13 Eylül 2021 Pazartesi

OY BİZİM ELLER! / Nurhan Genç

OY BİZİM ELLER!
13 Eylül 2021 / İstanbul
Nurhan Genç
Gönül Erleri
MGYK Üyesi
İlahiyatçı-Yazar

     Uzun zamandır gidemediğim, okul arkadaşlarımı, akrabalarımı ve çocukluğumdan itibaren kültürel oluşumumda derin izler bırakan, her birini amcam, teyzem olarak gördüğüm komşularımızı görme arzum -yazları annem ve kardeşlerim de orada oluyor- sıla özlemini gidermek için bu yazın sonunda beni Sivas / Zara’ya çekti.

     Adını duyup ta merak ettiğim, bazı özel güzellikleri ve yakın kazalardaki methini duyduğum yerleri gezmek maksadıyla niyetimi kız kardeşimle paylaşınca; "hadi, öyleyse gidelim" dedi. Erkek kardeşimin eşi de; "ben de size şoförlük yapayım", teklifiyle gelince canımıza minnet bilip rotayı istanbul'dan Sivas’a çevirdik.

     Sivas; Selçuklu'nun derin izlerini taşıyan ve tarihe oldukça tanıklık etmiş bir güzel şehir. Zara ise en yakın kazalarından biri. Benim için özelliği orada doğup, hayatın en lezzetli çağı olan çocukluğumun ve sevgili babacığımın kabrinin orada metfun olmasından geliyor. Lise okumak için geldiğim İstanbul; belkide doğduğum yerleri tanımama fırsat vermedi. Çünkü neredeyse Zara’ya yaz tatillerinin dışında gitmedim diyebilirim. Zara, Ermeni kültürünün yoğun etkisinde kalmış sanatkar insanların zenginleştirdiği ve biraz da sosyalist bir yapıya sahip, küçük, modern ve okuma oranı oldukça yüksek, sevimli, gelişmeye açık bir kaza. Ararsanız tarih her yerde var tabii. Burada da eski konaklar, eski bir tarihe sahip şehitlik ve bir döneme damgasını vuran askeri garnizonun etkileri var hala.

     Zara denince zirvesine çıkmanın ilk defa nasip olduğu Kösedağ'ı ve tam ortasından geçerek hayat ve canlılık verip Karadeniz'e dökülen Kızılırmak'ı anmamak olmaz.

     Kız-kıza çıktığımız bu yolculukta nasıl olmuşta bu kadar yakın harika yerleri görmemişiz diye hayıflanırken, bir taraftan da temaşa ettiğimiz manzara gözlerimize müthiş ziyafetler çekiyordu. En önemlisi de gönlümüze olan hitap idi. O da sımsıcak ilişkilerin hala dumanı üstünde taptaze korunduğunu gösteriyordu. Samimiyet ve içtenliğin sürdüğü bu Anadolu'nun bağrı, çocukluk anılarımızla birlikte deli fişek zamanların içinde bulduru verdi bizi.

     Yalnızca yaz aylarında orada olan diğer kız kardeşimin evine akşamın geç bir saatinde girdiğimizde, yaptığım ilk şey el lambasını alarak hemen kapısının önündeki sebze bahçesine dalmak oldu. Hiçbir suni gübre ve ilacın olmadığı bu küçük bostanda ekili salatalık, domates, biber, maydanozlar; sera veya suni hiç bir şeye kurban gitmemiş kokularıyla kendilerini hemen ele verdiler. İstanbul'un artık topraksız, bahçesiz apartman hayatı bizleri doğal olan her şeyden insafsızca kopartıyor. Yıllar önce evimizin arkasında kocaman bir çiftlik vardı ve her sabah doğal süt yumurta alırdık... Çamlıca’dan bahsediyorum. Kapılarımız açıldığında burnumuzun direğinin nasıl sızladığını bilenler bilir. Senelerdir İstanbul'da evimin terasına koyduğum kocaman saksılarda yetiştirmek için çaba harcadığım ve bir türlü yetiştiremediğim sebzeleri, burada alelade atsan bile, sanki şımararak arsızca büyüdüklerini görmek insana ağır bir nedamet hissi yaşatıyor. İnsan gitmekle kalmak duygusu arasında yoğun bir savaş veriyor aslında. Neden herkes İstanbul'da ki? Halbuki göz alıcı, iştah açıcı davetkar domates salatalıkları görmek bile insana burada rehabilitasyon sağlıyor. Çünkü ben her yaz organik, pembe domates bulmak için İstanbul'un yakın köylerini dolaşıp dururum.

