EN GÜZELE YOLCULUK - RANDEVU / Nurhan Genç

EN GÜZELE YOLCULUK - RANDEVU

Nurhan Genç
Gönül Erleri MGYK Üyesi
İlahiyatçı - Yazar

     Haberi aldığı andan itibaren, nasıl geldiğinin farkında bile değildi. Eve girip kendisiyle baş başa kalınca çocuklarının sorgulayan bakışları altında odadan odaya geçerek; “Allah'ım beni çağırdın, beni çağırdın“ diye kendi kendine sesli konuşmaya başladı. Gözlerinden akan yaşlar bile inanması için yetersiz kalıyordu.

     İnanamıyordu... eşiyle birlikte annesi ve kız kardeşine de çıkmıştı ve hiç hazırlıksız beklenmedik bir anda olmuştu. Üç çocuğunun en büyüğü lisede, ortanca ortaokulda, kızı ise ilkokuldaydı. Kime bırakacak, nasıl edecekti, hiç planı yoktu. Zaten bunları düşünecek halde değildi.

     - Allah'ım, beni Kabe’ne ve Efendimizin Ravzasına mı çağırdın, bu nasıl inanılmaz ve sarhoş edici bir gerçek!

     Her baktığı göz heyecanlandırıyor, her duyduğu cümle duygulandırıyor, her hatıra ağlatıyordu. Radyoda dinlediği ilahiler bir başka olmuş, adeta bir ağıt gibi gözlerinde seller oluşturuyor, televizyonda veya her hangi bir kitabın sayfasında gördüğü Mekke ya da Medine görüntüleri ruhunda yanmakta olan ateşi daha da harlandırıyordu. İnanamıyordu. Nasıl da beklemiş ne kadar yalvarmış ne kadar istemiş Rabbine ne dualar etmiş, Rasulüllah (sav) Efendisine ne hasret türküleri söylemiş, ne vuslat mektupları yazmıştı. Bu yaşına kadar ne çok beklemiş, ne çok yaklaşmış ama olmamıştı. Onun ki gerçek bir aşk hikayesi idi. Rüyalarında buluştuğu, hayalleriyle avunduğu hayatının anlamı haline gelen bir saplantıydı O.

     Bir önceki sene dayanamayıp kaydını yaptırmış ama olmamış, bu sene tekrar kaydını yaptırmıştı. Aslında sıraya girmek, adını o listede tutmak, onu o mübarek beldelere yakın hissettiriyordu. Belki de bir teselli bir yol aramaktı maksadı. Çıksa ne yapardı hiç paraları da yoktu ki! Yazılırken hemen o sene kur'ada çıkacağını hiç ümit etmemişti. “Hac meşakkattir” buyurmuştu alemlerin Efendisi. Aynı zaman da masraftı da, iki kişilerdi üstelik. İşte beklemediği anda nasip oldu, işte çekilen kur’ada adları çıktı...

     Her gelecek yakındır ya, zaman hiç ıskalamaz ya, zaman akıverdi, sayılı gün çabucak geçiverdi. Çünkü zaman hep işini ciddi tutuyordu. Artık kabullendiler bu vazgeçilemez bir hayaldi. Gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapmaya koyuldular.

     Ödenecek paraları üç taksitte, eşten dosttan toparlayıp ödediler. Çocukların büyüğünü, okuduğu okulun pansiyonuna, diğer ikisini aynı mahallede oturan kardeşlerinde dönüşümlü kalacak şekilde yerleştirdiler. Bir işe gönlünüzü koyarsanız bütün hücreleriniz ve bütün varlık durup yol veriyordu. Sanki eş dost sözleşmiş hepsi birden bu yolculuğun gerçekleşmesi için karar birliği etmişlerdi. Hazırlıklar zevkliydi ve son derece ciddi, savsaklanmayan bir hazırlık süreci yaşanmaya başlandı.

