29 Temmuz 2021 Perşembe

İSLAM HUKUKU / Fıkıhta Ölçülülük İlkesinin İslam’ın Doğru Algılanmasına Katkısı / Sayfa 432 - 445

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 432 - 445
İSLAM HUKUKU
Fıkıhta Ölçülülük İlkesinin
İslam’ın Doğru Algılanmasına
Katkısı
Cemalettin ŞEN *

     Özet
     Ölçülülük, duygu, düşünce, ahlak ve davranışlarda ölçülü ve dengeli olma durumu olarak tanımlanır. Ölçülülük, ifrat ve tefrit denilen iki aşırı uç arasındaki normal ve olması gereken hâl ve tavrı ifade eder. Dinin ibadet ve hukuktan ibaret amelî yönüne ilişkin ölçülülük, “fıkıhta ölçülülük” olarak isimlendirilebilir. İslam’ın algılanmasında teorik yönün yanı sıra pratik cihet de önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla İslam’ın doğru algılanması, fıkhi konu ve hükümlerin Müslümanlarca doğru bilinmesi ve aşırılıklardan uzak, olması gerektiği gibi uygulanmasıyla mümkündür. Sonuç olarak, İslam’ın insana, mala, barışa, aileye, bilime, düşünce özgürlüğüne vs. bakışının doğru algılanabilmesi için fıkıhta bireysel ve toplumsal anlamda teorik ve pratik açıdan ölçülülük ilkesinin çok büyük katkısının olduğunu söyleyebiliriz.

     Anahtar Kelimeler:
     İslam, fıkıh, ölçülülük, ifrat, tefrit, algı.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Ana Bilim Dalı.
~~~~ * ~~~~

     Giriş
     İslam’ın “doğru olarak algılanması”, (1) “algılanması” meselesinden çok daha önemlidir. Başka bir deyişle İslam’ın “yanlış bir şekilde algılanması”, “algılanmamasından” daha kötü sonuçlar üretmektedir.
     Nihayetinde zihinsel bir faaliyet olan algılama, her şeyden önce duyumlara (2) dayandığı için İslam’ın doğru algılanmasında görme, işitme vb. yetilerin birincil etkisi vardır.
     İslam algısının öznesi, dar anlamda sadece Müslüman olmayanları ifade etse de geniş anlamda bütün insanları içermektedir. Dolayısıyla İslam’ın doğru veya yanlış algılanmasından bahsedildiğinde bir yönüyle İslam’a davet, (3) diğer yönüyle de Müslümanların kendi dinlerini tanımaları söz konusu olmaktadır.
     Kaynağı itibariyle ahlaki bir kavram olan ölçülülük, fıkıh alanında da pek çok usul, ibadet ve hukuk içerikli konularda doğrudan veya dolaylı olarak dile getirilmektedir. Bu nedenle fıkıh sahasındaki ölçülülük, özellikle ahlaki değerler bakımından İslam’ın algılanması noktasında önemli bir etkiye sahiptir.
     Kısaca ifade etmek gerekirse bu çalışmada, fıkıhta ölçülülük ilkesinin, İslam’ın doğru algılanmasına, hangi konularda, kimleri nasıl etkileyerek katkı sağladığı sorunu çözümlenmeye çalışılacaktır.
     Dolayısıyla ilk olarak bu meselenin anlaşılması ve çözümlenmesi noktasında kilit role sahip olan “fıkıhta ölçülülük” kavramının açıklanması gerekmektedir.

     I. Fıkıhta Ölçülülük Kavramı
     Türkçe bir kelime olan “ölçülülük”, dilimizde ayrıca “ılımlılık” kelimesiyle de karşılanmaktadır. (4)

~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Algı (perception) bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varmak demektir. http://www.tdk.gov.tr, 20.09.2016. Algı hakkında geniş bilgi için bk. Feriha Baymur, Genel Psikoloji, 4. basım, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1978, ss. 124-146; Hançerlioğlu, Orhan, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988, ss. 17-20; Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2000, ss. 43-44; Rasim Bakırcıoğlu, Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü, Anı Yayınları, Ankara, 2012, ss. 23-24; Rıza Tevfik Bölükbaşı, Kâmûs-ı Felsefe, haz. Recep Alpyağıl, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2015, ss. 241-243.
2) Duyu (sense), insanların ve hayvanların, dış dünyanın uyaranlarını görme, işitme, koklama, dokunma ve tatma organlarıyla algılama yeteneğidir. http://www.tdk.gov.tr, 20.09.2016. Bir duyu gücünün herhangi bir etkenle uyarılmasına ise duyum denir. Hayati Hökelekli , “Duyu”, DİA, c. X, Ankara, 1994, s. 8.
3) Da’vet, İslam dinini yayma ve Müslümanları dinî görevlerini yerine getirmeye çağırma anlamına gelen İslami bir terimdir. Mustafa Çağrıcı, “Da’vet”, DİA, c. IX, Ankara, 1994, s. 16. 4) http://www.tdk.gov.tr, 20.09.2016. Yüce Allah’ın evrensel kanunlarından birisi de ölçülülüktür. Canlı ya da cansız bütün varlıkların yaratılışında bu kanunun etkinliğini açıkça görmenin mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Cemalettin Şen, “Şemsüleimme es-Serahsî’nin el-Mebsût Adlı Eserinin Hacmi Üzerine”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXI, sy. 2, Bursa, s. 24. Ayrıca bk. elBakara 2/187, 229; en-Nisâ 4/14; el-Mâide 5/87; et-Tevbe 9/112; et-Talâk 65/1.
~~~~ * ~~~~

     Arapçada i’tidâl, (1) İngilizcede ise “moderation” (2) kelimeleriyle ifade edilen ölçülülük, “duygu, düşünce, ahlak ve davranışlardaki denge” (3) olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ifadeyle ölçülülük, ahlaki davranışların kaynağı olan psikolojik yeteneklerin işleyişinde itidal noktasının ilerisine geçen sapmalar (4) anlamındaki ifrat ile ahlaki davranışlarda itidal noktasının altında kalan sapmalar (5) manasındaki tefrit adı verilen iki aşırı tutum arasındaki orta hâl olarak karşımıza çıkmaktadır. Adâlet (6), denge (7), iktisâd (8), istikâmet (9), istivâ (10) ve tavassut (11), ölçülülük; gulüv (12), israf (13),  i’tidâ (14),  taaddî (15), tecâvüz (16), teşdîd (17) ve tuğyân (18), ifrat; taksîr (19)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Serdar Mutçalı, İngilizce - Türkçe - Arapça Sözlük, Dağarcık Yayınları, İstanbul, 2001, s. 298.Fıkıh kitaplarında i’tidâl ifadesi, bazen namazın kıyam, rükû ve secde gibi rükünlerini yerli yerinde, acele etmeden ve sükûnet içinde yerine getirmeyi ifade eden ta’dîl-i erkân anlamında da kullanılır. Şemsüleimme es-Serahsî,, el-Mebsût, I-XXX (15 mücellette 30 cilt), 2. basım, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut, 1406/1986, c. I, s. 188; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, I-II (1 mücellette 2 cilt), Kahraman Yayınları, İstanbul, 1985, c. I, s. 105; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhü'l-İslâmî ve edilletüh, IVIII, 3. basım, Dârü'l-Fikr, Dımaşk, 1409/1989, c. I, s. 657; AbdullahKahraman, “Ta’dîl-i erkân”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, s. 366; el-Mevsû'atü'l-fıkhiyye, I-XLV, Vezâretü'l-Evkâf ve'ş-Şuûni'lİslâmiyye, Küveyt, 1404/1983-1426/2006, c. V, s. 203.
2) Resuhi Akdikmen –Ekrem Uzbay –Necdet Özgüven, Langenscheidt Standart Sözlüğü: English - Turkish Turkish - English, I-II (1 mücellette 2 cilt), 4. basım, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1989, c. I, s. 336; Oxford Ansiklopedik Sözlük: İngilizce-Türkçe, I-IV, yay.y., İstanbul, ts., Sabah'ın hediyesidir, c. III, s. 1098.
3) Mustafa Çağrıcı, “İtidal”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, s. 456. Ayrıca bk. Ömer Nasuhi Bilmen, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, I-VIII, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1985, c. VIII, s. 206; Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, I-XXIV, Milliyet Gazetecilik A.Ş., İstanbul, 1992, c. XVII, s. 9021; Ali Seyyar, İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri, Değişim Yayınları, İstanbul, 2007, s. 529; YaşarÇağbayır, Ötüken Türkçe Sözlük: Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı, I-V, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2007, c. IV, s. 3687.
4) “İfrat”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, s. 513. Ayrıca bk. Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, nşr. Abdurrahman Umeyre, Âlemü'l-Kütüb, Beyrut, 1407/1987, s. 54.
5) “Tefrit”, DİA, c. XL, Ankara, 2011, s. 281. Ayrıca bk. Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 55.
6) Mustafa Çağrıcı, “Adâlet”, DİA, c. I, Ankara, 1988, s. 341.
7) Çağrıcı, “İtidal”, s. 456.
8) Şah Veliyyullah, Hüccetullâhi'l-bâliğa, I-II, nşr. Muhammed Şerîf Sükker, 2. basım, Dâru İhyâi'lUlûm, Beyrut, 1413/1992; c. II, ss. 53;İsmail Durmuş, “Mübalağa”, DİA, c. XXXI, Ankara, 2006, s. 425.
9) Mustafa Çağrıcı –Süleyman Uludağ, “İstikamet”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, s. 348.
10) Yavuz, Yusuf Şevki, “İstivâ”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, s. 402; el-Mevsû'atü'l-fıkhiyye, I-XLV, Vezâretü'l-Evkâf ve'ş-Şuûni'l-İslâmiyye, Küveyt, 1404/1983-1426/2006, c. V, s. 203.
11) İbrâhîm b. Mûsâ eş-Şâtıbî,, el-Muvâfakât fî usûli'ş-şerî’a, I-IV, nşr. Muhammed Abdullâh Dirâz, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut, ts., c. IV, s. 258.
12) Yusuf Şevki Yavuz, “Gulüv”, DİA, c. XIV, Ankara, 1996, s. 192.
13) Mustafa Çağrıcı, “Cimrilik”, DİA, c. VIII, Ankara, 1993, s. 4; Cengiz Kallek, “İsraf”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, s. 178; İlmihâl, I-II, 6. basım, Divantaş, İstanbul, 1999, c. II, s. 544.
14) Yavuz, “Gulüv”, s. 192.
15) Yavuz, “Gulüv”, s. 192; İbrahim Çelik, “Taaddî”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, s. 283.
16) Durmuş, “Mübalağa”, s. 426.
17) Yavuz, “Gulüv”, s. 192.
18) İbrahim Çelik, “Taaddî”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, s. 283.
19) Mustafa Çağrıcı, “Fazilet”, DİA, c. XII, Ankara, 1995, s. 269.
~~~~ * ~~~~

tefrit; aşırılık (1), dalâlet (2) dengesizlik (3) fesâd (4) i’vicâc (5), ölçüsüzlük (6) ve sapma (7) ise hem ifrat ve hem de tefrit ile eş veya yakın anlamlı olarak kullanılmaktadır.
     İslam’ın inanç, ibadet, ahlak ve hukuktan ibaret dört ana unsurunun ikisini ifade eden ve bu açıdan bakıldığında “İslam ibadet ve hukuk ilmi”8 olarak tanımlanan fıkıh, ölçülülük ile ilişkisi açısından bakıldığında üç temel durumla karşımıza çıkmaktadır: Fıkıhta ölçülülük, fıkıhta ifrat ve fıkıhta tefrit.

     1) Fıkıhta Ölçülülük
     Fıkıhta ölçülülük (moderation in fiqh), “İslam’ın ibadet ve hukuktan ibaret amelî yönüne ilişkin, aşırılıklardan uzak orta hâl” olarak tanımlanabilir.
     Dolayısıyla fıkıhta ölçülülük, mükellefin amelî hükümler konusunda ifrat ve tefritten sakınmasını gerektirmektedir. İmamın namaz kıldırması örneğinde görülebileceği gibi çok hızlı (ifrat) ve çok yavaş (tefrit) hareket edilmediği, bu ikisinin arasındaki (orta) hızla namaz kıldırıldığı zaman ölçülülük ortaya çıkmaktadır.
     Ahlak ilminde “insanın iyilik yapmasını ve kötülükten uzak durmasını sağlayan ruhi yetenekler, erdem” olarak tanımlanan fazilet (الفضيلة,(9 her zaman için bir ölçülülük anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla ölçülü olmak, erdemli olmanın vazgeçilmez şartıdır.
     Buradan hareketle fıkıhta ölçülülüğün kişinin ahlaki güzelliğine önemli bir katkı sağlayacağı rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla fıkıhta ölçülü olan birey, erdemli olma yolunda önemli bir adım atmış sayılabilir. Çünkü fıkıh ve ahlak nihayetinde iyiyi ve güzeli önerir.
     Kısaca söylemek gerekirse fıkıhta ölçülülük, mükellefin, ibadet ve hukuk alanında normal, meşru, iyi, güzel ve helal kabul edilebilecek biçimde orta, dengeli ve aşırılıklardan uzak davranması ve düşünmesi durumudur.
     Fıkıhta ölçülülük ilkesi (الفقه فى اإلعتدال قاعدة) (moderation principle in fiqh) ise “fıkıhta ölçülülüğü tanımlayan temel önerme ve kural” olarak tanımlanabilir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) “Fazilet”, s. 269.
2) Ömer Faruk Harman, “Dalâlet”, DİA, c. VIII, Ankara, 1993, s. 427.
3) Süleyman Uludağ, “Aşk”, DİA, c. IV, Ankara, 1991, s. 15.
4) İlhan Kutluer, “Fesad”, DİA, c. XII, Ankara, 1995, s. 421.
5) Çağrıcı –Uludağ, “İstikamet”, s. 348.
6) Ayverdi, İlhan, Asırlar Boyu Tarihî Seyri İçinde Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, I-III, haz. Kerim Can Bayar, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2005, c. III, s. 2422; Uludağ, “Aşk”, s. 15.
7) Harman, “Dalâlet”, s. 428.
8) Hayreddin Karaman, “Fıkıh”, DİA, c. XIII, Ankara, 1996, s. 1.
9) Çağrıcı, “Fazilet”, s. 268.
~~~~ * ~~~~

     2) Fıkıhta İfrat
     Fıkıhta ifrat (الفقه فى اإلفراط) (excess in fiqh), “İslam’ın ibadet ve hukuktan ibaret amelî yönüne ilişkin, itidal noktasının ilerisine geçen sapmalar” olarak tanımlanabilir.
     Dolayısıyla fıkıhta ifrat, mükellefin amelî hükümler konusunda fazlalık yönünde aşırıya kaçmasını belirtir. İmamın namaz kıldırması örneğinde görülebileceği gibi çok hızlı namaz kıldırıldığı zaman ifrat ortaya çıkmaktadır.
     Ahlak ilminde “faziletin karşıtı olarak kötü huy, erdemsizlik” olarak tanımlanan rezilet (1) her zaman için bir ölçüsüzlük anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla ölçüsüz olmak, erdemsiz olmanın vazgeçilmez şartıdır.
     Buradan hareketle fıkıhta ifratın kişinin ahlaki çirkinliğine büyük bir katkı yapacağı rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla fıkıhta ifrat sahibi olan birey, erdemsiz olma yolunda büyük bir adım atmış sayılabilir. Çünkü fıkıh ve ahlak nihayetinde kötüyü ve çirkini yasaklar.
     Kısaca söylemek gerekirse fıkıhta ifrat, mükellefin, ibadet ve hukuk alanında anormal, gayrimeşru, kötü, çirkin ve gayrihelal kabul edilebilecek biçimde ortanın üstü, dengesiz ve aşırı fazla davranması ve düşünmesi durumudur.

