi hadislere “fiten” veya “melâhim” hadisleri denilir. Peygamberimiz açıklamakta olduğumuz hadislerinde, İslâm ümmetinin başına birtakım kişilerin tayin yoluyla veya müslümanların arzu etmedikleri şekilde getirileceklerini haber vermiştir. Bu gibi hallerde nasıl hareket edilmesi gerektiğinin genel metotlarını da bize bildirmişlerdir. Müslümanlar, müslümanca bir tavır ortaya koymak için bu prensiplere hassasiyetle uymak zorundadırlar.
     Peygamber Efendimiz’in bu ve buna benzer hadislerinden, tayin veya herhangi bir yolla devlet reisliğine getirilmiş olanlara, İslâmi esaslara riayet ettikleri takdirde itaat edilmesi gerektiği neticesi çıkarılmıştır. Çünkü devlet başkanlığına gelişin belirlenmiş bir tek yolu bulunmamaktadır. Bu geliş seçimle, seçilenin kendinden sonrakini tavsiye etmesiyle, seçilenlerin seçmesiyle olabilir. Geliş şekli ve yolundan daha çok, davranış ve uygulamaya önem verildiği görülmektedir. Yöneticilerin dine uygun olmayan uygulamalarını hoş karşılamama ve iyi görmeme, onlara kalben buğz etme ve isteklerini yerine getirmeme bir direniş ve hakka dâvet tarzı olarak kabul edilir. Bu, daha önce de belirtildiği gibi, elle ve dille kötülüğü düzeltmeye gücü yetmeyenlerin başvurabileceği bir tür cihad veya ma’rufu emir ve münkeri nehiy yollarının sonuncusudur. Tenkit etmek ve böylece kötülüğe engel olmaya çalışmak dille yapılan bir cihad türü veya iyiliği emir ve kötülükten nehiy görevinin elle yapılandan sonra gelen ikinci derecesidir. Bunları yerine getirmeyerek, kötülüğü hoş gören ve ona uyanlar kendileri de kötülüğe iştirak etmiş, günah işlemiş ve kurtuluşu hak edememiş olurlar. Çünkü böyleleri, yöneticilerin isyankârlığına ve azgınlıklarına iştirak etmiş demektir.
     Sahâbe-i kirâm, günah işleyen, dinde kötü sayılan ve hatta haram olan şeyleri, münkerleri yapan bir idareciye karşı savaşmaları gerekip gerekmediğini sorunca, Allah Resûlü, namaz kıldıkları sürece bunun caiz olmayacağını söylemişlerdir. Namaz, İslâm’ın en belirgin simgesi ve imanla küfrü ayıran bir gösterge olma niteliğine sahiptir. Bu özelliği sebebiyle, namaz kılan kişinin diğer dînî emir ve ibadetleri de kabul ettiği kanaat ve neticesine varılır.
     İslâm dini, fitne çıkarılmasından ve haksız yere kan akıtılmasından son derece kaçınılmasını tavsiye eder. İnsan hayatına büyük önem verdiği için, onun haksız yere ortadan kalkmasına vesile olacak davranışlardan şiddetle sakındırır. Savaş veya kan akıtılması, bütün çarelerin sona erdiği noktada, kaçınılmaz bir zaruret haline geldiğinde câizdir. Aksi takdirde, insan hayatına kastetmek en büyük haramlardan biridir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Dinden çıkmadığı ve İslâm’ın herhangi bir esasını değiştirmediği takdirde, devlet başkanına itaat edilir.
2. Devlet başkanı, seçim, tayin, şûra kararı, kendi gücü ve benzer yollardan herhangi biriyle gelebilir. Bu hususta aslolan, İslâmî esaslara uygun hareket etmesidir.
3. Günah olan işlerde devlet başkanına itaat edilmez. Gücü yetenler, kendisini uyarır ve kötülüklerden vazgeçmesini isterler. Buna gücü yetmeyenler kalben buğz eder ve günahdan sakınırlar.
4. Namaz, İslâm’ın alâmeti ve mü’minlerle kafirlerin arasını ayıran en önemli simgedir. Namaz kıldığı sürece yöneticiye karşı isyan edilmez ve savaşılmaz.


191- السَّادسُ : عن أُمِّ الْمُؤْمِنين أُمِّ الْحكَم زَيْنبَ بِنْتِ جحْشٍ رضي اللَّه عنها أَنَّ النَّبِيَّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم دَخَلَ عَلَيْهَا فَزعاً يقُولُ : « لا إِلهَ إِلاَّ اللَّه ، ويْلٌ لِلْعربِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتربَ ، فُتحَ الْيَوْمَ مِن ردْمِ يَأْجُوجَ وَمأْجوجَ مِثْلُ هذِهِ » وَحَلَّقَ بأُصْبُعه الإِبْهَامِ والَّتِي تَلِيهَا . فَقُلْتُ:  يَا رسول اللَّه أَنَهْلِكُ وفِينَا الصَّالحُونَ قال : « نَعَمْ إِذَا كَثُرَ الْخَبَثُ »  متفقٌ عليه .

191. Mü’minlerin annesi, Ümmü’l-Hakem Zeyneb Binti Cahş radıyallahu anhâ’ nın anlattığına göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sel-lem, korkudan titreyerek onun yanına girdi ve:
     “Allah’dan başka ilah yoktur. Yaklaşan şerden dolayı vay Arabın haline! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şu kadar yer açıldı” buyurdu ve baş parmağı ile şehadet parmağını birleştirerek halka yaptı. Bunun üzerine ben:
     – Ey Allah’ın Resûlü! İçimizde iyiler de olduğu halde helâk olur muyuz, dedim? Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem :
     – “Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet” buyurdu.

Buhârî, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1.
Ayrıca bk. Buhârî, Enbiyâ 7, Menâkıb 25;
Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 23;
İbn Mâce, Fiten 9
     Zeyneb Binti Cahş
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in eşi ve mü’minlerin annelerinden biridir. Abdullah İbni Cahş’ın kız kardeşidir. Annesi, Peygamber Efendimizin halası Ümeyye Binti Abdülmuttalib’dir. Künyesi Ümmü’l-Hakem’dir.
     Zeyneb, ilk müslüman olan sahâbî hanımlardandı. İlk hicret edenler arasında da yer aldı. Önce Peygamber’in azadlısı Zeyd İbni Hârise ile evlendi. Zeyd, Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetini öğretmek üzere onunla evlenmişti. Daha sonra Allah Teâlâ’nın emriyle Peygamber Efendimiz kendisine eş edindi. Bunu emreden âyetin meâli şöyledir:
     “Habibim! Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine ikram edip hürriyete kavuşturduğun kimseye: “Eşini elinde tut Allah’dan kork!” diyorsun. Halbuki Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek gizliyorsun. Oysa asıl korkulmaya lâyık olan Allah’dır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz o kadını sana nikahladık ki, evlatlıkları karılarıyla ilişiğini kestikleri zaman, o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” [Ahzâb sûresi (33), 37] .
     Hz. Peygamber, Zeyneb vâlidemizle hicretin üçüncü veya beşinci senesinde evlendi. Zeyneb, Peygamberimiz’in diğer hanımlarına karşı, kendisini Allah’ın evlendirdiğini söyleyerek övünür ve: “Beni Allah kendi katından, vahiyle zevce kıldı” derdi.
     Zeyneb validemiz, çok hayır işler ve bol sadaka verirdi. Onun Peygamberimiz’le evlenmeden önce adı Berre idi. Efendimiz kendisine Zeyneb adını verdi. Peygamberimiz’in bu evliliğini münafıklar dillerine dolamışlardı:
     Muhammed, evladlarının hanımlarıyla babalarının evlenmesini haram kıldı, kendisi ise evladının hanımıyla evlendi, demişlerdi. Çünkü Zeyd daha önceleri, Peygamber Efendimiz’in evladlığı idi; onun için kendisine Zeyd İbni Muhammed deniliyordu. Oysa babasının dışında birine nisbetle evlatlığı oğul yerine koymak yasaklanmıştı. Peygamberimiz bu evliliği ile, dinimizin bu konudaki hükmünü de ortaya koymuş ve açıklamış oluyordu. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:
     “Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah’ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur” [Ahzâb sûresi (33), 40] ve “Evlâtlıkları babalarına nisbet edin, bu Allah katında en doğru olandır” [Ahzâb sûresi (33), 5] buyurulur.
     Bu sebeble Zeyd, babasının adıyla Zeyd İbni Hârise diye anılıyordu.
     Hz. Zeyneb el işi yapan ve bu konuda çok maharetli olan bir hanımdı. İş yapar ve kazancını Allah yolunda sarfederdi. Hz. Aişe’nin naklettiği bir hadise göre, Peygamber Efendimiz:
     “Sizin bana en çabuk ve erken kavuşacak olanınız, kolu en uzun olanınızdır” buyurmuştur. Hz. Aişe:

