18 Mart 2013 Pazartesi

İSLAM TARİHİ / Yemâme Emîrinin İslâma Dâvet Edilmesi

İSLAM TARİHİ
Yemâme Emîrinin İslâma Dâvet Edilmesi

     Yemame Hükümdarı Hevze b. Ali, Hıristiyandı.
     Peygamber Efendimiz, Hicret’in 7. senesi Muharrem ayında bu hükümdarı da İslamiyete davet etmek üzere Salit bin Amr’ı vazifelendirdi ve yazdığı bir mektupla onu Yemame’ye gönderdi. [1]
     Mektubu alan Salit b. Amr, durup dinlenmeden yol alarak hükümdarın ya­nına vardı ve Efendimizin mektubunu ona verdi. Mektu­bu okutunca, Resûl-i Ekrem’in kendisine şöyle hitap ettiğini gördü:
     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah’ın Resûlü Muhammed’den, Hevze b. Ali’ye!
     “Doğru yolda gidenlere selam olsun!
     “Şunu iyi bilmelisin ki benim dinim yakında dünyanın en uzak ufuklarına kadar parlayacaktır! Binaenaleyh, ey Hevze, sen de Müslüman ol ki selamete eresin! Ben de, hükmün altındaki memleketin idaresini sana bırakayım!” [2]
     Hevze, bu daveti kabul edemeyeceğini nâzik bir üslûpla ifade etti. Ancak Salit (r.a.), bu hareketinin yanlış olduğu­nu söyleyerek onu davete icabete ça­ğırdı. Fakat Hevze, saa­det dairesinden uzak kaldı. Şüphesiz, bu uzak kalışta saltanatta kalma arzusu büyük rol oynuyordu. Bunu, kendisi de, bizzat bir Hı­ristiyan büyüğüne şöyle ifade etmişti:
     “Ben, kavmimin hükümdarı bulunuyorum; ona tâbi olay­dım, o takdirde hükümdarlık yapmayacaktım!” [3]
     Bununla birlikte Hevze, Peygamber Efendimize verilmek üzere, bir mek­tupla birtakım hediyeleri elçi Hz. Salit vasıtasıyla gönderdi.
     Pey­gam­be­ri­mizin Hevze’ye Bedduası
     Salit b. Amr (r.a.), Medine’ye dönerek, Resûl-i Ekrem Efendimizin huzu­runa vardı. Olup bitenleri anlattıktan sonra, Hevze’nin gönderdiği mektubu Efendimize verdi. Hevze, mektubunda, Efendimize şöyle diyordu:
     “Davet ettiğin şey çok iyi, çok güzel!
     “Ben, kavmimin hatibi ve şâiriyim! Araplar da benim kavmimden korkar­lar! Bana, işinden bazı salâhiyetler ver de sana tâbi olayım!” [4]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu yersiz teklif için, “Yerdeki bir hur­ma koru­ğu­nu bile istese, ona vermem!” buyurduktan sonra, kendisine tâbi onca insanın hi­dayetine de mani olduğundan dolayı Hevze’ye, “Elindeki her şey yok ol­sun!” diye beddua etti. [5]
     Bu tarihten bir yıl sonra Cebrail (a.s.) gelip, Efendimize, Hev­ze’­nin kâfir ola­rak öldüğünü haber verdi. [6]
     Böylece, Resûl-i Ekrem Efendimiz, gönderdiği elçiler ve davet mektupları ile cihanşümûl İslam davasını o zamanın bütün devlet reislerine bildirmiş, İs­lam’ın sesini bütün dünyaya duyurmuş oluyordu.
     Bu davete, o zamanın iki büyük devleti olan Habeşistan ve Bizans hüküm­darlarının cevabı gayet müspet geliyordu. Hatta Ne­câ­şî, İslam’la şereflendi. Heraklius ise, Pey­gam­be­ri­mizin hak peygamber olduğunu anladığı halde sa­dece dünya saltanatı için iman etmekten çekiniyordu. Aynı şekilde, Mısır Hü­kümdarı Mu­kavkıs da, Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisini ve mektubunu gayet iyi karşı­lı­yor ve müspet cevapta bulunuyordu. Bu davete muhatab olan Yemame Hü­kümdarı Hevze b. Ali de, Hz. Re­sû­lul­lah’ın elçisine gayet iyi mu­a­me­lede bulu­nuyor ve daveti nâzik bir üslûpla kabul etmediğini belirtiyordu.
     Geri kalan iki kişi ise, bu davete, menfi cevapta bulunuyordu. Hatta bun­lardan biri olan İran Kisrâsı, küstahça Pey­gam­be­ri­mizin mektubunu yırtı­yordu. Diğer biri olan Gassan Hükümdarı Hâris b. Ebî Şimr ise, haddini aşarak Efendimizin davet mektubunu yere atı­yordu.
___________________________________________________________________
Dip Notlar:
[1] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 254.
[2] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 74; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 303.
[3] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 270.
[4] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 262; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 303.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 262; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 74; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 303.
[6] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 262; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 270.

15 Mart 2013 Cuma

İSLAM İLMİHALİ / ZEKÂT / MAHİYETİ ve ÖNEMİ

İSLAM İLMİHALİ

Sekizinci Bölüm

ZEKÂT
İkinci Konu
MAHİYETİ ve ÖNEMİ

     Zekâtın kelime anlamı "artma, çoğalma, arıtma ve berekettir". "Doğru söylemek, sözünü tutmak" anlamına gelen sıdk kökünden alınmış olan ve Kur'an ve Sünnet'te zekât anlamında da kullanılmış olan sadaka kelimesi, daha sonraki devirlerde gönüllü malî ödemeler için kullanılmaya başlanmıştır. Fıkıh terminolojisinde ise zekât, Allah'ın, belirli yerlere sarfedilmek üzere dince zengin sayılan kişilerin mallarından belli bir payın alınması işlemini ifade eder.