     3) Fıkıhta Tefrit
     Fıkıhta tefrit (الفقه فى التفريط) (shortage in fiqh), “İslam’ın ibadet ve hukuktan ibaret amelî yönüne ilişkin, itidal noktasının gerisinde kalan sapmalar” olarak tanımlanabilir.
     Dolayısıyla fıkıhta tefrit, mükellefin amelî hükümler konusunda eksiklik yönünde aşırıya kaçmasını belirtir. İmamın namaz kıldırması örneğinde görülebileceği gibi çok yavaş namaz kıldırıldığı zaman tefrit ortaya çıkmaktadır.
     Ahlak ilminde “faziletin karşıtı olarak kötü huy, erdemsizlik” olarak tanımlanan rezilet (2) her zaman için bir ölçüsüzlük anlamı taşımaktadır. Dolayısıyla ölçüsüz olmak, erdemsiz olmanın öncelikli şartıdır.
     Buradan hareketle fıkıhta tefritin kişinin ahlaki çirkinliğine büyük bir katkı yapacağı rahatlıkla söylenebilir. Dolayısıyla fıkıhta tefrit sahibi olan birey, erdemsiz olma yolunda büyük bir adım atmış sayılabilir. Çünkü fıkıh ve ahlak nihayetinde kötüyü ve çirkini yasaklar.
     Kısaca söylemek gerekirse fıkıhta tefrit, mükellefin, ibadet ve hukuk alanında anormal, gayrimeşru, kötü, çirkin ve gayri helal kabul edilebilecek biçimde ortanın altı, dengesiz ve aşırı eksik davranması ve düşünmesi durumudur.
     Çalışmamızın bel kemiğini oluşturan fıkıhta ölçülülük kavramını, ilgili diğer terimlerle birlikte ele aldıktan sonra fıkıhta ölçülülüğün teorik (kuramsal, nazari) ve pratik (uygulamalı, amelî) açıdan İslam’ın doğru algılanmasına nasıl katkı sağladığını örneklerle açıklayabiliriz. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) “Rezîlet”, DİA, c. XXXV, Ankara, 2008, s. 46.
2) “Rezîlet”, s. 46.
~~~~ * ~~~~

     II. Fıkıhta Ölçülülüğün İslam’ın Doğru Algılanmasına Teorik Açıdan Katkısı 
     Fıkıhta ölçülülük, bireysel veya toplumsal boyutlarda kimi zaman fıkıh tarihi ve usulüne ilişkin düşünce ve kabullere bağlı olarak İslam’ın doğru algılanmasına teorik açıdan katkı sağlamaktadır.
     1) Fıkıh Tarihi Açısından
     a) Fıkıh mezheplerine bakış tarzı:
     Benimsenen mezhep görüşünün yanlış olduğu ispatlansa dahi körü körüne savunulması anlamındaki taassub (1) (fanaticism) yani bağnazlık ve mensup olduğunun dışındaki mezheplere hayat hakkı tanımama ifrattır. Aksine asırların fıkhi bilgi ve tecrübe birikimi olan mezhepleri yok sayarak doğrudan naslardan hüküm çıkarmaya çalışmak da tefrittir. Bu konuda ölçülülük, tek bir mezhebin metot ve görüşlerine bağlı kalmayıp meseleleri gerektiğinde mezhepler üstü ve delil odaklı bir bakışla mukayeseli olarak ele almaktır. (2)
    Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların bilgiye, tecrübeye ve düşünce özgürlüğüne verdiği önemin ifadesi olarak algılanabilir.

     b) Fıkıh bilginlerine bakış tarzı:
     Fıkıh bilginlerinin aşırı derecede övülmesi (3), tarihsel gerçeklerle uyuşmayan niteleme ve veriler ışığında hak etmedikleri özelliklere sahip olarak gösterilmeleri ifrattır. Çünkü bir şeyin altını çok çizmek bazen o şeyin altını kazımak anlamına gelebilir. Aksine bu bilginlerin sırf gözden düşürmek gibi nedenlerle gereksiz yere eleştirilmeleri, hakikate aykırı bilgi ve beyanlarla karalanmaları da tefrittir. Bu konuda ölçülülük, gerektiğinde bütün fıkıh bilginlerini, doğru ve güvenilir bilgilere dayalı olarak hak ettikleri şekilde ve bilimsel terbiye sınırlarını aşmadan övmek ve eleştirmektir.
     Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların bilim insanlarına, hakikati arama duygusuna ve vefaya verdiği önemin ifadesi olarak algılanabilir.

     c) Zamana bakış tarzı:
     Fıkıh kavram, kural ve uygulamalarının hayata yansıtılmasında tamamen modernist bir bakış açısıyla gelenekten koparak ve ahkâmın değişmesi (4) meselesinde sınır tanımaksızın hareket etmek ifrattır. Aksine bu konuda geleneği vazgeçilmez olarak kabullenip çağını okuyamamak, yeniliğe, güncellenmeye karşı durmak ve ahkâmın değişmesi meselesinde sınırları gereksiz yere daraltmak da bir tefrittir. Bu konuda ölçülülük, gelenek ve çağın gereklerini dengeli bir şekilde değerlendirip mümkün olduğu ölçüde yenilenmenin, değişmenin ve güncellenmenin yollarını açık tutmaktır.
     Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların yeniliğe, geleneğe, değişime ve çağın gereklerini anlamaya verdiği önemin ifadesi olarak algılanacaktır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mustafa Çağrıcı, “Taassup”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, s. 285. Fıkıh mezhepleri açısından taassup hakkında geniş bilgi için bk. Hayreddin Karaman, İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I-III, Nesil Yayınları, İstanbul, 1988-1992, c. II, ss. 715-721.
2) Hacı Mehmet Günay (ed.), Günümüz Fıkıh Problemleri, 4. basım, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2013, ss. 18-19.
3) Övgüde aşırı gidilmemesi gerektiğine dair bk. Mustafa Çağrıcı, “Medih”, DİA, c. XXVIII, Ankara, 2003, s. 304.
4) Ahkâmın değişmesi meselesindeki ifrat, tefrit ve mutedil görüşler hakkında bk. Mehmet Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990, ss. 97-106.
~~~~ * ~~~~

     Evrensel bir hukuk sistemi olan İslam hukukunun, bilimsel değişim ve gelişmelere uyum sağlayamaması düşünülemez. Bu bağlamda İslam hukukçularına önemli görevler düşmektedir. Asırların birikimi birçok değişim ve gelişimin, İslam hukukuna hakkıyla yansıtılamaması ve neticede İslam hukukunun, zamanımızda uygulanması mümkün olmayan ve sadece tarihsel çalışmaların malzemesi olarak görülen bir hukuk sistemi hâline dönüşmesini istemiyorsak, İslam hukukunu zamanın diliyle konuşturmak mecburiyetindeyiz. (1)

     2) Fıkıh Usulü Açısından
     a) Şer’î delillere bakış tarzı:
     Nasları temel olarak ele aldığımızda Kitap ve Sünnet’i delil olarak alıp re’yi ve bunun en önemli unsuru olan kıyası, sahâbî kavlini ve tâbiîn fetvalarını kabul etmemek ifrattır. Aksine sadece Kitap ve re’ye dayanıp Sünnet’i delil kabul etmemek de tefrittir. Bu konuda ölçülülük, Kitap ve Sünnet’in yanı sıra icmâ, kıyas vb. delilleri de belli bir denge ve hiyerarşi gözeterek kabul etmektir. (2)
     Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların naslardan kopmadan akli delilleri de kullandığına, vahiy-akıl dengesini (3) bozmadığına dolayısıyla İslam’ın temellerinin sağlam ve akla uygun olduğuna yönelik olumlu bir algı oluşturabilir.

     b) İctihad ehliyetine bakış tarzı:
     İctihad ehliyetine ilişkin şartları (4) âdeta ictihad kapısının kapanmasına (5) sebep olacak ölçüde ağırlaştırıp müctehid potansiyeli taşıyan insanları ilme küstürmek ifrattır. İctihad ciddiyetini temelinden sarsacak derecede bu şartları gevşetip ulu orta sözde müctehidlerin türemesine sebep olmak da tefrittir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Cemalettin Şen, Bilinç ve Etkisi: İslam Hukukunda Bilincin Hak ve Sorumluluklara Etkisi, Emin Yayınları, Bursa, 2010, ss. 43-44.
2) Ehl-i hadîs (II. (VIII.) yüzyıldan sonra ortaya çıkan ve daha çok hadise ağırlık veren Medine merkezli fıkıh ekolüdür. Salim Öğüt, “Ehl-i hadîs”, DİA, c. X, Ankara, 1994, s. 508. Ehl-i re’y (II. (VIII.) yüzyılda ortaya çıkan Kûfe merkezli fıkıh ekolüdür. M. Esad Kılıçer, “Ehl-i re’y”, DİA, c. X, Ankara, 1994, s. 520. Müfrit ve mutedil ehl-i hadîs ve ve ehl-i re’y hakkında bk. HayreddinKaraman, Başlangıçtan Zamanımıza Kadar İslam Hukuk Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul, 1989, ss. 175-176.
3) Mehmet Erdoğan, Vahiy-Akıl Dengesi Açısından Sünnet, 3. Basım, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009, ss. 281-282.
4) Hayreddin Karaman, İslam Hukukunda İctihad, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1975, ss. 175-182; H. Yunus Apaydın, “İctihad”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, ss. 437-439.
5) Karaman, İslam Hukukunda İctihad, ss. 183-203; Apaydın, “İctihad”, ss. 443-445.
~~~~ * ~~~~

     Bu konuda ölçülülük, makul, meşru ve dengeli bir şartlar listesi sunmaktır. (1) Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların bilimsel yeniliklere açık olduğu, İslam’ın her zaman ve zeminde uygulanmaya elverişli olduğu algısını oluşturabilir.

     III. Fıkıhta Ölçülülüğün İslam’ın Doğru Algılanmasına Pratik Açıdan Katkısı
     Fıkıhta ölçülülük, bireysel veya toplumsal boyutlarda kimi zaman ibadet ve hukuka ilişkin kural ve uygulamalara bağlı olarak İslam’ın doğru algılanmasına pratik açıdan katkı sağlamaktadır.

     1) İbadetler Açısından
     a) Namaz:
     İmamın namazı çok yavaş kıldırması veya kıraatte çok uzun bir sure okumak suretiyle uzatması ifrattır. Aksine imamın namazı çok hızlı kıldırması veya bazı sünnetleri göz ardı ederek kısaltması da tefrittir. Bu hususta ölçülülük, imamın namazı sünnete uygun bir şekilde cemaatin durumunu da gözeterek orta bir sürede kıldırmasıdır (2).
     Bu şekildeki ölçülü davranış, insan sevgisi, merhamet, çocuk, hasta, yaşlı vb. özel durumları olan insanların da cemaate teşvik edilmesi gibi güzelliklerin Müslümanlar için ibadet kadar önemli olduğu algısını oluşturabilir.

     b) Oruç:
     Kişinin, dinî, ailevi, toplumsal vb. görevlerini aksatacak şekilde çok oruç tutması ifrattır. Aksine dinî görev kapsamındaki oruçları özürsüz tutmamak da tefrittir. Bu hususta ölçülülük, meşru bir mazereti olmayan mükellefin dinen sorumlu olduğu oruçları tutması fakat savm-ı dehr (3) başta olmak üzere dinî, ailevi, toplumsal vb. işlerini aksatabilecek şekilde çok oruç tutmaktan sakınmasıdır (4).
     Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların aileye ve topluma verdiği değerin algılanmasını sağlayabilir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Benzer ifadeler için bk. Esen, Bilâl, Hanefi Usulcülerinde İctihad Teorisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2012, ss. 116-122.
2) Hz. Peygamber’in (sav) namazını orta uzunlukta tuttuğuna dair bk. Müslim, “Cum’a”, 41. Ta’dîl-i erkân terkibi fıkıh terimi olarak namazın kıyam, rükû ve secde gibi rükünlerini yerli yerinde, acele etmeden ve sükûnet içinde yerine getirmeyi ifade eder. Kahraman, “Ta’dîl-i erkân”, s. 366.
3) Savm-ı dehr yasaklanılan bayram günleri de dâhil olmak üzere tam bir sene boyunca hiç ara vermeden oruç tutmaktır. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 397. Bu oruca savm-ı ebed de denilmektedir. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihâli (İslam Fıkhında İbadetler), I-IV, İz yayıncılık, İstanbul, 1995, c. II, s. 392.
4) Hz. Peygamber’in (sav) gündüzleri sürekli oruçlu olan Abdullah b. Amr’ı (ra) uyardığına dair bk. Buhârî, “Savm”, 54. “Sürekli oruç tutan oruç tutmamış olur.” Buhârî, “Savm”, 57.
~~~~ * ~~~~

     c) Zekât:
     Kişinin, kendisini fakirleştirecek ölçüde veya malının tamamını zekât olarak vermesi ifrattır. Aksine kişinin hiç zekât vermemesi veya zekâtını eksik ödemesi de tefrittir. Bu hususta ölçülülük, mükellefin zekâtını meşru ve makul sınırlar içinde dengeli bir oranda vermesidir (1).
     Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların mala, fakirlere, aileye ve toplumsal adalete verdikleri önemin algılanmasını sağlayabilir.

     d) Hac:
     Hac sırasında büyük taşlar atmak ifrattır. Aksine hiç taş atmamak veya meşru olmayan cisimler atmak da tefrittir. Bu hususta ölçülülük, sünnete uygun şekil ve ölçüde taşların atılmasıdır. (2)
    Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların insana verdiği değerin ve merhamet duygusunun algılanmasını sağlayabilir.

     2) Hukuk Açısından
     a) Devletler hukuku:
     İslam devletinin, diğer devletlerle olan dostane ilişkilerini abartarak ülke menfaatlerinin zedelenmesine neden olması ifrattır. Aksine dost ülkelere dahi düşmanca davranmak da tefrittir. Bu hususta ölçülülük, dostluğun da düşmanlığın da kalıcı olmayabileceği ihtimaliyle temkinli hareket etmektir (3).
     Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların diğer ülkelerle dostane ilişkileri esas aldığı fakat menfaatlerini koruma noktasında da daima uyanık olduğu algısını oluşturabilir.

     b) Ceza hukuku:
     Kişinin nefsani arzularına aşırı düşkünlük göstermesi ve bu nedenle zina etmesi ifrattır. Aksine lezzet duyarsızlığı olarak ifade edilen durum ve bunun sonucu olarak helal olan ilişkilerden de kaçınması tefrittir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hz. Peygamber’in (sav) malının tamamını tasadduk veya vasiyet etmeyi yasakladığına dair bk. Buhârî, “Vesâyâ”, 2; Müslim, “Vesâyâ”, 7-8; Ebû Dâvûd, “Zekât”, 39. “Sadakanın hayırlısı, kişiyi fakir düşürmeyecek olanıdır.” Buhârî, “Zekât”, 18, “Vesâyâ”, 9; .Ebû Dâvûd, “Zekât”, 39.
2) Hz. Peygamber (sav), hac sırasında büyük taşlar atarak diğer insanlara zarar verebilecek kimseleri uyarmış ve bunun dince benimsenmeyen aşırı bir davranış olduğunu belirtmiştir. İbn Mâce, “Menâsik”, 63; Nesâî, “Menâsikü’l-hac”, 217.
3) “Sevdiğini ölçülü sev, belki bir gün düşmanın olabilir. Kızdığına da ölçülü kız, belki bir gün dostun olabilir.” Tirmizî, “Birr ve’s-sıla”, 60. “Düşmanını küçük gören aldanır.” İbn Hibbân, Ravzatü’l-ukalâ ve nüzhetü’l-fuzalâ, Beyrut, 1397/1977, s. 95.
~~~~ * ~~~~

     Bu hususta ölçülülük, helal sınırları içerisinde kalması, kendisine helal olanı haram kabul etmemesidir (1) Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların iffet anlayışının ve aileye verdiği önemin algılanmasını sağlayabilir.

     c) Aile hukuku:
     İddetin bir yıl gibi uzun bir süre olarak esas alınması ifrattır. Aksine kadının hiç iddet beklememesi veya yetersiz bir süre iddet beklemesi de tefrittir. Bu hususta ölçülülük, makul ve meşru bir süre iddet beklemektir (2
      Bu şekildeki ölçülü davranış, Müslümanların aile hayatına, vefa duygusuna ve iffet anlayışına verdiği önemin algılanmasını sağlayabilir.

     Sonuç
     Bu çalışmada öncelikle fıkıh edebiyatına ilave edilebilecek yeni kavramlar olan “fıkıhta ölçülülük”, “fıkıhta ifrat” ve “fıkıhta tefrit” tanımlanmış ve aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır. İslam’ın “doğru algılanması”, “algılanması” meselesinden daha önemlidir. Fıkıhta ölçülülük,
    İslam’ın Müslüman olsun olmasın bütün insanlar tarafından doğru algılanması imkânını sağlar.
     Ölçülülük, kaynak itibariyle ahlaki bir kavramdır. Dolayısıyla fıkıhta ölçülülük, kişinin ahlakını olumlu yönde etkilemesi nedeniyle doğru bir algının oluşmasına katkı sağlar.
     Fıkıhta ölçülülük, bireysel veya toplumsal boyutlarda kimi zaman fıkıh tarihi ve usulüne ilişkin düşünce ve kabullere bağlı olarak İslam’ın doğru algılanmasına teorik açıdan; kimi zaman da ibadet ve hukuka ilişkin kural ve uygulamalara bağlı olarak pratik açıdan katkı sağlamaktadır.
     Fıkıhta ifrat ve tefrit, İslam’ın yanlış algılanmasına yol açar. Bu nedenle bu iki aşırılıktan sakınmak gerekir.
    Fıkıhta ölçülülük, İslam’ın ve Müslümanların bilgi, tecrübe, düşünce özgürlüğü, hakikati arama duygusu, vefa, insan sevgisi, merhamet, aile, toplumsal adalet, dostluk, iffet vb. değerlere bakışının doğru olarak algılanabilmesini temin eder. İslam’ın her zaman ve zeminde herkesçe uygulanabilecek yegâne din oluşu gerçeğinin algılanabilmesi için fıkıhta ölçülülük ilkesinin bireysel ve toplumsal boyutta teorik ve pratik açıdan hayata geçirilmesinin çok büyük katkısı vardır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ahlak kitaplarında “nefsani arzulara aşırı düşkünlük” anlamındaki şehvet gücünün ifratına şereh, Fârâbî’nin “lezzet duyarsızlığı” dediği tefritine humûd, dengeli ve ılımlı işleyişine de iffet denilmiştir. Mustafa Çağrıcı, “İffet”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, s. 506.
2) İslam öncesi Hicaz Arap toplumunda kocası ölen kadın bir yıl süreyle iddet bekler ve yas tutardı. Boşanmış kadınların ise iddet beklemesi ve yas tutması gerekli görülmezdi. Mustafa Baktır, “İhdâd”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, s. 530. İslam hukukuna göre kocası ölen kadın hamile değilse beklemesi gereken süre dört ay on gündür. el-Bakara 2/234. Boşanmış kadınlar hamile değilseler ve hayız da görüyorlarsa Hanefî mezhebine ve Hanbelî mezhebinde ağırlık kazana görüşe göre üç hayız süresince iddet beklerler. bk. Halil İbrahim Acar, “İddet”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, ss. 467-468.
~~~~ * ~~~~