     Biz peygamber hanımları kollarımızı ölçerdik, oysa en uzun kollu olan Zeyneb’ti, çünkü o eliyle iş yapar ve tasadduk ederdi, der (Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 101).
     Buradaki kol uzunluğundan maksat, dilimizde cömert olanlar için kullandığımız eli açıklıktır.
     Zeyneb binti Cahş 20 (641) senesinde vefat etti ve Bakî mezarlığına defnedildi. Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadiste zikredilen, “yaklaşan şerden” maksadın, müslüman Araplarla harbedecek bir küfür ordusu olduğu yorumu yapılır. Ye’cûc ve Me’cûc ise, kıyamete yakın ortaya çıkacak ve yeryüzünde fitne-fesat çıkaracak bozguncu bir kavim olarak tarif edilmiştir. Ye’cûc ve Me’cûc ile ilgili pek çok hadis, sahih hadis kitaplarında yer alır. Bu rivayetlerden, onların kıyamete yakın bir zamanda ortaya çıkacağı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu konu, kıyamet alâmetleri arasında zikredilir.
     Bu hadîs-i şerif vesilesiyle, kötülüklerin yaygınlaşmasının, toplumların helâkinin, çöküş ve yokoluşunun sebebi olduğu gerçeğini bir kere daha anlıyoruz. Hadiste geçen “habes” tabiri, fıskı, fücûru, şirki, küfrü ifade eder. Bununla kastedilen, tıpkı bir yerde ortaya çıkan ateşin şiddetlenince kuru ve yaş ne varsa yakıp kül etmesi gibi bir haldir. Temizi ve pisi birlikte yok eder. Toplum helâke uğrayınca da mü’min ve münafık, muhalif ve muvâfık hepsi birlikte azaba uğrarlar. Sonra herkes yaptığının karşılığını görür. Allah katında ceza veya mükâfata nail olur. Bu kötü akibete uğramadan salihler, iyiler vazifelerini hakkıyla yerine getirme gayreti içinde olmalıdırlar. Hûd sûresi’nin 74-83. âyetlerinde şöyle buyurulur:
     “İbrahim’den korku gidip kendisine müjde gelince Lût kavmi hakkında bizimle mücâdeleye başladı. Çünkü İbrahim cidden yumuşak huylu, içli, kendisini Allah’a vermiş biri idi. Melekler:
     “Ey İbrahim! Bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin azab emri gelmiştir ve onlara geri çevrilmez bir azab mutlaka gelecektir. Elçilerimiz Lût’a gelince, Lût onların gelmelerinden endişeye düştü, onları korumaktan âciz kaldı da, “bu ne çetin bir gündür” dedi. Lût’un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. Lût, “Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır, sizin için bunlar daha da temizdir. Allah’dan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu?” dedi. Dediler ki:
     Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını biliyorsun ve sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin. Lût:
     “Keşke benim size karşı bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim” dedi. Melekler:
     “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Sen gecenin bir kısmında ailenle yürü. Karından başka sizden hiçbiri geri kalmasın. Çünkü onlara gelecek olan azab şüphesiz ona da isabet edecektir. Onlara vadolan helâk zamanı, sabahdır. Sabah yakın değil mi?” dediler.
     Emrimiz gelince onların üstünü altına getirdik ve üzerlerine balçık çamurundan pişirilip istif edilmiş bir çeşit taş yağdırdık. O taşlar, Rabbin katında işaretlenerek yağdırılmıştır. Bunlar zâlimlerden uzak değildir.”

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Masiyetlerin, büyük günahların yaygınlaşması ve bunlara engel olunmaması, topyekün helâkin sebebidir.
2. Bir toplumda kötülükler çoğalınca, içlerinde bulunan sâlih ve iyi kişiler de vazifelerini yapmayınca, böyle kimselerin aralarında olması, onlara gelecek felâketi önlemez. Neticede felâket ve belâlar günahkârlarla birlikte sâlihlere de isabet eder.
3. Masiyetleri kötü görüp, onların yaygınlaşmasını önlemek her müslümanın görevidir.


192السَّابعُ:عنْ أَبِي سَعيد الْخُدْرِيِّ رضياللَّهعنهعن النَّبِيِّ صَلّىاللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال:« إِيَّاكُم وَالْجُلُوسَ في الطرُقاتِ » فقَالُوا:يَارسَولَاللَّهمَالَنَا مِنْمَجالِسنَا بُدٌّ ، نَتحدَّثُ فِيهَا ، فقال رسول اللَّهصَلّىاللهُعَلَيْهِ وسَلَّم: فَإِذَا أَبَيْتُمْ إِلاَّ الْمَجْلِس فَأَعْطُواالطَّريقَ حَقَّهُ» قالوا:ومَاحَقُّ الطَّرِيقِ يا رسولَ اللَّه ؟ قال:«غَضُّالْبَصَر،وكَفُّالأَذَى،ورَدُّ السَّلامِ،وَالأَمْرُ بالْمعْروفِ ، والنَّهْيُ عنِ الْمُنْكَرَ» متفقٌ عليه.

192. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem :
     “Yol ve sokaklara oturmaktan sakınınız” buyurdu. Sahâbîler:
     - Ya Resûlallah! Bizim yol ve sokaklara oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü lüzumlu işlerimizi orada konuşuyoruz, dediler. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem :
     – “Vazgeçemiyorsanız ve mutlaka oturmak zorunda kalıyorsanız, o halde yolun hakkını veriniz” buyurdular. Bunun üzerine:
     - Yolun hakkı nedir ki, ya Resûlallah? diye sordular. Peygamberimiz:
     – “Gözü haramlardan korumak, gelip geçene eziyet vermemek, verilen selâma mukabelede bulunmak, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma vazifesini yerine getirmek” buyurdular.

Buhârî, Mezâlim 22, İsti’zân 2;
Müslim, Libâs 114.
Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 12

     Açıklamalar
     Hz. Peygamber’in yol üzerine oturmayı yasaklaması burada oturmak haram olduğu için değil, oralarda haram işlenmesine engel olma ve insanları haram işlerden sakındırma sebebiyledir. Sahâbe, önceden gelen alışkanlıklarıyla, din ve dünyalarına ait işlerini evlerinin bulunduğu yollar üzerine oturarak konuşup hallediyorlardı. İstişârelerini, müzâkerelerini, dertlerine çare olacak konuları, bir takım muamele ve anlaşmalarını bu sokaklara oturarak çözümlüyorlardı. Bu sebeble yol ve sokaklarda oturma âdetlerinin zaruretten kaynaklandığını ifade ettiler. Resûl-i Ekrem, bu durum karşısında kendilerine yolun haklarından bahsetmek zorunda kaldı.
     Yollar umuma ait yerlerdir. Bir veya birkaç kişinin oraları işgal etmesi ve gelip geçenin hukukuna mani olması kabul edilemez. Bundan dolayı Peygamberimiz sahâbîlere, dolayısıyla müslümanlara yolun hukukunu açıklama gereğini duydu. “Gözü yummak” anlamındaki tabiri biz “gözü haramlardan korumak” olarak tercüme etmeyi uygun bulduk. Çünkü gelip geçen kadına, kıza bakmak fitnenin vesilesi olan haramlardan biridir.
     “Gelip geçene eziyet etmemek” sözüyle kastedilen, onlara yol vermemek, yolu daraltmak, geçenlerin gıybetini yapmak, onları tahkir etmek gibi olumsuz davranışlardır. Bunlar da hepimizin bildiği gibi, dinimizin yasakladığı şeylerdir.
     Verilen selâmı almak, dinimizde farzdır. Çünkü selâm, müslümanlar arasında bir parola, karşılıklı güven içinde olabileceklerinin bir kanıtı ve yine karşılıklı bir duadır. İnsanların birbirlerini sevebilmelerinin ve dost olabilmelerinin de ilk adımı olarak kabul edilir.
     İyiliği emredip kötülükten sakındırmanın önemini de artık iyice öğrenmiş bulunuyoruz.
     Daha başka hadislerde bunlara ilave olarak güzel söz söylemek, âcizlere ve mazlumlara yardımcı olmak, boş iş ve sözlerden sakınmak, yolunu kaybedene yol göstermek, aksırana mukâbelede bulunmak gibi hasletler zikredilmişdir. Bu hadis, 1627 numara ile tekrar gelecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Yollar üzerinde oturmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yollar umûma ait yerler olup fertler tarafından işgal edilmesi doğru değildir.
2. Yollarda oturmak zorunda olanlar, yolların hukukuna riayet etmekle görevlidir.
3.Müslümanlar başkalarını daima iyiliğe ve güzelliğe davet etmeli, kötülüklerden de sakındırmalıdır.

29 Mart 2017 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: VESVESE

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
VESVESE
(الوسوسة)