     Kur'ân-ı Kerîm'de zekât kelimesi iki yerde (el-Kehf 18/81; Meryem 19/13) sözlük anlamında; sekizi Mekke döneminde nâzil olan sûrelerde olmak üzere otuz âyette ise terimsel anlamda kullanılmıştır. Bu âyetlerin yirmi yedisinde namazla birlikte zikredilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren müslümanlar zekât fikrine alıştırılmış, daha sonra da, zengin olanların bu imkânını belli oranda fakirlerin ve toplumun ihtiyacı için harcaması gerektiği, bunun namaz ibadeti kadar önemli olduğu hususu vurgulanmıştır.
     Zekâtın Medine döneminde farz kılındığı bilinmekle birlikte bunun hangi yılda gerçekleştiği tartışmalıdır. Bir tesbite göre zekât hicretin 2. yılında ramazan orucundan önce, diğer bir tesbite göre ise aynı yıl ramazan orucundan sonra farz kılınmıştır. Buhârî'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber'in zekât farz olmadan önce fıtır sadakasını vermeyi emrettiği, zekât farz kılındıktan sonra ise fıtır sadakası konusuna değinmediği, ancak müslümanların her ramazan ayında bayram namazından önce fıtır sadakası vermeye devam ettikleri belirtilmektedir (Buhârî, "Zekât", 76). Bu hadis, fıtır sadakasının zekâtın farz olmasından önce emredildiğini gösterdiğine göre ve orucun farz kılındığını bildiren âyet hicretin 2. yılında indiğine göre, zekâtın ramazan orucundan sonra farz olması gerekmektedir.
     Kur'ân-ı Kerîm'de ve Hz. Peygamber'in sünnetinde zekât daima namazla birlikte zikredilmiştir. Bu husus namazla zekât arasındaki kuvvetli bağlılığa, kişinin Müslümanlığının ancak bu ikisini eda etmekle olgunluk derecesine ereceğine bir delildir. Namaz bedenî, zekât ise malî bir ibadettir. İkisine hâkim olan ruh Allah'a yaklaşmak ve onun rızâsını kazanmaktır.
     Kur'an zekât vermeyi, müminlerin, muhsinlerin, iyi ve müttaki kulların vasıflarından saymıştır. O halde müminler, muhsinler, müttakiler zümresinde yerini almak isteyen bir zengin, zekâtını verecek namazını da kılacaktır. Zira Cenâb-ı Allah kurtuluşa erecek müminlerin bir özelliğinin de zekâtlarını vermeleri veya zengin olup da zekât verebilmek için çalışmaları olduğunu haber vermektedir (el-Mü'minûn 23/1-4). Yine bir hadiste, her insanın sadaka vermesi bir ödev olarak telakki edilmiş ve bu uğurda çalışması teşvik edilmiştir (Buhârî, "Zekât", 30).
     Kur'ân-ı Kerîm'de zekâtın mâna ve öneminden bahseden birçok âyet vardır:
     "Hidâyet ve müjde namaz kılan, zekât veren müminler içindir" (Lokmân 31/3-4).
     "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyi olmak demek değildir. Asıl iyi olan, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve kölelere sevdiği maldan harcayan, namaz kılan ve zekât verenler... dir" (el-Bakara 2/177).
     Kur'ân-ı Kerîm müşrikleri kötülerken onların vasıflarından birinin zekât vermemek olduğunu zikreder:
     "Yazıklar olsun o müşriklere ki, onlar zekât vermezler ve âhireti de inkâr ederler" (Fussilet 41/6-7). Burada hem onların toplumdaki ihtiyaç sahibi kimseler için harcama yapmadığı, bencil davrandığı ifade edilmiş hem de zekâtın ve âhirete imanın müminlerin iki temel özelliği olduğu vurgulanmıştır.
     Zekât vermeyen bir zengin Allah'ın geniş rahmetine, Allah ve Resulü'nün dostluğuna da hak kazanamaz. Zira Allah Teâlâ şöyle buyurur:
     "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır. Ben onu, sakınan, zekât veren ve âyetlerime iman edenlere has olmak üzere tesbit edeceğim" (el-A`râf 7/156).
     "Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve boyun bükerek namazı kılan, zekâtı veren müminlerdir" (el-Mâide 5/55).
     Bütün bu âyetler zekâtın ne büyük önem taşıdığının açık delilleridir.
     Zekât, fıkıh dilinde sadece "farz" diye bilinen hükümlerden biri olmayıp, aynı zamanda İslâm binasının üzerine inşa edildiği beş büyük sütundan biridir; İslâmiyet'i karakterize eden kurumlardandır. İslâm'ın beş şartından biri olan namaz bedenî ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri simgeler. Zekât her şeyden önce bir ibadettir. Müslüman bu ibadeti Allah'ın emrine uyarak, O'nun rızâsına kavuşmayı dileyerek gönül hoşnutluğu ve halis bir niyetle yerine getirmelidir. Çünkü, ancak bu şekilde eda edilen zekât Allah katında kabul görebilir.
     Zekâtını öncelikle zamanı ve mekânı yaratan yüce Allah'ın emri olduğu için ödeyen, bu ve diğer ibadetleri O'na yakın olmak, O'na şükretmek amacıyla yerine getiren müslüman, âhiret hayatının nimetlerine ve cennette Allah'a yakın olmaya ehil olur.