     Kaynaklar
* “İfrat”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, s. 513.
* “Rezîlet”, DİA, c. XXXV, Ankara, 2008, s. 46.
* “Tefrit”, DİA, c. XL, Ankara, 2011, s. 281.
* Acar, Halil İbrahim, “İddet”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, ss. 466-471.
* Akdikmen, Resuhi - Uzbay, Ekrem - Özgüven, Necdet, Langenscheidt Standart Sözlüğü: English - Turkish Turkish - English, I-II (1 mücellette 2 cilt), 4. basım, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1989.
* Akyüz, Vecdi, Mukayeseli İbadetler İlmihâli (İslam Fıkhında İbadetler), I-IV, İz yayıncılık, İstanbul, 1995.
* Apaydın, H. Yunus, “İctihad”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, ss. 432-445.
* Ayverdi, İlhan, Asırlar Boyu Tarihî Seyri İçinde Misâlli Büyük Türkçe Sözlük, I-III, haz. Kerim Can Bayar, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2005.
* Bakırcıoğlu, Rasim, Ansiklopedik Eğitim ve Psikoloji Sözlüğü, Anı Yayınları, Ankara, 2012.
* Baktır, Mustafa, “İhdâd”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, ss. 530-532.
* Baymur, Feriha, Genel Psikoloji, 4. basım, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1978.
* Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukûk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmûsu, I-VIII, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1985.
* Budak, Selçuk, Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2000.
* Buhârî, Muhammed b. İsmâil, el-Câmi'u's-sahîh, I-VIII, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1401/1981.
* Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, I-XXIV, Milliyet Gazetecilik A.Ş., İstanbul, 1992.
* Cürcânî, Seyyid Şerif, et-Ta'rîfât, nşr. Abdurrahman Umeyre, Âlemü'l-Kütüb, Beyrut, 1407/1987.
* Çağbayır, Yaşar, Ötüken Türkçe Sözlük: Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı, I-V, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2007.
* Çağrıcı, Mustafa – Uludağ, Süleyman, “İstikamet”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, ss. 348-349.
* (-----), “Adâlet”, DİA, c. I, Ankara, 1988, ss. 341-343.
* (-----), “Cimrilik”, DİA, c. VIII, Ankara, 1993, ss. 4-5.
* (-----), “Da’vet”, DİA, c. IX, Ankara, 1994, ss. 16-19.
* (-----), “Fazilet”, DİA, c. XII, Ankara, 1995, ss. 268-271.
* (-----), “İffet”, DİA, c. XXI, Ankara, 2000, ss. 506-507.
* (-----), “İtidal”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, ss. 456-457.
* (-----), “Medih”, DİA, c. XXVIII, Ankara, 2003, ss. 304-305.
* (-----), “Taassup”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, ss. 285-286.
* Çelik, İbrahim, “Taaddî”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, ss. 283-284.
* Durmuş, İsmail, “Mübalağa”, DİA, c. XXXI, Ankara, 2006, ss. 425-427.
* Ebû Dâvûd es-Sicistânî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1401/1981.
* el-Mevsû'atü'l-fıkhiyye, I-XLV, Vezâretü'l-Evkâf ve'ş-Şuûni'l-İslâmiyye, Küveyt, 1404/1983-1426/2006.
* Erdoğan, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1998.
* (-----), İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 1990.
* (-----), Vahiy-Akıl Dengesi Açısından Sünnet, 3. Basım, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul, 2009.
* Esen, Bilâl, Hanefi Usulcülerinde İctihad Teorisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2012.
* Günay, Hacı Mehmet (ed.), Günümüz Fıkıh Problemleri, 4. basım, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2013.
* Hançerlioğlu, Orhan, Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1988.
* Harman, Ömer Faruk, “Dalâlet”, DİA, c. VIII, Ankara, 1993, ss. 427-428.
* Hökelekli, Hayati, “Duyu”, DİA, c. X, Ankara, 1994, ss. 8-12.
* İbn Hibbân, Ravzatü’l-ukalâ ve nüzhetü’l-fuzalâ, Beyrut, 1397/1977.
* İbn Mâce, es-Sünen, I-II, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1401/1981.
* İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müctehid ve nihâyetü'l-muktesıd, I-II (1 mücellette 2 cilt), Kahraman Yayınları, İstanbul, 1985.
* İlmihâl, I-II, 6. basım, Divantaş, İstanbul, 1999.
* Kahraman, Abdullah, “Ta’dîl-i erkân”, DİA, c. XXXIX, Ankara, 2010, s. 366.
* Kallek, Cengiz, “İsraf”, DİA, c. XXIII, Ankara, 2001, ss. 178-180.
* Karaman, Hayreddin, “Fıkıh”, DİA, c. XIII, Ankara, 1996, ss. 1-14.
* (-----), Başlangıçtan Zamanımıza Kadar İslam Hukuk Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul, 1989.
* (-----), İslam Hukukunda İctihad, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1975.
* (-----), İslam’ın Işığında Günün Meseleleri, I-III, Nesil Yayınları, İstanbul, 1988-1992.
* Kılıçer, M. Esad, “Ehl-i re’y”, DİA, c. X, Ankara, 1994, ss. 520-524.
* Kutluer, İlhan, “Fesad”, DİA, c. XII, Ankara, 1995, ss. 421-422.
* Mutçalı, Serdar, İngilizce - Türkçe - Arapça Sözlük, Dağarcık Yayınları, İstanbul, 2001.
* Müslim b. Haccâc, el-Câmi'u's-sahîh, I-VIII, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1401/1981.
* Nesâî, es-Sünen, I-VIII, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1401/1981.
* Oxford Ansiklopedik Sözlük: İngilizce-Türkçe, I-IV, yay.y., İstanbul, ts., Sabah'ın hediyesidir.
* Öğüt, Salim, “Ehl-i hadîs”, DİA, c. X, Ankara, 1994, ss. 508-512.
* Rıza Tevfik Bölükbaşı, Kâmûs-ı Felsefe, haz. Recep Alpyağıl, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2015.
* Serahsî, Şemsüleimme, el-Mebsût, I-XXX (15 mücellette 30 cilt), 2. basım, Dârü'lMa'rife, Beyrut, 1406/1986.
* Seyyar, Ali, İnsan ve Toplum Bilimleri Terimleri, Değişim Yayınları, İstanbul, 2007.
* Şah Veliyyullah, Hüccetullâhi'l-bâliğa, I-II, nşr. Muhammed Şerîf Sükker, 2. basım, Dâru İhyâi'l-Ulûm, Beyrut, 1413/1992.
* Şâtıbî, İbrâhîm b. Mûsâ, el-Muvâfakât fî usûli'ş-şerî'a, I-IV, nşr. Muhammed Abdullâh Dirâz, Dârü'l-Ma'rife, Beyrut, ts.
* Şen, Cemalettin, “Şemsüleimme es-Serahsî’nin el-Mebsût Adlı Eserinin Hacmi Üzerine”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XXI, sy. 2, Bursa
* Şen, Cemalettin, Bilinç ve Etkisi: İslam Hukukunda Bilincin Hak ve Sorumluluklara Etkisi, Emin Yayınları, Bursa, 2010.
* Tirmizî, el-Câmi'u's-sahîh, I-V, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1401/1981.
* Uludağ, Süleyman, “Aşk”, DİA, c. IV, Ankara, 1991, ss. 11-17.
* Yavuz, Yusuf Şevki, “Gulüv”, DİA, c. XIV, Ankara, 1996, ss. 192-195.
* Zühaylî, Vehbe, el-Fıkhü'l-İslâmî ve edilletüh, I-VIII, 3. basım, Dârü'l-Fikr, Dımaşk, 1409/1989.
 
bus

26 Temmuz 2021 Pazartesi

İSLAM HUKUKU / Bir Dindarlık Algısı Olarak ‘İhtiyatî Tutum’un Fıkhî Tahlili / Sayfa 411 - 431

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 411 - 431
İSLAM HUKUKU
Bir Dindarlık Algısı Olarak
‘İhtiyatî Tutum’un
Fıkhî Tahlili
Ali İhsan PALA * 

     Müslüman toplumlarda dindarlık algılamasının çeşitli tezahürleri ortaya çıkmaktadır. Kuşkusuz genel olarak İslami düşüncede “dindarlık” olması gereken, arzu edilen ve teşvik edilen bir durumdur. Ne var ki bu tutumun dinin onayladığı sahih temel üzerine bina edilmiş olması gerekir. Aksi halde gerçek dindarlık ile onun adına yapılan kimi yanlışlıklar ve hurafeler birbirine karıştırılmakta, bu da dinî yaşantının yozlaşmasına yol açmaktadır.
     Söz konusu dindarlık göstergelerinden biri de, dinî yaşantıda “ihtiyatlı davranma” anlayışıdır. Başka bir deyişle ihtiyat, dinî duyarlılık tutumlarından biridir. Dinî konularda ihtiyatı gerektiren durum ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in (el-helâlu beyyinun…) hadis-i şerifinde ifade ettiği kimi “şüpheli” durumların bulunabilmesidir. Böylesi durumlarda Resulullah (a.s.), şüpheli şeylerden kaçınmayı tavsiye etmiş ve bunu dini yaşantının selameti olarak nitelemiştir. Ne var ki, Müslümanlar arasında muhtemelen bu hadisin gereğini yapmak adına, yani ihtiyat adına zaman zaman aşırılıklara varan ve dinin onaylamayacağı yanlış dindarlık algılamaları görülmektedir. Bu tebliğimizde, söz konusu tutumların konumunu belirlemek ve fıkhî açıdan değerlendirerek doğru din algısı bakımından “olması gereken ihtiyat ve dindarlık”ın mahiyetini ortaya koymayı amaçlıyoruz.

     1. Bazı Kavramların İzahı
     Tebliğimizin iki önemli kavramı olan dindarlık ve ihtiyat kelimelerinin açıklanması gerekmektedir. Zira konunun içeriği bu kavramların sınırları içerisinde kalmaktadır.

     1.1. Dindarlık
     Bu kavram, biri Arapça kökenli ‘din’ diğeri de korumak, koruyucu anlamana gelen Farsça kökenli ‘dâr’ kelimelerinden oluşan ‘dindâr’ kelimesine eklenen ‘lık’ ekiyle birlikte ‘dindarlık’ şeklinde mastar bir kelime meydan gelmiştir. Genel manada dine bağlılık anlamına gelse de daha ziyade dini kurallara göre yaşama konusunda titiz davranmayı ifade eden bir tabirdir. Bu kelimeyi bir kavram olarak tanımlamadan önce din kavramının tarifine değinmek gerekir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* Doç. Dr. Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Hukuku Anabilim Dalı.
~~~~ * ~~~~

     Din kelimesi bir kavram olarak umumiyetle şöyle tanımlanır: (1) “Din, akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilahi bir kanundur.” (2)
     Dindarlığı dinî hayatın bilinçteki yansıması olarak niteleyen Günay Tümer bu nitelemeyi şöyle izah ediyor: “Dinî şuurun tahlilinden elde edilen temel dinî yaşantı, insanın bir yönden korku ve aczle, diğer yönden sevgi ve güvenle tabiatüstü ve kudret sahibi olan varlığa yani yüce Allah’a bağlanmasıdır. Bu bağlılık insanın ruhî kuvvetleriyle yaratanına yönelmesi, derin bir saygı ve samimiyetle O’na açılması şeklindedir. İnsanın bütün mânevî melekelerinin yardımıyla meydana gelen bu tavır onun benliğiyle ilgili sentezlerin en kuşatıcısıdır.” (3) Özü itibariyle dini öğretilere sadakatle bağlılığı ve gereğine uymada hassasiyet göstermek şeklinde değerlendirilebilecek dindarlık Arapça’da ‘tedeyyün’ kelimesi ile ifade edilmekte ve şöyle tanımlanmaktadır: “İnsanî gerçekliğin İslamî öğretilerle bilinçli (maksud) bir etkileşime girmesidir.” (4)
     Burada dinin bizzat kendisiyle dindarlığı birbirinden ayırt etmek gerekir. Zira dinin hakikati dindarlığın (tedeyyün) hakikatinden farklıdır. Çünkü din ilahi kanunlar ve öğretilerin bizzat kendisi iken; dindarlık bu öğretilerle uyumlu bir yola girmek olup insanın kesbi ile meydana gelen bir olgudur. Aralarındaki bu mahiyet farklılığı, kendilerine özgü hususiyetlerde ve her biriyle ilgili hükümlerde de farklılığa (yargıların) götürür. (5) Din ilahi bir yol gösterme (hidâyet)dir. İdeal olandır. Mükemmeldir. Hayatın bütün yönleriyle ilgili olarak insanın maslahatını kuşatan ilahi kemal üzerine dayalı mutlak gerçeğin kendisinde temessül ettiği öğretilerdir. Burada din ile kastettiğimiz ise kuşkusuz İslam dinidir.
     Dindarlık ise, hayatı dinin öğretilerine göre biçimlendirme yönünden insana ait bir çaba ve bir kazanım olduğundan sınırlı ve görecelidir. Çünkü insan bu çabasında, bir taraftan nefsani arzular diğer taraftan ihtiyaçlarını karşılamak üzere kendisi dışındaki maddi âleme karşı uğraş vermek durumundadır. Bu sebeple insan kendi benliğini yüksek mertebelere taşımak için dinin icaplarını yerine getirme yolunda sarf ettiği çabayla mütenasip bir dindarlık ortaya koyabilmektedir.
     Nasıl ki dini anlamak için hususi bir derin kavrayış (bilgi) gerekmektedir ve buna “fıkhu’d-dîn” denilmektedir. Aynı şekilde müslüman insanın ortaya koymak istediği dindarlığın sağlam olması için de bu konuda hususi bir derin bilgiye sahip olması gerekir ki Abdulmecid en-Neccar buna: “fıkhu’t-tedeyyun” (6) demektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Din kavramının tarifi konusunda bk. Yaparel, Recep, “Dinin Tarifi Mümkün mü?” Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, D.Ü. Yayınları, Sayı: IV, İzmir, 1987, s.403-417.
2) Cürcânî, Ali b. Muhammed, et-Ta’rîfât, Dâru’l-Kutubi’lilmiyye, Beyrut, 1983, s. 105.
3) Tümer, Günay, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, “Din” maddesi, c. 9, s. 315.
4) Neccar, I/15.
5) Neccâr, I/14.
6) Neccar, I/16.
~~~~ * ~~~~

     Bu manadaki fıkıh bilgisini sağlayacak kurallar, ilkeler fıkıh usulü literatüründe mevcuttur. Bu sebepledir ki biz fıkıh usulünde belirlenen prensiplerin, sağlıklı din anlayışını dolayısıyla da doğru dindarlık tutumunu belirleyecek ölçütler niteliğinde olduğunu düşünüyoruz. Çünkü bu kurallar dini metinlerin hem lafzından hem de ruhundan özenle tespit edilmiş, ana kaideler ışığında zenginleştirilip geliştirilmiş esaslardır. Bu esaslar, kendilerine dayanılarak üretilen hükümlerin hem hukuki hem de sosyal hayatın ihtiyaçlarına cevap vermek suretiyle test edilmiştir. Nitekim İmam Şâtıbî usulü fıkhı ‘kat’î’ olarak nitelerken (1) söz konusu prensiplerin bu yöne işaret etmektedir.
     Dindar olmanın ilk aşaması dini anlamaktır. Zira dini anlamak Müslümanın tasdik etmek ve ikna olmak suretiyle anlaşılanı benimsemesini sağlayacaktır. Bu bakımdan bu aşama dindarlığın temel aşmasıdır. (2)
     İkinci aşaması, Müslümanın dinin hakikatine dair kavrayışının ameli bir tarza dönüşmesidir.Bu birinci aşamanın bir anlamda meyvesidir. (3)
     Üçüncü aşaması ise, dini ahkâmın fiilen uygulanmasıdır. (4)
     Dini yaşantıda kimi şüpheli durumlar sebebiyle ihtiyatlı davranmak gerekebilir. Fakat bazı insanlar bu konuda ‘daha dindar’ olmak kaygısıyla ölçüyü kaçıran davranışlar sergilemektedirler. O halde ihtiyatın mahiyetini tespit etmek ve dini sınırlarını belirlemek gerekir ki, dinin tasvip etmediği ve çoğu kere dindarlık adına yapılan aşırılıklardan korunmak mümkün olsun.

