29 Haziran 2021 Salı

İSLÂM ve IRKÇILIK / Sayfa 271 - 278 / İslâm’ın Irkçılığa Karşı Tutumu

ULUSLARARASI SEMPOZYUM
YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa: 271 - 278
İSLÂM ve IRKÇILIK
İslâm’ın
Irkçılığa Karşı
Tutumu
Âdem APAK *

     Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ettiği İslâm dininin en önemli hedeflerinden biri gönderildiği toplumda kabile sistemi üzerine kurulu soy esaslı sosyal düzenden, hukuka dayalı devlet nizamına geçişi temin etmekti. Zira İslam öncesi dönemde Araplar sürekli düşmanlığa neden olan dar kabilecilik anlayışı (asabiyet) ile hareket ediyorlardı. Bu nedenle Allah Rasûlü (sav) öncelikli olarak kabile asabiyeti dar çerçevesini aşarak kısa vadede Arapları inanç merkezli olarak bütünleştirmeyi hedeflemiştir. (1)
     Kabilecilik anlamında kullanılan asabiyet kelimesi Arapça’da a.s.b. kökünden türemiştir. Aynı kökten gelen asabe ism-i fail sigasından âsıb’ın çoğulu olup kısaca saran, kuşatan anlamlarına gelir. Terim olarak asabe, baba tarafından kan bağı bulunan akrabanın meydana getirdiği topluluk demektir. (2) Asabe aynı zamanda İslâm hukukunda miras bırakana doğrudan veya erkek vasıtasıyla bağlı bulunan vârisler için kullanılan bir fıkıh ıstılahıdır. Bu kelimeyle İslâm öncesi dönemde baba tarafından gelen erkek yakınlar ve erkek çocuklar kastedilmiş, akraba olmaları sebebiyle birbirlerini destekledikleri için onlara birbirini saran ve kuşatan anlamında asabe denilmiştir. (3)
     Asabiyet en geniş anlamıyla aralarında kan yakınlığı bulunan bir topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlike durumunda onları karşı koymaya sevk eden veya başka bir topluluk üzerine saldırı halinde bütün aile üyelerinin tereddütsüz harekete geçmesini sağlayan birlik ve dayanışma ruhu olarak tarif edilir. (4) Asabesi adına harekete geçen kişiye de asabî denilir. Aynı kökten gelen taassup ise, asabiyette aşırılık göstermek anlamına gelir. (5) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Prof. Dr.Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 
1) İhsan Nass, el-Asabiyyetü’l-Kabeliyye, Beyrut 1964, s. 173-174.
2) İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, I-XV, Beyrut ts. (Dârus-Sâdır), I, 605-506; Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I-X, Beyrut ts., (Dâru Sâdır), I, 384.
3) Karaman, Hayrettin, “Asabe”, DİA, III, 452.
4) Ateş, Ahmed, “Asabiyet”, İA, I,663; Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet”, DİA, 3:453.
5) Zebîdî, Tâcü’l-Arûs, I, 384.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyetle ilgili özgün bir tanım ortaya koyan ve asabiyeti toplumun maddî-manevî bütün dinamiklerinin temeli olarak kabul eden İbn Haldûn asabiyetin kan bağı üzerine inşa edilmiş olmasını şu şekilde izah eder: Kan bağı insanlık için tabiî ve gerçek bir bağdır ve çok az istisna olmak üzere, yakınlara herhangi bir haksızlık yapıldığında etkisini gösterir. Öyle ki, akraba olan kişi, yakınının bir zulme uğraması durumunda ona karşı kalbinde bir yumuşaklık hissederek akrabasının derhal bu durumdan kurtulmasını arzu eder ki, bu tavır insanî/tabiî bir temayüldür. (1)
     Kabile, kadim insan topluluklarının yaşadıkları ve tanıdıkları en önemli içtimaî görünüm iken asabiyet ise kabilenin bütünlüğünü ayakta tutan ana unsur ve toplumsal nizamın esasıdır. Kabile asabiyeti günümüzdeki aşırı kavmiyetçiliğin (ırkçılık) belli bazı yönlerini yansıtır mahiyettedir. Gerçekte aşırı kavmiyetçilik (2) , kendi ırkına taassup derecesinde bağlı olmayı, ırkının diğer ırklardan mutlak olarak üstün olduğuna inanmayı gerektirir. Kabile asabiyetinde de benzer bir inanç vardır. Asabiyet, kabileyi diğer kabilelerden farklı ve üstün tutma düşüncesini barındırırken, ırkçılık belli bir ırka üstünlük tanımak, o ırkın diğerlerine göre tabiatından gelen bir üstünlüğe sahip olduğuna inanmak ve o inanç doğrultusunda hareket etmektir. Hem asabiyette hem de ırkçılıkta asıl çıkış noktası nesep, yani kan bağıdır. Bu sebeple asabiyeti bir yönüyle ırkçılığın ilk basamağı, ya da bir çeşidi olarak değerlendirmek mümkündür. Ancak bununla birlikte kabile asabiyeti, ırkçılıkla çelişen bir hususiyet de arz eder. Bir ırkı üstün kabul edip, o ırka mensup olanları bir araya getirmeyi, bütünleştirmeyi hedefleyen ırkçılığın aksine asabiyette aynı ırka mensup olanları birleştirmek yerine onları farklı gruplara (kabile, cizm, fâsıla vs) bölme, parçalama ve onlar arasından düşmanlık meydana getirme ön plândadır. Farklı aşiretlerin ortak yol takip etmelerini gerekli kılan umumî bir şuur olan kavmiyet düşüncesi, esas olarak bir bütünlük faaliyetini akla getirirken, asabiyet ise ayrışmayı ve dağınıklığı çağrıştırır. (3) Buna göre meselâ bir Arap, kendi asabiyetinden olan zenci bir mevâlîyi, başka asabeden olan bir araba karşı korumak zorundadır. Dolayısıyla aynı ırktan gelen küçük insan grupları arasındaki menfaat, hâkimiyet tesisi veya hayatta kalma mücadelesi anlamındaki asabiyeti ırkçılıkla aynı kategoride değerlendirmek doğru olmaz. (4) 
     Asabiyete göre kabilelerden her topluluk kendi başına yaşamakta ve ancak dar kabile menfaati doğrultusunda hareket etmektedir. İki kabile veya kabile federasyonları hilf yoluyla bir araya geldiklerinde dahi bu birlik, ortak bir kavmî şuur derecesine dönüşmemekte, sunî birliktelik, ancak başka kabilelere karşı olmak amacıyla ortak cephede birleşme ihtiyacının zorlamasıyla meydana gelmektedir. (5)
     Herhangi bir saldırı veya savunma durumunda dahi kabileler müstakil gruplar halinde yer aldıkları için, onların organik ve düzenli bir bütünlüğünden bahsetmek mümkün değildir. Oysa kavmiyetçilikte aynı ırktan gelenlerin her alanda birlik oluşturmayı hedefledikleri görülür. En geniş sınırı bir kabileye mensubiyetin meydana getirdiği kabile asabiyetinde bütünlük değil, ayrışma ve çatışma esastır. Asabiyet, barış sebebiyle kabilelerin bir araya gelmelerini ve bütünleşmelerini hedeflemez. Kabile ittifakları ancak siyasî-içtimaî şartların ve kabile menfaatinin zorlamasıyla gönülsüz bir şekilde ve sınırlı bir zaman diliminde istisnaî olarak gerçekleşir. Asabiyette birlik ve barış yerine, “bizden olmayan ancak bizim düşmanımızdır” prensibi geçerlidir. Bu nedenle asabiyeti, kavmiyetçilik veya şovenizmin bazı özelliklerini taşımakla birlikte, esasında çok farklı bir dayanışma ruhu olarak değerlendirmek gerekir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Haldûn, Mukaddime, (thk. Ali Abdülvâhid el-Vâfî), I-III, Mısır 1957, II, 484.
2) Kavmiyetçiliğin aşırı yönü ırkçılık (şövenizm) olarak isimlendirilmektedir. Aşırı olmayan kavmiyetiçiliği ise, günümüzde de kullanılan milliyetçilikle benzer anlamda kabul etmek mümkündür. Zaten XIX. yüzyılın ortalarından itibaren bu günkü anlamıyla milliyetçilik için kavmiyetçilik kelimesi kullanılmıştır. (bk. Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Risale Yayınları, I-IV, İstanbul 1990, III, 34-35.
3) Nasrî, Asabiyye Lâ Tâifiyye, Beyrut 1983, s. 11-12, 154-155.
4) Gedikli, Ahmet Ercüment, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, Ankara 1990, s. 64.
5) Nass, İhsan, el-Asabiyye,s. 106-108.
~~~~ * ~~~~

     Asabiyet kavramı, şovenizm, ırkçılık kavramlarının yanında bazen milliyetçiliğin karşılığı olarak da kullanılmıştır. Meselâ T. Khemiri, Von Kramer, Salahattin Hudâ Bahş gibi araştırmacılar, asabiyetle milliyetçiliğin aynı anlama geldiğini iddia etmişlerdir. Buna karşılık F. Gabrieli ise asabiyetin milliyetçilikten farklı olduğunu ileri sürmektedir. (1) Milliyetçilik, genel anlamıyla, toplumda millî kültürü hâkim kılmak ve başka toplumların baskısından kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için uyanan kültür ve siyaset eğilimi olarak tanımlanabilir. (2) Bir millet içinde birden fazla kabile ve kabileler içinde de daha dar kapsamlı gruplar ve asabiyetler bulunur. Bu nedenle asabiyet, ferdi çok dar bir daire içinde hapseder. Hâlbuki milliyetin dairesi çok daha geniştir; bu topluluğun içinde birbirleriyle yakın akrabalık ve menfaat ilişkisi bulunmayan insanlar da daire içinde kendilerine yer bulabilirler. (3) Sonuç olarak asabiyetle anlam ilişkisi kurulan kavramlar dar çerçeveden geniş çerçeveye göre derecelendirilmek istendiğinde şöyle bir sıralama ortaya çıkar: Asabiyet, Şövenizm (Irkçılık, Aşırı kavmiyetçilik), Milliyetçilik (Kavmiyetçilik). Burada son iki kategoride aynı soydan gelenleri birleştirme asıl hedef iken, asabiyette ise aynı soydan gelenlerin kabilelere ayrışması ve parçalanması esastır. (4)
      İslâm öncesi dönemden gelen soya dayalı övünme ve kabilenin (ırkın) üstünlüğüne inanma anlayışının ortadan kaldırılması kolay gerçekleşmedi. Hz. Peygamber (sav) kabilecilikle mücadelenin ilk adımı olarak bütün müminlerin kardeş olduklarını ilân etmiş (5) ve asabiyetin esasını oluşturan soy üstünlüğü ve kabilecilik anlayışını kesinlikle reddetmiştir. (6) Nitekim Kur’ân’da insanların doğuşta kazanılan bir ayrıcalığa sahip olmadıkları, onlar arasında üstünlüğün ancak ahlâkî hassasiyet demek
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Uludağ, Süleyman, Mukaddime Giriş, I, 121-122; Gabrieli, F. “Asabiyya”, EI² , I, 681.
2) Ülken, Hilmi Ziya, Sosyoloji Sözlüğü, İstanbul 1969.
3) Gedikli, İslâm Asabiyye Milliyetçilik, s. 64.
4) Hanî Yahya Nasrî, asabiyet kavramıyla Tâife kavramını karşılaştırmış, asabiyeti soya dayalı ferdî ve ictimaî dayanışma ruhu olarak nitelerken, Tâifeyi ise asabiyetle çatışan manevî birliktelik olarak tanımlamıştır. Ona göre Tâife, nesep temelli asabiyete karşı ideolojik cemaat demektir. (Nasrî, Asabiyye, s. 146). krş. Kabbânî, el-Asabiyye Bünyetü’l-Müctema‘i’l-Arabiyye, Beyrut 1997, s. 91, 148- 149, 204, 212).
5) Hucurât, 49/10.
6) Tekâsür, 102/1-8.
~~~~ * ~~~~