     Şeytan tarafından insanın içine sokulduğu kabul edilen saptırıcı telkinler, kuruntu ve şüphe.
     Sözlükte vesvese/visvâs: “fısıldama, kötü telkinde bulunma, karışık sözler söyleme, kuşkulanma”; aynı kökten vesvâs “insanın içine doğan zararlı uyarıcı, kötü duygu ve düşünce, telkin, şüphe, fısıltı, evham” gibi mânalara gelmektedir.
     Dinî terminolojide vesvese/visvâs, “şeytanın veya nefsin insana kötü ve zararlı telkinde bulunması, şeytandan yahut nefisten gelen, insanı dine aykırı aşırı davranışlara yönelten telkin”; vesvâs “şeytan, şeytanın insanın içine attığı saptırıcı dürtü, faydasız söz, şüphe ve tereddüt” anlamlarında kullanılır.
     Vesveseye kapılana müvesvis denir. Ayrıca nezğa, hems, hemze, hâcis, hatra gibi kelimeler de vesveseye yakın anlamlar içerir.
     Modern psikiyatride yine vesveseye yakın anlamda kullanılan obsesyon (obsession) “irade dışı gelen, kişiyi tedirgin eden, bilinçli çaba ile uzaklaştırılamayan düşünceler” şeklinde tanımlanır (Saygılı, s. 40).
     Kur’ân-ı Kerîm’de vesvese kavramı beş âyette geçmekte, bunların üçünde şeytanın (el-A‘râf 7/20; Tâhâ 20/120; en-Nâs 114/5), birinde nefsin (Kāf 50/16) insana saptırıcı etkisi anlatılmaktadır. Nâs sûresinde (114/4) kişiyi ısrarla günah işlemeye kışkırtması sebebiyle şeytandan vesvâs diye söz edilir. A‘râf sûresinin 20. âyetinde şeytanın Âdem’e ve eşine vesvese verip kendilerine yasaklanan ağacın ürününden yemelerine yol açtığı belirtilir. Gerek bu âyetin devamındaki ifadeden, gerekse 22. âyetten anlaşıldığına göre burada vesvese “aldatma, yanıltma, saptırma” anlamında kullanılmıştır (Taberî, V, 449). Aynı olayı anlatan Bakara sûresinin 36. âyetinde vesvese yerine “ayağını kaydırdı, günah işletti” mânasında (a.g.e., I, 272-273; Şevkânî, I, 72-73) “ezelle” fiili geçmektedir.
     Hadislerde vesvese kavramı daha çok şeytan tarafından insanın içine atılan ve onun imanına zarar vermeyi amaçlayan tehlikeli soruları, düşünceleri belirtir. Hz. Peygamber’in Arafat gecesinde yaptığı duada, “Allahım! ... vesveseden sana sığınırım” sözü de geçer (Tirmizî, “Duâ”, 78).
     Hadislerde her insanın bir şeytanının bulunduğu (Müsned, I, 385; Dârimî, “Riķāķ”, 25), kanın damarlarda dolaşması gibi şeytanın da insanın içinde dolaştığı (Müsned, III, 156, 285; Buhârî, “Ahkâm”, 21; “Bedü’l-halk”, 11; Ebû Dâvûd, “Savm”, 78) bildirilir. Gazzâlî bu hadisi, “şeytanî tesirlerin iç dünyamıza sirayet etmesi” şeklinde yorumlar; kendisinin de zaman zaman hiç beklemediği durumlarda kalbine değişik vesveseler doğduğunu söyler (Ķānûnü’t-tevîl, s. 12-13). Bazı müslümanlar Resûl-i Ekrem’e gelerek içlerinden, söylemeye dahi cesaret edemeyecekleri vesveseler geçtiğinden yakınırlar. Resûlullah da bu durumun onlardaki kesin ve katıksız imana delâlet ettiğini, ümmetinin bu tür vesveselerden dolayı -telkin edilenleri yapmadıkları sürece- sorumlu tutulmayacağını bildirir (Müsned, II, 255; VI, 106; Müslim, “Îmân”, 201-205, 211). Hâris el-Muhâsibî’ye göre Resûlullah, sahâbîlerdeki bu duyarlılığı vesvese konusunda sorumluluklarını yerine getirmeleri noktasında yeterli saymıştır.
     Zira insanlardan içlerindeki vesveseleri söküp atmalarını beklemek kendi tabiatlarını değiştirmelerini istemek anlamına gelir, bu da irade gücünü aşar. Vesvese konusunda sorumluluktan kurtulmak için aklın ve bilginin gereğine göre davranarak vesvesenin etkisini önlemek yeterlidir (er-Riâye, s. 188-189, 249-250).
     Âlimlerin belirttiğine göre ilgili hadislerde kesin imana delâlet ettiği bildirilen şey şeytan tarafından insanların içine atılan vesveseler değil, onları anlatmayı dahi kendileri için ateşte yanmaktan daha tehlikeli görerek bundan derin üzüntü duyan müslümanların bu konudaki sadakat ve duyarlılıklarıdır. Esasen şeytan başka yollardan saptıramadığı müminlere vesvese verir; inkâr ve isyana sapanlar zaten şeytanın oyuncağıdır, onlara vesvese vermesine gerek yoktur (Hattâbî, IV, 136; Gazzâlî, İhyâ, III, 314; Nevevî, II, 154-155).
     Resûl-i Ekrem bu tür vesveselerden yakınanlardan birine, “Allah’a hamdolsun ki şeytan size vesveseden başka bir yolla zarar verememiştir”; başka birine de, “Allah’a hamdolsun ki şeytanın tuzağını vesveseye çevirdi” demiştir (Müsned, I, 340; ayrıca bk. I, 235; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 109).
     Yine hadislerde, bir kimsenin abdest ve namaz sırasında bazı uygulamaları eksik yaptığı hususunda kuşkuya düşmesi ve evhamlanması hali de vesvese kelimesiyle ifade edilmekte, bu tür kuruntulardan sakınılması veya onların üzerinde durulmaması öğütlenmektedir (Ebû Dâvûd, “Salât”, 158; Tirmizî, “Tahâret”, 43). Bir hadiste şeytanın ezan ve kāmetten korkup duyamayacağı kadar uzaklara kaçtığı, bunlar sona erince dönüp insanlara vesvese vermeye başladığı bildirilir (Müslim, “Salât”, 16).
     Fıkıhta vesvese kavramı, ibadetlerle ilgili bir hususun yerine getirilip getirilmediği veya gerektiği gibi yapılıp yapılmadığı hususunda yahut diğer sorumlulukları yerine getirmede aşırı derecede şüpheye kapılarak aynı uygulamayı defalarca tekrarlama şeklinde kendini gösteren bir tür hastalık durumunu ifade eder. Fıkıh kitaplarında vesvesenin abdest, gusül ve temizlik, namaz, kıraat, talâk, yemin, nezir gibi türleri üzerinde durulmuş ve vesveseye kapılmamak, eğer vesvese irade dışı bir hale gelmişse bu durumu ciddiye almayıp itidali korumak, Hz. Peygamber’in uyguladığı ölçülerden sapmamak gerektiği bildirilmiştir. Zemmü’l-müvesvisîn adlı risâlesinde vesvesecilerin durumunu geniş biçimde inceleyen Hanbelî fakihi Muvaffakuddin İbn Kudâme, dinî konularda Resûl-i Ekrem’i örnek almanın önemini âyet ve hadislerle anlattıktan sonra bazı vesvesecilerin Resûlullah’a uymak yerine vesveseler içinde boğulup şeytana bağlandıklarını, abdest ve namaz gibi konulardaki vesveseleriyle Peygamber’in uygulamalarını hiçe sayacak derecede aşırı fikirlere saplandıklarını belirtir.
     Duyu verilerinden, aklın kesin bilgilerinden, kendi amaç ve niyetlerinden dahi kuşkulanan vesvesecilerin bulunduğunu ifade eden İbn Kudâme onları varlığın hakikatlerini inkâr eden safsatacılara benzetir. İbn Kayyim el-Cevziyye de İbn Kudâme’ye ait risâlenin şerhi mahiyetindeki Mekâidü’ş-şeyâtîn ve zemmü’l-müvesvisîn’de, bu eserin aynen iktibas edildiği İgaŝetü’l-lehfân’ın bir bölümünde (s. 146-201) vesvesecilerin, uygulamalarını bir nevi ihtiyat olarak kabul eden görüşlerini inceleyerek bunların Peygamber’in yolundan sapma ve şeytanın yolundan gitme anlamına geldiğini ileri sürmüştür (ayrıca bk. Gazzâlî, İhyâ, III, 401, 405).
     Delilik derecesinde vesveseci kişilerin boşamalarının geçersiz olduğu (İbn Kayyim el-Cevziyye, İlâmü’l-muvakkıîn, IV, 47, 49; krş. Buhârî, “talâķ”, 11), irtidad anlamına gelecek sözler sarfetmeleri halinde mürted sayılmayacakları belirtilir (İbn Âbidîn, XIII, 12-14).
     Tasavvufta da vesvese konusunda olumsuz bir tutum sergilendiği görülür. Sehl et-Tüsterî vesvesenin iman makamlarının hem başı hem sonu olduğunu söylerken (el-Muâraza, s. 104) şeytandan gelen vesveselere kapılmanın imana zarar vereceğini, bunların etkisinden korunanların ise imanda selâmete ereceklerini kastetmiş olmalıdır. Tüsterî’ye göre Allah’tan başka her şey vesvesedir; dünyayı murat eden vesveseden korunamaz, vesveseden ancak nefsini aç bırakan kimse kurtulur.
     Ebû Nasr es-Serrâc’a göre dinin yasakladığı vesvese kişiyi ilmin sınırından çıkaran evhamlardır (el-Lüma, s. 145, 148-149). Kuşeyrî iç uyarıları “insanların iç dünyalarına yönelik hitap” şeklinde tanımlamakta ve bu hitabın melekten gelenine ilham, nefisten gelenine hâcis (dürtü), şeytandan gelenine vesvese denildiğini belirtmekte, Allah tarafından kalbe atılanına ise “Hakk’ın hâtırı” adını vermektedir. Şeytandan gelen vesveselerin çoğu insanı günaha yöneltir. Meşâyihin ittifakla kabul ettiğine göre haram yiyenler ilhamla vesveseyi ayırt edemezler. Cüneyd-i Bağdâdî nefsin dürtüleriyle şeytanın vesveselerinin farklı olduğunu söylemiştir. Nefis bir şeyi isteyince onu yaptırıncaya kadar diretir; şeytan ise istediği bir kötülüğü yaptıramazsa başka bir kötülük için vesvese vermeye başlar. Çünkü şeytanın gayesi hangi türden olursa olsun insana kötülük yaptırmaktır. (er-Risâle, I, 298-300).
     Gazzâlî, bazı sözde sûfîlerin Allah’ın kulların amellerine ihtiyacının bulunmadığı, dünyevî ve nefsânî tutkulardan arınmanın imkânsızlığını tecrübe ederek anladıkları, Allah katında şeklî davranışların değil kalp temizliğinin, O’na duyulan muhabbet ve mârifetin önemli olduğu gibi iddialar ileri sürdüklerini belirterek bunları aslında şeytanın telkin ettiği vesveseler olarak yorumlar (İhyâ, III, 405). Gazzâlî, şeytanın yeterli bilgisi bulunmayan avam tabakasını dinin temel konularında şüpheye düşürmek için onların akıllarına Allah’ın zâtı ve sıfatlarıyla akıllarının kavramayacağı başka konularda saptırıcı sorular getirebileceğini belirterek böyle durumlarda “Âmentü billâhi ve resûlihî” demeyi tavsiye eden hadisi kaydettikten sonra (Müsned, V, 214; VI, 257; benzer rivayetler için bk. Buhârî, “Bedü’l-halķ”, 11; Müslim, “Îmân”, 212-214) bu tür vesveseler hisseden avam tabakasına iman ve teslimiyetlerini sağlam tutmalarını, ibadetleri ve geçimleriyle meşgul olmalarını öğütler (a.g.e., III, 36).
     Vesveseyi hem psikoloji hem tasavvuf yönünden inceleyen Gazzâlî (İhyâ, III, 26-47) eylemlerin psikolojik kaynağı olan uyarıcıların iyiliğe yönlendirenine ilham, kötülüğe yönlendirenine vesvese dendiğini, ilhamın melekten, vesvesenin şeytandan geldiğini belirtir. Sebeplerin asıl yaratıcısı ve düzenleyicisi olan Allah’ın bazı kalpleri ilhama uygun hale getirmesine “tevfik”, bazılarını vesveseye elverişli kılmasına “hızlân” denir. Buna göre ilhamın zıddı vesvese, meleğin zıddı şeytan, tevfikin zıddı hızlândır.
     Akıllarını dünyaya yönlendirenlerin kalpleri şeytanın vesvesesine açık hale gelir, Allah’ı anan gönüller ise meleğin ilhamına elverişli olur. Gerçekte beşerî nitelikler taşımayan hiçbir insan bulunmadığına göre şeytanın vesvese ile karıştırmadığı hiçbir kalp yoktur. Nitekim Hz. Peygamber kendisi dahil olmak üzere her insanın bir şeytanının bulunduğunu, ancak kendisini izleyen şeytan müslümanlaştırıldığı için iyi şeyler telkin ettiğini bildirmiştir (Müsned, I, 385).
     Kalp Allah’a yönelip mârifete ve Allah’ın rızasına yoğunlaşırsa şeytanın yerini melek alır ve kula takvâ ilham eder; kalp aşağı güçlerin etkisine kapılıp bedensel hazların esiri olursa şeytan nefse vesvese verip günah işletmeye fırsat bulur. Böylece kalpleri hüküm altına alan şeytanlar bunların içini dünyayı âhirete tercih ettirecek vesveselerle doldururlar. Sonuçta nefsânî tutkuların peşinden giden kimse artık Allah’ın değil tutkularının kulu olur (Gazzâlî, İhyâ, III, 26-28).
Mustafa Çağrıcı
diyanet vakfı islam ansiklopedisi ile ilgili görsel sonucu
Türkiye Diyanet Vakfı
İslam Ansiklopedisi