     1.2. İhtiyat
     Fıkıh literatürümüzde çok yoğun kullanılmasına rağmen ihtiyat için yapılmış net bir tanımın varlığından söz edemiyoruz. Kaynaklarda ihtiyata dair oldukça dağınık bir halde zikredilen bilgilerden hareketle tanım niteliğinde kimi açıklamalar yer almıştır. Bu açıklamalar yahut tanımlarda şu yönlerin ön plana çıktığı görülür:
     a) Bazı tanımlar tereddüt ve şek merkezlidir.
     b) Bazılarında korunma, sakınma (taharruz, tahaffuz) ön plana çıkmaktadır.
     c) Bazılarında ise, her iki unsur göz önünde bulundurulmuştur.
     Söz konusu açıklamalardan hareketle ihtiyatı şöyle tarif edebiliriz: “İştibâha konu olan meselede mükellefin, farz veya mendubun lehinde, haram veya mekruhun da aleyhinde olmak üzere, hükümlerin delillerini kuşatıcı ve sorumluluktan kesin çıkmasını sağlayıcı tarzda; yapmak veya yapmamak şeklinde tutum sergilemesidir.” (5)
     Tanımdaki “iştibâh” kelimesiyle şüphe unsuruna yani ihtiyatı gerektiren nedene işaret ederken, “mükellef” kelimesi de ihtiyatı yapacak olan kişiye işaret etmektedir. Belirsizlik (iştibâh) durumu farz ile haram, mendup ile mekruh, farz ile mendup, farz ile mübah arasında vaki olabileceğinden tanımda bunu gösteren ifadelere yer verilmiştir. “Delilleri kuşatıcı” ifadesi şüphenin bertaraf edilmesini ve ihtilaflı durumlardan
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Şâtıbî, İbrahim b. Musa,el-Muvâfakât fî Usûli’ş-Şerî‘a, Thk: Meşhûr b. Âli Selmân, Dâru’bni ‘Affân, Kahire, 1997, I/17.
2) Neccar, I/93.
3) Neccar, I/93.
4) Neccar, I/143.
5) Pala, Ali İhsan, İslam Hukukunda İhtiyat İlkesi, Fecr Yayınları, Ankara, 2009, s. 24.
~~~~ * ~~~~

kurtulmayı ifade ederken, “sorumluluktan kesin çıkmak” ifadesi de ihtiyatın amacını göstermektedir.Tarifte yer alan “yapmak veya yapmamak şeklinde tutum sergilemesi” ifadesi ise, şüpheli durumda kaçınmanın, söz konusu eylemi yapmak veya yapmamak/terk etmek biçiminde olabileceğine işaret etmektedir. (1)
     İhtiyat ile değişik yönlerden ilişkili olan bazı kavramları da kısaca tanıtmakta yarar vardır. Bu kavramlar: Şüphe/iştibâh, vera/zühd/takva, ilham, vesvese, vehim, taharrî, tevakkuf, tahaffuz/taharruz, yakîn, şek/reyb ve zan.
     Bu kavramları da kısaca tanıtmak yararlı olacaktır.
     a) Şüphe/iştibâh:
     İhtiyatlı davranmayı gerektiren esas neden kimi durumlara ait hükmün belirsizliktir ve bu hadis-i şeriften mülhem olan‘iştibâh’ kelimesiyle ifade edilmektedir. Manası ise, aralarındaki benzerlikten dolayı iki şeyin birbirine karışması, birbirine eşit olması demektir. (2) Ne var kiiştibâh şüphenin bir türü ya da bir sebebi olarak görüldüğünden burada temel kavram şüphedir.
     Şüphe için, dinî meseleleri kapsayacaken uygun tarifin Râğıb el-İsfehânî’nin yaptığı tarif olduğu kanaatindeyim. Ona göre şüphe : “Aralarındaki benzerlikten dolayı, iki şeyden birinin diğerinden ayırt edilememesi durumudur. Bu benzerlik ister şekil yönünden isterse manevî yönden olsun fark etmez.” (3) Görüleceği gibi aynı kökten türemiş olmaları hasebiyle iştibâh ile şüphenin aynı manayı ifade etmesi tabiidir.

     b) Vera‘/Zühd/Takva:
     İhtiyatî dini yaşantı bağlamında zihnin en sık çağrıştırdığı kelimelerden biri de vera‘dır. Türkçemizde pek sıklıkla kullanılmasa da literatürde çok rastlanan bir kavramdır. Zaman zaman bunun yerine kullanılan ve bizim dilimizde de yaygınlaşan iki kelime daha vardır ki onlar da zühd ve takvâdır.
     Bir terim olarak vera‘ esasen haram şeylerden sakınmak, kaçınmak demek olduğu halde zaman içerisinde helal ve mubah olan şeylerden kaçınma anlamındada kullanılmıştır. (4) Bu manada vera‘ takvâ ile aynı şeyi ifade etmektedir. (5) Ebu’l-Bekâ: “Vera‘, ister yapma isterse terk etme şeklinde olsun şüpheli şeylerden kaçınmaktır.” (6) Diye tarif eder. Takva haramlardan, vera‘ ise şüpheli şeylerden kaçınmaktır. (7) Bazıları bunun tersini yani, takvanın şüpheli şeylerden, vera‘ın ise haramlardan kaçınmak olduğunu ifade etmişlerdir. (8) Bir başka yoruma göre takva, farzları ve mendupları yerine getirmek, haram ve mekruhlardan da kaçınmaktır. (9) Daha başka yorumlarda vardır. (10)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Pala, s. 24.
2) İsfehânî, el-Mufredât, s. 443.; İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab, XIII/503.
3) İsfehânû, Mufredât, s. 443.; Krş.:Munâvî, et-Tevkîf, s. 423.
4) İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab, VIII/388.
5) Ebu’l-Bekâ, Kulliyyât, s. 944.
6) Ebu’l-Bekâ, Kulliyyât, s. 944.
7) İbn nuceym, el-Bahru’r-Râik, I/368.
8) Tehânevî, Keşşâf, II/1777.
9) Emîr Pâdişâh, et-Teysîr, III/162.
10) Tasavvuf ehlinin vera‘, zühd ve takva anlayışları doğal olarak daha farklıdır. Sözgelimi ünlü mutasavvıf Kuşeyrî (ö. 465/1072)vera‘ı: “şüpheli şeyleri terk etmek” olarak tarif eder. (Bk. Kuşeyrî, Ebu’l-Kâsım Abdulkerîm b. Hevâzin, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, Thk.: Abdulhalim Mahmud-Mahmud b. Eş-Şerîf, Dâru’l-Me‘ârif, Kahire, ts., I/233.); Kuşeyrî’nin İbrahim b. Ethem (ö. 161/778)’e nispet ettiği bir tanıma göre ise vera‘: “Her türlü şüpheyi ve malayaniyi terk etmektir.” (Kuşeyrî, er-Risâle, I/233.); Bir başka vera‘ tarifinde ise şöyle denilmiştir: “Vera‘, her türlü şüpheden çıkış ve her an nefis muhasebesi yapmaktır.” (Tehânevî, Keşşâf, II/1777.) 
~~~~ * ~~~~

     Kısaca vera‘ın Müslüman mükellef için bir dindarlık göstergesi olduğu söylenebilir. Nitekim “dinin esası vera‘dır” sözü (1) de bu gerçeğe işaret ediyor olmalıdır. Diğer yandan zühd, İmamŞâtıbî’nin de dediği gibi mübahları terk etmek değil, belki vera‘ın ileri bir seviyesi olarak (2) nitelendirilebilir. Takvâ ise her ikisini de kuşatan ve gerçek, olması gereken bir Müslüman kimliğe işaret eden şemsiye bir kavramdır. Dolayısıyla ihtiyatlı davranan kimse vera‘, vera‘ yapan kimse de ihtiyatlı davranmış olur.

     c) Vehm:
     Vehm şek durumunda tercih edilen tarafın (râcih) karşısında kalan (mercûh) tarafa tekabül etmekte olup (3) zandan daha zayıftır. Çoğu kere vehim, galip zannın ilim (bilgi) yerine kullanılması gibi, fâsit zannı ifade etmek için de kullanılır. (4) Vehimi en güzel açıklayan tanımlama:“ Nefsin bir sebep olmaksızın (bir yöne) meyletmesidir”. (5) Şeklindeki ifadedir. Bu ifadelerden anlaşıldığına göre vehim, gerçek olmayan, ama kişinin var zannettiği ya da hayalinde tasavvur ettiği şeyi gerçek sanması durumudur.
     Dini bakımdan kimi durumlarda bazen insanlar “günah işlerim”, “hata ederim” vehmine kapılarak ihtiyatlı davranmak (6) adına bir tutum sergilerler ki bu yanlış bir tutumdur. Bazen de bunun tersi durum ortaya çıkabilmektedir. Yani vehme dayanarak bu kez negatif anlamda bir ihtiyat davranışı sergilemektedirler ki bu da yanlıştır. Zira vehimler üzerine hüküm bina edilemez. (7)

     d) Vesvese:
     Sözlükte rüzgârdan gelen gizli ses, nefsin insana fısıldadığı şey demektir. (8) İnsana kötü şeyler fısıldadığı için Şeytan’a ‘vesvâs’ denilmiştir. (9) Dinî ıstılahta ise vesvese: “Kötülüğe çağıran düşünce” (10) yahutta “nefis veya Şeytan’ın insana yönelik, onu şerre davet eden telkini” olarak tarif edilir. Her insana zaman zaman vesvese arız olabilir. Ancak bu herkeste aynı düzeyde olmadığı gibi, mahiyet olarak farklı biçimlerde de tezahür edebilir. Bunlardan birisi ihtiyat gerekçesinden kaynaklanan vesvesedir.“
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Taberânî ve Beyhakî bu sözü hadis olarak nakletmektedir. Bk. Taberânî, Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, Thk: Hamdî b. Abdulmecid es-Selefî, Mektebetu’l-‘Ulûmi ve’l-Hikem, 2.bs., Musul, 1983, XI/38.; Beyhakî, Ahmed b. El-Hüseyin, Şu‘abu’l-Îmân,Thk: Abdulali Abdulhamîd, Mektebetu’r-Ruşd, Riyad, 2003, VII/500.; Ancak araştırmalarımızda muteber hadis kaynaklarında böyle bir hadise rastlayamadık.
2) Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, I/243.
3) Ebu’l-Bekâ, Kulliyyât, s. 528, 943.; Zerkeşî, Bahr, I/62.; San‘ânî, Muhammed b. İsmâil el-Emîr, İcâbetu’s-Sâil Şerhu Buğyeti’l-Âmil, Thk: Hüseyin b. Ahmed es-Seyaği-Hasan Muhammed Makbûlî el Ehdel, Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1986, s. 59.
4) Ebu’l-Bekâ, Kulliyyât, s. 943.
5) İbn Kudâme, Ravdatu’n-Nâzır, I/306.
6) İhtiyat yaklaşımının dayanağı bazen vehim olabilir. (Bk. İbn Abdişşekûr, Musellemu’s-Subût, II/360.; Ensârî, Fevâtihu’r-Rahamût, II/360.)
7) Zerkeşî, Bahr, I/62.
8) İbn Manzûr, Lisânu’l-‘Arab, VI/254.
9) Tehânevî, el-Keşşâf, II/1356.
10) Gazâlî, İhyâ, III/27.
~~~~ * ~~~~

     Bazı kimseler dini vecibeleri (namaz vb. ibadetler) yerine getirirken ihtiyatlı davranmak adına, ilgili vazifenin bütün şartlarını, âdâbını yapmada mübalağa gösterirler. Bunu görevini yerine getirmekten tam emin olmak adına ihtiyatlı davranış olarak görürler. Bu tutum zamanla çok ileri boyutlara varınca bir vesvese haline gelir ve o kişiler gereksiz külfet ve sıkıntılara katlanmak durumunda kalırlar. Artık bu tutum onların bir vasfı haline gelir.
     Doğrusu bu boyuta varan bir ihtiyat anlayışı dinde asla doğru bulunmamış ve şiddetle kınanmıştır. Gerek tarihte gerekse günümüzde bunun pek çok örneklerini -ne yazık ki- müşahede etmekteyiz. Söz gelimi abdest alırken vesvese ederek bir organı üç yerine dört ya da daha fazla yıkamak, namazda kıraat ederken bazı harflerin telâffuzunda anormal mübalâğalar yapmak bunun tipik örnekleridir.” (1) İbn Kayyim buna dair şöyle diyor: “Bilinmelidir ki sahabe içerisinde vesveseci kimse yoktu. Eğer vesvese bir fazilet olsaydı Allah (c.c.) onu Resulullah (a.s.)’dan ve ashabından esirgemezdi. Çünkü onlar insanların en erdemlileriydi. Şayet Resulullah (a.s.) (dini yaşantıda sonradan ortaya çıkan) vesvesecileri görseydi mutlaka onlardan tiksinti duyardı. Hz. Ömer (r.a.) onlara erişseydi elbette onları döver ve hizaya getirirdi. Sahabe onları görseydi bidatçiler olarak görürlerdi.” (2) O ihtiyat ile vesveseyi karşılaştırırken de şöyle demektedir: “İhtiyât, aşırılığa kaçmadan, haddi aşmadan ve noksanlık yapmadan sünneti ve Resûlullah (s.a.v)’ın ve ashabının takip ettikleri yolu izleme konusunda “istiksâ” (3) ve mübalağa göstermektir.
     İşte Allah (c.c.)’ın ve Resulünün razı olduğu ihtiyat budur. Vesvese ise, meşru olanı elde etmek ve tam olarak yapma imkânı bulacağı iddiasıyla, sünnette olmayan, Resulullah (a.s.)’ın ve ashabından hiç bir kimsenin yapmadığı bir “bidat” olarak icat etmektir. Abdestte azalarını üçten fazla yıkamak suretiyle suyu israf eden kimsenin davranışı böyledir.” (4)

     2. Dini Yaşantıda İhtiyatın Yeri ve Meşruiyeti
     Müslümanların dini hayatlarında dikkate almaya çalıştıkları ihtiyatî tutumu gerektiren asıl saik nedir? Dini hükümlerin uygulanması sırasında: “filanca konuda ihtiyatlı olmak lazımdır”, “ihtiyatlı olmak daha iyidir” gibi ifadelerin kaynağı, dayanağı nedir? İhtiyatlı davranmakla ya da ihtiyata göre amel etmekle Allah (c.c.)’ın muradını ne derece gerçekleştirmiş oluyoruz? Ya da kulluğun gereğini ne ölçüde yapmış oluyoruz? Bu sorulara cevap olabilecek hususlara bir zemin teşkil etmesi açısından şu tespitleri paylaşmak isterim:
     “Evrende ve dünyada hayat, ilâhî kanunlar (sünnetullah) doğrultusunda işlemektedir. Bu kanunlar ile insan fıtratı (doğası) arasında paralellik mevcuttur. İnsanın fıtratında ise tedbirli olma, bilin(e)mezlik ya da belirsizlik ve şüpheli durumlarda
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Pala, İhtiyat, s. 61.
2) İbn Kayyim, İğâsetu’l-Lehfân min Mesâidi’ş-Şeytân, Thk.: Muhammed Hâmid el-Fakî, Dâru’lMa‘rife, Beyrut, 1975, I/136.
3) İstiksâ : Bir şeyi etraflıca kuşatacak ve söylenecek şey bırakmayacak şekilde eksiksiz yapmak ya da bir sözü söylemektir. Bk. Ebu’l-Bekâ, el-Kulliyyât, s. 105.
4) İbn Kayyim, er-Rûh, I/256.; a.mlf. İğâsetu’l-Lehfân, I/162.
~~~~ * ~~~~