     Zekâtın bu ibadet mânası yanında bir de yüce insanî hedefleri, üstün ahlâkî değerleri ve iktisadî gayeleri vardır. Kur'ân-ı Kerîm zekâtın hedeflerini "tathîr" (temizleme) ve "tezkiye" (arıtma) kelimeleriyle özetler:
     "Onların mallarından sadaka (zekât) al. Onunla kendilerini temizlemiş ve tezkiye etmiş olursun" (et-Tevbe 9/103). Bu iki kelime zenginin ruh ve nefsinin, mal ve servetinin hem maddî hem de mânevî yönden temizlenme ve arınmasını içine almaktadır. Bunları şöyle açıklamak mümkündür: Zekât veren, başta cimrilik olmak üzere birçok kötü huy ve alışkanlıktan arınır. Cimrilik fert ve toplum için kötü bir hastalıktır. Bu hastalık kişiyi mal uğruna kan dökmeye, vatana ihanete, devlet malını yemeye kadar götürür. İşte zekât -verildiği oranda- ödeyenin duygularını mala tutkunluk zilletinden temizler, paraya kulluk bağından kurtarır.
     İslâm dini insanın sadece Allah'a kul olmasını, Allah'tan başka her şeyin esaretinden kurtulmasını, yaratılmışların efendisi olma özelliğini korumasını arzu etmektedir. Bunun bir yolu da zenginin her sene malının zekâtını vererek hem Allah'ın emrine boyun eğmesi hem de dünya malının kendisine geçici bir süre için tevdi edilmiş bir emanet olduğunun bilincine varmasıdır.
     Bencillikten kurtulan, paraya ve mala düşkünlükten temizlenen, darda kalmışların yardımına koşmayı huy edinen kimseler Allah'ın ve elçisinin ahlâkı ile ahlâklanırlar.
     Zekât, Allah'ın verdiği nimetlere şükürdür. Namaz, oruç gibi bedenî ibadetler, Allah'ın ihsan ettiği vücut sıhhat ve selâmetinin şükrüdür. Başta zekât olmak üzere yapılan gönüllü malî ödemeler de mal nimetinin şükrüdür. Bu duygularla zekâtını veren mümin her nimetin, meselâ sağlığın, ilmin, sanatın şükürlerinin o nimetlerle ödeneceğinin şuuruna varır.
     Zekât, zenginin sadece kötü huy ve duygularını gidermekle kalmaz, onun malını da başkalarının haklarından temizler. Zenginin malında fakirin ve ihtiyaç sahibinin hakkı bulunduğundan bu hak ayrılıp verilmedikçe mal temizlenmiş sayılmaz.
     Sosyal dayanışma sisteminin temelini oluşturan zekâtın, bir ibadet anlayışıyla ele alınması ve fakir, kimsesiz, muhtaç, yetim, yolda kalmış ve borçlu gibi yardıma muhtaç bütün sınıfları kapsayacak kadar geniş olması, İslâm dininin toplumsal bütünleşme, kaynaşma ve dayanışmaya büyük bir önem atfettiğini gösterir. Günümüzde insanların devletten vergi kaçırmak için ince muhasebe hesapları yaptırdıkları düşünülürse, modern vergilendirme prensiplerinin hemen hepsini bünyesinde taşıyan zekâtın bu yaklaşımla ele alınmasının sağladığı yararlar daha iyi anlaşılır. Zekât, sosyal güvenliğin finansmanında, herhangi bir zarar ve felâkete uğrayan insanlara yardım elinin uzatılmasında mükemmel bir araçtır.
     Zekât teriminin taşıdığı artma ve üreme (nemâ) dikkat çekicidir. Yoksul zümrelerin eline geçen para her şeyden önce insan onurunu geliştirir, iş gücü kalitesini artırır, bunun yanında artan satın alma gücü sayesinde yükselen umumi, talep hacmi ekonomik hayata dinamizm getirir.
     İslâm ekonomisinin ekseni olan zekâtın en dikkate değer özelliği İslâm'ın şartlarından sayılıp tek tek fertlerin vicdanlarına mal edilmiş olmasıdır. Asrımızda devletlerin yükledikleri vergilerden her ülkedeki vatandaşların kaçmaya çabaladıkları ve bu uğurda çeşitli muhasebe oyunları geliştirdikleri göz önünde bulundurulursa zekâtın bu yönü daha iyi anlaşılır.
     Zekât, servet biriktirip onu âtıl hale getirmenin amansız düşmanıdır. Biriken servet zekâtın tarhedildiği birinci kalem matrahtır. Aşağıdaki âyetleri düşünerek okuyan müslümanların, imkân sahibi olduklarında zekât vermemeleri mümkün değildir.
     "Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar için acıklı bir azabı müjdele. O gün (bu altın ve gümüşler) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanacak ve (o esnada) işte nefisleriniz için toplayıp, sakladıklarınız; artık saklayıp istifçilik ettiğiniz bu nesnelerin acısını haydi tadın! (denilecek)" (et-Tevbe 9/34-35).
     Zekât sermayeyi yatırıma zorlar. Çünkü elde âtıl tutulup yatırıma yönlendirilmeyen sermaye, yıldan yıla zekât ödemeleri sebebiyle erimeye yüz tutar.
     Zekât sayesinde zenginle fakir arasında güven, saygı ve sevgi oluşur. Zengin zekâtını verirken fakiri incitmemek için âzami titizliği gösterir. Çünkü Kur'an bu şekilde muamele edenleri övmüş, iyilik yapıp da bunu insanların başına kakmanın yapılan iyiliğin, değerlerini düşürdüğünü haber vermiştir.