19 Mart 2017 Pazar

"Benim de Bir Kardeşim Var" Projesi..!

GÖNÜL ERLERİ KÜLTÜR DERNEĞİ
"Benim de Bir Kardeşim Var" Projesi
     Aralık 2016 da ilk duyurumuzu yapmış ve Van ili, Bahçesaray ilçesi, Bahçesaray Orta Okulunda bulunan dört tane 5. sınıftan bir tanesinde (5-D) okuyan öğrencilere abi-abla olacak kişileri belirlemiştik. Onlara hediyeleri Mart ayı ilk haftasında iletilmiş ve sınıflarında da kısa bir program yapılmıştı. O sınıfın öğrencileri de çok mutlu olmuş, kendilerine hediyeler gönderen abi-ablalarına çok teşekkür etmişlerdi... Şimdi de aynı okuldaki diğer 5. sınıfların öğrencilerine kardeşlik elimizi uzatmayı planladık...
     Gönül Erleri Kültür Derneği olarak, Van ili Bahçesaray ilçesi, Bahçesaray Orta Okulu'nu "Kardeş Okul" olarak belirledik. 2016-17 eğitim-öğretim yılının sonuna yaklaşıyoruz diye tüm okul öğrencilerine değil (yaklaşık 400 öğrenciye manevi abi-abla belirlemek çok uzun zaman alacağından) şimdilik sadece 5. sınıf öğrencilerine abi-abla belirlemeyi daha uygun gördük.
5-A, 5-B ve 5-C sınıflarında okuyan
yaklaşık 100 öğrencinin her birine
bir abi veya abla belirleyeceğiz.
     Gönül Erleri Kültür Derneği olarak bir komisyon oluşturduk. Komisyonumuzun adı: GÖNÜL KARDEŞLİĞİ KOMİSYONU. Geçtiğimiz iki ayda çalışma yapan, gençlere hediye kolilerini hazırlayıp gönderen, samimi, sıcak, gerçek bir kardeşlik temelli şahsi mektuplar yazan abi-ablaların olduğu bu komisyon ile 19 Mart Pazar günü toplanıldı. Genel kurallar belirlendi. Okulun öğretmeniyle iletişim kuruldu ve 5-A, 5-B, 5-C sınıflarındaki öğrencilerin bilgileri istendi (ad-soyad-boy-kilo-ayakkabı nosu).
     20 Mart Pazartesi gününden itibaren de, bu öğrencilere manevi abi veya abla olmak isteyen yaklaşık 100 kişi belirlenecek. En geç Nisan ayı ortasına doğru kimlerin-kimlere hediye kolilerini hazırlayacağı belirlenmiş olacak ve okullarda yaz tatili dönemi başlamadan, Ramazan-ı Şerif öncesi bu öğrencilerin hediyeleri kendilerine iletilecek inşAllah...
     Usül olarak şöyle bir yol izliyoruz: Gönül Erleri Mail Grubu'muza ve facebook gruplarımıza duyurumuzu yapıyoruz. "Bir öğrenciye manevi abi veya abla olmak istiyorum" diye dönenlere de, bir öğrencinin bilgilerini veriyoruz. Kolisini hazırlamasını, mektubunu yazmasını ve kargoyla okula göndermesini rica ediyoruz... Koliler okulda toplanıyor ve güzel bir programla da öğrencilere takdim ediliyor...
     5-D sınıfındaki 4 öğrenciye burs verecek farklı hayırsever abi-ablalar belirlemiştik. Şimdi de diğer 3 sınıftaki toplam 21 öğrenciye daha burs verecek abi-ablalar belirleyeceğiz. Burslar 2017-18 eğitim öğretim yılında başlayacak. Yani Eylül 2017 de. Haziran 2018 'e kadar her ay burs verilmesi planlanan öğrencilerin her birine (derneğimiz tarafından, okul idaresi ve sınıf öğretmenleri üzerinden) 10 ay iletilecek... Belirlediğimiz burs miktarı 125 TL. (Yurt dışından gönderecekler de 3 ayda bir 100 €).
     Hediye kolisi hazırlamak isteyen hayır sahiplerine, manevi abi veya abla olacakları öğrencinin tüm bilgilerini vereceğiz ve o öğrencinin boyuna-kilosuna göre koliler hazırlayıp (1 mont, 1 uzun kollu, 1 kısa kollu gömlek, 1 kazak, 2 pantolon, 1 spor ayakkabısı, 3 atlet, 3 kilot, 3 çorap, 3-5 kitap, annesine eşarp, babasına seccade ve bir de kendisine özel mektup) okullarına göndermelerini rica edeceğiz. (Kolilere konacak ürünlerin LCW ayarında olmasını da rica edeceğiz, o da yaklaşık 300-350 TL gibi tutacaktır).

Projemize katılmak ve
bir öğrenciye hediye kolisi almak isterseniz;
gonulkardesi@hotmail.com

Öğrencilere Hediye Kolileri
2017 Mayıs ayında okulda düzenlenen programla
Teslim Edilecek
Hediye Kolilerini Gönderenler

1. Mehmet Fatih K. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi
2. Beytullah A. - Almanya - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
3. Kübra A. - Almanya - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
4. Zekiye A. - Almanya - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
5. Safiye A. - Almanya - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
6. Emine A. - Almanya - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
7. Mücahid A. - Almanya - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
8. Ayşegül C. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
9.Hakan E. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
10. Sermin Y. - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
11. Süleyman G. Edirne - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
12. Ali Osman A. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi
13. Ayşegül Gümüş Y. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
14. Kenan K. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
15-16. Selcen Ö. - 2 Öğrenciye Hediye Kolisi.
17. Gülten A. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
18-19-20. Aynur K. - Hollanda - 3 Öğrenciye Hediye Kolisi
21. Ayşe Özlem Ç. - Osmaniye - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi. 
22. Bülent T. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
23. Mustafa G. - Ankara - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi.
24. İsmail D. - Bursa - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi
25. Elif ve Ramazan A. - İstanbul - 1 Öğrenciye Hediye Kolisi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresinin 211-213. Ayeti Kerimeleri Arası.