ihtiyatlı davranma güdüsü vardır. Hayatın gerçekleri, olaylar ve durumlar, insanı fıtratındaki bu güdüyü kullanmaya sevk eder. Bu sebeple “ihtiyat” veya “ihtiyatlı davranmak” fıtrî bir olgudur dersek yanılmış olmayız. Nitekim İbn Hazm fıtrat farklılıklarının görüş ayrılıklarına etkisi bağlamında bu gerçeğe işaretle şöyle demektedir: “... Bazı insanlar sert, bazıları kararlı, bazıları yumuşak tabiatlı, bazıları da ihtiyatlı olma karakterine sahiptir.” (1) “İhtiyatlı olmak” aynı zamanda modern psikolojide kişilik özelliklerinden biri (2) olarak kabul edilmektedir.” (3)
     “Diğer yandan gerek Kur’ân-ı Kerîm’de gerekse sünnette, açıklanmış (mantûkun bih) konular olduğu gibi, hiç belirtilmemiş (meskûtun anh) konular da vardır. Açıklanmış konuların bazısı ise çoğu kere istenilen sarahatte değildir. Bu durumda yorum (içtihat) devreye girmekte, bunun doğal sonucu olarak da yorumlarda farklılaşma meydana gelmektedir. (4) Bazen naslardaki asıl muradın tam anlaşılamaması sebebiyle bir çeşit belirsizlik (iştibâh)in ortaya çıkması söz konusu olabilmektedir. Naslardaki bu durum Şâri‘ tarafından bırakılan “bilinçli boşluklar” olarak nitelendirilmektedir. (5) Bu bilinçli boşlukların bir parçasını oluşturan iştibâh (belirsiz/şüpheli hususlar) alanı içtihadın kapsamına giren alanlardan biridir. (6) Bu alanda faaliyet yapma kudretine sahip olan müçtehitler, içtihatları sonucunda bile murad-ı ilâhîyi tam olarak tespit edemeyebilirler. Farklılıklarına rağmen içtihatlardan herhangi biriyle amel etmenin meşrûiyeti de esasen buraya dayanır. (7) İşte dinde “ihtiyatlı davranma düşüncesi” ya da “telkîn”inin (8) çıkış noktası burasıdır.İslam dinine ait bize ulaşan birikim şöyle gözden geçirilip bir değerlendirme yapıldığı zaman, esasen dinde “ihtiyat olgusu”nun ne denli kaçınılmaz bir durum olduğu rahatlıkla görülecektir. Zira mevcut durum ya da yapı bunu gerektirmektedir. Nitekim fıkıh edebiyatında yer alan ve hemen hemen bütün konularda yoğun olarak karşılaşılan; “ihtiyâten”, “yuhtâtu”, “el-ahvat”, “el-ihtiyât vâcibun” vb. ifadeler bu gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.” (9)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Hazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Thk: Ahmed Muhammed Şâkir, Dâru’l-Hadîs, Kahire, 1984, VI/17.
2) Bk. Kaya, İsmail, “Bisikletçiler İle Erkek Halkoyuncuların Bazı Kişilik (Psikolojik) Özelliklerinin Karşılaştırılması”, Kastamonu Eğitim Dergisi, C. 15, No: 1, Kastamonu, 2007, s. 448.
3) Pala,İhtiyat, s. 1.
4) Bk. Hafif, Ali, Esbâbu İhtilâfi’l-Fukahâ, Dâru’l-Fikri’l-‘Arabî, 2. bs., Kahire, 1996, s. 24. vd.; Hın, Eseru’l-İhtilâf, s. 62 vd.; Ebû Herbîd, Âtıf Muhammed, “Eseru Te’vîlu’n-Nassi’ş-Şer‘î fi’lİhtilâfi’l-Fıkhî”, Mu’temeru “en-Nassu beyne’t-Tahlîl ve’t-Te’vîl ve’t-Telakkî”, (sempozyumda sunulmuş bildiri), Câmi‘atu’l-Aksâ, Gazze, 2006.
5) Bk. Bardakoğlu, Ali, “Kur’ân ve Hukuk”, MÜİFD, s. 4.; Mut‘inî, Abdulazîm, el-Fıkhu’l-İctihâdî beyne ‘Abkariyyeti’s-Selef ve Meâhizi Nâkıdîh, Mektebetu Vehbe, Kahire, ts., s. 40.
6) Sano, Lâ İnkâre fî Mesâili’l-İctihâd: Ru’yetun Menheciyye Tahlîliyye, Dâru’bni Hazm, Beyrut, 2006, s. 29-30.; Krş.: Mut‘inî, el-Fıkhu’l-İctihâdî, s. 58.
7) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Mut‘inî, el-Fıkhu’l-İctihâdî, s. 57 vd.
8) “Telkîn”den maksat dinî terminolojide ve literatürde sürekli ihtiyatı öğütleyen teşviklerdir.
9) Pala, İhtiyat, s. 3.
~~~~ * ~~~~

     Fıkıh kitaplarında yer alan hemen hemen bütün bölümlerde ve ilgili konularda ihtiyatın mevzu edildiği meselelere bakıldığında âlimlerin ihtiyatın meşru olduğu konusundahemfikir olduklarını görebiliriz. (1)
     Fakihler kendisine sıklıkla atıf yaptıkları ihtiyatın meşruiyeti konusunda özellikle şu iki hadisi şerife dayanmışlardır:
     1- Nu‘mân b. Beşîr’in Hz. Peygamber (s.a.v.)’den naklettiğine göre o şöyle buyurmuştur:      Helal apaçık bellidir. Haram da apaçık bellidir. İkisi arasında bir takım şüpheli (müştebihât) şeyler vardır ki insanların çoğu onları bilmezler. Kim ki şüpheli şeylerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı koruluk etrafında (hayvanlarını) güderken koruluğun içinde otlatmak üzere (koruluğun sınırını aşıp içinde otlatma riskiyle karşı karşıya) olan çoban gibidir. Haberiniz olsun! Her kralın bir koruluğu vardır. Haberiniz olsun ki Allah (c.c.)’ın koruluğu da O’nun koyduğu haram(yasak)lardır. Yine haberiniz olsun! vucutta bir et parçası vardır ki o düzeldiğinde vücudun tamamı düzelir. O bozulduğunda vücudun tamamı bozulur. Dikkat edin! O (et parçası) ‘kalp’tir.” (2)
     Hadis-i şerifin ihtiyata delaleti açıktır. Zira hadiste helal mi, haram mı olduğu belli olmayan ve çoğu insanın bilemediği hususlarda günaha düşme riskinden korunmak için o davranışları yapmaktan kaçınmak gerektiği net olarak yer almaktadır. (3) Kişinin böyle yapması durumunda, eğer o şey gerçekte haram ise onu terk etmekle vebalden kurtulmuş olur. Helal olması durumunda ise “günah işlememe niyetiyle” o fiili yapmamış olduğundan sevaba müstehak olur. (4)

     2- Diğer hadis de şöyledir: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Sana şüphe vereni bırak, şüphe vermeyene bak.” (5) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Alimlerin konu hakkındaki değerlendirmeleri için bk. Cassâs, el-Fusûl, II/99.; Basrî, el-Mu‘temed, I/59-60, 117.;Ebû Ya‘lâ, el-‘Udde, III/872, V/1600.; Cüveynî, el-Burhân, II/780.; Serahsî, el-Usûl, II/21.;Serahsî, el-Mebsût, I/246.; İbn Akîl, el-Vâdıh, IV/134.; Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/186, 345., II/364.; Râzî, el-Mahsûl, II/204, VI/217.; Karâfî, el-Furûk, II/165.;İbn Teymiyye, Mecmû‘u’lFetâvâ, XX/259.;A. Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, III/292.; İbnu’s-Subkî, el-Eşbâh, I/126, II/64-65.; Merdâvî, et-Tahrîr, VIII/3858.; Mekkî, Tehzîbu’l-Furûk, II/141, III/189.; Suyûtî, el-Eşbâh, s. 137.; İbn Emîr, et-Takrîr, III/13.; Emîr Padişah, Teysîru’t-Tahrîr, III/1.; İbn Melek, Şerhu’bni Melek ‘ale’l-Menâr, s. 6-7.; İbn Nuceym, el-Bahru’r-Râik, I/143.; Hâdimî, Mecâmi‘u’l-Hakâik, s. 2.
2) Müslim, Musâkât - 20, Hd. No: 1599, III/1219.; Burada zikrettiğimiz metin Müslim’in Sahîh’inde geçen metindir. Hadis Buhârî’de de geçmektedir. Ancak Müslim’in rivayeti daha kapsamlı olduğu için tercih ettik. Bk. Hadisin başka varyantları için bk. Buhârî, Îmân - 37, Hd. No: 52, I/28.; Buyû‘ - 2, Hd. No: 1946, II/723.; Tirmizî, Buyû‘ - 1, Hd. No: 1205, III/511.; İbn Mâce, Fiten - 14, Hd. No: 3984, II/1318.; Nesâî, es-Sunenu’l-Kubrâ, Kadâ – 15, Hd. No: 5945, 5946, III/468-469.
3) Hattâbî, Me‘âlimu’s-Sunen, III/58.
4) Nevevî, el-Minhâc, XI/27.; İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, IV/291.
5) Buhârî, Buyû‘ - 3, II/723.; Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâmeti Ve’r-Rekâik - 60, Hd. No: 2518, IV/668.; Dârimî, Buyû‘ - 2, Hd. No: 2532, II/319.; Nesâî, es-Sunenu’l-Kubrâ, Eşribe – 51, Hd. No: 5220, III/239.; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, III/249, 252, XIX/149, XX/23.
~~~~ * ~~~~

     İhtiyat şüpheli durumlarda söz konusu olduğundan, şüpheli şeyleri terk etmenin ihtiyatlı bir tutum olduğu bu hadisten açıkça anlaşılmaktadır. İmam Şâtıbîbu hadisle ilgili olarak şöyle diyor: “Bu hadisin zâhirinden anlaşılıyor ki, bir çok şer‘î hükümde kalbin tatmin olduğu karara dönmek gerekir. (…) Bir meselede kalp mutmain olduğunda o işi yapmaya teşebbüs etmek doğrudur (sahîh). Kalp o konuda duraklar (tavakkuf) yahut şüphelenirse o zaman da o işi yapmaya kalkmak sakıncalı (mahzûr) olur.” (1)
     Bu iki hadisin delaleti kadar açık olmasa da, alimler ihtiyatın meşruiyetini bazı ayetlere de dayandırmışlardır. (2) Ancak verdiğimiz iki hadisin konuya delaletinin son derece açık olmasıyla yetiniyoruz.
     İhtiyatlı davranmak her ne kadar teşvik ve tasvip edilmiş ise de, bu mutlak anlamda olmayıp ancak dinî bakımdan belli şartlar ve ölçütlerin bulunması halinde geçerli olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında ihtiyatı umumi olarak meşru olan ve olmayan diye ayırmak mümkündür. Söz konusu şartlara uymayan ihtiyat meşru olarak nitelendirilemez. Yani böyle bir ihtiyat caiz olmayan ihtiyattır. Mesela kul hakkını ıskat edecek bir ihtiyat caiz değildir. (3) Asıl olan meşru ihtiyat olduğuna göre bu da yerine ve duruma göre vacip veya mendup olabilir. Vacip ihtiyat anlayışının fıkhî meselelerin bilhassa ceza hukuku, aile hukuku konularında yoğunlaştığı gözlenmektedir. (4)
     Fakihler şu iki durumda ihtiyatın vacip olduğu tespitinde bulunmuşlardır:
     1- Aslı haram olan bir meselede sonradan bir şüphe meydana gelirse o takdirde ihtiyatlı davranıp o şeyin haramlığını esas alarak hareket etmek gerekir. (5)
     2- Bir şeyin aslı farz ise bu durumda da ihtiyatlı olmak vaciptir. (6) Örneğin kılamadığı namazın hangi vakit olduğunu tespit edemeyip tereddüt eden kimsenin ihtiyaten beş vaktin tamamını kaza etmesi vaciptir. (7)
   Mendup ihtiyat ise dini bakımdan zorunlu değildir. Ancak kişi ihtiyatlı davranması halinde kulluk sorumluluğundan tam olarak kurtulmuş olacağından, bir dindarlık, bir takva (zühd, vera‘) göstergesi olarak teşvik edilmiş, sevaba sebep teşkil edeceği ifade edilmiştir ki literatürde buna ciddi şekilde önem verildiği görülmektedir. Takvâ, vera‘, zühd, ihtilaflardan kaçınma, ihtilafların uzlaşımını sağlama gibi gerekçelere dayanan bu ihtiyat türü mükellefi bağlayıcı değildir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Şâtıbî, el-İ‘tisâm, II/154.
2) Ayrıntı için bk. Pala, İhtiyat, s. 207-214.
3) Kâsânî, el-Bedâi‘, VII/7.; Krş.: Merğinânî, el-Hidâye, I/206.; Burhânî, el-Muhît, VIII/505.
4) Merğinânî, el-Hidâye, I/291, VIII/658, X/775.
5) Pezdevî, Fahru’l-İslam Ebu’l-‘Usr Ali b. Muhammed b. el-Hüseyn, Kenzu’l-Vusûl ilâ Ma‘rifeti’lUsûl, Matba‘atu Câvid Berîs, Karaçi, ts., s. 261.; “واجب الحرمة باب في االحتياط “Serahsî, el-Usûl, II/164; a.mlf. el-Mebsût, II/162, IV/207, V/133, XXX/221.; Semerkandî, Tuhfetu’l-Fukahâ, II/179.; A. Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, III/479.; Sığnâkî, Husamuddîn Hüseyin b. Ali, el-Kâfî Şerhu’l-Pezdevî, Thk.: Fahrettin Seyyid Kânit, Mektebetu’r-Ruşd, Riyâd, 2001, s. 1718.
6) Zerkeşî, el-Bahr, IV/339.; Emîr Padişâh, et-Teysîr, III/85.; Ensârî, Fevâtihu’r-Rahamût, I/246, 365, 393.
7) İbn Emîr, et-Takrîr, II/394.; Emîr Padişâh, et-Teysîr, III/125.
~~~~ * ~~~~
 
     3. İhtiyatı Gerektiren Sebepler
     Dini hayatta ihtiyatlı olunması gerektiği durumlarda, böyle bir tutum takınmayı lüzumlu kılan sebepler vardır. Bu sebeplerin başında şüphe (iştibâh) gelmektedir. Şüphe hükmün elde edildiği delilde vaki olabileceği gibi hükmün bizzat kendisinde ve neticesinde de vaki olabilir.
     Delildeki şüphe, ya müçtehidin kendisine vakıf olamamasından veya asıl maksadın anlaşılmasına mani olacak tarzda bir kapalılığın bulunmasından, ya da başka bir delille çatışır bir halde olmasından kaynaklanabilir. Bu tür şüpheler müçtehitlerin karşılaşabilecekleri şüphelerdir. (1) Böyle bir durumda müçtehit ihtiyata yönelmek durumundadır.(2)
     Hükmün bizzat kendisindeki şüphe, ihtiyatlı olma konusunda en kapsamlı etkiye sahiptir. (3) Hükümde şüphe vaki olduğunda mükellef dini hükmün gereğini yerine getirme konusunda bir belirsizlik içinde bulunur ve nasıl hareket edeceği yönünde kararsız kalır.İşte böyle bir durumda mükellef ihtiyat yolunu tercih etmek durumundadır. Bir şeyin helal mi haram mı olduğu konusunda şüphe olduğunda mükellef o şeyin haram olma ihtimalini esas alarak o işi yapmaktan kaçınmak suretiyle ihtiyat yapmış olacaktır.
    Herhangi bir hükme tabi olan bir ameli işlemenin bir sonucunun olması tabiidir. Bu netice olumlu mu yoksa olumsuz mu şeklinde bir belirsizlik olursa, hükmün neticesinde vaki olan şüpheden söz edilir. Çünkü bir eylem sonuç itibariyle ya iyi neticeler doğurur, ya da kötü neticeler doğurur. (4) Bu kabil şüpheler daha çok sedd-i zerâyi ile gündeme gelen ve bundan dolayı da ihtiyatı gerektiren şüphedir. İbnu’s-Subkî -zerâyiin kısımlarından söz ederken- babasından naklen şunu söylüyor: “Kötü sonuca götürmeyeceği kesin olduğu halde, o sonuca götürecek olanla karışırsa, (ihtilât) kapının kapatılması ve harama götürmeyeceği kesin olan nadir durumun, çoğu kere harama götüren duruma ilhak edilmesi ihtiyattır.” (5)
     İhtiyata sebep teşkil edecek şüphenin muteber olabilmesi için şu şartların bulunması gerekir. (6) Buna dair bazı detaylara ihtiyatın şartlarında yer verilecektir.
     Dini yaşantıda ihtiyatî tutum teşvik ve tasvip edilen bir davranış olduğu kadar aynı zamanda hassas bir konudur. Çünkü ölçüsü ve dozajı kaçırılmış ihtiyat yaklaşımları mükellefe fayda yerine zarar veren boyutlara varabilir. Hatta sadece yanlış ihtiyat uygulaması yapan mükellefin kendisine değil aynı zamanda onun şahsında genel olarak İslam dininin özel olarak da dini hükümlerin suretinin çarpıtılmasına da yol açmaktadır. Nitekim gerçek hayatta yanlış ihtiyat tezahürlerine şahit olmaktayız. Bu sebeple ihtiyatın gerektiği yerde ve gerektiği ölçüde olması için bazı şartları taşıması gerekmektedir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Hamîd, Raf‘u’l-Harac, s. 338.
2) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, 92.
3) Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, II/117.
4) Senûsî, İ‘tibâru’l-Meâlât, s. 19.
5) İbnu’s-Subkî, el-Eşbâh, I/120.; Krş.: Zerkeşî, el-Bahru’l-Muhît, IV/385.
6) Pala, İhtiyat, s. 238.
~~~~ * ~~~~