     Giyecekler özelikle hac ve umre kıyafetleri satılan yerlerden, ihtimal lazım olabilecek ilaçlar eczanelerden tedarik edildi. Yemekli olmasına rağmen götürülebilecek kuruyemişler, zeytin, peynir, börek, çörekler, havlular patikler ve ihramlar büyük özenle yerlerini aldılar valizlerinde. Hiçbir hazırlığını bu kadar hüzün karışık bir mutlulukla yapmamıştı. Hüznün sebebi çocuklardan ayrılmaktı en çok da ilk okula giden kızının bu uzun ayrılıktan dolayı yaşadığı sıkıntı onu düşündürüyordu. Strese bağlı depresif bir çöküntü yaşıyordu kızı, neyse ki götürdüğü çocuk kardiyoloğu geçici bir durum olduğunu söyleyince rahatladılar.

     Bu arada birlikte gidecek olan kardeşi ve kendisi devlet memuru olduğu için ikisinin de çalıştıkları kurumdan izin almaları gerekiyordu. Alabilecekleri en çok otuz günlük bir izin olabilirdi ve onlara çıkan hac kırk beş günlüktü. Bu süre çok muydu az mıydı kestiremiyordu. “Görmeyince sezilmiyordu.” İzin dilekçesini kuruma verdikten sonra kaymakamlıktan gelecek onayı mutlaka alması gerektiğini sıkı sıkı tembih eden görevli arkadaşa; ‘tamam inşaallah’ diyerek, kurumdan çıktı. Eve geldiğinde kız kardeşinin de izin almakta sorun yaşadığını gördü. İkisi de bu durumdan dolayı kırk beş günlük süreyi epeyce uğraşarak kırk iki güne indirdiler. Kendilerine göre üç gün erken gelmek karları olacaktı. Bir sonraki kafile ile gönderileceklerini söylediler müftülükten.

     Artık dakika sayar durumdaydılar telaş heyecan çok yaklaşmış bir gerçeğe yerini bırakmış, tatlı bir yorgunluk olarak sanki bedenlerinde asude bir rehavete dönüşmüştü. Son demler de yoğun bir misafir ziyaretiyle taçlandı. Kimler gelmedi ki; akrabalar, komşular, dostlar, arkadaşlar, öğrenciler. O kadar çok hediye geldi ki, neredeyse tavana kadar bir odayı dolduracak kadardı. Çeşitli tuhafiye malzemeleri, çoraplar, havlular, atletler, başörtüler, kap-kacak, içecek, yiyecek...

     Hiç bu kadar hediyeyi bir arada görmemişlerdi. İnsanların böylesine rağbet ve değer vermeleri, heyecanlarını daha da artırıyordu. Bu da hayatlarının en anlamlı işini yaptığını haykırıyordu onlara. Tarif edilemez bir mutlululuk gelip gönüllerinin tam ortasına oturmuştu. Nihayet o gün geldi. Nasıl bir gündü Allah'ım! Ayakları yerden kesilmiş, ev; eş dostlarla dolup taşıyordu. Kimi ütü yapıyor kimisi valizleri son kontrolden geçiriyor, kimisi gıptayla seyrediyor, kimi oturmuş bir köşede dua ediyor, salatu selam gönderiyor,kendilerinin de çağrılması için orada hatırlanmak istediklerini bin bir ricayla o kalabalık telaş içerisinde cümlelerin arasına diziyorlardı. Yolculamaya gelen insanlar öyle kalabalıktı ki, ev almamış sokağa taşmışlardı. Yoldan geçenler durup kalabalığın sebebini soruyorlardı. Öylesine bir rüyanın içindeydi ki, ne kimi gördüğünü, ne de kiminle konuşup, sarılıp vedalaştığını hatırlamıyordu. Hatırladığı tek şey, oğullarının yüzündeki ilk defa ayrılacakları bu uzun yolculuğun derin hüznü ve kızının gözbebeklerinde takılı kalmış damlayamayan bir çift gözyaşı, bir de kalabalığın netleştiremediği uğultusu.