olan takvada ve kullukta gerçekleşeceği, bunun da ancak kişinin kendi gayretiyle sağlanabileceği hususları açıkça ifade edilmiştir. (1) Hz. Peygamber (sav) de Mekke’nin fethi hutbesinde İslâm kardeşliğinin ana prensiplerini, “Ey Kureyşliler Allah sizden cahiliye gururunu, büyüklenmeyi ve babalarınız ile övünmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem’dendir, Adem de topraktandır”. (2) sözleriyle ortaya koymuştur. “Ey insanlar, sizin Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Haberiniz olsun ki, takva dışında hiçbir arabın arap olmayana, hiçbir acemin araba, hiçbir siyahın beyaza, hiçbir beyazın siyaya karşı bir üstünlüğü yoktur. Şüphesiz ki ilahi huzurda en değerliniz en müttakî olanınızdır” ifadeleri de yine Vedâ hutbesinde dile getirilmiştir. (3)
     Araplar neseplerine son derece düşkün bir millet olup; nesep, kabileler arasında asıl övünç kaynağıydı. Bu nedenle Hz. Peygamber (sav) soy üstünlüğü ve asabiyet davası gütme fiillerini kınamış, bunun İslâm’ın ruhuna aykırı olduğunu açıkça ifade etmiştir: “Asabiyet, bir kişinin kavminin haksız davranışına arka çıkmasıdır”. (4) “Asabiyet duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür”. (5) Allah Rasûlü (sav) her şeyden önce kabilecilik/kavmiyet uğruna gayreti de cahiliye davası olarak nitelemiştir: “Cahiliye davasıyla hak iddia eden bizden değildir” (6). “Şu cahiliye çığlığını bırakınız, o ne kötü şeydir”. (7) İslâm dini kabile taassubuna dayanan bu tür yardımlaşmayı kaldırmayı hedeflemiş, anlaşmazlıkların kan davası ile değil, adaletle çözülmesini emretmiş, cahiliye davasına çağırmayı da, buna iştiraki de büyük günahlardan saymıştır. (8)
     İslâm’ın, kavmiyet duygusunun tesirini azaltmak amacıyla kabile övünmesinden sonra ikinci olarak hedef aldığı asabiyet tezahürü intikam düşüncesi, yani kan davalarıdır. Hz. Peygamber (sav) Arap kabileleri arasında husumet ve düşmanlık davalarını ilga hususunda cahiliye intikamının/kanının iptal edilmesi için özel gayret sarf etmiş, gerek Mekke’nin fethi (9) , gerekse veda hutbesinde (10) bu hususu özellikle dile getirmiştir. Allah Rasûlü (sav), çevre kabilelerle ilişkilerinde de bu hususa dikkat çekmiş, 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hucurât, 49/9-13.
2) İbn İshâk, Sîre, (thk. Muhammed Hamidullah), Konya 1981, s. 94.
3) Ahmed b. Hanbel, Müsned, I-IV, Beyrut ts.VI, 11.
4) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 107, 160; Ebû Dâvûd, Edeb, 112.
5) Müslim, İmâre, 57; Nesaî, Tahrim, 28; İbn Mâce, Fiten, 7.
6) Buhârî, Cenâiz, 39.
7) Buhârî, Menâkıb, 8.
8) Fayda, Mustafa, “Cahiliye”, DİA, VII, 18.
9) İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), IIV, Beyrut ts. II, 412.
10) İbn Hişam, es-Sîre, II, 603.
~~~~ * ~~~~

meselâ Has‘am kabilesiyle yaptığı ahidnâmede onlara kavmiyetçiliğin en belirgin tezahürlerinden olan kan davasını yasaklamıştır. (1)
     Kan davalarının kötülüğünü vurgulayarak ahlâkî-vicdanî tedbirler almanın yanında İslâm dini bu hususu ayrıca hukukun konusu içine dahil ederek çözmeye çalışmıştır. “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın öldürülür” âyeti (2) buna işaret eder. İslâm hukukuna göre asabiyeti besleyen ve asabiyetle beslenen intikam ve kan davası uygulamalarının ortadan kaldırılabilmesi için öldürme cezasının infazı (kısas), maktulün yakınına veya kabilesine değil, devlet otoritesine devredilmiştir. Yeni uygulamada suçluyu takip ve ceza sorumluluğu fertlerden ya da kabilelerden toplum adına devlete intikal ettirilmiş, intikam hissi de, sosyal düzeni bozmadan meşru sınırlar, yani hukuk içinde tatmin edilmeye çalışılmıştır. Kısasın infazı hukukî yolla ve devlet tarafından gerçekleştirdiği için, yeni kan davaları, dolayısıyla sonu gelmez kabile savaşlarının sebebi ortadan kalkmıştır. (3) İslâm dini ayrıca kasten öldürme vuku bulduğunda kısas hükmü yanında, buna alternatif olarak diyet sistemini de kabul etmiş, kısas ile diyet arasındaki tercihi ise öldürülenin yakınlarına bir hak olarak vermiştir. Bununla birlikte diyete razı olunması özellikle tavsiye edilmiştir. (4)
     Kan davalarını engelleme konusunda İslâm’ın getirdiği diğer bir prensip ise, suçun ve cezanın ferdîliği kuralıdır ki bu kural, suçun da cezanın da kolektif olarak kabul edildiği asabiyet düşüncesinden çok farklı bir hususiyet arz eder. Yeni durumda öldürme hadisesi sosyal boyutlu olsa da, sorumluluk ferdî olarak kabul edilmiştir. (5) İslâm dini cahiliye döneminde de geçerli olan kısas uygulamasının muhtevasıyla ilgili de bazı düzeltmeler yapmış, eski telakkinin aksine bütün Müslümanların kanlarının, yani hayat haklarının eşit düzeyde kabul edilmesi esasını getirmiştir. Hâlbuki cahiliye Araplarında toplum fertleri arasında fazilet açısından farklılık gözetilmesi sebebiyle, bir kabileden şerefli kabul edilen bir kişinin öldürülmesi durumunda, katilin ailesinden önde gelenlerinden bir kişinin kısası istenmekte veya onun yerine birden fazla kişinin öldürülmesi talep edilmekteydi. (6)
     Hz. Peygamber’in (sav) kurduğu yeni sistemde savaş artık rakip kabilelere saldırı konusu olmaktan çıkarılarak, dinin yayılması ana hedefini taşıyan cihad merkezli sistemli askerî mahiyet kazandı. Başka bir topluluk veya müslüman olmayan Arap kabileler ile yapılan savaş (cihad), kabilerere değil bütün müminlere maledildi. (7) Bundan sonra artık kimse kendi başına saldırı düzenleyemiyor, intikam almaya kalkışamıyordu. Yeni durum, geçmişte kabile adına yapılan saldırıların yerini düzenli ve plânlı gazâ ve cihadın almasına yol açmıştır ki, bu uygulamayı asabiyet-akide mücadelesinde ikincisi lehine bir gelişme olarak değerlendirmek mümkündür. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbn Sa‘d, et-Tabakât, I-VIII, Beyrut ts. I, 286.
2) Bakara, 2/178.
3) Bu konuda bk. Maşalı, Münteha, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası ve İslâm Hukuku Açısından Değerlendirilmesi, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2002, s. 219-227.
4) Bakara, 2/78.
5) En‘âm, 6/164; Fâtır, 35/18.
6) Maşalı, Mukayeseli Hukukta Ölüm Cezası, s. 218-219.
7) Enfâl, 8/69.
~~~~ * ~~~~

     Allah Rasûlü (sav), asabiyeti, cahiliye asabiyeti olarak nitelendirip kötülüklerine vurgu yapmakla birlikte, bu kavramı tevil yoluyla müspet anlamda yeniden tanımlamayı da ihmal etmemiştir. Buna göre kişi asabesini her durumda desteklemelidir. Ancak yeni durumda mazlumsa onu korumalı, zalimse zulmüne engel olarak yine ona yardımcı olmalıdır. (1) Çünkü zalimler için büyük azap vardır. (2) Kim zulmederse Allah tarafından büyük azaba maruz kalacaktır. (3)
     İslâm’ın bir taraftan asabiyeti tesirsiz hale getirmek, ancak diğer taraftan da insanlarda bulunan bu tabiî sâikden müspet anlamda istifade etmek için ortaya koyduğu diğer bir çözüm yolu da akrabayı himaye, başka bir ifadeyle sıla-i rahim uygulamasını teşviki ve emridir. Hz. Peygamber (sav) Araplar arasında son derece etkili olan nesep ilişkileri ve soy üstünlüğü anlayışının yerine sıla-i rahim çerçevesinde Müslümanlara dinî ve ahlakî sorumluluklar yüklemiştir. Bu yeni anlayışta, akrabalık bağının sürdürülmesine yapılan vurgu, soyun üstün tutulması düşüncesinden değil, toplum düzeninin sağlanması ve karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma duygusunun geliştirilmesi hedefinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle İslâm dini sıla-i rahmi teşvik etmiş, emretmiş, hatta soyları ile bağı kesenleri yermiştir. (4) O kadar ki, Hz. Peygamber (sav) de bu emri Allah ve âhiret gününe imanın bir gereği saymıştır. (5)