     4. İhtiyatî Tutumun Geçerlilik Şartları
     Fıkıh kaynaklarımızda fakihlerin çok sıklıkla kendisine atıf yapılmış olmasına rağmen ihtiyatın meşruiyet dairesini belirleyecek muayyen şartlardan söz etmemişlerdir. Fakat ihtiyattan bahsettikleri konularda yer alan bilgiler ışığında ihtiyat için öngörülen şartları tespit etmek mümkündür. Nitekim İslam hukuku açısından ihtiyata dair yaptığımız çalışmada bu şartlar tespit edilmiştir. Bu nedenle söz konusu şartları adı geçen kitabımızdan (bazı tasarruflar dışında) aynen aktarmakla yetinmek istiyorum. (1) Bu şartlar vesilesiyle kimi olumsuz ihtiyat yaklaşımlarına da yer verilmiştir.
     1- Naslara Aykırılık Teşkil Etmemelidir:
     İhtiyat kuralının geçerli ve meşru olmasının en başta gelen şartı, Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet naslarına aykırı olmamasıdır. Bütün usul kurallarında söz konusu olan bu ön şartın ihtiyat için de öngörülmüş olması son derece tabiidir. Mükellef bazı durumlarda nasların açık ifadelerine veya ruhuna aykırı olduğu halde ihtiyat yapmak isteyebilir.Pek tabiidir ki bu halde ihtiyat yapılması caiz olmaz, yapılsa bile dinî bakımdan bir meşruiyet kazanmaz. Aksine günah olur. İbn Kayyim gerçek ihtiyatın nasıl olması gerektiğine dairşöyle demektedir: “Bilinmelidir ki, kişiye fayda veren ve Allah (c.c.)’ın kendisi sebebiyle mükâfatlandıracağı ihtiyat, sünnete uygun davranmak (muvâfakat) ve ona aykırı olanı terk etmede gösterilecek ihtiyattır. İhtiyat tamamen buradadır. Aksi halde sünnetin dışına çıkan kimse kendi lehine ihtiyat yapmış olmaz, bilakis gerçek ihtiyatı terk etmiş olur.” (2) Bir başka yerde: “İhtiyatın tamamı, sünnete muhalif olan şeyin dışına çıkmaktır.” (3) İbn Hazm da bunu teyit eden şu ifadeyi kullanıyor: “Gerçek ihtiyat Kur’ân-ı Kerîm ve sünnete bağlı kalmaktır.” (4)
     Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, bu şartı teyit eden şu hadisi manidardır: Hz. Aişe (r.a.) validemizin anlattığına göre, Resulullah (s.a.v.)’ın yaptığı ve hakkında ruhsat verdiği bir işi bazı kimseler hoş karşılamadılar ve onu yapmaktan sakındılar. Bu bilgi Resulullah (s.a.v.)’a ulaşınca Allah (c.c.)’a hamdettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Bazı kimselere ne oluyor ki, benim yaptığım şeyi yapmaktan sakınıyorlar. Allah (c.c.)’a yemin ederim ki, ben Allah (c.c.)’ı onlardan daha iyi biliyor ve O’na karşı gelmekten daha çok sakınıyorum.’” (5) Hadiste her ne kadar onların ihtiyat saikiyle sakındıkları açıkça yer almıyorsa da, iyi niyet gösterip “zühd” maksadıyla kaçındıkları izlenimi edinilmektedir. Zühdün de bir çeşit ihtiyatî tutum olabileceği göz önüne alınırsa, “zühd veya ihtiyat yapıyorum” diye Resulullah (s.a.v.)’ın ruhsat verdiği bir fiili yapmaktan kaçınmanın sünnete aykırılık teşkil ettiği hadisten anlaşılmaktadır. Çünkü bu tutum Hz. Peygamber (s.a.v.)’den daha “takva” olmayı çağrıştırmaktadır ki, bu mümkün  değildir. Nitekim Resulullah (s.a.v.)’ın, onların bu tutumuna kızma gerekçesinin de bu olduğu anlaşılmaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Pala, İhtiyat, s. 243-257.
2) İbn Kayyim, İğâsetu’l-Lehfân, II/162.
3) İbn Kayyim, er-Rûh, I/256.
4) İbn Hazm, el-İhkâm, V/8.
5) Buhârî, İ‘tisâm - 5, Hd. No: 6871, VI/2662.
~~~~ * ~~~~

     İhtiyatın Kur’ân ve sünnete aykırılık teşkil edebileceği durumlardan biri de şudur: İhtiyata başvurabilmek için, hakkında şüphe bulunan mesele ile ilgili olarak, mükellefin ne yapması gerektiği konusunda Şârî tarafından net bir açıklama yapılmamış olması gerekir. Eğer böyle bir durum varsa mükellefin ona göre hareket etmesi lazımdır. Alimlerin şöyle bir tespiti vardır: “Amaç başka şekilde gerçekleşirse, artık vesileye itibar edilmez.” (1) Sorumluluktan çıkmak amaç, ihtiyat ise onu sağlayan bir araçtır. Eğer Şâri‘, sorumluluktan çıkmayı vesilesiz olarak başka hükümlerle belirlemişse ona göre hareket edilmek durumundadır.
     Öyleyse nasların ihtiyat dışında belirlediği yol izlenmelidir. Böyle bir açıklama olmadığı takdirde ancak ihtiyata başvurulabilir. Şüpheli durumlarda mükellefin nasıl davranacağı konusunda kanun koyucunun bir açıklaması (hükmü) olduğu halde mükellef ihtiyat cihetine giderse, nassa aykırı hareket etmiş olur. Bu aykırılık, ya Şâri’in hakkında hüküm belirtmediği bir meselede “istishab”a göre hareket edilmesi yönündeki emrine uymamakla olur, ya da bazı durumlarda görünürdeki (zâhir) duruma göre hareket edilmesi şeklindeki emrini yapmamakla olur. (2)
     Örneğin, abdestli olduğundan emin olan kimsede sonradan oluşan “abdestli olup olmadığı” yönündeki şüpheye itibar edilmez. Dolayısıyla bu şüpheden ötürü ihtiyaten yeniden abdest almak gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) böyle durumlarda bir ses duyulmadıkça yahut bir koku almadıkça şüpheye itibar edilmemesini emretmiştir. Şu halde bu hadise rağmen ihtiyat yapmak nassa aykırılık teşkil edecektir. Zira nas bu durumlarda “istishab”a göre hareket edilmesini öngörmektedir. Semâ‘î bu tür aykırılığı, ihtiyat için “dinî alternatif uygulama imkânının olmaması” adıyla ayrı bir şart olarak belirlemiştir. (3)
     Kanaatimize göre, buna gerek yoktur. Çünkü bu açıkça nassa aykırı bir ihtiyat özelliği taşımaktadır. Dolayısıyla nassa aykırılık şartı kapsamında mütalaa edilmesi daha isabetlidir. Nitekim kendisi de bu şartın nassa aykırılık şartına bağlı (lâzım) bir şart olduğunu ifade etmektedir. (4) Naslara aykırı ihtiyat tutumunun söz konusu olabileceği diğer bir hususta ruhsatlar konusudur. Münib Şakir bunu ayrı bir şart olarak zikretmişse de, bize göre bu, naslara aykırı olmama şartıyla doğrudan ilişkili olduğu için bu çerçevede değerlendirilmesi gerekir. Ruhsatlar geçici hükümler olup belli zaman ve şartlarla sınırlıdır. Yolculuk sırasında namazların kasredilmesi hükmü, zaruret hallerinde bazı haramların –zaruret miktarıyla sınırlı olmak üzere- mübah kılınması hükmü böyledir. Bu bağlamda ihtiyat, bazı ruhsatlardan yararlanmama şeklinde kendini gösterir. Bazı insanlar ruhsatlardan yararlanma hakkından feragat etmenin, ihtiyat bakımından daha iyi ve aynı zamanda daha dindar olmanın bir göstergesi olarak düşünebilmektedirler.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. A. Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, II/340.; Krş.: Şâtıbî, elMuvâfakât, II/212.
2) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, s. 246.
3) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, s. 245-247.
4) Semâ‘î, Nazariyyetu’l-İhtiyât, s. 246.
~~~~ * ~~~~

     Kanatimizce insanları böyle bir duruma sevk eden sebep, azimetle ruhsattan hangisinin faziletli olduğuyla ilgili tartışmadır. (1) Bu tartışmada ruhsatın daha faziletli olduğu görüşünü esas alanlar, bunun ihtiyata da uygun olacağını düşünmüş olabilirler. Gerçek şu ki, her iki hüküm de Şâri‘ tarafından meşru kılınmış olduğundan, birinin diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. Eğer bir üstünlük söz konusu ise bu, bahis konusu olan hükümlerin uygulanması sırasındaki yer, zaman ve şartlara göre değişebilir. Dolayısıyla bazen azimet ruhsattan, bazen de ruhsat azimetten üstün olabilir. (2)
     Şu halde ruhsatlardan yararlanmamak ihtiyatî bir tutum olması bir tarafa, ruhsatları emreden, meşru kılan naslara açık bir aykırılık da içerebilir. Ancak hemen belirtelim ki, burada naslara aykırılığı söz konusu olan ihtiyat, yapılması zorunlu olan, yani kesin emredilmiş ruhsatlardır. Mübah ya da mendup kabilinden olan ruhsatlarda ihtiyat yapılabilir, (3) hatta bunun müstehap ve mükafata vesile olduğu da ifade edilmiştir. (4) Açlıktan dolayı hayati tehlikeye maruz kalan kimsenin, ihtiyatlı olmak adına yenilmesi aslen haram kılınmış olan bir şeyi yememesi nassa aykırı ihtiyata bir örnektir.

     2- İhtiyatı Gerektiren Şüphenin Kuvvetli Olması Gerekir:
     İhtiyatın şüpheden kaynaklanan belirsizlik sebebiyle gerektiğini biliyoruz. Dolayısıyla ihtiyata mesnet olacak şüphenin mahiyeti bu açıdan önem arz etmektedir. Her şüpheye itibar edilemeyeceğinden anlaşılıyor ki, ihtiyatın meşru olabilmesi için şüphenin güçlü olması gerekir. Bu, ihtiyat için öngörülen ikinci önemli şarttır. Çünkü insanın iç dünyasında oluşan kuşkular her zaman aynı derecede olmayabilir. Haliyle her şüpheye itibar edilerek ihtiyat yapılacak olursa bu, ihtiyatın nerede başlayıp nerede biteceği konusunda, hükümlerin istikrarsızlığına yol açabilir. Oysa hukuk kurallarında istikrar önemlidir.
     O halde mükellefin ihtiyatla hareket etmesine sebep olan şüphenin kuvvetli şüphe olması bir zorunluluktur. (5) İbn Abdisselâm’ın şu tespiti manidardır: “Bazen vera‘, mefsedet ve maslahatların ortaya çıkması ihtimali sırasında zanna göre hareket etmeyi terk etmek şeklinde olabilir. İtibar edilmesi halinde, meşru maslahatların engellenmesine (askıya alınmasına) yol açacak her ihtimal, reddedilmiş olup itibara alınmaz.” (6) İbn Teymiyye, dinin temel ilkelerinin (usûl) ihtiyatı yasaklamadığını, ancak mücerret şüphe (şek) ile de sabit olmayacağını söylemektedir. (7) İbn Abdisselam da ihtimalin uzak olduğu durumlarda vera‘(ihtiyat)ı bir tür vesvese olarak nitelemiştir. (8) Şüphenin kuvvetini belirleyecek net bir kriterden söz etmek oldukça zordur. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bu konudaki ihtilaf hakkında bk. Şâtıbî, el-Muvâfakât, 300 vd.; Dimaşkî, Abdulkadir Bedrân, elMedhal ilâ Mezhebi Ahmed b. Hanbel, Thk.: Abdullah et-Turkî, Muessesetu’r-Risâle, 2. bs., Beyrut, 1980, s. 168.
2) Bk. İbn Abdisselâm, el-Fevâid, s. 116.
3) Bk. Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/338.; a.mlf.: el-İ‘tisâm, I/161.
4) İbn Rüşd, el-Beyân ve’t-tahsîl, XVII/269.
5) Suyûtî, el-Eşbâh, s. 124.; Krş.: Meyyâre, Şerhu Meyyâr, II/292.; İbn Nuceym, el-Eşbâh, s. 130.; Şirbînî, Muğni’l-Muhtâc, IV/146.
6) İbn Abdisselâm, Şeceretu’l-Me‘ârif, s. 308.
7) İbn Teymiyye, Mecmû‘u Fetâvâ’ibn Teymiyye, XXV/125.
8) İbn Abdisselam, Şeceretu’l-Me‘ârif, s. 309.; Krş.: San‘ânî, Subulu’s-Selâm, IV/173.
~~~~ * ~~~~

     Bu konuda kişinin kendi iç dünyasında oluşan kanaat daha belirleyici gibi gözükmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Vâbısa’ya söylediği: “Kalbine danış…” hadisi buna işaret etmektedir. Ebû Muhammed Cüveynî şöyle demektedir: “Ne zaman ki bir mesele hakkında işkale maruz kalır da, hafif ve ağır (et-tevsu‘a ve’t-teşdîd) hüküm arasında kalırsan, o meseleyi senin için yazdığım esaslara (el-usûl) arz et. Sakın bu esaslardan birini ihmal etme! Böyle yaparsan (ihmal edersen) Allah (c.c.)’ın senin için çizdiği sınırı aşarak günaha girersin.” (1) Bu anlamı biraz daha açık olarak Karâfî şöyle dile getirmektedir: “Sende galip bir durum vaki olup; onun geçersiz sayılan türden mi muteber olan türden mi olduğunu bilemezsen, bu hususta izleyeceğin yol: Nasların ‘mevâridi’ni (hareket noktalarını) ve fetvaları, hıfzın geniş ve anlayışın iyi olduğu halde güzelce tespit etmendir. Sendeki galib görüşün ilgası tahakkuk etmezse, onun muteber olduğuna inan. Bu fark ancak, fıkhî meseleler ve dinî hareket noktaları hakkında geniş vukufiyeti olanın elde edeceği bir durumdur.” (2)

     3- Mükellefi Sıkıntıya Sokacak Nitelikte Olmamalıdır:
     İslamiyet’in, insanları dinî mükellefiyetlerde kullar için sıkıntı ve zorluğa sebep olacak şeylerle mükellef tutmaması, onlar için kolay olanı öngörmesi, onun ayırıcı özelliklerinden biridir. Bu, bizzat Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle sabit olmuş, (3) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in söz ve uygulamalarıyla da perçinleşmiş önemli bir prensiptir. (4) O yüzden ihtiyatın, mükellefi altından kalkamayacağı sıkıntıya sokmaması gerekir. İslam hukukçuları, ihtiyat zarardan ya da zarar ihtimalinden kesin surette hali olduğu zaman başvurulacak bir yoldur, derken bu şarta işaret etmektedirler. (5)
     Bu şartın önemi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinde kaçınılmasını emir ve tavsiye ettiği şüpheli şeyler (müştebihât) ile, “kolaylık ilkesi” (raf‘u’l-harac) arasında sağlıklı bir denge kurmada kendini gösterir. İhtiyatın en kaygan olduğu zeminlerden birinin bu dengenin kurulamaması olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, kimi insanlar dinî yaşantılarında ihtiyat adına, hayatı kendileri için adeta yaşanmaz hale getirirken, kimileri de “dinde kolaylık vardır” diyerek helaller ve haramların sınırlarını zorlayacak tarzda şüpheli şeyleri önemsememe (mütesâhil) gafletine düşebilmektedirler. İşte bu dengenin sağlanabilmesi için, uygulanmak istenen ihtiyatın, mükellefi meşakkate sokacak nitelikte olmaması öngörülmüştür. Yani ihtiyatın yapılması veya uygulanması mümkün olmalıdır. Şâtıbîo dengeyi şu sözleriyle özetlemektedir: “Din (şerî‘at) kendi ‘muktezâ’sıyla teklif konusunda vasat ve en dengeli (a‘del) yolu izlemekte; bir tarafa meyletmeyen bir ayarda her iki taraftan da alan, kula sıkıntı vermeyecek ve çözülmeye sebep olmayacak şekilde onun gücü dahilinde olan bir mükellefiyet öngörmektedir. Hatta bütün mükelleflerde son derece itidali gerektiren bir denge (muvâzene) üzerinde yürür.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Cüveynî, et-Tebsira, s. 13.
2) Karâfî, el-Furûk, IV/251.; İbnu’ş-Şât, İdrâru’ş-Şurûk, IV/241.; Mekkî, Tehzîbu’l-Furûk, IV/279.
3) Bk. “…din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi…” Hac, 22/78.
4) Bk. Çalış, İslam’da Kolaylık Prensibi.
5) Râzî, el-Mahsûl, III/367.; Amidî el-İhkâm, 1/240. 
~~~~ * ~~~~