Bakara Sûresi'nin
211-213. Ayet'i Kerimeleri Arasının Tefsiri
  • Meal
     "İsrailoğullarına sor; biz onlara nice açık mucizeler verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah'ın nimetini değiştirirse, (bilsin ki) şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır." ﴾211﴿
  • Tefsir
     İsrâiloğulları’ndan maksat Hz. Peygamber dönemindeki Medine yahudileri, sorunun konusu ise geçmişte yahudilerin yaptıklarıyla ilgilidir. Burada Hz. Peygamber’e hitaben, “İsrâiloğulları’na sor” buyurulmasından, yahudi din tarihinin müslümanlar için bir ibret ve ders kaynağı olarak değerlendirildiği anlaşılmaktadır. Bir önceki âyette inanmayan veya inandıkları halde günah işlemekten çekinmeyenler ya da Allah’ı ve melekleri apaçık görmedikçe inanmayacaklarını söyleyenler hakkında uyarılar yer almıştı. 211. âyette ise geçmişte bu tür uyarılara birçok defa muhatap olmuş bulunan İsrâiloğulları’nın tutumları ve başlarına gelenler örnek ve ibret olarak gösterilmekte; Allah tarafından onlara aydınlatıcı ve uyarıcı mahiyette nice âyetlerin verildiği veya peygamberlerinin doğruluğunu kanıtlayan mûcizelerin, belgelerin sergilendiği belirtilmekte, buna rağmen Allah’ın nimetini değiştirdiklerine işaret edilmektedir.
     “Allah’ın nimetleri”nden maksat O’nun âyetleridir; çünkü o âyetler insanların hidayet bulmalarını sağlamak üzere gönderilmiştir. Bir kimse Allah’ın âyetlerini inkâr eder, onlardan yüz çevirir ve bu yüzden hidayetten mahrum kalırsa onların değerini ve önemini takdir etmemiş olur. Âyette bu tutum “nimeti değiştirmek” diye ifade edilmektedir (başka bir âyette de “Allah’ın lutfettiği nimete nankörlükle karşılık verme” ifadesi yer almaktadır; bk. İbrâhim 14/28). Çünkü nimetin asıl işlevi hidayet sağlamak iken, onu reddeden ya da önemini takdir edemeyip nankörlük gösteren kimse, bu tutumuyla imanı küfre, hidayeti dalâlete ve sonuçta mutluluğu azaba çevirmiş olur (İbn Âşûr, II, 291).
     Nitekim âyette bu şekilde davrananların Allah’ın şiddetli cezasına müstahak oldukları bildirilmektedir.
  • Meal
     "İnkar edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay etmektedirler. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, kıyamet günü bunların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir." ﴾212﴿
  • Tefsir
     Burada da iki insan tipi yer almaktadır: Biri dünya hayatının yani dünyanın geçici zevk ve menfaatlerinin, şan ve şöhretinin, makam ve mevkiinin çekiciliğine kapılıp kalıcı iyiliklerden uzaklaşan, geçici ve aldatıcı şeyleri değer ölçüsü sayarak, bunlara sahip olmayan veya kalıcı değerler olarak görüp önemsemeyen müminlerle alay etme ilkelliğini gösteren inkârcılar; diğeri de onların alay ettikleri, fakat herkesin gerçek değerinin ölçüldüğü kıyamet gününde onlardan üstün tutulacak ve sonuçta Allah’ın hesapsız lutuflarını kazanacak olan takvâ sahipleri yani dinî duyarlılığı ve sorumluluk bilinci yüksek müminlerdir.
  • Meal
     "İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi. Kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah dilediğini doğru yola iletir." ﴾213﴿
  • Tefsir
     Ümmet “bir din üzerinde birleşen topluluk” demektir (Taberî, II, 335; ayrıca bk. Bakara 2/134). Âyetteki ümmet kelimesinin aralarında ortak inanç ve değerlerin bulunduğu, birlik ve beraberlik içinde yaşayan bireylerden oluşan topluluğu ifade ettiği anlaşılmaktadır.
     Burada iki konu kapalı bulunmaktadır:
     a) Bu ilk ümmetle hangi dönemdeki hangi topluluk kastedilmiştir?
     b) Bu ilk topluluğun ortak inanç ve yaşayışları hak mı yoksa bâtıl mı idi?
     Bazı müfessirler âyetin lafzından yola çıkarak ilk insan topluluğunun hak üzerinde değil, bâtıl üzerinde olduğunu ileri sürmüşlerse de, tefsirlerde bu ilk topluluğun hak üzerinde olduğu görüşü ağırlık kazanmıştır. Bu çerçevede yukarıdaki sorularla ilgili olarak ileri sürülen görüşlerin başlıcaları şöyledir:
     1. Bu ümmet Hz. Âdem’le Hz. Nûh arasında yaşamış olan on nesildir. Bunların inanç ve yaşayışları düzgündü; sonradan sapmalar ve farklı inançlar ortaya çıkınca Allah peygamberler gönderdi.
     2. İnsanlardan maksat Hz. Âdem ve onun çocukları, ümmetten maksat da onların inandığı hak dindir. Âdem aleyhisselâm doğru din üzerindeydi. Sonradan nesillerinde çekişmeler, kıskançlık ve sapmalar baş gösterince Allah Teâlâ peygamberler gönderdi.
     3. Âyette somut bir insan topluluğundan değil; insanların fıtratlarında, yaratılışlarının özünde bulunan hak dine, doğru inanç ve yaşayışa yatkınlıktan bahsedilmektedir. Buna göre insanlar yaratılıştan iyidirler; bir tek ümmet oluşturacak fıtrat ve tabiata sahiptirler. Sapmalar ise dış sebeplerin etkisiyle sonradan ortaya çıkmakta olup bu sapmaları önlemek veya düzeltmek için peygamberler gönderilmiştir. Nitekim “Her doğan fıtrat üzere doğar; daha sonra ana babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar” (Buhârî, “Cenâiz”, 80, 93; Müslim, “Kader”, 22-25) anlamındaki hadiste de bu gerçek ifade edilmiştir (Taberî, II, 334-337; İbn Atıyye, I, 285-287).
     4. Âyet genel insanlık tarihiyle değil, özel olarak Hz. Mûsâ’dan sonraki yahudilerle ilgilidir. Buna göre yahudiler başlangıçta bir tek ümmet olarak Mûsâ’ya inanıp onun izinden gidiyorlardı. Fakat sonradan kıskançlık ve isyankârlık duygularına kapılarak ihtilâfa düştüler; Allah da tekrar durumlarını düzeltmelerini sağlamak üzere peygamberler gönderdi.
     5. Mu‘tezile’nin önde gelen âlimlerinden Kadı Abdülcebbâr ise âyeti şu şekilde anlamıştır: İnsanlar temelde tek bir ümmet olarak, Allah’ın varlığını ve sıfatlarını kabul etmek, Allah’a kulluk ve şükretmek; zulüm, yalancılık, cahillik vb. kötülüklerden kaçınmak gibi aklî gerçekleri ve doğruları kavrayıp benimsiyorlardı. Konumuz olan âyetin üslûbundan da peygamberler gönderilmesinden önceki insanların “akıldan istifade ile düzenlenmiş bir şeriat içinde bulundukları” anlaşılmaktadır. Daha sonra ortaya çıkan çeşitli sebepler yüzünden insanlar arasında ihtilâflar doğmuş; bunun üzerine Allah Teâlâ onların bilgilerini ve inançlarını desteklemek üzere peygamberler göndermiştir (Râzî, VI, 13).
     6. M. Reşîd Rızâ ise âyetteki ümmet kelimesini dinî bir terim olarak anlamama eğilimindedir. Ona göre Allah Teâlâ ilk insanları, biyolojik varlıklarını tek başlarına sürdüremeyecek derecede birbirine bağımlı olarak yarattı. Bu durumda onlar, bedensel ve ruhsal ihtiyaçlarını ancak toplu olarak yaşayıp güçlerini birleştirerek karşılayabilirlerdi. Bu sebeple insanlar başlangıçta bir tek topluluk olarak yaşıyorlardı. Öte yandan insanların farklı görüşlere sahip olmaları ve farklı çıkarlar gözetmeleri, aralarında ihtilâflar doğmasına da yol açtı. Bu ihtilâfların ümmet arasındaki birliği bozmasını önlemek, ilişkileri hak ve adalet ölçülerine göre düzenlemek üzere peygamberler gönderildi. Peygamberler insanlara, belirlenmiş görevlere uymaları, haklarına razı olmaları halinde elde edecekleri dünya-âhiret hayır ve mutluluğunu müjdeliyor; âkıbetlerini göz önüne almadan kısa zevklerine aldanmaları halinde ümitlerinin boşa çıkacağını, işlerinin sonuçsuz kalacağını ve nihayet âhiret azabına çarptırılacaklarını bildirerek onları uyarıyorlardı (II, 282).
     Sonuç olarak âyetten anlaşıldığına göre insanlar, temelde temiz bir yaratılışa (fıtrat), hakkı kabul edip uygulamaya yatkın bir tabiata sahip olarak yaratılmışlardır ve –belki– başlangıçta, basit de olsa uyumlu ve düzenli bir topluluk olarak da yaşamışlardı. Fakat iptidai hayat şartları karşısında dayanışma ve paylaşmanın hayatî önem taşıdığı ilk devirlerden sonra zamanla insanların zihinsel yetenekleri ve ihtiyaçları geliştikçe, belki sayıları çoğaldıkça, insanlar kavim ve kabilelere bölündükçe, tabiatın zorlukları karşısında başarılar kazandıkça aralarında çatışma eğilimleri de gelişmeye başladı; sürtüşmeler arttı. Kimi insanlar yanlış düşünmeye, kişisel çıkarlarını hak ve adalet ölçülerinin üstünde tutmaya başladılar; böylece doğru olmayan görüş, inanç ve davranışlara saptılar. Nihayet insanlar arasında geniş çaplı çözülmeler, toplumsal ihtilâflar ve çekişmeler ortaya çıktı. Bunun üzerine yüce Allah tarafından peygamberler gönderildi, kitaplar indirildi. Bu peygamberler iyi yolda olan insanlara dünya ve âhirette kazanacakları güzellikleri müjdelediler; kötü yoldan gidenleri uğrayacakları sıkıntılar ve cezalar konusunda uyardılar.
     Allah Teâlâ, bu peygamberler silsilesinin son halkası olmak üzere insanlığa Hz. Muhammed’i ve onunla birlikte son kutsal kitap olmak üzere Kur’an’ı gönderdi. Hz. Muhammed pek çok bakımdan ihtilâfa düşmüş ve çözülmüş olan insanlığı yeniden toparlamak, aslî fıtratına döndürmek, onları hidayete yöneltmek, doğru inanç ve davranış ilkelerinde birleşmiş “bir tek ümmet” haline getirmek için çalışmıştır.
     Az önce geçen “Ey iman edenler! Hep birden barışa (barış, itaat, teslimiyet ve kurtuluş dini olan İslâm’a) girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin; çünkü o, apaçık düşmanınızdır” meâlindeki âyet de Kur’an’ın insan oğluna aslî fıtratını, özündeki iyiliği koruma, kötülüğe başkaldırma yolundaki çağrısıdır. Müslüman âlimlerin İslâm’ı insanlığın fıtrî dini ve dolayısıyla Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin özü ve esası olarak kabul etmeleri de aynı düşünceye dayanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de buna işaret eden pek çok âyet vardır (meselâ bk. Bakara 2/131-132, 136; Nisâ 4/163; Mâide 5/69; Hac 22/78). Allah Teâlâ geçmişte, insan oğlunun cehaleti yüzünden ortaya çıkan yanlış inanç ve yaşayış tarzlarını ortadan kaldırmak için peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş, bu suretle insanlar yeniden hidayete kavuşmuşlar; fakat zamanla kitap indirilen kavimler arasında da ihtilâflar çıkmıştır. Bu ihtilâflar iyi niyete dayalı mâkul ve meşrû anlayış farklarından kaynaklanacağı gibi kötü niyetle de çıkarılmış olabilir. Âyette “aralarındaki kıskançlık yüzünden” ifadesinden anlaşıldığı üzere, ikinci türden ihtilâfların kınandığı görülmektedir. Burada “kıskançlık” kelimesiyle açıklanan “bağy”, zulüm ve haksızlık gibi daha başka olumsuzlukları da içerir. Buna göre insanlar ilâhî kitabın anlamını daha iyi kavrayıp gereğini yerine getirmek için zihinsel çaba gösterirken farklı anlayışlar geliştirip bazı fikrî ve amelî konularda ihtilâfa düşebilirler ve buradan, mezhep denilen çeşitli anlayış farkları ortaya çıkabilir.
     Bu, geçmiş dönemlerde olmuştur, müslümanlar arasında da görülmüş ve görülmektedir. Fakat tartışmaların asıl sebebi gerçeği bulmak ve gereğince amel etmek gibi samimi bir arayış olmayıp da kıskançlık, haksızlık, düşmanlık, öfke ve kin gibi ahlâk dışı etkenler olursa, bunların ortaya çıkardığı ihtilâf dinin temel ilkelerini sarsacak, yozlaştıracak ve onu zararlı bir kurum haline getirecek boyutlara kadar varabilir. Bu da hem dinî hem de toplumsal bakımdan fitneler doğuracağı için –ki tarihte bunun örneklerine çokça rastlanmaktadır– âyette özellikle bu şekildeki ihtilâflara dikkat çekilmiş; ardından da müslümanlar kastedilerek, “Sonra Allah, izniyle, o geçmişteki kavimlerin hakkında ayrılığa düştükleri gerçeği müminlere gösterdi” buyurulmuştur.
     Şu halde insanlar kıskançlık, haksızlık, kin ve öfke gibi olumsuz duyguların esiri olarak ihtilâfa düşüp haktan sapmışlar; sonunda yüce Allah, onları yeniden hakka döndürmek üzere İslâm dinini göndermiş, Kur’an’ı indirmiş; izni ve iradesiyle bu dine inananları bütün dinlerin özü olan hakka ulaştırmış, sırât-ı müstakîme kavuşturmuştur.