13 Mart 2013 Çarşamba

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET - 5

HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
İHLÂS ve NİYET
GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE,
SÖZLERDE VE HALLERDE İYİ NİYET VE İHLÂS (5)
   11.    Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi küsur derece daha sevaptır. Şöyleki bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler:
     Allahım! Ona merhamet et!
     Allahım! Onu bağışla!
     Allahım! Onun tövbesini kabul et! diye ona dua ederler.”
     (Buhârî, Salât 87, Ezân 30, Büyû` 49; Müslim, Tahâret 12, Mesâcid 272. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Salât 48; İbni Mâce, Tahâret 6, Mesâcid 14)

     Açıklamalar

     İslâmiyet birlik ve beraberliği vazgeçilmez görmüş, bunu sağlayacak hususlardan biri olan cemaatle namaz kılmaya büyük önem vermiştir. Bu sebeple evde ve işyerinde yalnız başına kılınan namaza nisbetle câmide diğer mü’minlerle birlikte kılınan namazı çok daha üstün görmüştür. Burada zikredildiği gibi cemaatle kılınan namaza, tek başına kılınan namazdan yirmi küsur, bazı rivayetlerde yirmi beş, hatta yirmi yedi misli sevap verilmesinin sebebi de budur.
     Evde ve işyerinde cemaatle kılınan namaz, câmide cemaatle kılınan namaz gibi değerli olmamakla beraber, tek başına kılınan namazdan elbette daha sevaptır. İşyerinde, daha yaygın ifadesiyle çarşı pazarda kılınan namaz o kadar makbul görülmemiştir. Zira işyerlerinde mal alınıp satılırken genellikle yalan söylenir, insanlar aldatılır, çeşitli haksızlıklar yapılır. Bunlara bir de müşteriyi kaçırmama telâşı, malını satma arzusu eklenince, işyerlerinde gönül huzuruyla namaz kılmak iyice zorlaşır.
     Hadîs-i şerîfimizde, namaz kılmak üzere câmiye gidecek kimsenin önce güzelce abdest alması istenmektedir. Güzelce abdest almak ifadesiyle, abdest organlarının iyice yıkanması, abdestin sünnetlerine ve âdâbına uyulması kastedilmektedir. Sonra da o kimsenin bir başka iş için değil, sadece cemaatle namaz kılmak için yola çıkması gerekmektedir. Yani ihlâs ve niyeti tam olmalıdır.
     Evin câmiye uzak olması, câmiye girinceye kadar atılan her adım sebebiyle bir derece yükseltilmek ve bir günahı bağışlanmak imkânı verir. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu konuya şöyle açıklık getirmektedir:
     “Namaz sebebiyle en çok sevap elde edenler, cemaate en uzak yerlerden yürüyerek gelenlerdir” (Buhârî, Ezân 31).
     Cemaatle kılınacak namazı beklemenin de ayrı bir sevabı vardır. İster câmide, ister bir başka yerde namaz vaktinin gelmesini bekleyen kimse, ibadet hâlindedir. Câmide bekleyenlerin kârı, hem ibadet ediyormuş gibi sevap kazanmak, hem de meleklerin duasını almaktır. Yalnız bu esnada bir inceliğe uymak gerekmektedir ki, o da kimseye eziyet etmemek ve abdestini bozmamaktır. Eziyetten maksat dedi kodu yapmamak, eliyle ve diliyle birilerini incitmemektir. Rûhânî birer varlık olan melekler, mescidde abdestsiz durulmasından rahatsız olurlar. İşte bu sebeple mescidde namazı beklerken abdestini bozmamak şartı ileri sürülmüştür.
     Böylesi güzel duygularla, yani ihlâsla ve Allah’ın rızâsını kazanma düşüncesiyle kılınan namazın pek çok karşılığından biri 20 küsûr derece fazla sevap almaktır. Bu miktar bazı hadislerde 25, daha sahih olan bazılarında ise 27 derece olarak belirtilmiştir (bk. 1066. hadis). Derecelerin farklı olmasında, namaz kılan kimsenin ihlâsının, duyduğu huzur ve huşûun tesiri olduğu muhakkaktır. Mânevî bir huzur içinde kılınan namazın bir diğer karşılığı ise meleklerin duasını kazanmaktır. Dua eden bu melekler bizi koruyup gözeten hafaza melekleri olduğu gibi başka nevi melekler de olabilir. Meleklerin salâtı demek, onların mü’mine istiğfar etmesi, yani günahlarının affını dilemesi demektir. Şu halde melekler, namaz kılan kimseye hem istiğfâr hem de dua ederler.
     Allah Teâlâ’nın meleklerin dua ve niyazlarını kabul ederek kulunu mağfiret etmesi demek, onun günahlarını bağışlaması demektir; kuluna rahmet etmesi ise ona bol bol ihsanda bulunması demektir. Bu hadis 1067 numara ile tekrar gelecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
   1. Her işte olduğu gibi, namaz kılarken ve cemaatle namaza giderken ihlâslı olmak, sadece Allah rızâsını düşünmek gerekir.
   2. Cemaatle kılınan namaz, yalnız başına kılınan namazdan 27 derece daha faziletlidir.
   3. Cemaatle namaz kılmak üzere mescide gitmek ve orada namaz vaktini beklemek, insana büyük sevaplar kazandırır.
   4. Mescidde abdestsiz durmak melekleri incittiği için, böyle yapanlar meleklerin duasından mahrum olurlar.
   5. Mescitte veya başka bir yerde namaz vaktinin girmesini beklemek sevaptır.
   6. İşyerlerinde namaz kılmak, diğer yerlere nisbetle daha az sevap kazandırmakla beraber câizdir.
   7. Usûlüne uyarak abdest alanlar, büyük sevap kazanırlar.