     Sonuç
     Bu değerlendirmeler dikkate alındığında sonuç olarak ifade etmek gerekirse İslâm’ın ve Hz. Peygamber’in (sav) asabiyeti tamamen ortadan kaldırmaya çalıştığını veya kaldırdığını söylemek, gerçekçi bir iddia olmaz. Çünkü, kabile dayanışması anlamındaki asabiyet, kabile hayatının ayrılmaz parçası, kabile veya aşiret hayatı yaşayan toplumların coğrafî , içtimaî (sosyolojik) ve ruhî (psikolojik) bir gerçeğiydi. Bu hususta Hz. Peygamber (sav) iki türlü strateji takip ettiği anlaşılmaktadır. Birincisinde asabiyeti cahiliye davası olarak niteleyip, bu uğurda hareket edenleri kınayarak onun menfî etkilerinden Müslümanları korumaya çalışmış, ikinci olarak da asabiyete karşı, asabiyetle bir çok ortak noktası olan sıla-i rahim uygulamasını dinin prensipleri içine dahil ederek, bu sayede eski asabiyet duygusunu hem tesirsiz hale getirmek, hem ıslah etmek, hem de ondan faydalanmak istemiştir. Asabiyetin diğer bir ayağını oluşturan intikam düşüncesi de İslâm hukukunun yeni suç-ceza, kısas-diyet uygulamaları ve infazın devlet tarafından gerçekleştirilmesi prensibince en alt düzeye indirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca İslâm dini, asabiyetin tesirini kırmak için asabiyet sebebiyle gerçekleştirilen kabile savaşlarını yasaklamış, bunun yerine cihadı ikame etmiş, kan/kabile/asabiyet için savaş yerine din adına gazâyı ikame etmiştir. Bu uygulama da asabiyetin menfî tezahürlerinin müspete çevrilmesi ve bu ruhî âmilin meşru alana kanalize edilmesinin bir başka yönünü teşkil eder.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Buhârî, Mezâlim, 4, İkrah, 7.
2) İbrahim, 14/22.
3) Furkân, 25/19.
4) Nisâ, 4/1.
5) Buhârî, Edeb, 31; Müslim, Birr, 18. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasi Tarihindeki Etkileri, İstanbul 2004).
~~~~ * ~~~~
 
bus

27 Haziran 2021 Pazar

İSLÂM ve CİHAD / Sayfa 243 - 251 / Tadlil, Tekfir ve Cihad Üçgeninde İslam ~Hakikat ve Tasavvurlar~

ULUSLARARASI SEMPOZYUM

YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa:  243 - 251
İSLÂM ve CİHAD
Tadlil, Tekfir ve
Cihad Üçgeninde İslam
-Hakikat ve Tasavvurlar-

     İslâm dini, Hz. Peygamber’le birlikte tevhid dininin son hali olarak, insanlar arasında bölünme ve sömürünün yaygınlaştığı, insana saygının dibe vurduğu bir dönemde, yeniden ortaya çıktı. Bu dönemde her türlü gasp, riba ve diğer meşru olmayan yöntemlerle para kazanmanın yaygın olduğu iktisadi bir yapı, kan davalarının yüzyıllarca sürdüğü sosyal bir yapı ve fuhşun birçok türünün hüküm sürdüğü bir aile yapısı hâkimdi. İslâm dini, böyle bir ortamda tevhid inancının yanı sıra başkasına saygı, ötekinin menfaatlerini kendi menfaatinden öncelikli sayma, yemeden yedirme, Allah’ın verdiği cana kıymayı en büyük suç sayma, aklı harekete geçirerek bir tefekkür geliştirme ve bu tefekkür doğrultusunda günlük hayatı inşa etme gibi projeler ortaya koyarak, yerleşik gidişata meydan okudu. Yirmi üç yıllık çok da uzun olmayan bir süre neticesinde, söz konusu ilkeleri kabul eden insanlar, dönüşerek bütün dünyaya ve bütün zamanlara örnek olacak ahlakî ve ictimâî başarılar elde ettiler. Ne var ki, Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra, bu topluluğu temsil eden çevreler, tersinden bir dönüşüm yaşayarak, cahiliye hayatına benzer bir dünya oluşturdular.
     Günümüze gelindiğinde 1,7 milyara baliğ olan nüfusuyla İslâm ümmeti, savaş, göç, dengesiz ekonomik dağılım, kin, nefret, kan ve gözyaşının en yaygın olduğu bir ortamı yaşamaktadır. Barışı öncelemesi gereken Müslümanlar arasında savaş, paylaşmayı emreden bir dinin mensupları arasında sömürü, kardeşliği en temel ilke olarak kabul eden bir dinin mensupları arasında bencillik en yaygın ahlaki özellik olarak öne çıkmaktadır. Bunun neticesi olarak tekfir, tadlil ve cihad en çok gündeme gelen kavramlar haline gelmiştir. Tebliğimizde günümüzde Müslümanların yaşadıkları açmazlarla İslâm dini arasında bağlantılar kurarak, bu açmazlardan kurtulmanın yolları araştırılacaktır.

     Giriş
     İslam dini Hz. Âdem’le başlayan, Hz. Muhammed’le kemale eren (1) , Allah tarafından insanları dünya ve ahiret mutluluğuna erdirmeyi vâd eden bir dindir. İslam dinini tebliğ eden son Peygamber Hz. Muhammed’in, insanları davet ettiği ve bizzat kendisinin hayatında pratize ettiği ilkeler dikkate alındığında, bu sonuca varmamız mümkündür. Allah katında yegâne din olan İslâm dini, bir bütün olarak dikkate alındığında; “Zârûriyât” veya “Külliyât-ı Hamse” olarak da isimlendirilen beş temel ilkenin, bütün düzenlemelerde özellikle gözetildiği dikkat çekmektedir. Bunlar yaşama hakkı, özel mülk hakkı, şeref ve onur hakkı, aklını kullanma hakkı ile düşünce ve din edinme hakkından ibarettir. Kuşkusuz tarihin her döneminde, bir kısım insanlar hemcinslerinin bu haklarının tamamını ya da bazılarını kullanmalarına saygı göstermeyerek, bu hakları tecavüz edebilmişlerdir. Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, bu ilkeler üzerine kurulan ve Allah’ın dini tarafından teminat altına alınan sosyal ve bireysel hayatın korunmasını temin etmekle görevlendirilmişlerdir.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
* (Sempozyumun olduğu tarihte henüz Prof. değildi, 2019 da Prof. oldu) Doç. Dr.Gaziantep Ü. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi.
1) el-Mâide 5/3.
~~~~ * ~~~~

     Bilindiği gibi insana kötülüğü fısıldayan, kötülük yapmaya teşvik eden ve onu sürekli bir şekilde iyilik yapmaktan alı koyan şeytandır. Kur’an’da şeytanın insanı iğva ederek yoldan çıkarmasını konu edinen birçok ayet vardır. Bu ayetler, insanları uyararak, onun saptırmalarına maruz kalması durumunda nasıl tavır alması gerektiğine dikkat çekmektedirler. Bunlardan bir tanesinde Yüce Allah, İblis’in insanları yoldan çıkarma yöntemlerinden bahsederken şöyle buyurmaktadır: “Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimseler) olarak bulamayacaksın” (1) . Bu ayet, o melûnun insanın bütün zayıf noktalarını bildiğini ve hangisi daha elverişli ise onu kullandığı konusunda dikkatlerimizi çekmektedir. İbn Kesir’in, Ali b. Ebû Talha’nın İbn Abbâs rivayetine dayandırdığı bir yorumda: “Sağlarından sokulmasının” anlamı, dinleriyle ilgili hususları kendilerine şüpheli bir şekilde sunması (دينهم امر عليهم اشبإ) olarak kaydedilmektedir (2).
     Günümüzde Müslümanlar arasında meydana gelen ayrılıkların, tamamına yakını dinî referanslar gerekçe gösterilerek meydana gelmekte, taraflar kendi tercihlerini tek doğru kabul ederek, bunu kabul etmeyen çevreleri yok etme çabası içerisine girmektedirler. Bu çabanın dini referanslarla yapılması, yukarıda verilen ayette ifade edildiği gibi, şeytanın sağdan yanaşmasıdır. Gerçekten de Hz. Peygamber’in vefatından çok kısa bir süre sonra, adalet, hakkaniyet, îsar ve kardeşliğin mümessili olan ümmetin bireyleri içinde bu tür eğilimlerin ortaya çıktığı görülmektedir. Karşılıklı suçlamaların zaman zaman tadlil ve tekfir şeklinde ilerlediği ve bunun doğal sonucu olarak da birbirini öldürmeye varan sonuçlar yaşanmaktadır.
     İslam tarihinin başlangıcından itibaren çatışan bütün taraflar, Kur’ân ayetleri başta olmak üzere dinî referansları kullansalar da, gerçekte Haricilerle başlayan tekfirci zümrelerin faaliyetleri incelendiğinde, tekfiri besleyen asıl muharrik sebebin, dinden daha çok siyasi, iktisadi ve ictimaî olduğu anlaşılmaktadır. Hariciler, kendilerinin temsil ettiği kabilelerin siyasi geleceklerinin tahkim olayıyla birlikte, ipotek altına alındığını görünce, tahkime muhalefet etmiş ve neticede tarafları tekfir ederek, olayı siyasi mecrasından çıkarıp dinî bir görünümle ortaya koymuşlardır (3).
     Böylelikle geniş kitlelerin dini kaygılarla, kendilerine destek vermelerini sağlamaya çalışmışlardır. Gerçekten de bu düşünce oldukça geniş kitleler tarafından kabul edilmiş, yıllarca sıcak çatışma ve kardeş savaşının sürmesine sebep olmuştur. Ancak bu savaşlar hiç kimseye zafer getirmemiş, hem Hariciler hem de onların mücadele ettikleri siyasi çevreler büyük zayiatlar vermişlerdir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) el-Arâf 7/17.
2) İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm, İstanbul: Çağrı Yay. 1406/1986, II, 205.
3) Adnan Demircan, Din Siyaset İlişkisi, İstanbul: Beyan y., 2000, s. 13-32.
~~~~ * ~~~~

     Ümmetin birliğine kast eden tartışmaların İslâm tarihinin ilk dönemlerinden itibaren, dramatik bir şekilde cereyan ettiğinin örnekleri, sadece Haricilerden ibaret değildir. Ne yazık ki oldukça fazladır. Siyasi çevrelerin etraflarını genişletmek ve kendilerine daha fazla destek sağlamak için, girdikleri faaliyetler, dinî, fikrî ve ilmî birtakım gerekçeler uydurularak, şiddetli baskılara yol açmıştır. Dinin temel prensiplerine aykırı düşmemek kaydıyla, alabildiğine müsamahakâr davranan Hz. Peygamber’in aksine, farklı görüşlere tahammül edilmemiş ve tahammülsüzlük büyük acılara sebep olmuştur. Yukarıda kısaca değinilen Haricilerin faaliyetlerinin yanı sıra, Mûtezile eliyle Ehl-i hadisin, daha sonra da Ehl-i hadis eliyle Mûtezilenin tabi tutulduğu ve ‘Mihne’ (1) olarak bilinen süreç bu durumun en acı örneğidir.
     İslam düşünce tarihinde orta yol ve uzlaşmanın en güçlü temsilcisi olan Ehl-i sünnet literatüründe de bu zihniyeti besleyecek temaların bulunduğunu belirtmek gerekir. Ehl-i sünnet içerisinde, kullandıkları yöntem açısından Mûtezileye en yakın olan İmam Mâtürîdî (ö. 33/944) ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin (2) (ö. 508/1115), kelam tarihinin vazgeçilemez kabul edilen eserlerinde, Mûtezile ile ilgili kullandıkları dil, ne yazık ki bu eserleri gölgeleyecek kadar dışlayıcıdır. Kuşkusuz bu eserlerin yazıldığı dönemin şartları, onun dil ve yöntemini etkilemiştir. İlgili müelliflerin yaşadıkları dönemde kendilerine ve mensubu bulundukları dinî çevrelere yapılan ithamların da bu dilin benimsenmesinde etkili olduğu kuvvetle muhtemeldir. Belki de kendilerine yöneltilecek ithamları bertaraf etmek maksadıyla bu şekilde davranmışlardır. Ancak her şeye rağmen, sorgulama ve tenkid etme geleneğini ihmal etmeden, değerlendirme yaparken, daha kapsayıcı ve kardeşliği besleyen bir dilin kullanılması önemlidir. Bu anlamda literatürde kullanılan dil, dikkatle okunmalı, aşırılıklar tespit edilerek yeni bir dil inşa etme yoluna gidilmelidir. Zira literatür dönemin tartışmalarının etkisiyle oluşmuştur. Zaman zaman objektif olmayan değerlendirmelerin yer aldığı kuşkusuzdur.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bk. Ed. Mahfuz Söylemez, Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi, Ankara: Ankara Okulu y., 2012.
2) Örnek olarak bk Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitabü’t-tevhîd (nşr. B. Topaloğlu- M. Arûçî) İstanbul: İSAM 1433/2003, s. 380; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tabsiratü’l-edille (nşr. H. Atay- Ş. A. Düzgün), Ankara: DİB y.; 2003, II, 177-181.
~~~~ * ~~~~