     Kapının önünde onları bekleyen minibüsün hazır olduğu söylenince önce çocuklarına sonra sokağa taşmış koca topluluğa baktı. Hepsinin gözünde yaş, dilinde dualar vardı. Çocuklarına baktı, sonra yolculamaya gelen onlarca insana. Ve arabaya bindiler. Evinin basamaklarında yüzlerinden hüzün akan çocuklarında kalan gözü ve gönlü gayri sabahtan beri tuttuğu gözyaşlarını serbest bıraktı. Eşinin bir arkadaşı havaalanına bırakacaktı onları. Gerçekten insanın duygularının birbirine girdiği bir andı. Böyle bir anı hayatında ilk defa yaşıyordu. Donmak bu olmalıydı, içinde yanan bir şeyler vardı. Minibüs hareket ederken son kez baktı onlarca sallanan ele. Evini, evladu iyalini, dostlarını, işini, her şeyini geride bıraktı. Büyük, kocaman, etkili, hayatının amacını ve hayalini oluşturan bir yolculuktu bu başlayan.

     Köprüyü geçip havalimanına yaklaştıklarında onu uykudan uyandırırcasına çalan telefonunun ekranında kurumundan arandığını gördü. Telefonu açtı, karşısında ki görevli arkadaş “hocanım iznini yanına almayı unutma, izin onaylandı hazır burada” dedi. Eyvah! Almamıştı, bu hengamede hatta hiç aklıma gelmemişti. ”Biz neredeyse havaalanındayız mümkün değil dönemem yetişemem“ dedi. Görevli, ‘orada iznini uzatman gerekecek ve bu mutlak lazım’ dedi. Ne olacaktı şimdi? Hiçbir şey düşünemez haldeydi ‘dönmem mümkün değil’ dedi. Görevli, “artık yapacak bir şey yok arkadan gelecek kafileden birisiyle göndermeye çalışayım” dedi ve ekledi; "sizden sonra bir hocanım da haftaya yola çıkacak ona veririm."

     Hocanım mı, o da kim? Zihnini yokladı, ismini duyduğu hocanımı hatırlamaya çalıştı, hayal meyal bir silüet belirdi; ‘iyi’ dedi. Bilmem ki nerede buluşuruz, ne adres var ne otel adı, ne telefon numarası var, ne kafile adı. Allahu alem. Görevli arkadaş, hocanıma “bu evrakı falan arkadaşa ver“ diyerek tutuşturmuş eline, o da bilmiyor ki, nerede, nasıl olur?

     Bu konuşma o an hükmünü sürdürdüyse de, kutsal yolculuk öyle yoğun bir heyecan seline dönmüştü ki, o anı çabucak unutuverdi. Pasaport kontrolden sonra kendilerini yolculamak için havaalanına kadar gelen çocukları, kardeşleri ve dostlarına son kez bakıp uçağa geçince çocuklarını, iznini, İstanbul'u unuttu.