     Diğer günlerde annemde kaldığımızda daha sabah gözümüzü açmadan bir tanıdık sesin anneme “Fatma abla!” diye seslenmesinden, iki basamaktan oluşan balkonumuza poşet poşet sebzeleri bıraktıklarını anlıyorduk. Taze fasulye, maydanoz, pembe, kırmızı yarılmış kocaman lezzetli domatesler, üzeri pütürlü biraz acımtırak çıtır çıtır salatalıklar, pancar yaprakları... Bazen de kesilmiş erişteler, küçük çorbalık hamurlar, elle yuvarlanmış köy yumurtalı kuskuslar. Nasıl bir cömertlik, paylaşma hediyeleşme, insan sevinmekle birlikte mahcubiyet de duyuyor. Büyük şehirlerde sürekli şikayet ettiğimiz bireyselleşme, yalnızlık duygusu buraya henüz gelmemiş, inşAllah gelmez de. Şöyle bir şey de var, burada insanlar bir birlerine öyle muhtaçlar ki. Sosyal bir olgu bu. Çünkü etrafta neredeyse hiç genç yok. Kimi okumak için, kimi çalışmak için büyük şehirlerin kalabalık ve stres dolu yükünün altına gönüllü mü gittiler bilinmez... Sosyal politikalar ve bir çok psikolojik etki tartışılabilir olsa da şimdi konumuz o değil.

     Bizi kapıda gören komşuların ki, görmeme imkanları yok -bahçeleri sadece yıkık, dökük sınır belirleyen küçük duvarlar ayırıyor- hayretle, sevgiyle seslenmeleri hemen gelip sarılmaları çoluk çocuk hasbi halleri görülmeye duyulmaya değer. Psikolojide bağlılık hormonu olan oksitoksin salgısı sanırım burada tavan yapıyor, öyle mutlu oluyor insan. İslamın getirdiği sosyal hayat asla yalnızlığı ve bireyselliği önermiyor. Sosyalleşme ve cem olmanın önemi ve bireyi nasıl mutlu ettiği bariz gözlenebiliyor Anadolu'nun bu küçük şehrinde.

     Merak ediyorum, ne diyecekler? "Değişmişsin, yaşlanmışsın, kilo almışsın" demelerini bekliyorum. Fakat öyle temkinliler ki samimiyetle gülümseyen yüzlerden başka bir şey görmüyorum. "Nasılsın, çocuklar büyüdü mü, evlenen var mı?" gibi hayata dair sorular, tebessüm ettirirken ne kadar büyüdüğümüzün de farkına vardırıyor. Bu hikmet dolu dostlarımın çoğu; değil üniversite okumak, okur-yazar bile değiller. Annemin akranları nasıl böylesine hatırşinas, böylesine vefalı, kıymet bilen oluyorlar? Anadolu insanının her biri başlı başına bir üniversite. Şikayet etmeyi bilmiyorlar. Belki değişim için farkındalık şartsa da, bu güzel insanlar yaşam ve tecrübeleriyle hayata anlam katıyor ve birlikte gülüp birlikte ağlıyorlar.

     Komşularımızdan birisi yanıma geldi. Yaşıtım olan kızını sordum; "nasıl, nerede?" diye. Sessizce sustu, yutkundu, gözlerinden yaşlar birden dizili verdi yüzüne “çok rahatsız, evde yatıyor, artık yatalak." dedi. Ne diyeceğimi düşünürken ”ben bakıyorum“ dedi. Ayrıca eşi de ölmüş. Dünya bir değirmen, ne koysan öğütüyor. Sağlıklı olduğuma sevinemedim o annenin yanında ama hamd ettim.