      Bununla beraber literatürde, ötekileştirmenin hiçbir şekilde makul karşılanmayacağını, bu tavrın bir bütün olarak ümmete zarar vereceğini temellendirmeye çalışan risalelerin de bulunduğunu kabul etmek gerekir. İmam Gazzâlî’nin (ö. 505/1111) Faysalü’t-tefrika isimli eseri, bunun en belirgin örneklerindendir. Tehâfütü’l-felâsife’de filozofları tekfir derecesinde tenkid eden Gazzâlî, hem tekfirin sakıncalarını ortaya koymak hem de bu tavrını gerekçelendirmek üzere, söz konusu risaleyi kaleme almıştır (1). Özellikle delalet ve sübutü katî olmayan konularda, aynı mezhep ve meşrebi paylaşan çevreler arasında bile görüş ayrılıklarının ortaya çıkabileceğini, dolayısıyla bunlara dayanarak ötekileştirici yorum ve değerlendirmelerde bulunmanın sakıncalarına dikkat çekmektedir.

     Tadlil, Tekfir ve Cihad’ın Anlam Değişmesine Uğrayarak Günümüze Gelmesi
     Günümüzde, Müslümanlar arasında yaşanılan, tartışma ve çatışmaların gerçek sebebi din olmamakla beraber, geniş kitleler üzerindeki etkileri açısından bakıldığında, dinî referansların öne çıktığı görülmektedir. Kısaca ötekileştirme ve neticede imha etme gibi sonuçlara yol açan bu süreci, en hafifinden başlayarak tadlîl, tekfir ve cihad olmak üzere üç aşamada değerlendirmemiz mümkündür.
     Birinci aşama muhatabın yanlış yolda olduğuna, ikinci aşama onun İslam dinini terk ettiğine, üçüncü aşama ise bulunduğu konum itibariyle onu yok etmek gerektiğine inanma ve bunu fiilen gerçekleştirmek için çaba içerisine girmeyi ifade etmektedir.
     Sözlükte “kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak” gibi manalara gelen ‘dalal’ veya ‘dalalet’ köklerinden türetilen tadlil, birilerinin dinî açıdan doğru yoldan ayrıldığını ifade etmek için kullanılır (2). İslâm düşünce tarihinde fırkalar için, “Firak-ı dalle” şeklindeki niteleme kullanıldığı gibi, zaman zaman yanlış görüş ve tavır sahibi olduğu düşünülen bireylerin de dalalette oldukları, ehl-i sünnet literatüründe daha çok Şia, Mûtezile ve Havâric de dâhil olmak üzere, sünnî olmayan fırkaların tamamı, kimi zaman bidât ehli kimi zaman da dalalet ehli olarak kaydedilmiştir.
     Kuşkusuz dalalet ehli olarak kabul edilen çevreler hakkında hep negatif düşünülmüş, zaman zaman onları tekfir edecek derecede ileri giden bir sosyal psikoloji oluşturulmuştur. Yukarıda örnekleri verilen fırkalardan Mûtezile ile Ehl-i hadis arasında h. III. Yüz yılda yaşanılan çatışma, özü itibariyle siyasi olduğu halde, bu temel üzerine oturtulmuş, bugün bile kendilerini Ehl-i sünnete mensup olarak tanımlayan birçok kişi ve topluluk, Mûtezile anıldığında karşıt bir tavır içerisine girebilmekte ve onları sapık (dalalette) olarak tanımlaya bilmektedir. Bu durum tarihi olan bir tartışmanın tarihte kalmadığını, izlerini günümüzde de sürdürdüğünü göstermektedir.
     Günümüze gelindiğinde, tarihi tartışmaların yanı sıra birçok grup, tarikat ve cemaatin ortaya çıktığı ve bunların sadece kendilerini hidayette, kendilerinden olmayanları ise farklı ölçeklerde de olsa dalalette gördükleri görülmektedir. “Farklı ölçeklerde de olsa” kaydıyla belirtmemizin sebebi, her bir grubun eşit ölçüde başkalarını ötekileştirmediği, kimlerinin bu anlamda daha yumuşak bir zihin ve tavır sergilediğini ima ederek haksızlık yapmama gayretidir. Ancak şunu belirtelim ki, tabanda genel olarak ötekileştirmenin daha sert ve daha yoğun olduğu, tavandakilerin de bunun farkında oldukları halde herhangi bir tedbir alma yoluna gitmedikleri, aksine bu kutuplaşma karşısında sessiz kalarak dolaylı destek verdikleri müşahede edilmektedir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bk. Ebû Hâmid el-Gazzâlî, Faysalü’t-tefrikâ (nşr. Muhammed Bîcû), Dımaşk 1413/1992.
2) Geniş bilgi için bk. Ö Faruk Harman vdğr., “Dalalet”, DİA, VIII, 427-430.
~~~~ * ~~~~

     Ayrışma ve ötekileştirmenin ikinci aşaması tekfirdir. Sözlükte “örtmek, gizlemek; nankörlük etmek” anlamındaki küfr (küfrân) kökünden türeyen tekfîr “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Aynı kökten gelen ikfâr da bu mânada kullanılır (1). Kur’ân’da, açıkça kendini Müslüman olarak tanımlayan bir kimsenin tekfir edilmesi yasaklanmış olmasına rağmen (2), Haricilerden itibaren Müslümanlar arasında, çok fazla yaygın olmasa da tekfir müessesinin kullanıldığı görülmektedir.
     Günümüzde de sertlik ve şiddet yanlısı grupların, kendilerinden olmayanları, özellikle yöntemlerine mesafeli duran çevreleri tekfir ettikleri açıktır. Tekfir müessesesini, dinî bir tercih olarak benimseyenlerin yanı sıra, bunu intikam alma ve yok sayma aracı olarak kullananların sayısı da az değildir. Ancak hangi amaçla kullanılırsa kullanılsın tekfirin, öldürmekten hemen önceki adım olduğu kesindir. Zira tekfir, daha önce kendisini mümin olarak tanımlayan ve bu şekilde kabul edenler için kullanıldığından, tekfir edilen şahıs mürted olarak kabul edilmekte ve bunun kanı helal görülmektedir. Bu nedenle tekfir edenlerin ilişkileri, psikolojileri ve beslendikleri kaynaklar irdelendiğinden, hep şiddet taraftarlarının öne çıktığı görülecektir.
     Ayrışma ve ötekileştirmenin üçüncü aşaması olarak cihad gelir. Cihad, nefisle mücadele, İslâm’ı tebliğ ve düşmanla savaşma anlamında kullanılan bir terimdir. Kur’ân’daki âyetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta ise de, cihad daha çok “Allah’ın rızâsına uygun bir şekilde yaşama çabası” şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla kullanılmıştır (3). Allah yolunda savaş daha çok kıtal tabiriyle ifade edilmiştir. Buna göre mümin bir kulun hem kendi nefsinde hem de başkasında, Allah’ın iradesini gerçekleştirme ve kendisini bu doğrultuda düzelterek kemale ermek için harcadığı bütün çabalar, cihad olarak kabul edilir. Ancak ilerleyen süreç içerisinde, bu tabir anlam daralmasına uğrayarak, sadece fiili savaş (kıtal) öne çıkarılmıştır. Günümüzde cihadçı çevrelerin bu faaliyetlerini, daha çok dindaşları olan müminlere karşı sürdürdükleri görülmektedir. Zira cihad ettikleri çevreleri mümin olarak kabul etmemekte, onları ötekileştirerek yok edilmesi gereken zararlı varlıklar olarak algılamaktadır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Geniş bilgi için bk. Y. Şevki Yavuz, “Tekfir””, DİA, IL, 350-356.
2) bk. en-Nisa 4/49: “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, "Sen mü'min değilsin" demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır. Daha önce siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu (müslüman oldunuz). Onun için iyice araştırın. Çünkü Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır”.
3) Geniş bilgi için bk. Ahmet Özel – Bekir Topaloğlu, “Cihad”, DİA, VIL, 527-534.
~~~~ * ~~~~