Not: Bu sayfadaki tüm notlar  Kur'an Yolu Tefsiri adlı eserden alınmaktadır...

15 Mart 2017 Çarşamba

RİYÂZÜ'S SÂLİHÎN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ♥ ✿ܓ ♥ İYİLİĞİ EMİR - KÖTÜLÜKTEN NEHİY (2)

23- باب الأمر بالمعروف والنهي عَن المنكر

İYİLİĞİ EMİR - KÖTÜLÜKTEN NEHİY (2)

     Hadis-i Şerifler:
186- فالأَوَّلُ : عن أَبي سعيدٍ الخُدْريِّ رضي اللَّه عنه قال : سمِعْتُ رسُولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقُولُ : « مَنْ رَأَى مِنْكُم مُنْكراً فَلْيغيِّرْهُ بِيَدهِ ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطعْ فبِلِسَانِهِ ، فَإِنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَبقَلبهِ وَذَلَكَ أَضْعَفُ الإِيمانِ » رواه مسلم.

186. Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ i şöyle buyururken işittim dedi:
     “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.”
Müslim, Îmân 78.
Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11;
Nesâî, Îmân 17

     Açıklamalar:
     Konunun başındaki âyetleri açıklarken, “ma’ruf” ve “münker”in ne olduğunu izah etmeye çalışmıştık. O bilgileri tekrar etmeyeceğiz.
     Bu hadis, münkerin, kötülük ve fenalıkların nasıl değiştirileceği konusunda temel teşkil edici bir özelliğe sahiptir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, iyiliği emir ve kötülükten nehiy görevi, her müslüman mükellefi kapsayıcı niteliktedir. Bu hadisin ifadesinden ve görevleri sıralayış tarzından, bunu bir kere daha açıkça anlamış oluyoruz. İslâm âlimleri, genel anlamda olmak üzere, kötülükleri el ile değiştirmenin yöneticilerin, dil ile değiştirmenin âlimlerin; kalb ile değiştirmenin de bunlara güç yetiremeyen zayıfların, avamın görevi olduğunu söylerler. Böylece, her seviyedeki müslümana düşen bir vazifenin bulunduğu ortaya çıkmış olur. Bununla beraber, her seviyedeki insan, bunların hangisine güç yetirirse onu yerine getirir de denilmiştir.
     Müslümanlar, bu görevleri yerine getirecek bir yapıyı kurmak zorundadırlar. Çünkü, İslâmî hassasiyetlere sahip bir yönetim kadrosunu, doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü öğretip öğütleyecek ilim erbabını ve bu hususlarda duyarlı bir halkı yetiştirmedikçe, vazifelerini yapmış sayılmazlar.
     İyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifesini yapacak olanların, bunlara öncelikle kendilerinin uyması, sözlerinin tesirli olması açısından önemli ve gerekli ise de, zarûrî bir şart değildir. Bu niteliklere sahip olmayanlar, önce kendilerine emir ve nehiyde bulunur, sonra da başkalarından bunu isterler. Böylece iki vazifeyi birden yerine getirmiş olurlar.
     Ma’rufu emir ve münkerden nehiy vazifesini sadece bilenler yapar. Şu kadar var ki, emredilecek ma’ruf, herkesin bildiği dini farzlar ve nehyedilecek münker de bütün müslümanlarca bilinen yasaklar cinsinden ise, bu konuda bütün müslümanlar müşterektir. Şayet emirler ve nehiyler, nâdir meseler ile ilgili veya ictihâdî konularda ise, mesele sadece âlimleri ilgilendirir. Âlimler de üzerinde ittifak hasıl olan konularla ilgili emir ve nehiylerde bulunabilirler. İhtilaflı konulara girmezler.
     İyiliği emir ve kötülükten nehiy vazifesi yapan kimseler, İslâm’ın tebliğ metodunu iyi bilmelidirler. Nezâket, iyi muamele, yumuşak davranış, merhametle yaklaşma gibi genel esaslar, böyle kimselerde bulunması gereken temel vasıflardır.