      (...) Şayet hükümler, mükellefin orta yoldan saparak iki taraftan birine yönelmesinden ya da sapma beklentisinden dolayı konulmuş ise bu, mükellefi orta yola ve itidale getirmek içindir.”1 Şâtıbî bu noktada alimler ve müftüler üzerine düşen önemli göreve işaretle şöyle demektedir: “Fetvada, en üst dereceye ulaşabilen müftü, insanları, halkın çoğunluğuna uygun düşecek biçimde itidal üzere olmaya sevkedebilen kimsedir. Böyle bir alim, onları aşırılığa (şiddet) ve çözülmeye sevk etmez. Bunun doğruluğunun delili, şeriatın orta yolcu özelliğidir. Bilindiği üzere İslâm şeriatı denge şeriatıdır. Daha önce de geçtiği üzere, Şâri‘ Teâlâ’nın mükelleften istediği şey, ifrat ve tefrite düşmeksizin din yoluna sülük etmesidir. Buna göre müftî, müsteftîye vereceği fetvada bu noktayı göz önünde bulundurmaz ve orta yoldan çıkarsa, Sâri‘ Teâlâ’nın kasdını ihlal etmiş olur. Bu yüzdendir ki dinde derinleşmiş ilim erbabı, orta yoldan çıkan ve ifrat ya da tefriti temsil eden görüşlerin yerilmiş olduğunu ve iyi karşılanmadığını dile getirmişlerdir.” (2)
   Belirtilmelidir ki, söz konusu edilen meşakkat mutlak anlamda değildir. Aksine mükellefin gücünü aşacak boyutta olan sıkıntıdır. Yoksa kastedilen, hiç bir surette sıkıntının olmaması değildir. Zira bu, anlam olarak da zaten “yük ve külfet” demek olan mükellefiyet (teklîf)in mantığına aykırıdır. Esasen imtihan için yaratılmış olan insan için meşakkat teklifin yapısında vardır. Ancak bu sıkıntı, Allah (c.c.)’ın kendisine bahşettiği maddî ve manevî nimet ve donanımlar sayesinde insanın üstesinden gelebileceği, kaldırabileceği bir sıkıntı ve yüktür. Öyleyse ihtiyatta da mükellef kimi zahmetlere maruz kalabilir. Fakat bunlar üstesinden gelemeyeceği türden değildir. İnsanın gücünü aşan seviyedeki sıkıntılara sebep olduğu takdirde mükelleften ihtiyat talep edilmez. Şâtıbî’nin şu ifadeleri bu hususu isabetli bir şekilde açıklar niteliktedir: “Vera‘ın bizzat kendisinin zor bir davranış olduğunda söylenecek bir şey yoktur. Nitekim takva üzere yaşamanın zor olduğu da bir gerçektir. Ne var ki, vera‘ ve takvadaki zorluk, ilgili davranışların yapılması açısından değildir. Çünkü Yüce Allah dinde bizim için bir güçlük kılmamıştır. Zorluk, nefsin (insan psikolojisinin) alışık olduğu şeyleri terk etmesinde ve özellikle arzularını (hevâ) engellemesindedir.” (3)
     İslam düşünce sisteminde teklifin nimet-külfet dengesi üzerine kurulduğu göz önüne alındığında, müslüman kişinin, Kur’ân ve sünnetin çizdiği daire içerisinde, kulluk görevlerini ifa ederken çekeceği sıkıntı ve karşılaşacağı zorluklar oranında Allah (c.c.) katında mükâfata nail olacağı muhakkaktır. Hatta Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadislerinden anlaşıldığına bakılırsa, söz konusu mükâfat oranı kulun lehinde daha fazla olabilecektir. Vera‘ ve ihtiyatın dinde övülmüş olmasının sırrı da bu olsa gerektir.
     İslam hukukunda bu şartın en belirgin tezahürlerinden biri, sınırı veya miktarı tespit edilemeyecek derecede belli olmayan helal-haram karışması durumunda mükellefin ihtiyattan muaf tutulmuş olmasıdır. Çünkü böyle durumlarda mükellefin ihtiyatı uygulama imkanı bulunmamaktadır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Şâtıbî, el-Muvâfakât, II/163.
2) Şâtıbî, el-Muvâfakât, IV/258.
3) Şâtıbî, el-Muvâfakât, I/106.
~~~~ * ~~~~

     Buna rağmen onun ihtiyatla mükellef tutulması ise “zorluğun kaldırılması” ilkesine terstir. İhtiyatın uygulanmasının zor olduğunu gösteren ve mükellefi sıkıntıya sokacak durumlardan biri de fakihlerin; “Kendisinden sakınmak mümkün değildir.” (1) İfadesini kullandıkları meselelerdir. Bu ifade bazen ihtiyat anlamına da geldiğinden, bu tür meselelerin bazıları ihtiyatı gerektiriyor olsa bile, onu gerçekleştirmek mümkün olmadığından mükellef ihtiyattan sorumlu tutulmamıştır.

   4- İhtiyat Kendisinden Beklenen Amacı Gerçekleştirici Olmalıdır:
     İhtiyattan beklenen en nihaî amaç ve yarar, müslüman mükellefin, şüpheli durumlarda manevi yönden kendi lehinde olanı yaparak uhdesindeki sorumluluktan kesin olarak çıkmasını sağlamaktır. Eğer uygulanmak istenen ihtiyat bu amacı kesin veya zann-ı galibe göre gerçekleştirecek durumdaysa uygulanır. Değilse uygulanmaz. Çünkü beklenen amaca ulaştırmayan ihtiyat anlamsız olacaktır. Bu yüzden böyle bir şart öngörülmüştür. Nitekim Makkarî’nin zikrettiği şu kural bunu izah eder niteliktedir: “Amaca götürmeyeceği açıkça anlaşılan araca (vesîle) itibar edilmez.”(2) Mükellef ihtiyat yapmak istediğinde ondan beklenen amaç ve yararı gerçekleştirecek şekilde yapmalıdır. Örneğin, beş vakit namazdan birini unutarak kılmamış olan kimse, kılmadığı bu namazın hangi vakit olduğunda şüpheye düşer ve belirleyemezse, farz olan namaz sorumluluğundan kesin çıkmış olabilmesi için, beş vakit namazın hepsini ihtiyaten kılması gerekir. Böyle yapmayıp ihtiyat adına namazlardan bir kısmını kılmak isterse bu gerçek bir ihtiyat olmaz. (3) Çünkü kıldığı namazın unuttuğu namaz olduğu kesin belli değildir. Dolaysıyla sorumluluktan henüz kurtulmuş olmaz. Böylece ihtiyat da amacına ulaşmamış olur.

     5- Dinî Bakımdan Olumsuz Durumlara Yol Açmamalıdır:
     Bu şart, naslara aykırılıktan daha genel anlamda dinin ruhuna, temel felsefesine ve ilkelerine aykırı olmamayı öngörmektedir. İhtiyat dine aykırı bir duruma götürmediği sürece güzeldir. Aksi halde asıl ihtiyat bu tür ihtiyatın terk edilmesidir. (4) Burada bahse konu olan olumsuzluk iki şekilde olabilir:
     Birincisi: İhtiyatın dinî bir farizanın veya sünnetin terk edilmesine yol açmasıdır ki böyle bir ihtiyat anlayışı, deyim yerindeyse “kaş yaparken göz çıkarmak” olur. Zira böylesi yaklaşımlar çoğu kere iyi niyetten hareket etmektedir. Ne var ki, ihtiyatın hangi durum ve şartlarda yapılması konusunda sağlıklı bilgiye sahip olunmadığı zaman, ihtiyat yapmak adına belki kimi farzların ihmal, hatta terk edilmesi söz konusu olabilmektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Serahsî, el-Usûl, I/376, 378.; a.mlf.: el-Mebsût, III/140, IV/142, 147, IX/172.; Şîrâzî, et-Tenbîh, s. 188.; Kâsânî, el-Bedâi‘, I/68, 215, 221, 239, 242.; II/202.; İbn Kudâme, el-Muğnî, I/39, 68, II/122, 436.; Ensârî, Fethu’l-Vehhâb, I/208, II/324.; İbn Nuceym, el-Eşbâh, s. 111.
2) Makkarî, el-Kavâ‘id, I/242.; Krş.: Karâfî, el-Furûk, II/270-271.; Erdoğan, İslam Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 109-110.
3) Şakir, el-‘Amel, s. 309. 4 İbn Kayyim, İğâsetu’l-Lehfân, I/163.
~~~~ * ~~~~