     Ümmeti Oluşturan Topluluklar Arasında Birliği Oluşturma Vizyonu
     Hz. Peygamber’in peygamberlik göreviyle görevlendirilmesinden bu yana, fiziki olarak sürekli büyüyerek günümüze gelen İslam ümmetinin mensupları arasında birliği sağlama ve iç çatışmaları önlemenin imkân ve vizyonu, hem kaynaklarımızda hem de geleneğimizde mevcuttur. Bunların başlıcalarını birkaç madde halinde sıralamak mümkündür:
     1. Kardeşlik Algısı
     Kur’ân’da müminlerin karşılıklı ilişkileri “kardeşlik” tabiri üzerinden temellendirilmektedir. “Müminler ancak, kardeştir” (1) meâlindeki ayet, karşılıklı ilişkinin sadece kardeşlik bağlamında değerlendirilmesi gerektiğine, bunun dışındaki herhangi bir ilişki türünün doğru olmadığına işaret etmektedir. Bilindiği gibi kardeşlik her şeyden önce iki hususu temsil etmektedir: Eşitlik ve paylaşım. Bu niteleme ile kardeşlerin, ebeveynlerini dahi paylaşmak suretiyle, paylaşımı en ileri düzeyde gerçekleştirmeleri beklenmektedir. Ayrıca her biri aynı köken ve eşit sosyal statüye sahip olan bir aile içinde dünyaya geldikleri için, birinin diğerinden üstünlüğü söz konusu olmamaktadır. Biyolojik ve sosyolojik olarak sadece aynı anne babadan olan bireylerin karşılıklı ilişkisini ifade eden kardeşlik, bütün müminler için genelleştirilerek, böylelikle adalet, hakkaniyet, merhamet, hamiyet ve eşitlik gibi duyguların yaygınlaşması hedeflenmektedir.
     Kardeşlik ideali, Kur’ân’da hedef olarak gösterildiği, Hz. Peygamber’in de bizzat ashabı üzerinden yaşayarak gerçekleştirildiği halde, bugün bütün ümmet tarafından benimsenip uygulanması adeta imkânsız bir ideal gibi durmaktadır. Oysa ümmetin duyarlı olan her bir ferdi, bu anlamda gayret gösterip adım atmaya başladığı zaman, bunun hiç de imkânsız olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Kardeş olmak için sadece mümin olmanın yeterli görüldüğü ve her türlü ilişkinin kardeşlik hukuku içerisinde yürütüldüğü bir ortamda, asla savaşlara yer olmayacaktır.

     2. Farklı Yorum ve İctihadlara Müsamaha Göstermeme
     Kardeşlik hukukuna bağlı bir ilişki geliştirmesi gereken müminlerin birbirlerine karşı seviyeli bir şekilde tenkid ve doğruyu araştırma ameliyesini ihmal etmemeleri de önemlidir. Kuşkusuz İslam düşüncesinin dinamizmi, eleştiri, farklı yorum ve seviyeli tenkitlerle korunabilir. Bunu ihmal etmemek gerektiği gibi, bunu yaparken, kardeşlik hukukuna riayet etmek de en az o kadar önemli ve gereklidir. Gerçekte dinimizin cüzî meselelere dair, birçok hususun, nazari (zan/tartışmaya açık) bilgi ifade den haber-i vahitle sabit olması, önümüze muazzam bir yorum ve ictihad imkânı sunmaktadır. Kuşkusuz bu durum, bütün çağlara ve coğrafyalara hitap eden İslam dininin evrenselliğinin bir sonucudur. Aksi takdirde, İslam’ın her ortamda varlığını sürdürmesi ve insanlığa yol göstermesi zorlaşacaktır. İctihad ve yoruma açık meseleler, İslam dininin dinamizminin ve her ortamda yaşanılabilirliğinin garantisidir. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) el-Hucurât 49/10.
~~~~ * ~~~~

     Buna bağlı olarak, her sorumlu mümin, İslam’ın temel ilkeleriyle çelişmediği takdirde, farklı görüş ve yorumlara karşı alabildiğine müsamahakâr davranmak durumundadır. Yorum ve ictihada açık olan cüzi meselelerde, farklı düşünen şahıs ya da çevreleri tadlil ve tekfir derecesinde ötekileştirip suçlamak, problemin çözümüne hiçbir katkı sağlamadığı gibi, ayrıca parçalanmışlık problemini daha da derinleştirecektir. Zira bir mümini tekfir veya tadlil etmek, onu öldürmekten hemen önceki adımdır. Bir adım ilerisi onu öldürmektir. Hz. Peygamber’in Veda Haccı esnasında, hac menasikini kendisinin gösterdiği doğrultuda değil de, zaman zaman takdim - tehir yaparak ifa eden, daha sonra hatalarının farkına varınca, ona gelerek durumunu arz eden ashabına karşı gösterdiği engin hoşgörü ve kolaylaştırıcı örnekliği bağlamında oldukça çarpıcıdır.
     Bu anlamda birçok muteber hadis mecmuasında yer alan rivayetlerden biri de Buhari ve Müslim’in Abdullah b. Amr b. As’a dayandırarak naklettikleri rivayettir. Buna göre Hz. Peygamber Veda haccı esnasında, Minada insanların sorularını cevaplamaktayken, birisi gelip: “Bilemedim, kurban kesmeden tıraş oldum” der. Resulullah (s): “Kurbanını kes, sıkıntı yoktur” buyurur. Başka birisi gelir ve “Bilemedim, taşlarımı atmadan kurban kestim” der. Resulullah (s) ona da: “Taşlarını at, sıkıntı yoktur” buyurur. Resulullah’a (s) takdim ve tehirle ilgili ne sorulduysa, hepsine: “ج َر َحَ َع ْل َوالَ ْاف / Yap, sıkıntı yoktur” şeklinde karşılık verdi” (1) . Onun hayatında bu tavrına benzer oldukça fazla örnek vardır. Bu örnekler, bizlere ne kadar hoşgörülü ve pozitif düşünmemiz gerektiği konusunda ışık tutmaktadır/tutmalıdır.

     3. Farklı Mercilerin Dinde Otorite Kabul edilmesi
     Ümmet içinde, özellikle yakın çevremizde meydana gelen ihtilafların başlıca nedenlerinden biri de, dinde otorite olarak farklı mercilerin benimsenmesidir. Söz konusu otorite, bazen bir rivayet, bazen bir şahıs ya da bir klik olabilmektedir. Herkes kendisinin otorite olarak benimsediği mercii tek doğru ve sırat-ı müstakim üzere bilince, kendilerinden olmayanları doğrudan ötekileştirmiş olmaktadır. Buna karşılık, ümmetin tamamını ve birliğini temsil eden Müslüman kimliği ile bu kimliğin dayandığı Allah’ın kitabı ve resûlüdür. Hiçbir Müslüman tarafından tartışmaya konu olmayacak tek merci bu ikisidir. Bunun dışındaki herkes, her şey tartışmaya açıktır ve otoritesi bu ikisine bağlılığı ölçüsünde meşruiyyet kazanır.
     Kuşkusuz ümmetin her bir ferdinin birtakım mercileri otorite edinmesi, bazı şahıs veya kitaplara, diğerlerinden daha fazla değer verip onlara saygı göstermesi insani bir eğilimdir. Bunun yadırganacak hiçbir tarafı yoktur. Ancak bu anlamda kendisi için tanıdığı insiyatifi başkasına da tanımak ve başkasının da en az kendisi kadar haklı olabileceğini teslim etmek kaydıyla, hem anlaşılır hem de zararsız hale gelir. Aksi halde, kendisi gibi düşünmeyenlerle kardeşlik hukuku içerisinde ilişkilerini sürdürmesi zorlaşır.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnot:
1) Örnek olarak bk. Buhari, “Hac”, 125. 
~~~~ * ~~~~

     Sonuç
     Yüce Allah’ın insanlığın dünya ve ahiret mutluluğu için gönderdiği ve Hz. Adem’le başlayarak Hz. Muhammed’le kemale eren İslam dini, itikadi, ameli ve ahlaki düzenlemelerin tamamında, beş temel ilkeyi gözetmiştir. “Külliyât-ı Hamse” veya “Zarûriyyât” olarak da isimlendirilen bu beş temel ilke can, mal, şeref ve onur, akıl ve din güvenliğidir.
     Buna göre hiçbir itikadi hüküm, hiçbir ibadet veya muamelat, hiçbir ahlaki değer, insanların yaşama, mal edinme, şeref ve onur sahibi olma, sağlıklı düşünme ve dini tercihte bulunma hakkını kısıtlayamaz. Zaman zaman kitap ve sünnet kaynaklarında, ilk bakışta bu ilkelerle çelişen bazı unsurlara rastlamak mümkündür. Bu durumda söz konusu cüzi unsurların bu ilkeler doğrultusunda anlaşılıp yorumlanması esastır. Zira bu unsurun bizim ilk anda göremediğimiz bir bağlamı veya konjonktürel bir boyutu olabilir. Bir bütün olarak Kur’ân’ı ve Hz. Peygamber’in sünnetini dikkate aldığımızda, söz konusu çelişkilerin çıkması mümkün değildir.
     Ümmete mensup olan bütün bireylerin, anılan temel ilkelerle çelişmemek kaydıyla, cüzî meselelerde farklı yorum ve ictihadları benimsemeleri mümkündür. Ayrıca her biri, kendi tercihinin daha isabetli olduğuna dair iddia sahibi de olabilir. Yine diğer yorum ve tercihleri tenkid etme, onların zayıf noktalarını ortaya koyma hakkına da sahiptir. Bütün bunlar, İslam düşüncesinin dinamizmine katkı sağlar. Ancak bunları yaparken, hep kardeşlik hukuku içinde ve tenkid edilen görüşün kendisinin tercih ettiği görüşten daha isabetli olması ihtimali de asla göz ardı edilmemelidir. Bunu yakaladığımız zaman, ümmet olarak çok daha farklı bir dünyaya uyandığımız görülecektir.