     İmam Şâfiî:
     “Din kardeşine gizlice öğüt veren kimse, gerçekten nasihat etmiş ve onu süsleyip sevindirmiş olur. Fakat alenî ve herkesin gözü önünde ona öğüt veren kimse, din kardeşini son derece küçültür ve batırır” der.
     Kötülüklere mâni olup münkeri değiştirirken, elinde güç ve kuvvet bulunduran câhillere, şerrinden korkulan zâlimlere karşı son derece yumuşak davranılmalıdır. Aksi takdirde pek çok fitnelere sebebiyet verilebilir; hayır yerine şerre vesile olunur.
     Bir kötülüğü el ile değiştirmek, ona fiilî müdahalede bulunmak demektir. Meselâ haram kılındığı halde içki içen kimsenin içki kaplarını kırmak veya atmak, içkiyi dökmek ya da döktürmek, çalınmış bir malı sahibine geri vermek ya da verdirmek gibi işler böyledir. Ancak bunları yaparken, daha büyük bir kötülüğe sebeb olunmaması gerektiği prensibi hep hatırlanmalıdır. Eğer bir kötülüğü değiştirmek, kendisinin veya bir başkasının öldürülmesi gibi daha şiddetli bir fitneye sebeb olacaksa, elle değiştirmekten vazgeçip dil ile söylemeli, nasihat yolunu yeterli görmelidir. Şayet söylemek de aynı şekilde tehlike yaratacaksa, kalbiyle düzeltme yolunu tercih etmek gerekir. Kalbiyle değiştirmek demek, o şeyi kerih görmek ve ondan tiksinmektir. Bu durum, bir kötülüğe mani olmak değilse de, elinden başka bir şey gelmediği için, bununla yetinilmesi câiz görülmüştür. Çünkü, insanın kendisini, bile bile tehlikeye atması, dinimizde helal bir davranış olarak kabul edilmez. Bazı âlimler, öleceğini bilse dahi münkere açıkça karşı çıkmak gerektiğini söylemişlerse de, bu görüş doğru bulunmamıştır.
     İyiliği emir ve kötülükten nehiyde önemli olan bir hususa daha işaret etmemiz gerekir. Devleti yönetenler, yönettikleri birimler üzerinde nasıl yetkili ve o nisbette sorumlu ise, aile reisi de ailesinden ve velâyeti altında bulunanlardan aynı şekilde sorumludur. O halde, kişinin eşinde, çocuklarında, küçük kardeşlerinde ve hizmetinde bulunanlarda gördüğü kötülükleri, ma’rufu emir ve münkeri nehyin umûmî kâideleri içinde düzeltmesi üzerine bir vecibedir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz:

     1. Ma’rufu emir ve münkerden nehiy vazifesini yerine getirecek bir yönetimi teşekkül ettirmek, bu vazifeyi îfâ edecek âlimler yetiştirmek ve bir cemaat oluşturmak müslümanlar üzerine farz-ı kifâyedir.
     2. Hangi vasıtayla mümkünse ve hangisine güç yeterse münkeri, kötülükleri onunla önlemek her müslümanın üzerine vecibedir.
     3. Toplumdaki kötülükleri önlemede, genel anlamda olmak üzere, el ile, yani fiilen engel olmak yöneticilerin; dil ile, yani tebliğ, öğretim, îkaz ve nasihatla engel olmak âlimlerin; kalben buğz etmek, kötülükten nefret etmek ve tiksinmek suretiyle karşı gelmek de halkın görevidir.
     4. İyiliği emir ve kötülükten nehiy, İslâm ümmetinin müşterek sorumluluğudur.

187- الثَّاني:عن ابنِ مسْعُودٍ رضي اللَّه عنه أَنَّ رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «مَا مِنَ نَبِيٍّ بعَثَهُ اللَّه في أُمَّةٍ قَبْلِي إِلاَّ كان لَه مِن أُمَّتِهِ حواريُّون وأَصْحَابٌ يَأْخذون بِسُنَّتِهِ ويقْتدُون بأَمْرِه، ثُمَّ إِنَّها تَخْلُفُ مِنْ بعْدِهمْ خُلُوفٌ يقُولُون مَالاَ يفْعلُونَ ، ويفْعَلُون مَالاَ يُؤْمَرون ، فَمَنْ جاهدهُم بِيَدهِ فَهُو مُؤْمِنٌ ، وَمَنْ جاهدهم بقَلْبِهِ فَهُو مُؤْمِنٌ ، ومَنْ جَاهَدهُمْ بِلِسانِهِ فَهُو مُؤْمِنٌ ، وليس وراءَ ذلِك مِن الإِيمانِ حبَّةُ خرْدلٍ » رواه مسلم.


187. İbni Mes’ûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

     “Allah Teâlâ’nın benden önceki her bir ümmete gönderdiği peygamberin, kendi ümmeti içinde sünnetine sarılan ve emrine uyan ihlâslı ve seçkin yakın çevresi ve ashâbı vardı. Bu samimi çevre ve ashâbından sonra, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklarını yapan kimseler onların yerini aldı. Böyle kimselerle eliyle cihad eden mü’mindir, diliyle cihad eden mü’mindir; kalbiyle cihad eden de mü’mindir. Bu kadarcığı da bulunmayanda hardal tanesi ağırlığında bile iman yoktur.” Müslim, Îmân 80

     Açıklamalar:
     Ümmet kelimesi, bir peygambere tâbi olan insanlar topluluğu demekse de, bazı kere, burada olduğu gibi, daha umûmî mânada peygamberin dine davet ettiği kimseleri ifade için de kullanılır. Bu mânaya kâfirler de dahildir. Bu sebeble müslümanlara “ümmet-i icabet”, kâfirlere de “ümmet-i dâvet” denilir.
     Bir peygambere yakın olmak, onun ashâbı olmak veya ümmeti olmak, kendi içinde fazilet dereceleri ifade ederse de, her biri önemli ve kıymetli mertebelerdir. Hadiste geçen “havâriyyûn” tabirini “ihlâslı ve seçkin yakın çevre” şeklinde tercüme etmeyi uygun bulduk. Çünkü bu kelimeyle kastedilenler, peygamberlere son derece sâdık ve bağlı olan gruptur. Bazıları, bu kelimenin, “ensar” yani peygambere yardımcı olanlar demek olduğunu söylerler. Bu mâna da uygundur. Ancak peygamberin ashâbı arasında bu nitelikte olmayanlar bulunabilir, hatta böyleleri çoğunlukta olabilirler. Ümmet ise çok daha farklı niteliklere sahip ve içinde her çeşit insanın bulunduğu büyük çoğunluğu ifade eder ki, geçmiştekileri, bugün yaşayanları ve gelecek olanları da içine alan bir tabirdir.
     Bunlar arasında seçkin olanlar, o peygamberin sünnetine, yani gösterdiği hidâyete tâbi olan ve onun yolunu takib eden, emir ve yasaklarına uyanlardır. Bunlara zıt hareket edenler, peygamberin sünnetinden sapanlar ise “hulûf” diye adlandırılırlar. Hulûf, kötü nesil anlamındadır. Buna karşılık “halef” tabiri de, arkadan gelen iyi nesil anlamını ifade eder.

     Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:
     “Onlardan sonra yerlerine öyle bir kötü nesil geldi ki, namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular” [Meryem sûresi (19), 59].
     Hadîs-i şerifte, kötü neslin vasfı, yapmadıklarını söylemek, emrolunmadıklarını yapmaktır diye özellikle belirtilmektedir. Böylece sapmanın nasıl ve nerelerde olduğunu öğrenmekteyiz. Böyleleri Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır: “Ettiklerine sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlananların, onların azabdan kurtulacaklarını hiç sanma. Elem verici azab onlaradır” [Âl-i İmrân sûresi (3), 188].

     Hz. Peygamber, dinde sapıklığa düşenler, peygamberin açtığı hidayet çığırından ayrılanlar ve sünnetleri değiştirmeye kalkanlarla cihad etmenin, imanın bir gereği ve mü’min olmanın şartı olduğunu belirtir. Peygamberimiz’in burada “cihad eden” tabirini kullanması dikkat çekicidir. Bizim bundan anlamamız gereken, iyiliği emir ve kötülükten nehyin de bir cihad olduğu gerçeğidir. Şu halde cihad elle, dille, kalble olabilmektedir. Bu anlayış, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde, cephede yapılan cihadı ihmal, terk, küçümseme veya ondan vazgeçme anlamına gelmez. Ancak, cihad sadece cephede yapılan savaştan ibarettir, tarzındaki anlayışın eksik olduğunu ortaya koyar. Çünkü her zaman cephede savaşmak gerekmeyebilir. Hatta bir çok başarının cephe dışında kazanılabileceği, Allah’ın dinini yaymanın ve insanları İslâmlaştırmanın pek çok yolu ve yöntemi olduğu görülen ve bilinen bir gerçektir. Bunları cihad saymamak mümkün değildir. İlgili bahislerde daha geniş ele alındığı için, burada cihadın çeşitleri ve önemi üzerinde tekrar uzun boylu duracak değiliz. Netice itibariyle, ma’rufu emir ve münkerden nehiy cihadın en önemlilerinden biridir. Hatta cephede cihad edecek bir ordu ancak bu sayede oluşturulabilir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1. Şeriatın emir ve yasaklarına uymayanlar, Peygamber’in sünnetini terkedenlerle yapılan mücadele cihaddır. Bu cihad elle, dille ve kalble yapılır.
     2. İslâmî bir yönetimde idareci, inanan insanları dinin emirlerine uymaya zorlayabilir.
     3. Dinin münker, haram, günah, yasak kabul ettiğini, kalben böyle kabul etmeyenin imanı gider.
     4. İyiliği emir ve kötülükten nehiy de bir cihaddır.

188- الثالثُ: عن أَبي الوليدِ عُبَادَةَ بنِ الصَّامِتِ رضي اللَّه عنه قال: « بايعنا رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم على السَّمعِ والطَّاعَةِ في العُسْرِ وَاليُسْرِ والمَنْشَطِ والمَكْرَهِ ، وَعلى أَثَرَةٍ عَليْنَا، وعَلَى أَنْ لاَ نُنَازِعَ الأَمْرَ أَهْلَهُ إِلاَّ أَنْ تَرَوْا كُفْراً بَوَاحاً عِنْدكُمْ مِنَ اللَّه تعالَى فيه بُرهانٌ ، وعلى أن نقول بالحقِّ أينَما كُنَّا لا نخافُ في اللَّه لَوْمةَ لائمٍ» متفقٌ  عليه.«المنْشَط والمَكْره» بِفَتْحِ مِيميهما:أَيْ: في السَّهْلِ والصَّعْبِ. «والأَثَرةُ:الاخْتِصاصُ بالمُشْتَرك ، وقَدْ سبقَ بيَانُها. «بوَاحاً»  بفَتْح الْبَاءِ المُوَحَّدة بعْدَهَا وَاوثُمَّ أَلِفٌ ثُمَّ حاء مُهْمَلَةٌ أَيْ  ظَاهِراً لاَ يَحْتَمِلُ تَأْوِيلاً.