     Bu bağlamda İbn Âşûr şu tespiti yapmaktadır: “Aşırılık, mübalağaya,mubah olan bir şeyi emredilen veya yasaklanan şeye katma yahut dini bir görevi Şâri‘in istemediği derecede ağırlaştırarak yapma konusundaki abartıya dayanır. Bu tutumun nedeni, Şâri‘in isteğini yerine getirmede kusurlu davranma endişesidir ki, bu yaklaşım Resulullah (s.a.v.) tarafından aşırılık ve müşkülpesentlik (tanattu‘) olarak nitelendirilmiştir. İstinbat ehlinin ve müftülerin Müslümanları dine yöneltirken aşırılığa ve müşkülpesentliğe yol açacak durumlardan kaçınmaları gerekir.”1 İbn Abdisselâm: “Allah (c.c.)’ın farzlarının iskâtına (terk ya da ihmal edilmesine) yol açan bir vera‘(ihtiyat)da hayır yoktur.”2Diyerek bu şartın önemine işaret etmektedir.
     İkincisi:
     İhtiyatın vesvese ve evhama dayalı olarak aşırılığa yol açmasıdır. Şu halde mükellefin zihninde vaki olan şüpheye dayanarak gelişigüzel ihtiyat yapması, gerçekte ihtiyat olmaz. Aksine o bir vesvese ve boş kuruntudan başka bir şey değildir. Bunun için alimler, gerek ibadetlerde gerekse diğer konularda ihtiyatlı olmanın, vesvese boyutuna varmadığı sürece tasvip edildiğini belirtmişlerdir. (3) Bir müslümanın dinî yaşantısında normal olan durum, kesin belirlenmiş hükümlerin egemen olmasıdır. Şüpheli durumlar ve ondan ötürü ihtiyatlı olmak ise istisnaî ve nadiren vukubulabilecek hallerdir. Oysa vesvese boyutuna varan ihtiyat anlayışlarında tam tersine, o kimselerin dinî hayatlarına normal hükümler değil, vesvese ve vehimler hakimdir. Elbette dinin böyle bir tutumu onaylaması düşünülemez. İbn Abdisselâm diyor ki: “Vera‘ (ihtiyat) olarak saymadığım hususlardan biri de, bilhassa dinin katılmaya teşvik ettiği düğün yemeği gibi mahza helal olan yemekleri, zalim kimse taşıdı (hazırlayıp getirdi) diye yememektir. Çünkü vasfı ve sebebi itibariyle helal olan şeyden kaçınmanın meşru bir gerekçesi yoktur. Bu tür kaçınmalar ancak olsa olsa, dinin itibar etmediği vesvese, evham vb. sebeplerle olur.” (4) Nitekim İbn Abdisselâm çoğu vera yaklaşımlarının vehimlere dayandığını ifade etmiştir. (5)
     İhtiyatın vesveseye dönüşmemesini sağlayacak ölçüt nedir? Diye sorulduğunda, bu sorunun cevabını net olarak vermek çok da kolay gözükmüyor. Zerkeşî’nin nakline göre İbn Dakîk el-‘Îd şöyle demiştir: “Vera‘ (ihtiyat) ile vesvese arasındaki fark çok hassastır ve tespit etmek zordur. Müsamahakâr (mutesâhil/önemsemeyenler) olanlar vera‘ kabilinden olan bazı hususları vesvese olarak değerlendirmekte, aşırı gidenler de vesvese kabilinden olan kimi durumları vera‘ (ihtiyat) olarak değerlendirmektedir. (…) Aradaki farkı şöyle belirlemek gerekir: Dinin temel esaslarına (el-usûlu’ş-şer‘iyye) dayanan hiçbir şey vesvese değildir.”6 Şu halde ihtiyat belli bir alamete dayanmalıdır. Yani ihtiyatı gerektirecek şüpheyi işaret eden bir alamet mutlaka olmalıdır. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Âşûr, Makâsıdu’ş-Şerî‘a, s. 370.
2) İbn Abdisselâm, Fetâvâ Sultâni’l-‘Ulemâ el-‘İzzi’bni Abdisselâm, Thk.: Mustafa Âşûr, Mektebetu’lKurân, Kahire, 1987, s. 48.
3) Nevevî, el-Mecmû‘, I/413.; a.mlf.: Şerhu Sahîhi Muslim, III/179.; Munâvî, Feydu’l-Kadîr, I/278.
4) İbn Abdisselâm, Kavâ‘idu’l-Ahkâm, I/199.
5) İbn Abdisselâm, el-Fevâid, s. 42.
6) Zerkeşî, el-Mensûr, II/230.
~~~~ * ~~~~

     Eğer bir alamet yoksa, o takdirde bir vesveseden söz edilir. (1) İbn Hacer el-Heytemî (ö. 974/1567) bu farkı şu misalle açıklıyor: sık sık pislenme durumunda olan bir elbiseyi ihtiyaten yıkamak doğru ve tasvip edilen bir tutumdur. Fakat yeni alınan bir elbiseyi pis olma ihtimali vardır düşüncesiyle ve ihtiyat maksadıyla yıkamak ise vesveseden kaynaklanan bir harekettir. (2) Bu durumda gerçek ihtiyat vesveseden doğan ihtiyatı terk etmek olacaktır. (3)
     İhtiyat adına, vesvese ve vehimlere göre hareket etmek, üçüncü şart vesilesiyle sözünü ettiğimiz itidalin bozulması anlamına da gelir. Zira bu orta zeminden, tasvip edilmeyen aşırı bir uca kaymaktır. Dinde aşırılığın ne derece yerilmiş olduğu açıktır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in: “Biriniz namazda iken, makatında bir hareket hisseder de, abdestinin bozulup bozulmadığı hususunda tereddüde düşerse, bir ses işitmedikçe veya bir koku almadıkça mescidi terketmesin.” (4) Buyurması, şüpheli durumlarda vesveseye karşı alınacak önlem konusunda çarpıcı bir hareket tarzını ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Benzer amaç taşıyan başka bir hadis-i şerif şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.v.)’e: “Ya Resulellah! bazı kimseler bize et getiriyorlar; Fakat ona besmele çekilip çekilmediğini bilmiyoruz, (ne yapalım?)” diye sorduklarında O şöyle buyurmuştur: “Allah (c.c.)’ın adını anın ve yiyin.” (5)
     İhtiyat konusunda aşırılığa kaçmak, ihtiyatı ihtiyat olmaktan çıkarır. Bu bakımdan, genel manada dinde aşırılığı kınayan ve yasaklayan ayet ve hadislere binaen, ihtiyat konusunda da aşırılığa gitmenin doğru olmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in aşırılığı yeren pek çok hadisi vardır. Onlardan birinde şöyle buyurmuştur: “Dinde aşırlıktan sakının! Sizden öncekileri, dinde aşırı gitmeleri helak etmiştir.” (6) Başka bir hadisinde ise üç kere: “Aşırı gidenler helak oldular” (7) buyurmuştur. Bu hadisin metninde geçen ve ‘aşırı gidenler’ diye tercüme ettiğimiz “المتنطعون “ kelimesi, söz ve davranışlarında aklının ermediği derinlere dalan, aşırı hareketlerde bulunan ve sınırları aşanlar olarak tefsir edilmiştir. (8)
     Gazâlî vera‘da mübalağa göstermenin güzel bir şey olduğunu, ancak belli sınıra kadar olması gerektiğini söylerken9 isabetli bir tespitte bulunmaktadır. Yine Gazâlî’nin belirttiği gibi dinî yaşantıda aşırı hareket edenlerin bu tutumlarının doğuracağı olumsuz neticeler sadece kendileriyle sınırlı değildir. Kendilerine bir zarar vermese bile, başkaları üzerinde dince tasvip edilmeyen etkilere yol açabilir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bk. Dimyâtî, İ‘ânetu’t-Tâlibîn, II/47.; Bâ‘alevî, Abdurrahman b. Muhammed b. Hüseyin, Buğyetu’lMusterşdîn, Dâru’l-Fikr, Beyrut, ts., s. 6.
2) Heytemî, el-Fetâvâ, I/220.
3) Dimyâtî, İ‘ânetu’t-Tâlibîn, II/47.; Bâ‘alevî, Buğyetu’l-Musterşdîn, s. 6.
4) Ebû Dâvûd, Tahâret - 68, Hd. No: 177, I/94.; Hadisin benzer rivayetleri için bk. Buhârî, Vudû‘ - 4, 33, Hd. No: 137, 175, I/64, I/77.; Müslim, Hayız -26, Hd. No: 98, 99, I/276.; Tirmizî, Tahâret - 56, Hd. No: 74, I/109.
5) Buhârî, Buyû‘ -5, Zebâih- 21, Hd. No: 1952, 5188, II/726, V/2097.
6) İbn Mâce, Menâsik -63, Hd. No: 3029, IV/228.
7) Müslim, İlim -4, Hd. No: 7, IV/2055.; Ebû Dâvûd, Sünnet -6, Hd. No: 4608, II/611.
8) Bk. Müslim, es-Sahîh, IV/2055.; Ebû Dâvûd, es-Sunen, II/611. 9 Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, II/11.
~~~~ * ~~~~

     Söz gelimi işin iç yüzünü bilmeyenler, ihtiyat adına yapılan aşırılıkların önemli ve yapılması gereken davranışlar olduğu zehabına kapılabilirler (1) ki, günümüzde din adına tanık olduğumuz birçok yanlışlıkların sebeplerinden biri budur. Bazı insanlar dinde ihtiyat adına nafile amellerle meşgul olurken pek çok farzı ihmal etmektedirler. Abdestte ihtiyatlı davranmış olmak için israf derecesinde su tüketen kimsenin davranışı böyledir. (2)
     İmamu’l-Haremeyn el-Cüveynî’nin babsı Ebu Abdillah el-Cüveynî kendisinin bizzat şahit olduğu ihtiyat adına yapılan bazı vesveseci tutumları sert bir şekilde eleştirmektedir. Mesela namazda iftitah tekbirini mükemmel alıp almadığından şüphe ederek, tekrar tekrar tekbiri yenileyen kimseleri gördüğünden bahseder. (3) Bu kimseler o derece aşırı gitmektedirler ki, namazın neredeyse vakti çıkacak veya Cuma namazında imam rekatı tamamlayacak, onlar hala tekbir almakla meşguldürler. (4) Kimisi öyle tekbir alır ki, mescit sallanır. (5)
     Ezan ve kamette de aynı tutum vardır. Kimisi büyük abdeste çıkar, taharet için dünyanın taşını toplar, kimisi taharette kovalar dolusu su kullanır. (6) Cüveynî bu kimselerle ilgili olarak ironik bir değerlendirme yaparak şöyle demektedir: “Kendilerine bu tür vesveselerin arız olduğu kimselerden hiç birinin, malî ibadetlerde de böyle davranıp niyetindeki bir halelden dolayı zekatını ikinci kez verdiğini, veya şüpheden dolayı bir ortaklıktan çekildiğini, ya da asıl sakınması gereken kazanç ve muamelelerdeki gizli şüphelerden sakındığını görmedim.” (7) Cüveynî’nin bu sözleri yaklaşık bin sene öncesini tasvir ediyor olmakla beraber, adeta günümüzde olanları betimlemektedir. Bu anlamda tespitler güncelliğini hala korumaktadır. (8) O yüzden bu sözler üzerine bir şey söylemek zait olur. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, burada sözü edilen tekbir, ezan vb. konulardaki vesveseye dayalı ihtiyat tutumlarına şahsen ben de defaatle şahit olmuşumdur. (9)

     6- Önceliği Olanı İhmal Edici Olmamalıdır:
     İhtiyatla hareket etmek isteyen kişinin önünde bazen, aynı konuda birbiriyle çatışık halde birden fazla ihtiyat alternatifi bulunabilir. Böyle durumlarda, kişiyi sorumluluktan çıkarma konusunda en güçlü ihtiyat hangisiyse onun tercih edilmesi gerekir. İhtiyatın güçlülüğü, ona sebep teşkil eden iştibâh durumunun kuvvetiyle doğru orantılı olduğundan, bu konuda tercih yapabilmek için belirleyici şey şüphenin kuvvetidir. Hakkında ihtiyatın hangi yönde olduğu ihtilaflı olan bazı fıkhî meseleler bu kapsamda görülebilir. Söz gelimi, adet günlerini unutmuş veya şaşırmış (mutehayyira) ve kendisinden hastalık kanı gelen (mustehâda) kadının, adet günleri dışında namazı nasıl kılacağı ya da kılıp kılmayacağı konusundaki ihtilaf
böyledir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, II/11.
2) Gazâlî, İEsnâfu’l-Mağrûrîn, Thk.: Abdullatif Âşûr, Mektebetu’l-Kur'ân, Kahire, ts., s. 53.
3) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
4) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
5) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.; Krş.: Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, III/401.
6) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.; Krş.: Gazâlî, İhyâu ‘Ulûmi’d-Dîn, III/401.
7) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
8) Benzer tespitler ve eleştirisi için bk. İbn Kudâme, Zemmu’l-Muvesvisîn, s. 10-41.
9) İhtiyat adına vesvese ile hareket edenlerin gerekçeleri ve eleştirisi için bk. İbn Kayyim, Mekâidu’şŞeyâtîn, s. 6-29.
~~~~ * ~~~~

     Zira bu halde olan bir kadın adet günlerini karıştırmış olduğundan, önceden belli olan adet günleri dışında namazını kılacak mı, kılmayacak mı? Çünkü adet günlerini şaşırmıştır ve kendisinden kan gelmektedir. Bu halde, gelen kanın aynı zamanda adet kanı olması kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla burada bir belirsizlik bulunduğundan ihtiyatlı hareket etmesi gerektiği aşikârdır. Fakat bu ihtiyat, söz konusu günlerde kadının namazlarını kılmasıyla mı yapılmış olur, yoksa kılmamasıyla mı? Görüldüğü gibi burada, farz olan namazın kılınması maslahatını gerçekleştirmek ile adetli iken namaz kılmış olma mefsedetini bertaraf etme arasında tearuz vakidir.
    Bu durumda hangi ihtiyat daha güvenli ise ona göre hareket edilmelidir. Böyle durumlarda kuvvetli ihtiyatın tespitinde görüşler farklılaşabilir. Nitekim fıkıh kitaplarında bu meseleyle ilgili bilgilere bakıldığında, vakıanın da böyle olduğu anlaşılmaktadır. (1) Belirtelim ki, her şüpheli konuda olduğu gibi böyle durumlarda da şüpheyi giderecek bilgi ortaya çıktığı an artık ihtiyata başvurulmaz. Modern tıp bu durumda olan kadınlardan gelen kanın adet kanı mı, hastalık kanı mı olduğunu tespit ederse belirsizlik ortadan kalkar.

     7- İhtiyat Başkalarının Hakları Konusunda Bir İhlal Ya da İhmale Yol Açmamalıdır:
     İhtiyat Uygulaması bazen özel ya da tüzel kişileri ilgilendirecek tarzda olabilir. O takdirde böyle bir ihtiyat yapılmamalıdır, başlanmışsa terk edilmelidir. Bu şart, kişi hakları konusunda İslam hukukunun koyduğu genel esaslara dayandırılabilir. Şöyle ki; Bu hususta şöyle bir kural vardır: “İhtiyatla hareket etmek, Allah (c.c.) haklarında (hukûkullah) caiz, kul haklarında (hukûku’l-‘ibâd) ise caiz değildir.” (2) Nesefî kul hakkıyla ilgili şu misali verir: “Kul haklarıyla ilgili bir tazminatın, caiz olup olmaması konusunda tereddüt edildiği zaman, ihtiyat gerekçesine dayanılarakkişi tazminatla sorumlu tutulamaz. Çünkü şüphe ile tazminata hükmedilemez.” (3) Özellikle Hanefi doktrininde bu husus daha da öne çıkmaktadır. Onlar bu kuralı bazen: “Kul hakkı ihtiyat üzerine bina edilmez”, (4) “kul haklarında ihtiyat cari değildir” (5), bazen de ihtiyatın sebebine işaretle: “Şüphe kul haklarına etki etmez” (6) şeklinde değişik ifadelerle belirtirler. Örneğin bir kimsenin, hamile bir kadının karnına veya herhangi bir yerine darp etmesi sonucunda kadın ölür de peşinden çocuk ölü olarak düşerse, o kimseye tam diyet ve kefaret gerekir. Cenin için ayrıca diyet gerekmez. Çünkü ceninin söz konusu darbenin sonucu mu, yoksa başka bir sebeple mi öldüğü şüphelidir. (7) İşte bu şüpheden dolayı ihtiyaten o kimse, cenin için de diyet ödemeye mahkum edilemez. Burada -şüphe ile kul hakkı sabit olamayacağından- ihtiyat geçersizdir. Ancak günümüzde ceninin aynı darp sonucu ölüp ölmediğinin adli tıp tarafından tespiti mümkün olduğundan oradan çıkan rapora göre hüküm verilir. Çünkü bu durumda belirsizlik (şüphe) ortadan kalkmaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bu mesele hakkında bk. İbn Abdilberr, el-İstizkâr, I/340.; Serahsî, el-Mebsût, III/203, 207.; Kâsânî, el-Bedâi‘, I/41.; İbn Kudâme, el-Muğnî, I/370.; Nevevî, el-Mecmû‘, II/426 vd..; İbn Abdisselâm, Kavâ‘idu’l-Ahkâm, II/17-18.
2) Kerhî, el-Usûl, s. 166.
3) Kerhî, el-Usûl, s. 166.
4) Serahsî, el-Mebsût, IV/88.; Burhânî, el-Muhîtu’l-Burhânî, II/727.
5) Kâsânî, el-Bedâi‘, III/62.;
6) Kâsânî, el-Bedâi‘, VII/7.
7) Semerkandî, Tuhfetu’l-Fukahâ, III/118.; Bilmen, Hukuku İslâmiye, III/150.
~~~~ * ~~~~

     8- İhtiyat İhtilaftan Çıkış Şartlarını Taşımalıdır:
     Eğer ihtiyat, ihtilaflı bir meselede karşı görüşün dikkate alınması yani ihtilaftan çıkış maksadıyla yapılacaksa, ihtilaftan çıkış kuralının uygulanabilmesi için gerekli bazı şartları taşıması gerekir. Zira ihtilaftan çıkış kuralı kendi şartlarını taşıyorsa ihtiyata konu olabilir. Aksi halde geçersizdir. Mesela o şartlardan birisi: Dikkate alınacak karşı görüşün delilinin hatırı sayılır nitelikte kuvvetli olması gerekir. (1) Delili çok zayıf olan görüşe itibar edilmez. Cüveynî diyor ki: “Bilmiş ol ki ihtiyat görüşlerin (mezâhib) kendisi hakkında değil, onların delilleri (delâil) hakkında söz konusudur. Nice ihtilaflı mesele vardır ki, o konuda muhalif olanın ihtilafına itibar edilmez. Delillerinin zayıflığından dolayı onların görüşleri konusunda bizde herhangi bir şüphe ve kuşku oluşmaz. Belki de onlar senetleri zayıf haberlere dayanırlar. Fakat bu haberlerin senetleri zayıf olmakla beraber, zayıf kıyaslarının bile doğurmadığı şüpheye yol açarlar. Bu tür meselelerde daha fazla ihtiyatlı olunur.” (2)


     Sonuç:
     Bu tebliğde yer alan bilgi ve tespitler şunu ortaya koymuştur; dini hayatta gerektiği yerde ve zamanda ihtiyatlı tutum takınmak dinî açıdan tasvip ve teşvik edilen bir tutum olarak dindarlık göstergesi olabilir ve kul samimiyeti ölçüsünde ilahî mükâfata nail olabilir. Bu konuda İslam bilginleri arasında aykırı bir düşünce tespit edilmemiştir. Fakat dinde ihtiyatlı davranmak adına –bilinçli olsun ya da olmasınyapılan kimi davranışların ihtiyat olmaktan çıktığı, kişiye sevap getirmek yerine vebal getirecek boyutlara ulaştığı da sosyolojik bir vakıadır. Bu tutumların, ister ifrat ister tefrit boyutunda olsun, dini değerlerin çarpıtılmasına ve İslam’ın imajına ne denli zarar verdiğini dikkate alırsak bu yanlışlıkların düzeltilmesinin bir mecburiyet olduğu anlaşılacaktır. Bu yanlışlıkların düzeltilmesinin öncelikli yolu doğru bilginin yayılması ve yerleştirilmesidir. Olması gereken ihtiyatın sınırlarını fıkıh ilminin kaideleri ışığında ana hatlarıyla ortaya koymaya çalıştığımız bu tebliğin doğru İslam anlayışına bir nebze de olsa katkı sağlamasını umuyoruz.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbnu’ş-Şyeh, Murâ‘âtu’l-Hilâf, s. 287.
2) Cüveynî, et-Tebsira, s. 14.
~~~~ * ~~~~
 
bus

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...