    Kaynaklar:
* Âl Şeyh, Salih b. Abdülaziz, Mevsûatü’l-Hadîsi’ş-şerîf (el-Kütübü’s-sitte), Riyad 1421/2000.
* Demircan, Adnan, Din Siyaset İlişkisi, İstanbul: Beyan y., 2000.
* Gazzâlî, Ebû Hâmid, Faysalü’t-tefrikâ (nşr. Muhammed Bîcû), Dımaşk 1413/1992.
* Harman, Ö. Faruk vdğr., “Dalalet”, DİA, VIII, 427-430.
* İbn Kesir, Ebü’l-Fidâ, Tefsiru’l-Kur’âni’l-azîm, İstanbul: Çağrı y., 1406/1986, II. cilt.
* Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitabü’t-tevhîd (nşr. B. Topaloğlu- M. Arûçî) İstanbul: İSAM 1433/2003.
* Nesefî, Ebü’l-Muîn, Tabsiratü’l-edille (nşr. H. Atay- Ş. A. Düzgün), Ankara: DİB y.; 2003, II. cilt.
* Özel, Ahmet –Topaloğlu, Bekir, “Cihad”, DİA, VIL, 527-534.
* Söylemez, Mahfuz (Editör), Mihne Süreci ve İslami İlimlere Etkisi, Ankara: Ankara Okulu y., 2012.
* Yavuz, Y. Şevki, “Tekfir””, DİA, IL, 350-356.
 
bus

23 Haziran 2021 Çarşamba

İSLÂM ve CİHAD / Sayfa 224 - 242 / Müslümanlar ve Savaş Algısı

ULUSLARARASI SEMPOZYUM

YANLIŞ ALGILAR ve
DOĞRU İSLÂM
28-30 Ekim 2016
ŞanlıUrfa / TÜRKİYE
Sayfa:  224 242
İSLÂM ve CİHAD
Müslümanlar ve
Savaş Algısı
Mehmet AZİMLİ *

     Bu sunumumuzda öncelikle İslam’daki savaş mantığını kısaca anlatmaya çalışacağız. Bu bağlamda Hz. Peygamber'in savaşa bakışı, savunma savaşı ile ilgili örneklikleri, barış için gösterdiği gayretlere rağmen savaşlarla uğraşmak zorunda bırakılması anlatılacaktır.
     Daha sonra Dört Halife Döneminde gerçekleşen ilk fetihlerin sebepleri, siyasi, ekonomik ve dini başlıklar olarak detaylı örnekler halinde aktarılacaktır. Ayrıca o günkü dünyanın en kaba insanlarından oluşan bedevilerin İslam ile gerçekleştirdikleri barışçıl fütuhat anlatılmaktadır. Yürek fethi denilen bu fütühatın örnekleri verilecektir. Son olarak Hz. Ömer'in Kudüs’ü kansız teslim alışı, Buna mukabil haçlıların katliamları aktarılarak Selahattin’in tekrar kansız bir şekilde Kudüs’ü teslim alışı zikredilecektir.

     Hz. Peygamber Dönemi Savaşları ve Sebepleri
     İslam kelimesi: “Barış içinde selamette olmak” anlamına gelmektedir. (1) Gerek Kur’an’ın genel prensipleri, gerek Hz. Peygamber’in uygulamaları, insanlar arası meselelerin savaşla değil, barış yolu ile halledilmesi yönündedir.
     Kur’an’daki:
     “Hepiniz topluca barışa giriniz.”
     “… sizinle savaşmaz, barışı kabul ederlerse onlarla savaşmaya Allah izin vermemiştir.” 
     “Barışa yanaşırlarsa, sen de hemen yanaş.”
     “Din hakkında sizinle savaşmayan, sizi yurdunuzdan çıkarmayanlarla dost olun.” gibi ayetlerde bu durum güzel bir şekilde açıklanmaktadır. (2) Buna göre İslam’da savaş, bir anlamda zorunluluk gereği başvurulan bir alternatif olmaktadır. Yani İslam, aslında semavi dinlerin hepsinde emredilen, evrensel doğruların ve insanlararası huzurun gerçekleşmesini istemektedir. (3) Bu bir idealdir ve bunu gerçekleştirebilmenin gereği olan cihadın sonucunda meydana gelebilecek olan ölüm-kalım durumunun her ikisinin de mükâfatı, Müslümanlar açısından cennettir. (4) Bu anlamda İslam tarihini de bir savaşlar tarihi olarak değil, evrensel doğruların ve barışın yayılması çabası olarak algılamak gerekir. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
* Prof. Dr.Hitit Ün. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi.
1) Rağıp el-Isfehani, el-Müfredat, İstanbul, 1986, 350.
2) Bkz. Bakara, 208; Nisa, 90; Enfal, 61; Mümtehine, 8.
3) Muhammed Fadlallah, İslam’da Kuvvetin Mantığı, Çev; Vahdettin İnce, İstanbul, 1997, 59. 
4) Tevbe, 111.
5) Ebu’l-Fazl İzzeti, İslam’ın Yayılış Tarihine Giriş, Çev; Cahit Koytak, İstanbul, 1984, 10.
~~~~ * ~~~~

     Şimdi Hz. Peygamber’in savaş politikasına biraz göz atalım. 
     Hz. Peygamber, devamlı savaştan kaçınma politikası izlemiştir. Daha Mekke dönemindeyken, Müşriklere karşı saldırı önerisi getiren arkadaşlarına ret cevabı vermiştir. (1) O, herhangi bir sebep olmaksızın, hiçbir yere ve hiçbir düşmanına savaş açmamıştır. Kaba bir tabirle “Canım öyle istiyor, menfaatim bunu gerektirdi, işgal ediyorum.” dememiştir. Onun dönemindeki savaşlar, tetkik edilirse ya bir savunma savaşıdır, (2) ya bir ihanete cevap veriliyordur, ya da saldırıya hazırlanan bir düşmana cevap verilmektedir.
     Bedir Savaşı’nda ordu hazırlayıp Müslümanların üzerine yürüyen müşriklerdi ve Hz. Peygamber bu orduyu karşılamak durumunda kalmıştı. Uhut Savaşı’nda müşrikler Medine’nin yakınına kadar gelmişler ve onları Medine yakınında kendilerini karşılayan Müslümanları mağlup etmişlerdi. Hendek Savaşı yine Medine’de gerçekleşmişti. Hz. Peygamber, kan dökülecek bir savaştan kaçınma adına hendek kazdırarak, kan dökülmesini en aza indirmişti. Bu dönemdeki müşrik saldırıları, yoğun bir biçimde Medine’ye kadar ulaşmaktaydı. (3) Hudeybiye antlaşmasının gerçekleştiği sırada Hz. Peygamberin barışı gerçekleştirmek için sarf ettiği gayret, hayretler vericidir. O, kan dökülmemesi için aleyhine gibi görünen birçok şarta, ashabın keskin muhalefetine rağmen katlanmıştır. Hudeybiye’de Müslümanlara saldıran müşrikleri yakalatmış ve bir jest yaparak hepsini affedip karşılıksız serbest bırakmıştır. (4) Hayber Savaşı’nda savaşı yönetmesi için sancağı Hz. Ali’ye verirken: “Ey Ali! Savaştığın Yahudilere haklarını haber ver. Onlardan birisinin hidayete gelmesi, kızıl develere sahip olmandan daha iyidir.” (5) demiştir. Mekke Fethi sırasında savaştan özellikle kaçınmış, şehri kan dökmeden almak için çok gayret sarf etmiştir. (6) O, özlemini duyduğu dünyayı, Adiy b. Hatem’e: “…bir kadının tek başına Kadisiye’den Mekke’ye kadar yolculuk yapabileceği bir dünya…” olarak anlatmıştır. (7) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hz. Peygamber, Müslümanlara devamlı işkence eden Mekke liderlerine karşı saldırılar teklif eden sahabeye karşı çıkmıştır. Bkz. Nesei, Cihad, 1.
2) Ziya Kazıcı, İslam Kültür ve Medeniyeti, İstanbul, 1996, 91-98.
3) O dönemdeki seriyyelerin de birçok sebepleri bulunmaktadır. Misal verecek olursak Kürz b. Cabir Seriyyesi Medine’ye baskın yapan Araplara karşı yapılmıştı. Bkz. Suheyli, er-Ravzu’l-Unf, Beyrut, 2000, VII, 554.
4) Ebu Davut, Cihat, 120.
5) Buhari, Meğazi, 40.
6) İbnü’l-Esir, II, 246. 
7) İnsanların yolculuklarını toplu halde bile yapamadığı, kervanların yağmalandığı, yolcuların katledildiği, esir alındığı bir çağda bunları dile getirmiştir. Süheyli, VII, 478.
~~~~ * ~~~~