     Medine...
     Uçak Medine’ye indiğinde gece saat üç civarıydı. Müthiş bir heyecan göğsünü yırtıyordu. Hemen inmek ve aşkla hayran olduğu bu şehre, Efendisinin hicretine kucak açan bu şehre ayak basmak değil, aşkın bir muhabbetle dudaklarını dokundurmak istiyordu. Uçağın merdivenlerine geldiklerinde Türkiye’de tanımadıkları, nefes almalarını zorlaştıran sıcak bir hava karşıladı onları. Etrafı meraklı gözlerle ve duygusal bir edayla süzerlerken otele nakledecek otobüslere bindiklerini fark etti. Ne kadar gideceklerdi acaba? Yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuk geçmek bilmiyor, uzaktan gördüğü her minareyi burası mı acaba diye kalbinin ritmi değişiyordu. Daha sonra Ravza’ya çok yakın olduğunu gördükleri otele geldiklerinde sabah namazının vakti çıkmak üzereydi. Otobüsten eşyalar lobiye konarken kız kardeşiyle göz göze geldiler “hadi“ dedi, daha eşya falan bekleyecek hali kalmamıştı, nasılsa annesi ve eşi ilgilenirdi eşyalarla. Kız kardeşiyle başlarını kaldırdıkları anda gördükleri saat kulesi yönüne dönüp Mescidi Nebi ve hayaliyle yanıp ağladıkları Ravza’yı aramaya başladılar. Acemi fakat gözyaşı ile yoğrulmuş bir vuslattı bu. Kitaplarda okuduğu bilgiler Sevgiliye o gece delilsiz gidemeyeceğini hatırlattı. Ne, nerede, hangi yöndeydi? Sadece bu mekanlara has olan büyük bir kalabalık, kadın-erkek, genç-yaşlı, beyaz-zenci her millet ve kültürden insan, seherin son ışıklarıyla aynı yöne akıyordu. Her birini durdurup ‘bakın ben geldim, ben de geldim ne olur beni de götürün nereye gidiyorsanız, beni de götürün’ diye bağırmak geçti içinden. Sadece birisini durdurup, ”eyne ravza-ravza neresi?” dedi. Arap olduğunu tahmin ettikleri adam, parmağıyla bir kaç metre öteyi işaret etti. O an gördüler Mescidi Nebiyi. O anda içinde kopan şeyin tarifi yoktu, nasıl yani iki üç dakikada mübarek Ravzanın duvarlarına dokunacak, bakacak, konuşacak mıydı? Kelimeler neredeydi, süslü cümleler, dualar nerede ve nasıldı? Kelamı, ne söyleyeceğini unuttu. İşte Hz. Rasul'ün ayaklarının dibindeydi. Kız kardeşiyle bir kelime konuşmadılar. Sadece ağlayarak gayri ihtiyari hafif bir sesle salavat getirmeye başladılar. Dizlerinin bağı çözüldü, yürümek değil uçmak istiyordu. Başını döndüren bu buluşma genzini yaktı. Salatü selamları, duaları, emanet selamları, münacatları dilinin ucundan gözyaşı olarak aktı. Mescidi Nebinin etrafını bir kaç kez tavaf ederken, kardeşiyle içeri nasıl girilir, ravza nasıl ziyaret edilir, sora sora öğrendiler sonra. Dünya önemini kaybediyor, günahlar, suçlar, hatalar bir bir gönlün nedanetine sığınıyor. Beş vakte eklenen namazlar kırk rekata tamamlansın diye nafileler ekleniyor. Dilini, kültürünü, hayatını, adetini bilmediğin kardeşlerin sevgiyle kucaklıyor seni. Ne yatmanın, ne gecenin- gündüzün, ne saatin, vaktin önemi var burada. Ömrünü beş vakte bağlıyorsun, bekliyorsun ‘Ya Bilal, kalk bizi ferahlandır’ emrinin insanın bütün hücrelerine işleyen ezanına ram oluyorsun. İnsan aciz kalıyor, sessizce dinliyor ve temaşa ediyor yaşananları, canhıraş bir duygu, her akşam sizi ‘cennetten bir köşe’ olan Ravza'da buluşturuyor, hem de ne muhteşem bir buluşma!

     “Ey kurban olduğum, Efendim, huzurundayım. İşte geldim, çağırdın ben geldim, evine, gönlüne, selamına, mescidine, şehrine misafir geldim, bastığın yerlere, baktığın yerlere dokunuyorum, yanıyorum. Ellerim, dillerim, duygularım şokta.
     Ey Mescidi Nebi!
     Şahit ol yanıyorum, gönlüme aşk düşüyor, ömrüme sürur, sevinç, mutluluk, huzur. Medine yar şehri, kaç geceler feryadıma, münacatıma, dua ve gözyaşlarıma şahitlik ettin. Ey Efendimin mihrabı, minberi, ey mescidin sütunları, ey Ravza, ey yeşil halı, ey müslümanlar, ya Ebabekr, Ömer, Osman! Ya Aişe annem, ey Cennetül Baki, her zerresine aşık olduğum hasretim, şahit ol ben geldim. Allah'ım hamd, şükür binlerce teşekkür sana...”

     İnsanın gözyaşları böyle mi çok, böyle mi içten, böyle mi sıcak olur. Hiç durmaz mı? Durmuyor. Yedi gün yedi saniye kadar hızlı geçiyor ve güzel şeylerin ömrü az oluyor. Sayılı gün çabucak geçiverdi, ayrılık vakti bir karanlık gibi çöktü gönlünün her zerresine, ne anlatılmaz bir hüzündü.