   12    Ebü’l-Abbâs Abdullah İbni Abbâs İbni Abdülmuttalib radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurdu:
     “Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı:
     Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenalığı sadece bir günah olarak yazar.”
     (Buhârî, Rikâk 31; Müslim, Îmân 207, 259. Ayrıca bk. Buhârî, Tevhîd 35; Tirmizî, Tefsîru sûre (6),10)

     Abdullah İbni Abbas

     Hz. Peygamber’in amcası Abbas radıyallahu anh’ın oğludur. Annesi Hz. Hatice’den hemen sonra müslüman olan Ümmü’l-Fazl Lübâbe’dir.
     İbni Abbas hicretten üç yıl önce Mekke’de doğunca, onu getirip Resûl-i Ekrem’in kucağına verdiler. Efendimiz mübarek ağzında çiğnediği bir hurmayı onun damağına çaldı. İbni Abbas tahnik denilen bu hâdise sebebiyle ashâb arasında pek üstün meziyetlere sahip olmuştur.
     Daha sonraları Hz. Peygamber ona iki defa dua etmiş, bu dualarından birinde “Allahım! Onu büyük din âlimi (fakîh) yap ve ona Kur’an’ı öğret!” buyurmuştur. Bu sebeple İbni Abbas Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi bilen sahâbî olmuş, kendisine Tercümânü’l-Kur’ân unvânı verilmiştir. Ümmetin en âlimi anlamında Hibrü’l-ümme diye de anılmıştır.
     Hz. Peygamber’in hanımlarından Meymûne annemiz onun teyzesi idi. Bu sebeple bazı geceler Resûl-i Ekrem’in yanında kalır, onun fiil ve hareketlerini, ibadetlerini tâkip ederdi. Efendimiz’in vefatında henüz 13 yaşında olan İbni Abbas, zekâ ve anlayışı sebebiyle birçok defa Hz. Peygamber’in takdirini kazanmıştır. Talebelerine birgün tefsir, birgün siyer ve megâzî, birgün edebiyat, bir başka gün Arapların meşhur savaşları demek olan Eyyâmü’l-arab okuturdu.
     Abdullah İbni Abbas’ı çok seven Hz. Ömer, onun görüşlerine pek değer verirdi. Hz. Ali devrinde Basra valiliği yaptı. Bir kısmını bizzat Hz. Peygamber’den duyduğu mükerrerleriyle birlikte 1660 hadis rivayet etmiştir.
     İbni Abbas hayatının son yıllarında gözlerini kaybetti. Bazı kaynaklar onun Kerbelâ Fâciası’na çok üzülüp ağladığını ve gözlerini bu yüzden yitirdiğini belirtirler.
     Tefsir ve fıkıh ilimlerinde otorite, verdiği fetvâlarla meşhur ve abâdile diye anılan dört Abdullah’tan biri olan İbni Abbas, hicretin 68. yılında (687) Tâif’te 71 yaşında vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Bu hadîs-i şerîf, Riyâzü’s-sâlihîn’de geçecek olan kudsî hadislerin ilkidir. Bu tür hadisleri Peygamber Efendimiz ya arada hiçbir vasıta olmadan doğrudan doğruya Allah Teâlâ’dan almıştır veya Cenâb-ı Hak bu bilgileri Cebrâil aleyhisselâm aracılığıyla Peygamber Efendimiz’in kalbine iletmiştir.
     Allah Teâlâ insanları yaratmadan önce nelerin iyi, nelerin kötü olduğunu tesbit ve takdir etmiş, sonra hafaza meleklerine emrederek bunları -herşeyin yazılı olduğu- levh-i mahfûza kaydettirmiştir. Daha sonra da iyi ve güzel dediği şeylerin neden iyi ve güzel olduğunu anlamamız, kötü ve çirkin dediği şeylerin neden kötü ve çirkin olduğunu kavramamız için bunları bize açıklamıştır.
     Buna göre bir insan iyilik yapmaya niyet eder, sonra da herhangi bir engel sebebiyle bu iyiliği yapamazsa, Allah Teâlâ o kimseyi iyi niyeti sebebiyle ödüllendirmek ister ve yapmayı düşündüğü iyiliği yapmış sayarak ona bir sevap yazdırır. Buna göre iyi bir şeyi düşünmek bile iyilik sayılmaktadır. Bir düşüncenin ve hareketin iyilik olarak değerlendirilmesi için de, onu yapmaya niyet etmek şarttır.
     Şayet insan düşünüp yapmaya niyet ettiği o güzel hareketi yapacak olursa, mükâfâtı on mislinden başlar. En az bire on kazanır. Bu mükâfât 700 misline kadar çıkar. Eğer yapılan iyilik Allah Teâlâ’nın çok değer verdiği davranışlardan biriyse, kul da o işi ihlâs ve samimiyetle yapmışsa, mükâfâtı 700 misliyle de kalmaz; hesabını sadece Cenâb-ı Hakk’ın bileceği daha yüksek ölçeklerle değerlendirilir. Kur’ân-ı Kerîm’deki: “Yaptıklarına karşılık olmak üzere kendilerine nice sevindirici ve göz aydınlatıcı nimetler saklandığını hiç kimse bilmez” [Secde sûresi (32), 17] âyeti bu sayısız mükâfâta işaret etmektedir.
     Bir hadîs-i kudsîde bu hadsiz hesapsız mükâfât şöyle açıklanmıştır:
     “İyi kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir kimsenin de hatırından geçiremediği nimetler hazırladım” (Buhârî, Tevhîd 35).
     Bir kötülük yapmak isteyip de sonra bundan vazgeçen kimseye tam bir sevap yazılmasının sebebi, o kötülüğü yapabilecek güçte olduğu halde, Allah’dan korkarak vazgeçmesidir. Düşündüğü fenalığı yapmaya gücü yetmediği veya buna imkân bulamadığı için yapamayan kimseye ise hiçbir sevap yoktur. Çünkü o tasarladığı kötülükten vazgeçmek için kendisini zorlamamış, bu yolda bir gayret sarfetmemiştir.
     Bir kötülük yapana sadece bir günah yazılması, Allah Teâlâ’nın kullarına karşı ne kadar âdil ve ne kadar geniş bir merhamete sahip olduğunu göstermektedir. Kötülüklerin âzamî karşılığının bir misli ceza, iyiliklerin asgarî karşılığının on misli mükâfât olması âyet-i kerîmeyle de belirtilmiştir:
     “İyilik edene, yaptığı iyiliğin on misli mükâfât verilir. Kötülük yapan da yaptığının dengiyle cezalandırılır” [En`âm sûresi (6), 160].
     Yapılan bir kötülüğe sadece bir günah yazılmasından önemli bir sonuç çıkmaktadır: İnsan kötülük yapmayı aklından geçirdiği için günahkâr olmaz ve bundan dolayı hesaba çekilmez. Çünkü bir kötülüğü aklından geçirmek, onu yapmaya kararlı olmak değildir. Şayet insan aklından geçirdiği bir kötülüğü yapmak ister ve buna karar verirse, işte o zaman iradesi ve kararı yüzünden hesaba çekilir. Mi`râc hadisinde görüldüğü üzere Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kıldıktan sonra bu konuya bir daha temas ederek Peygamber Efendimiz’e şöyle buyurmuştur:
     “Kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, kendisine bir sevap yazılır. Yaparsa on sevap yazılır. Kim de bir kötülük yapmak ister de yapmazsa, ona hiçbir şey yazılmaz. Yaparsa bir tek günah yazılır” (Müslim, Îmân 259).