     Bu durumu, İslam’daki savaş mantığını aktarırken Mahmut Şit Hattab, şu şekilde özetler: “Müslümanlar ilk saldıran taraf, yani düşmanlığı ilk başlatan taraf değil de, zorlandıklarında savaşa girişen taraf olmaktadır. Ayrıca verdikleri savaşta İslami ve askeri şerefle bağdaşmayan tavırlar almaya yeltenmezler. Bilakis anlaşmalara sadık kalır, hainlikten uzak durur, hastalara, yaralılara ve ailelere yardım eder, sivil halk kesiminden kadın, çocuk ve yaşlılara zarar vermemeye itina gösterirler.” (1)
     Bu bağlam içerisinde Hz. Peygamber dönemine bakarsak, Müşriklerle yapılan savaşlarda müşriklerin ölü sayısının çok az olduğunu görüyoruz. İşte işin sırrı buradadır. İnsanları katlederek toprak fethetme yerine, yürekleri fetheden Hz. Peygamber, on yıllık kısa bir sürede Avrupa büyüklüğünde bir toprağı en az can kaybıyla fethetmiştir. (2) O, bunu “….bir kişiyi haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir….” (3) düsturunu uygulayarak başarmıştır.
     Hz. Peygamber dönemindeki Müslümanların savaşları tetkik edilirse, savaşlarda asıl olan hedefin insan öldürmek değil, insan kazanmak olduğu rahatlıkla görülecektir. Temel hedefi insanı yok etmek olan savaşın ahlaki yönü olur mu? Böyle bir savaşın ileri boyutta kazancı da olmaz. İnsanlık tarihi tetkik edilirse, toplumların birbiriyle yaptıkları savaşlar esnasında galip bir millet, kendilerine düşman bir toplumu kan dökerek, halkını ezerek, yok ederek, şereflerini ayaklar altına alarak ele geçirirse tarihsel bir vakıadır ki, sonraki yıllarda bu düşman toplumun neslinden gelenler veya bu zulmü kabul etmeyenler, bunun intikamını almaya çalışacaklardır. İnsan psikolojisinde bulunan bu yapı ile toplumlar, kendilerinden sonraki nesillere kendilerine yapılmış olan haksızlığı aktarmakta, bu da insanlarda bir öfke yığınına sebep olmakta ve fırsatını bulduğu bir anda ortaya çıkacaktır. Kuvvet zoruyla fikirler yayılamaz. Kur’an: “Ya dinimize dönersiniz ya da yurdumuzdan çıkarırız.” (4) politikası izlememiştir. Hz. Peygamber de İslamlaşmanın zorla olmayacağını bildiğinden dolayı toplumları bırakın, esirlere bile baskı yapmıyordu. Esir aldığı kabile şefi Sümame b. Usal, ondaki affediciliği görerek hiçbir zorlama olmaksızın İslam’a girmişti. (5) Hz. Peygamber, savaşlarda insan unsurunu devamlı olarak gözetmiş ve ordularına savaşlarda dikkatli olmalarını, esirleri öldürmemelerini, insan hayatının her şeyden daha önemli olduğunu söylemiştir. Hatta bir seferinde: “Müslüman oldum” diye teslim olduğu halde teslim olan kişiyi öldüren Üsame’yi sorgulamıştır. Üsame’nin: “Ya Rasulallah! Adam kılıç korkusundan iman etti. Bundan dolayı öldürdüm.” şeklindeki cevabına çok sinirlenmiş ve bunun üzerine şu meşhur sözünü söylemiştir: “Kalbini mi yardın?” (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mahmut Şit Hattab, Komutan Peygamber, Çev; Ahmed Ağırakça, İstanbul, 1988, 18. 
2) Yaklaşık olarak iki taraftan toplam 250 kadar insan zayiatıyla bu başarı sağlanmıştır. Bkz. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, Çev; Nazire Erinç Yurter, İstanbul, Trz. 12. Son bir asırda ölenlerin sayısı, 19 asır boyunca ölenlerden fazla olması da düşündürücüdür. İbrahim Sarıçam, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesaj, Ankara, 2003, 150.
3) Maide, 32.
4) İbrahim, 13.
5) Suheyli, VII, 550.
6) Müslim, İman, 159.
~~~~ * ~~~~

    O, insan kazanmayı her açıdan daha önemli görüyor, Ben-i Cezime kabilesinden bazı kimselerin Müslümanlara teslim oldukları halde, Halit b. Velit tarafından öldürülmeleri üzerine, Halit’i Allah’a şikâyet ediyor ve yapılan işten berî olduğunu söyleyerek diyetlerini tazmin ediyordu. (1) Bu kadar barışçı bir politika izlenmesine karşılık Kur’an, Müslümanlara kendilerine saldıranlara, karşılık verilmesine izin vermiş, fakat aşırı gidilmesini yasaklamıştır: “Sizinle savaşanlarla savaşın, ancak haksızlık yapmayın.” (2) Hz. Peygamber de Hendek Savaşı sırasında Medine’yi kuşatıp yağmalamak ve katliam yapmak isteyen Arap ittifakı dağılınca: “Artık cevap verme sırası bizde.” diyordu (3) ve gerekeni yaparak, bu savaşa katılan kabileleri gönderdiği seriyyelerle cezalandırdı. Medine’deki Yahudilere Müslümanlık için hiçbir zorlama yapmadı, (4) ancak anlaşmaları bozduklarında onları ceza olarak teker teker Medine’den sürdü.
     Sonuçta Hz. Peygamber dönemi savaşları, yabancı saldırılara ve zulme karşı, Müslümanların can ve mallarını korumak için, uluslararası ahit ve teamülleri bozanlara karşı yapılmaktaydı. Hz. Peygamber Dönemi ile ilgili bu kısa izahlardan sonra, Hulefai Raşidîn Dönemi fetihlerin sebeplerini incelemek istiyoruz.

     İlk Fetihlerin Sebepleri
     Hz. Peygamber’in vefatından 11/632 yaklaşık yirmi yıl sonra Araplar Arabistan, Suriye, Mısır, Irak, İran’ın tamamını fethetmişlerdi. O günkü dünyanın en güçlü iki devletinden Bizanslıları, birçok savaşın yanında Ecnadeyn ve Yermuk gibi iki önemli savaşta, Sasanileri de birçok savaşın yanında Kadisiye ve Celula gibi savaşlarda yenerek dünya hâkimiyetlerini sona erdirmişlerdi. Çok fazla şehit verilmeden, kısa bir sürede bu kadar geniş toprakların fethedilmesi, eski ve yeni tarihçilerin dikkatini, Raşid halifelerin fütuhat tarihini daha dikkatli bir şekilde incelemeye, sebeplerini araştırmaya çevirmiş, sonuçta bu dönemde gerçekleşen fütuhatın edebiyatı oluşmuş ve kayıtlara girmiştir. (5)
     Aslında Hulefa-i Raşidin Dönemi fetihlerinin gerçekleşmesi tek bir sebebe dayandırılamaz. Dünya tarihinin aktif bir öznesi olmak üzere fetihlere başlayan Müslüman Arapları, bu fetihlere yönelten ve bu fetihlerin gerçekleşmesini kolaylaştıran değişik gerekçeler bulunmakla birlikte, üç tane başat gerekçe bulunmaktadır. Bunlar siyasi, ekonomik ve dini gerekçelerdir. Diğer bazı çok önem arz etmeyen gerekçelerden bahsedilse de, biz önemi açısından özellikle bu üç gerekçe üzerinde durmak istiyoruz. Şimdi bunları izah etmeye çalışalım.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Süheyli, VII, 266.
2) Bakara, 2/190, 194.
3) Suheyli, VI, 253.
4) Orhan Atalay, Doğu Batı Kaynaklarında Birlikte Yaşama, İstanbul, 1999, 129.
5) Bu konudaki klasik kitaplardan en ilginci Belazuri’ye ait olan Fütuhu’l-Buldan’dır. Bkz. Mustafa Nevin Abdülhalık, İslam Siyasi Düşüncesinde Muhalefet, Çev; Ahmet Özel, İstanbul, 1990, 155.
~~~~ * ~~~~

     Siyasi Gerekçeler
     Müslümanlar, Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi, Hulefa-i Raşidîn döneminde de kendilerine bir saldırı olmaksızın bir topluma savaş açmamışlardı. Müslümanların hiçbir sebep olmaksızın bir topluma savaş açmamasına Habeşistan’ın durumu güzel bir örnektir. Ciddi bir savaş tehlikesi arz etmeyen, anlaşmaları bozmayan bu ülkeye ne savaş açılmış, ne cizye teklifi yapılmış, ne de Necaşi Müslüman olsa da hukuksal olarak küfür beldesi olan bu yere Müslümanlaşması için baskı yapılmıştır. Habeşistan’da, Iv. yüzyıla kadar sadece birkaç Müslüman bulunmaktaydı. (1) Bu örnek, bu anlamda Müslümanların ilk fetihlerinin hedef ve gayesi açısından önemli bir durumdur.
     Bu bağlamda ilk fetihler öncesi gerçekleşen Hz. Ebubekir dönemi Ridde savaşlarına göz attığımızda, savaşılan kabilelere karşı açılan savaşın haklı siyasi gerekçeleri bulunmaktadır. (2) Bu savaşlar, daha çok verdikleri sözlerden dönen, siyasi ayrılık isteyen, merkeze vermesi gereken vergiyi vermeyen Arap kabilelerine karşı yapılmış olup çoğunlukla da dinî değil, siyasidir. (3) Yani bunlarla İslam’dan ayrılmalarından dolayı değil, devlete karşı görevlerini yerine getirmedikleri, merkezle yaptıkları sözleşmeleri bozup vergilerini ödemedikleri ve bu durumu sistemli hale getirdikleri için savaşılmıştır. (4) Benzer gerekçeleri ilk fetihler için de söyleyebiliriz. İlk fetihlerin Bizans ve Sasaniler üzerine yapılmasının birçok siyasi sebepleri bulunmaktadır. Uluslararası savaşlar açısından düşündüğümüzde “kurtlar sofrası” diyebileceğimiz bir arenada, (5) Bizans ve Sasani devletinin her ikisi de Müslümanlara tecavüzde bulunmuştu. Bizans, Hz. Peygamber’in elçisini öldürmüş, Kuzey Arabistan’daki kendine bağlı kukla devletleri Müslümanlara karşı tahrik politikaları içindeydi. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) T. W. Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, Çev; Hasan Gündüzler, Ankara, 1982, 124.
2) Bu noktada rivayetlerde Ridde olayları sırasında gündeme geldiği belirtilen: “İnsanlar lailahe illallah …..deyinceye kadar savaşmakla emrolundum.” hadisi savaşların dini gerekçe ile yapıldığı hissini verebilir. Bkz. Buhari, İman, 7; Müslim, İman, 8. Kanaatimizce bu hadiste tahsis bulunmaktadır. Hadisteki ifade ile kastedilenler, kendilerine devamlı barış eli uzatan Hz. Peygamber’e karşı, durmadan ihanet üzerine ihanet eden ve başka bir yol bırakmayan müşrik Arap kabileleridir ve bu uygulama onlara yönelik dönemsel bir uygulama olup, diğer milletler için geçerli değildir. Hz. Ebubekir de bu hadisi bu anlamda siyaseten kullanmıştır. Zaten hadiste geçtiği gibi bir Müslümanlaştırma uygulaması gerek ayetlere, gerek Hz. Peygamber’in uygulamalarına uymamaktadır. Nitekim “Dinde zorlama yoktur” ayeti, oğlu Hıristiyan olan Husayn adlı Ensar’dan bir şahsın, oğlunu Müslümanlığa zorlaması ve Hz. Peygamber’in bu şahsa böyle bir zorlamanın olamayacağını belirtmesi üzerine Hz. Peygamber’e destek mahiyetinde inmiştir. Taberi, Camiu’l-Beyan, Beyrut, 1995, III, 22. Bkz. Muhammet Ammara, , Laiklik ve Dini Fanatizm Karşısında İslam Devleti, Çev; Ahmet Karababa, Salih Barlak, İstanbul, 1991, 211; Ahmed Keleş “ . . . savaşmakla emr olundum ”Hadisi Örneğinde Hadislerin Tasnifi Problemi” Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak. Dergisi, C. 4 sayı. 2, Adana, 2004; M. Safi Lüey, “İslam’da Savaş ve Barış”, İslami Sosyal Bilimler Dergisi, Çev; Safiye Mortav Gülen, c. III, sayı, I, 64.
3) Bkz. Bahriye Üçok, İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, İstanbul, 1996.
4) Safi, 75.
5) Fadlallah, 189.
~~~~ * ~~~~

     Bu sebeple Hz. Ebubekir dönemi fetihleri bir anlamda Hz. Peygamber döneminde başlayan Mute, Tebuk gibi savaşların devamı niteliğinde idi. Kuzeye gönderilen kimi Müslüman davet heyetleri katledilmekle kalmıyor, Bizans’ın hâkim olduğu bölgede Müslümanlığını açıkça söyleyenler öldürülüyordu. Kayser, bölgeye gelen Müslümanların sebep olup olmadığına bakılmaksızın öldürülmesi emrini veriyordu. (1) Yani ilk kanı onlar dökmüş, ilk savaşı onlar açmıştı. Bütün bu katliamlara ve daveti engelleyenlere karşı cevap verilmesi gerekiyordu. (2) Sasanilerin düşmanlıkları da Hz. Peygamber dönemine dayanıyordu. Kisra, uluslararası kuralları hiçe sayarak, Hz. Peygamber’in gönderdiği mektubu, büyük bir tahkir örneği gösterip yırtmış ve bununla da kalmamış, Hz. Peygamber’i yakalayıp getirmeleri için Medine’ye adam göndermişti.
     Bizans ve Sasanilerin Müslümanlara yönelik bitmek bilmeyen saldırıları olmasa idi, muhtemelen ilk fetihler bu kadar yaygınlık kazanamayacaktı. Bir anlamda fetihler bir zaruriyet gereği oldu. Müslümanlar kendilerine amansız şekilde saldıran bu güçlere karşı diğer yanaklarını çeviremezlerdi. Zaten tam bir kontrol mekanizması altında idare edilen Müslümanların fetihleri sırasında katliam ve gasp olmamasına rağmen, Hz. Ömer çok hızlı bir şekilde ilerleyen fetih anlayışının insan fıtratına uymayacağı, fethedilen kimi bölge halkları açısından kabullenilemeyeceği endişesiyle fetihlere ara vermek bile istemişti. İlk dönem İslam tarihinin en yoğun fütuhatının yapıldığı dönemde, Hz. Ömer hedefsiz, bilinçsiz, insana yönelik olmayan, cihat özelliğini yitirmiş, daha çok toprak gasp etmeye benzeyen bir fütuhat hareketine karşı çıkıyor, komutanlarının kendisinden izin almaksızın rasgele fütuhat yapmalarını istemiyordu. (3) O, ordularının fütuhat konusunda hızlı hareket etmemelerini istiyordu. İran bölgesi komutanlarından Ahnef b. Kays, hızlı devam etmesi gereken fethe engel olduğu için Hz. Ömer’le tartışıyordu. İkinci halife, İran bölgesindeki savaşların sürekliliğinden rahatsızlığını: “Bizimle onlar arasında bir set olsaydı, ne biz onlara ne onlar bize ulaşsaydı.” sözleriyle ortaya koyuyordu. (4) Hz. Ömer, cihat artık İslam’ı ulaştırmanın ötesinde askeri bir nitelik almaya başladığı için savaşı arzulamama politikasını her zaman ortaya koymuştu. (5)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ezdi, Fütuhu’ş-Şam, Kahire, 1970, 236.
2) Daha fazla bilgi için bkz. Safi, 72.
3) Onun bu siyaseti belki de hızlı büyümenin getireceği sorunlarla başa çıkamama endişesiydi ve onun haklılığı Hz. Osman dönemi olaylarında kendini gösterdi.
4) İbnü’l-Esir, II, 550.
5) Geniş bilgi için bkz. Azimli, Abbasiler Dönemi Babek İsyanı, 38 vd. Hz. Ömer, kanaatimizce diğer toplumların bir anda, İslam’ı iyice tanımadan, İslami uygulamaları bilmeden, görmeden topraklarının ele geçirilip -her ne kadar Müslümanların dünyaca meşhur engin hoşgörüsü olsa da- toplumlarında Müslüman fatihlerin arkasından ikinci sınıf bir insan durumuna düşürülmesinin, ileriki yıllarda çok büyük sorunlar meydana getireceğini düşünüyordu. Bu sebeplerden dolayı kendisini dinlemeksizin fütuhata yeltenen komutanlarına ceza veriyordu. O, hiç kimsenin keyfî olarak başkalarını öldüremeyeceği, İslam’ı kendi emelleri için kullanamayacağı düşüncesindeydi. Bu yüzden halifeye danışmadan kafasına göre icraatlar yapan Halid b. Velit’in görevden alınması için Hz. Ebûbekir’e baskı yapmış, dinletemeyince kendisi halife olunca -biraz da bu düşüncesinin bir sonucu olan bir icraat olarak- Halid’i görevden almıştı. Geniş değerlendirmeler için bkz. Fayda, Allah’ın Kılıcı Halid b. Velid, 414; yine kendisinin savaşçılığını ispatlamak adına başına buyruk İran bölgesinde fetihlere kalkışan Ala b. Hadrami’yi cezalandırmıştı. İbnü’l-Esir, II, 538.
~~~~ * ~~~~