     “Mekke Mekke güzel şehir geleceğiz, döneceğiz” Allah'ın Rasulünün doğduğu, yürüdüğü, büyüdüğü, güldüğü, ağladığı şehir. Tekrar bir fetih gibi, vakti gelmiş ömür gibi, Ensar’ı bekler gibi onları bekliyordu. Dünya, bir yerden bir yere göçten ibaretmiş, valizlerini hazırlayıp tekrar yola revan oldular. Fakat evlerinden çıkarken inanamadıkları bu yolculuk bu defa oldukça gerçek olduğuna artık inandırmıştı onları. Nereye baksalar Sevgilinin ayak izleri, mübarek sözleri, her yerde muhacirler ve onlara kucak açan Medine’li ensar önlerine çıkıyordu. Artık çölün, sıcağın, yolun meşakkatini hissetmiyorlardı. Ah Mekke. Her anı ilk ve taptaze, her zerresi heyecan her adımı tarifsiz bir haz. Hac Mekke, Arafat, Zemzem, İsmail, Hacer, hac Beytullah.

     Zülhuleyfede ilk ihram namazı ilk lebbeyk ilk niyet. ‘Sana geldik Allah'ım! Buyur Allah'ım buyur, sana geldik. İkramına, izzetine, lütfuna, rahmetine muhtaç ve talibiz Allah'ım.’

     İhram, ilk heyecan, elini eteğini, gözünü, sözünü sakınman gerek. Artık bir ölü gibi insan, işte bir kıyamet senaryosu ihram. Artık Rabbinin evinde ‘duyufurrahman’sın, onun misafirisin. Haremin her şeyi kıymetlidir. Otu, ağacı, yaprağı, böceği, çiçeği ve insanı. Bilinç halinde ve farkında olarak yaşamak lazım öyle lakaytlık kabul etmez ihram.

     İlk karşılaşma. ‘Kabenin yolları bölük bölüktür, benim ciyerciğim delik deliktir’. İlk karşılaşma, göz dayanmaz, gönül görür. Görevli uyarıyor “aman metafın yanına kadar gelmedikçe ve ben söylemedikçe gözlerinizi açmayın” Allah'ım bütün buluşmalar böyle mi oluyor? Tarifsiz bir duygu. Kalp buna nasıl dayanır, fırlayacak göğüs kafesinden, korkuyor. Grup görevlisi; ‘gözlerinizi açın ve ilk can alıcı duanızı edin’ diyor, başını kaldırıyor; Kabe. İlk bakışma, ilk göz göze gelme. Heybet! ‘Sana geldik, nadim, pişman, yüklerce günahla. Boş dönmemek inancıyla aşk olmaya, geldiğimiz gibi dönmemeye niyetle’. Muhteşem ve tarifsiz.

     Kabe bütün vakarıyla ama mütevazi karşıladı onları. ‘Şahit ol Kabe, Hacerül esved, Rüknü Yemani, Makamı İbrahim, Hicri İsmail, Yeşil ışık ben geldim, biz geldik. İnanılır gibi değil işte Kabe, koşmak eteklerine bir anne gibi sarılmak örtüsünden tutarak çığlık çığlığa ağlamak, ağlamak istiyorum. İnsanlar ne diyor hangi cümlelerle dua ediyor, bilmiyor, görmüyor, duymuyorum. Eşim, annem, kardeşim bir an yanımda olmasalardı diye düşündüm, çünkü, özgür değildim. Sevgiliyle buluşmuştum ama arada bir hicap perdesi vardı şairin “gül kızardı hicabından dediği” yerdeyim. Ellerimiz, dillerimiz, gönlümüz, dualarımız tutuştu. Diller, kelimeler, dualar tutuşuyor, sözler yetmiyor, ne diyeceğimi şaşırdım, nasıl münacaat edeceğimi unuttum, oy Kabe. Rabbin izdüşümü Kabe. Sevgilinin mekanı Kabe. Nasıl güzelsin. Siyah örtün beni de örter mi, ben de değerliyim şimdi çünkü O’nun evindeyim. Nasıl bir vuslat bu?!”