     Hadisten Öğrendiklerimiz
   1. Bir iyilik yapmak isteyip de yapamayana bir iyilik sevabı yazılır. Çünkü bir iyiliği yapmayı arzu etmek, onu yapmak için ilk adımı atmak demektir.
   2. Bir kötülük yapmak isteyip de Allah’tan korktuğu için bundan vazgeçene bir iyilik yapmış gibi sevap yazılır. Çünkü yapmaya karar verdiği kötülükten dönmek iyi bir şeydir. Zira iyiliğin karşılığı iyiliktir.
   3. Allah Teâlâ hatırdan geçen kötü bir düşünce yüzünden kulunu hesaba çekmez. Önemli olan bu düşüncenin bir karar ve kesin niyet haline dönüşmemesidir.
   4. Bir iyiliğe kat kat sevap verildiği halde, bir kötülüğe sadece bir günah yazılır. Böyle bir imkân İslâm’dan başka hiçbir din ve sistemde yoktur.

  13.   Ebû Abdurrahman Abdullah İbni Ömer İbni’l-Hattâb radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinlediğini söylemiştir:

     “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi bir yolculuğa çıktılar. Akşam olunca, yatıp uyumak üzere bir mağaraya girdiler. Fakat dağdan kopan bir kaya mağaranın ağzını kapattı. Bunun üzerine birbirlerine:
   — Yaptığınız iyilikleri anlatarak Allah’a dua etmekten başka sizi bu kayadan hiçbir şey kurtaramaz, dediler. İçlerinden biri söze başlayarak:
   — Allahım! Benim çok yaşlı bir annemle babam vardı. Onlar yemeklerini yemeden çoluk çocuğuma ve hizmetçilerime bir şey yedirip içirmezdim. Birgün hayvanlara yem bulmak üzere evden ayrıldım; onlar uyumadan önce de dönemedim. Eve gelir gelmez hayvanları sağıp sütlerini annemle babama götürdüğümde, baktım ki ikisi de uyumuş. Onları uyandırmak istemediğim gibi, onlardan önce ev halkının ve hizmetkârların bir şey yiyip içmesini de uygun görmedim. Süt kabı elimde şafak atana kadar uyanmalarını bekledim. Çocuklar etrafımda açlıktan sızlanıp duruyorlardı. Nihayet uyanıp sütlerini içtiler.
     Rabbim! Şayet ben bunu senin rızânı kazanmak için yapmışsam, şu kaya sıkıntısını başımızdan al! diye yalvardı. Kaya biraz aralandı; fakat çıkılacak gibi değildi.
     Bir diğeri söze başladı:
   — Allahım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. (Bir başka rivayete göre: Bir erkek bir kadını ne kadar severse, ben de onu o kadar seviyordum). Ona sahip olmak istedim. Fakat o arzu etmedi. Bir yıl kıtlık olmuştu. Amcamın kızı çıkıp geldi. Kendisini bana teslim etmek şartıyla ona 120 altın verdim. Kabul etti. Ona sahip olacağım zaman (bir başka rivâyete göre: Cinsî münasebete başlayacağım zaman) dedi ki: Allah’tan kork! Dinin uygun görmediği bir yolla beni elde etme! En çok sevip arzu ettiğim o olduğu halde kendisinden uzaklaştım, verdiğim altınları da geri almadım.
   Allahım! Eğer ben bu işi senin rızânı kazanmak için yapmışsam, başımızdaki sıkıntıyı uzaklaştır, diye yalvardı. Kaya biraz daha açıldı; fakat yine çıkılacak gibi değildi.
     Üçüncü adam da:
   — Allahım! Vaktiyle ben birçok işçi tuttum. Parasını almadan giden biri dışında hepsinin ücretini verdim. Ücretini almadan giden adamın parasını çalıştırdım. Bu paradan büyük bir servet türedi. Bir gün bu adam çıkageldi. Bana:
   — Ey Allah kulu! Ücretimi ver, dedi. Ben de ona:
   — Şu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar ve köleler senin ücretinden türedi, dedim. Adamcağız:
   — Ey Allah kulu! Benimle alay etme, deyince, seninle alay etmiyorum, diye cevap verdim. Bunun üzerine o, geride bir tek şey bırakmadan hepsini önüne katıp götürdü.
     Rabbim! Eğer bu işi sırf senin rızânı kazanmak için yapmışsam, içinde bulunduğumuz sıkıntıdan bizi kurtar, diye yalvardı. Mağaranın ağzını tıkayan kaya iyice açıldı; onlar da çıkıp gittiler.
   (Buhârî, Büyû` 98, İcâre 12, Hars ve’l-müzârea 13, Enbiyâ’ 53, Edeb 5; Müslim, Zikir 100)