     Mahalleme bakıyorum, şu bizim eve bitişik yan binanın yeri daha dün kocaman bir kavaklık idi. Ortaokula giden ben bütün mahallenin kız erkek çocuklarıyla birlikte nasıl da yakar top, ebelemece, kovalamaca oynardık sokağı saran koca şamatalarla. Akşam annemizin bizi çağıran ve hiç istemediğimiz o sesi duyana kadar

     Bir daha bakıyorum, hüzün çöktü birden, bütün mahalleyi gözden geçirdim, uzak yakın evlerin babaları yok artık hiçbirinde. En yakın Almancı Cemal amca, her gün içip sarhoş gelip yatan ve mahallede ses istemediği için bütün mahallenin çocuklarının sustuğu ayakkabıcı Kemal amca, ermeni bir halası olan ve yazları Fransa'dan gelen merakla halasını seyrettiğimiz Adil amca, Zekeriya öğretmen, Şinasi öğretmen, komiklikleriyle ünlü iki kardeş Sami ve Nuri amcalar, mahallenin en münevver adamı babam ... hiçbiri yoklar. Ben mahallenin 14 yaşındaki vaizi. Şimdi hatırladım, sarhoş Kemal amcayla kimse konuşmaya cesaret edemezdi sadece beni çok severdi. Bir gün eşi Seher yengem -hiçbir akrabalığımız olmamasına rağmen öyle dedirtmiş annem- bana rica etti, ”belki seni dinler, bir konuş” diye. 14 yaşında ben konuşacağım, öyle deli İslami bir heyecanım var ki, namaz kılmayı bilmeyen koca koca teyzelere her gün birinin evine giderek namaz kılmayı öğretiyorum,.“Olur” dedim. Şimdi olsa konuşamam, cahil cesareti. Eve girdik bekliyoruz Kemal amca geldi, bana baktı hayırdır dedi.” Seninle konuşacağım” dedim” neyi?”dedi sarhoşluğunu dedim. ”Bana bak kız” diye tam kızacak,  sen bana bak!” dedim. “Yeter her gün böyle, senden artık korkmuyoruz ne yapacaksın?” dedim. O korkusuz çocuk halim hoşuna gitmiş olmalı ki yumuşadı güldü. Oturdum o zaman ve ne biliyorsam anlattım.  Saygıyla dinledi, ağladı. "Peki" dedi. Sonra tövbe etti ve namaza başladı. Allah'ım hepsine rahmet eylesin...

     Hiç plansız geldiğimiz bu küçük gezi programında Sivas merkezle birlikte görülmesi gereken iki ilçesini de gezdik. Divriği ve Gürün. Divriği bir şahesere ev sahipliği yapıyor, mutlaka görülmeli, Selçuklu eseri muhteşem Ulucami ve tarihi kalesi, konakları. Gürün, özellikle harika doğası ve özellikle Gökpınar doğal yaşam parkı. Sivas merkezde görülecek çok yerler var. Ulu cami, gök medrese, çifte minare, buruciye medresesi...

     Ve tabiiki misafirperver insanları, yolda gördükleri bizleri evine yemeğe davet eden güzel insanlar. Hatta Güründe bir sebeple uğradığımız ve hiç tanımadığımız bir evde öyle ağırlandık ki, neyi yiyeceğimizi şaşırdık. Zara da, zaten nerdeyse evde hiç yemek yemedik. Doğal ortamlar, safiyetini kaybetmemiş insanlar, peyniri, yağı, balı, tuzu, kızı ünlü.

     Anadolu da hayat var. Gidelim gitmeyelim fakat büyük şehirlerin hay huyu yoruyor, yalnızlaştırıyor, bireysel ve bencil yapıyor insanı. Hiç olmazsa gezmek, görmek, unutmamak, dostluk ve samimiyeti gözlemek için bir kaç gün olsa da gidin derim...
bahcivan-hareketli-resim-0062

3 yorum:

Unknown dedi ki...

Sivasa gitmeden o duyguyu yaşatmışsınız Nurhan hanım tebrikler

Hanife dedi ki...

Ağzınıza ve yüreğinize sağlık.Nasıl da güzel dile dökülmüş yüreğinizden açtan, düşündüren hakikatler...

hava vural dedi ki...

Anadolu'nun yce gönüllü insanlarnı yürek ten kucaklatan, sıcacık işte insan lık bu dedirten,huzur ve özlem duygularını zirve yaptıran bu yazıdan bizi hissedar eden yüce gönüllü insana rabbim hayırlı , bereketli ömür verki,dokunduğu insanlarda güzellikler bırakmaya devam etsin , Allah o çocuk luk safiyetinde ve samimiyet inde olan gayretleriniizden nasipdar olan insanlar dan olabilmeyi bizlere de lütfetsin inşallah,selam ve dua ile

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...