     Sadece açılan gönüller, yağmur gibi gözyaşlarıyla dolan eller var sanki. İnsanlar kimseyi görmüyor, cümle mahluk feryat, figanda, duada, yakarış ve tazarruda, zaman durmuş, eşya donmuş sadece heybet, sadece aşk, güzellik. Gayri ev sahibi o. İste ve sabret. İkram O'ndan, af, mağfiret, rahmet, O'ndan.

     Mekke... İnsan bir şehre aşık olur mu? O oldu. Dağlarına ki simsiyah, gökte uçan kuşlarına, caddesine, sokağına, Hareme çıkan her yoluna. Safa’ya Merve’ye. Ne bir hata gördü ne bir kir. Ne dedi ki, ben böyle beklemiyordum. Ebu Kubeys dağının eteklerinden geçerken her gün Sevgilinin çağrısı yankılandı kulaklarında. Kah Ebubekir’di seslenen, kah Ömer, Kah Bilal’di. Sokaklarında Hatice’de vardı Fatıma’da. Aradığı da O’ydu, bulduğu da O.

     O gün öğle namazı için ikinci kata çıkmıştı. Her daim Kabe’ye yüzünü dönüp, ya temaşa, ya namaz, ya kur’an okurdu. O’na bakmaya, seyretmeye doyamıyordu. O gün yönünü mes’a- sa’y yapılan yere dönerek oturmak istedi hiç sebepsiz sa’y yapanları seyretmek istedi. Hafızasında uzun süre kalacak o an bu yerde bu anda oldu. Öyle zevkle seyrediyordu ki, insanların bir sel gibi akışını, o tekbirler o yeşil ışıklarda erkeklerin hervele yapmaları yüzlerce her milleten, memleketten akan o sel öyle güzeldi ki. Birden o kalabalıktan bir grubun, grup içinden de bir kadının son derece sevinçle ona doğru koştuğunu gördü.

     Allahu ekber!
     Kim bu, demeye kalmadı.
     “Hocam," dedi karşıdan heyecanla gelen hanım, olamaz böyle bir şey, nasıl olur, biz birkaç saat önce uçaktan indik ve hemen de ziyaret tavafını ve sa’yini yapmaya geldik.
     Daha dün müftülüğe uğramıştım tam kapıdan çıkarken görevli arkadaş; “hocanım bir emanet var, şu arkadaşa verebilir misin?” demişti.
     “ Nerde bulacağım” deyince,
     ”Allah rastlastsın” dedi
     Bende aldım, adres yok, telefonum da yok hocam, öylesine aldım bulup verebileceğime asla inanmayarak. Derken bir taraftan da sırt çantasına sokuşturduğu izin belgesini çıkarıp eline tutuşturdu. Donmuştu, öylece kalakaldı. Zaten aklında ne dünya, ne içindekiler, ne iş, ne izin kalmamış, unutmuştu. Bu nasıl olabilirdi?

     Allah'ım! Halbuki biz defalarca eşimle ikimizde de telefon olmasına ve hatta şurada buluşuruz dememize rağmen birbirimizi bulamamıştık. Hac idi burası, kaç milyon insanın kendini bile kaybettiği yerdi burası. Birbirlerine baktılar; ”hocam, hiç seni bulup vereceğimi aklıma bile getirmemiştim, arasam nereden nasıl arayacağımı bile bilmiyorum geri götürürüm diye düşünerek almıştım" dedi ve ekledi nereden bilebilirdim ki sen beni daha uçaktan iner inmez karşılayacaksın. Sarıldı, ağladılar bu lütuf karşısında. Sonra arkadaşı sa’yine devam etti o da adeta Allah’ın ayarlayarak gönderdiği izin kağıdını alıp, namazlarını kılıp otele döndü.

     Yüce Mevla, Kadiri mutlaktı. Randevuyu o ayarlamıştı...

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Çok güzel bir yazı. İnsanı içine çeken, okumadan bırakmayan bilgi ve duyguyu birlikte harmanlayan yazı için teşekkür ediyorum

Adsız dedi ki...

Özellikle yıllar önce aynı duyguları yaşayan insanları tekrar aynı iklime götüren ve buğulu gözlerle son bulan akıcı bir yazı Allah razı olsun.
Selam ve dua ile.

Adsız dedi ki...

Aklınıza, elinize sağlık.

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...