     Abdullah İbni Ömer
     Hicretten on yıl önce Mekke’de doğdu. Babası Hz. Ömer’le birlikte müslüman oldu ve onunla birlikte hicret etti. On üç yaşında iken Uhud Savaşı’na katılmak istedi; fakat Hz. Peygamber onun henüz çok genç olduğunu söyleyerek buna izin vermedi. Hayatının ileriki dönemlerinde birçok savaşlara ve fetihlere iştirak etti. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin de bulunduğu İstanbul seferine katıldı.
     Hz. Osman’ın şehid edilmesinden sonra halife olması istenen adaylardan biri de İbni Ömer’di. Fakat o bu teklifi benimsemedi. Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklara katılmadı. Dinî konularda ihmâllerini gördüğü idarecileri hemen uyarırdı.
     Ablası Hz. Hafsa Resûl-i Ekrem’in hanımı olduğu için, Efendimiz’in yakın çevresinde bulunma imkânına sahipti. Bu sebeple sahâbîlerin görüp duyma imkânını bulamadığı birçok hadisin müslümanlara ulaşmasını sağladı.
     Rivayet ettiği, mükerrerleriyle birlikte 2630 hadis ile Ebû Hüreyre’den sonra en çok hadis rivayet eden yedi sahâbînin (müksirûnun) ikincisi oldu.
     İbni Ömer aynı zamanda en çok fetvâ veren yedi sahâbîden biriydi. Altmış yıl boyunca fetvâ verdi.
     Hz. Peygamber’in hayat tarzına harfi harfine uyma ve onun emirlerini aynen yerine getirme konusunda bir benzeri daha yoktu. İbni Ömer birgün gördüğü bir rüyayı ablası Hz. Hafsa aracılığıyla Peygamber Efendimiz’e arzetti. Efendimiz’in:
     “Abdullah ne iyi insan, bir de gece namazı kılsa!” buyurması üzerine, o günden itibaren gece namazını hiç terketmedi. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra ona olan sevgisinden dolayı, Fahr-i Cihân Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Hele Efendimiz’in selâmlaşma konusundaki buyruklarını yerine getirme hususunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı halde sadece müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi.
     Abdullah İbni Ömer ashâb-ı kirâmın ileri gelen zenginlerindendi. Servetinin fazla birikmesine meydan vermez, eline geçeni yoksullara dağıtırdı. Sahip olduğu şeyler içinde en çok beğendiklerini, Allah yolunda kurban edilmek veya sadaka olarak verilmek üzere ayırırdı. Bir defasında câriyelerinden birine aşırı sevgi duymaya başlamış, onu hemen âzâd ederek diğer âzadlılarından biriyle evlendirmişti.
     İyi halini gördüğü ve bilhassa namaz kıldığını öğrendiği bütün kölelerini âzâd etmeye başlamıştı. Dostlarından biri onu uyarma gereğini duydu. Kölelerinden bir kısmının sırf âzâd edilmek için câmiye gittiğini söyleyince ona:
     Bizi Allah ile aldatmak isteyenlere aldanmaya razıyız, karşılığını verdi. Çeşitli sebeplerle 1000’den fazla köle âzâd etti.
     Kibir duygusuna kapılma endişesiyle sade giyinirdi. Sağlıklı olmasına rağmen az yemek yerdi.
     Saçları omuzlarına dökülecek kadar uzundu. Sakalını kına ve ketem denilen çivit boyasıyla sarıya boyar, bu sebeple sakalı kumral bir renk alırdı. Hz. Peygamber’in de öyle yaptığını söylerdi. Abdullah İbni Ömer 73 (692) yılında seksen beş yaşında iken Mekke’de vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadîs-i şerîfte iyi niyetle, ihlâs ve samimiyetle yapılan davranışların Allah Teâlâ’yı hoşnut ettiği belirtilmektedir. Cenâb-ı Hak kendi rızâsını elde etmek için yapılan güzel hareketlerden ve azâbından korkularak terkedilen kötü işlerden dolayı kulundan memnun olmaktadır. O’nun bu hoşnutluğu insanı hem dünyadaki hem de âhiretteki birçok sıkıntılardan kurtarmakta, her iki dünyada bahtiyar olmasını sağlamaktadır.
     Efendimiz’in anlattığı bu kıssada ana babaya hizmet, nefse hâkimiyet ve insan hakkına hürmetin önemi belirtilmektedir. Birinci kıssa, ana babaya yapılan iyiliğin, onların gönlünü hoş tutmanın değerli bir hareket olduğunu göstermektedir. Aslına bakılırsa, insan ana babasına iyilik yapmaya mecburdur. Çünkü onlar vaktiyle kendisine birçok iyilik yapmışlardır. Şimdi ise iyilik yapma sırası evlâda gelmiştir. Buradaki güzel davranış sadece ana babayı içine aldığı, öteki kıssalarda ise başkalarına iyilik söz konusu olduğu için, onlar daha değerli görünmektedir.
     Bu üç güzel hareketin en değerlisi, amcasının kızına sahip olmasına hiçbir engel yokken sadece Allah’tan korktuğu için nefsinin isteklerine meydan vermeyen kimsenin davranışıdır. Böyle birinin cennetlik olduğunu şu âyet-i kerîme de göstermektedir:
     “Rabbinin huzurunda (suçlu) durmaktan korkarak nefsini kötü arzulardan uzaklaştıranlar için şüphesiz varılacak yurt cennettir” [Nâzi`ât sûresi (79), 40-41].
     İnsan sıkıntıya düşünce, kendisini bu sıkıntılardan kurtarması için Allah Teâlâ’ya dua ve niyaz etmelidir. Bu esnada samimiyetle yaptığından emin olduğu bazı güzel hareketlerini anarak, onların hâtırına kendisine yardım etmesini söyleyip Allah Teâlâ’ya yalvarabilir. Bu hiçbir zaman başa kakma anlamına gelmez. İnsanın sıkıştığı zamanlarda dua vesilesi yapabileceği ihlâslı işlerinin olması ne güzeldir.
     İhlâs ve iyi niyetle yapılan güzel davranışların hayırlı neticeleri daha dünyada iken, hatta herşeyin bittiği sanılan bir zamanda görülüverir. Bu da ihlâs ve iyi niyetin insan hayatındaki yerini gösterir.