     188. Ebü’l-Velid Ubâde İbni Sâmit radıyallahu anh şöyle dedi:
     Biz Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ e zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda, başkaları bize tercih edildiği zamanlarda kendisini dinleyip itaat etmeye, açıkça küfür sayılan bir şey yapmadıkları sürece devleti yönetenlerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım hakkı söyleyeceğimize ve Allah hakkı için hiçbir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza dair bey’at ettik.

Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İmâre 41.
Ayrıca bk. Nesâî, Bey’at 1, 2, 3;

İbn Mâce, Cihâd 41
     Ubâde İbni Sâmit İbni Kays:
     Ubâde, sahâbe-i kirâmın önde gelenlerinden biridir. Ensardan olup, Hazrec kabilesine mensuptur. Künyesi Ebü’l-Velîd’dir.
     Ubâde İbni Sâmit, birinci ve ikinci Akabe biatlarında bulundu. Hz. Peygamber ensar ile muhacirler arasında kardeşlik bağı kurarken Ubâde İbni Sâmit ile Ebû Mersed el-Ganevî’yi kardeş yaptı. Ubâde, Resûl-i Ekrem Efendimiz’le birlikte Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e ve diğer bütün gazvelere katıldı.
     Hz. Peygamber, Ubâde’yi, bazı vergileri ve zekâtı toplamak üzere görevlendirirken şöyle demiştir:
     “Allah’dan kork ve çok dikkatli ol! Kıyamet gününde Allah’ın huzuruna, böğüren bir deveyi veya bir ineği, meleyen bir koyunu ve keçiyi yüklenmiş olarak gelme!” Bunun üzerine Ubâde:
     Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, iki kişiye bile idareci olmayacağım, dedi.
     Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, Kur’an’ın tamamını ezber bilen beş Medine’liden biri de Ubâde İbni Sâmit’ti. Diğerleri, Muâz İbni Cebel, Übey İbni Ka’b, Ebû Eyyub ve Ebü’d-Derdâ idiler.
     Ubade, Suffe ehline Kur’an öğretmekle görevliydi. Müslümanlar Suriye topraklarını feth edince, Ömer İbni Hattab, Ubâde’yi, Muaz İbni Cebel ve Ebü’d-Derdâ ile birlikte Kur’an’ı öğretmek ve İslâm’ı tebliğ görevini yapıp halkı eğitmek üzere Suriye’ye gönderdi. Ubâde Humus’ta, Ebü’d-Derdâ Dımaşk’da, Muâz da Filistin’de yerleştiler. Daha sonra Ubâde, Filistin’e gitti. Ubâde’nin hoş karşılamadığı bir hususta Muâviye kendisine muhalefet etmiş ve ağır sözler söylemişti. Bunun üzerine Ubâde:
     – Ebediyyen seninle bir yerde yerleşip oturmayacağım, dedi. Sonra da Medine’ye göç etti. Bunun üzerine Hz. Ömer:
      Seni getiren sebeb ne? diye sordu, o da olup biteni kendisine haber verdi. Hz. Ömer:
      Yerine dön! Allah, senin ve benzerlerinin olmadığı bir yeri hayırsız kılar beğenmez, dedi. Muâviye’ye de bir mektup yazarak:
      Senin Ubâde üzerinde emirliğin yoktur, diye emretti.

     Filistin’e kadı olarak gönderilen ilk sahâbî Ubâde idi. O, Peygamber Efendimiz’e, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak üzere biat etmişti. Resûl-i Ekrem’den 181 hadis rivayet etti.

     Ubâde İbni Sâmit 34 (654) yılında Remle’de, 72 yaşında iken vefat etti. Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar:
     Hadîs-i şerîfin bu bölümde zikredilmesinin sebebi, her hal ü kârda hakkı söylemek, kimsenin kınamasından korkmamak gibi ma’rûfu emir ve münkeri nehiy ile ilgili konuları ihtiva etmesidir.
     Hz. Peygamber, İslâm’ı yeni kabul eden sahâbîlerle biatlaşıp, ahitleşirdi. Bu esnada, birtakım şartlar öne sürer ve onlara uyulmasını isterdi. İşte burada, o şartlardan bazılarını görüyoruz. Bunların bir kısmı, açıklamaya ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.
     Hadiste anılan tercih, Hz. Peygamber’in herhangi bir şahsı, kendisine yardım etmede, ganimet dağıtmada, bir mevki ve makama getirmede bir başkasına tercih etmesi, onu seçmesidir. Bu durumda, Allah Resûlü’ne biat etmiş olan kişi, sabredecek, hased etmeyecek ve Peygamber’e karşı gücenmeyecek ve aksi bir davranışta bulunmayacaktır. Çünkü Peygamber doğru olanı yapar.
     İdarecilik, son derece lüzumlu fakat mes’uliyetli bir iştir. İnsanlar baş olmaya, bir mevki ve makama gelmeye düşkündürler. İslâm dini insanları bu konuda hırslı olmamaya, emirlik, idarecilik istememeye teşvik eder. “Vazife istenilmez, verilir” prensibi yerleştirilmeye çalışılır. Bütün bunlara rağmen, insanlar arasında kavgaların, hatta savaşların sebebi, baş olma yarışıdır. Peygamber Efendimiz’in bu konuyu biat şartları arasına alması, öneminin büyük olmasından ve insanların her biriyle alâkalı yönü bulunmasından, toplum nizamının da buna bağlı olmasından kaynaklansa gerektir.
     İslâm’da aslolan, yöneticiye itaat etmek ve ona karşı gelmemektir. Hatta yönetici günah işleyen ve günahını açıktan işleyen bir fâsık olsa bile, ona karşı ayaklanmak bir fitneye ve kan dökülmesine sebeb olacağı için câiz görülmemiş, sadece o konuda kendisine itaat etmemek gerektiğine hükmolunmuştur. Görüldüğü gibi itaatın zıddı mutlaka isyan ve başkaldırı değildir.
     Şu kadar var ki, İslâm toplumunda fâsık bir devlet reisi ve imam daha baştan seçilmez ve kendisine biat edilmez. Kâfir bir kimsenin İslâm toplumunda devlet başkanı olamayacağı ve kesinlikle kabul edilmeyeceği konusunda ise ümmetin icmâı vardır. Şayet seçildikten sonra küfre döner veya kâfir olduğu anlaşılırsa, görevden uzaklaştırılır. Hadisimizde de ifade edildiği gibi, küfrü açıkça belli olmadıkça, kendisine karşı harekete geçilmez. Namazı kasden terkeder, insanları namaz kılmaya davet etmezse, böyle bir idareciye karşı da aynı şekilde hareket edilir. Çünkü böyleleri, ya açık bir inkâra ya da dini değiştirmeye sapmıştır. Netice olarak kâfire, dini değiştirip ifsat edene, dinin ahkâmını bozan bid’atçıya itaat edilmez ve müslümanların böylelerini “hall” etmesi, vazifeden uzaklaştırması, yerine âdil bir idareciyi getirmesi üzerlerine vâcip olur. Şayet buna güç yetiremezlerse, bulundukları ülkeyi terkederek, dînî bir hayat yaşayabilecekleri bir yere hicret ederler. Bu onlar için en son tercihtir.
     Burada önemli bir ayrıntıya da işaret etmemiz gerekir. Şöyle ki: İmam Şâfiî’ye göre fâsık, açıkça günah işleyen ve bunda ısrar edip vazgeçmeyen idareciyi de azletmek, görevden uzaklaştırmak dînî bir vecibedir.
     Müslümanlar, nerede ve hangi şartta olursa olsun, hakkı söylemekle görevlidirler. Bunun dozu şekli ve niteliği, içinde bulunulan hale göre değişir. Böyle yaparsam beni ayıplarlar diye de düşünülmez.

     Hadisten Öğrendiklerimiz:
     1.
İslâm devletinin başkanı, müslümanlarla, İslâmî emir ve yasaklara riâyet konusunda biat alır ve sözleşme yapar.
     2. Ma’siyet, yani günah ve haram olan konularda idareciye itaat edilmez.
     3. Küfrü ve dini bozucu nitelikteki bid’atı açık olan idareciyi “hall” etmek, görevden uzaklaştırmak, müslümanlar için vâciptir.
     4. İslâm’da aslolan yöneticiye itaattır, bunun zıddı mutlaka isyan değildir. Bu arada ma’rufu emir ve münkerden nehiy büyük önem taşır.
     5. Yönetici fâsık bile olsa, ona karşı isyan ve baş kaldırma, daha büyük fitneye ve kan dökülmesine sebeb olacağından bu yol tercih edilmez.
     6. Her halde ve şartta hakkı yaşamanın, iyiliği emir ve kötülükten nehyin yolu bulunur. Mümkün olanı yapmak, müslümanlar üzerine bir vecibedir.

~~~ * ~~~~~ * ~~~
Riyâzü's Sâlihînİmam Nevevi
Yayınevi: ERKAM YAYINLARI
Çevirmen: Prof. Dr. Raşit Küçük,
Prof. Dr. Mehmet Yaşar

07-08-09-10 Mart İSTANBUL - BOSNA TURU (THY ile)

07-08-09-10 Mart 2024 BOSNA KARADAĞ TURU (THY ile ve VİZESİZ) 3 GECE / 4 GÜN 4* lı OTELLERDE KONAKLAMA Saraybosna - Konjic – Blagaj - Mosta...