     Hadisten Öğrendiklerimiz
   1. Anne ve babaya herkesten çok itaat ve hürmet etmeli, onları bütün sevdiklerine tercih etmelidir.
   2. Nefsin arzu ettiği şeyleri yapabilecek imkâna sahip olduğu halde, sırf Allah’tan korkarak ve onun rızâsını kazanmak isteyerek bunları terketmek insana büyük faziletler kazandırır.
   3. İnsanlarla yapılan işlerde dürüst, anlayışlı ve fedakâr davranmak, emanete riâyet etmek Allah Teâlâ’yı memnun eden güzel hareketlerdir.
   4. Allah Teâlâ yapılan hiçbir iyiliği zâyi etmez; zamanı gelince onu değerlendirir.

   5. İnsan ihlâs ve iyi niyetinin karşılığını hem dünyada hem de âhirette görür.

14 Mart Perşembe / SURİYELİ KADINLARLA DAYANIŞMA BASIN TOPLANTISI

BASIN TOPLANTISI
SURİYELİ KADINLARLA DAYANIŞMAYA DAVET
     Suriye'de kadınlara, kız çocuklarına tecavüz ediliyor. İnsanlar aile fertlerinin gözleri önünde tecavüze uğruyor, eşlerinin önünde tecavüze uğrayan kadınlara eşleri ve çocuklarının öldürülüşü seyrettiriliyor.
     MAZLUMDER temsilcilerinin de içinde olduğu sivil toplum kuruluşu temsilcisi, eğitimci, medya mensubu, hukukçu, yazar, ev hanımı, çeşitli mesleklerden kadınlar olarak, Suriye'de özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik ihlallere tepkimizi ve zulmün durdurulması çağrısını içeren basın toplantısına davetlisiniz. Basın toplantısına Suriyeli kadınlar da katılacaktır.

SURİYELİ KADINLAR İÇİN
KADIN DAYANIŞMASI
Tarih: 14 Mart Perşembe
Saat: 11.00
Yer: Feshane - Eyüp / İstanbul

12 Mart 2013 Salı

7 Nisan'da İstanbul & Eskişehir Turumuz Var...

Gönül Erleri Kültür Turları
İstanbul & Eskişehir
7 Nisan Pazar
Katılım Ücreti:
60 TL (KDV. dahil, otobüste giderken nakit toplanıyor)
(Otobüste ebeveyn kucağında oturmak kaydıyla çocuklar ücretsizdir)
geziyoruz@hotmail.com
- 05:30 Bakırköy - İncirli'den Hareket
     Merter, Topkapı, Haliç Köprüsü, Mecidiyeköy, Zincirlikuyu, Göztepe, Kozyatağı, Maltepe, Kartal, Pendik, Tuzla ve Gebze güzergahında E5 üzerindeki tüm İETT duraklarından yolcu alabiliriz.
     (Yerini ayırtanlara, saat kaçta hangi durakta olunacağını belirtiyoruz)
- 07:00 Gebze'yi geçerken araç içinde kahvaltılıklar dağılacak

(Ekmek, beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin,
tereyağ, reçel ve helvadan oluşan bir kahvaltı klasiği…)
- 09:00 Pamukova 'da ihtiyaç molası
Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz
Genç Ömür Dinlenme Tesislerinde yarım saat ihtiyaç molası.
Yukarıdaki mavi renkli başlığa veya aşağıdaki fotoğrafa tıklayarak,
tesis bilgilerini görebileceksiniz...

- 09:30 Genç Ömür Dinlenme Tesisinden Hareket
- 11:00 Eskişehir'e Varış
- 11:30 Porsuk Çayı'nda Tekne İle Kısa Bir Gezi
- 12:00 Cumhuriyet Tarihi Müzesi
- 13:00 Öğlen Yemeği
- En yakın camilerin birinde Öğlen Namazı
(Külliye, Şadırvan, Aşhane, Kervansaray, Menzilhane, Medrese Odaları ve Mevlevihane)
Cami ve Külliye gezilecek, ikindi namazı için serbest zaman
- 17:00 Dönüş Yolculuğu Hareket
- 19:00 Adapazarı - Pamukova Bozüyük'de mola...
Akşam Namazı ve Akşam Yemeği (serbest)
(Genç Ömür Tesisleri)
- 20:00 Hareket
- 21:30 Tuzla
- 22:30 İncirli Varış
geziyoruz@hotmail.com adresimize
sadece birinizin adını-soyadını, kaç kişi olacağınızı,
sizi nerden alacağımızı ve cep telefon numaranızı yazarak
yerinizi ayırtabilirsiniz...
Yeriniz ayrılacak ve size cevap yazılacaktır.
Bilgi almak için: Tlf.: 0216 452 60 70

Not: Fiyatımıza; 47 kişilik otobüsle gidiş-dönüş ve gezilecek yerlere ulaşım, kahvaltı paketi, araç içi ikramlar, tekne turu, tüm müze giriş ücretleri ve rehberlik hizmetleri dahildir...

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...