     Hz. Peygamber döneminde Kuzey Arabistan’a Mute ve Tebuk savaşları ile başlayan seferler, Ridde hareketleriyle kesintiye uğramıştı. Ridde hareketleri bastırılınca ilk halife vakit geçirmeden orduları kuzeye yönlendirdi. İlk fetihlerin gerçekleştiği dönemin hemen öncesinde Bizanslılar ve Sasanilerin kendi aralarındaki bitmeyen savaşlar, ağırlıklı olarak bu fetihlerin yapıldığı bölgelerde gerçekleşmişti. Bu savaşlar hem bu iki devleti ekonomik olarak tüketmiş, hem de bölge halkına koydukları ağır vergiler, yağma ve talanlarla bölge halklarının nefretini kazanmışlardı. Kuzey Arabistan’daki topluluklar olan Süryanîler ve Nesturîleri aşağılayarak ağır vergilerle sindirmişlerdi. Halkı ağır vergi zulmü altında eziyorlar ve mezhep değiştirme konusunda baskılar yapıyorlardı. Bizans Ortodokslarından farklı bir inanca sahip olan Hıristiyanların, kiliselerine el koyuluyor, katliamlar yapılıyordu. Örneğin M. 514 de Bizans Kayseri I. Iustinos, Ortodokslardan farklı düşünen birçok Süryanî’yi katletmişti. (1) Bizans Kayseri Mavrikos döneminde yapılan zulümler hat safhaya çıkmıştı. Bu dönemde Süryanîler, Humus yakınlarındaki Beytü’ş-Şems bölgesindeki merkeze toplatılıp, tarihin en kanlı soykırımlarından biri gerçekleştirilmişti. İhtiyar, kadın, çocuk denmeden koyun boğazlar gibi kılıçtan geçirilmişti. (2)
     Ancak, bu baskılar ve ezilme dönemi Müslüman akınlarının bölgeye ulaşmasıyla bitti. Müslümanlar, Mümbit Hilal boyunca mütecavizlere karşı bölge halklarının kurtarıcısı oldular. (3) Bu anlamda Müslüman fetihlerinin başarısında Sasaniler ve Bizansın kendilerini halkın gözünde tüketmelerinin etkisi büyüktü. (4) Zaten o dönemde Bizans dinî-mezhebî güçlüklerle, Sasaniler idari zorluklarla boğuşuyordu. Gelen Müslüman akınlarına çok da önem vermediler, meselenin büyüklüğünü anladıklarında ise vakit çok geç idi. (5)
     Bu bağlamda güneyden gelen Arap fetihleri, bölgedeki özellikle Hıristiyanlık başta olmak üzere birçok dini ve mezhebi toplumlar için bir kurtarıcı güç olacak, Süryaniliğin yaralarını sarmasına, belki de bölgede Süryaniliğin bundan sonraki asırlarda yaşamasına sebep olacaktı. Bu sebeple bölgenin en önemli şehri olan Şam’ı Müslümanlar kuşattıklarında, şehri fethetmelerine yardım edenler de Hıristiyan papazlar idi. (6) Bölgedeki Hıristiyanlar, İslam ordusunu Hama civarında zurnalar eşliğinde şenlikler yaparak karşılamışlardı. (7) Mezhep baskısından bıkan Kuzey Irak’taki Nesturiler ise Müslüman olmuşlardı. (8)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İbnü’l-Esir, I, 333.
2) Mehmet Çelik, Süryanî Tarihi, Ankara, 1998, I, 324.
3) V. J. Parry, “İslam’da Harp Sanatı”, Tarih Dergisi, Çev; Erdoğan Merçil, S. Özbaran, Fas. 13, trz. ,byy. 193.
4) Parry, 193.
5) Mantran, 89
6) Belazurî, 128.
7) Philip K. Hitti, Arap Tarihinin Mimarları, Çev; Ali Zengin, İstanbul, 1995, 42.
8) İzzeti, 124.
~~~~ * ~~~~

     Bizans imparatoru Heraklius, ordularının Müslümanlar karşısında ardı ardına malubiyetlerinin sebeplerini araştırmak amacıyla etrafındakiler ile yaptığı istişare sırasında, ihtiyar bir kişi: “Müslümanların orduları gecelerini ibadetle geçirirken, gündüzlerini savaşla geçirmekte, iyiliği emretmekte, kötülükten engellemekte, parasını vermeksizin hiçbir şeyi yememekte, her yere barışla girip, galip gelince zulmetmemekte, verdiği sözleri yerine getirmektedir. Biz ise sözümüzden döner, halka zulmeder, içki içer, haramları işler, fesat çıkarırız.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Heraklius, İslam ordusundaki bedevî muharrik gücünün İslam’ın cihat ruhuyla birleşmesi sonucu ortaya çıkan gücün önemini kavramıştı. Ona yukarıdaki tarifi yapan şahsa söylediği şu sözler önemlidir:”eğer söylediklerin doğru ise, onlar şu ayak bastığım yerlere hakim olacaklardır.” (1) Ardından derhal ülkesinin topraklarının bir kısmını Müslümanlara bırakmış, meşhur sözü olan: “Elveda Suriye” diyerek İstanbul’a dönmüştü. (2)
     Müslümanlar, fethettikleri bölgelerde kimseyi dine girme konusunda zorlamamışlardı. Sadece Müslüman olmaları için teşvik etmişlerdi. (3) Hıristiyanlara dinî bir baskı uygulanmamasını bizzat halife Hz. Ömer emrediyordu. (4) Hz. Ömer döneminde bölgedeki gayrimüslim halklar, gerçekten birçok haklara sahiptiler. Bunlar Bizans dönemindeki gibi ağır vergiler ödemiyorlar, yalnızca eli silah tutanlardan vergi alınıyordu. (5) Hz. Ömer’in Kudüs’te oturan Hıristiyanlara verdiği emannamede belirttiği “bunlara haksızlık yapılmaması, güven içinde olmaları” gibi hususlar bunun bir göstergesidir. (6) Halid b. Velit, Şam’a girdiğinde, halka verdiği emanname’de şöyle demişti: “Bu, Halid b. Velit’in şehre girdiği zaman Dımaşk halkına verdiği antlaşmadır. O, canlarının, mallarının korunacağı, kiliseleri, şehirlerinin surları ve evlerinin yıkılmayacağı ve iskân edilmeyeceğine dair kendilerine eman vermiştir. Onlar bu şartlarla Allah’ın ahdi ve Onun elçisinin, halifelerinin ve müminlerin zimmetindedirler. Eğer cizyelerini öderlerse, onlara yalnızca iyilikle muamelede bulunulacaktır.” (7)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Ezdî, 151;Taberî, II, 445.
2) Ezdî, 236; Belazuri, 140; İbnü’l-Esir, II, 493.
3) Müslüman fetihlerin genel karakteri budur. Fethedilen toprakların halkları baskı ile İslamlaştırılmamıştır. Bunun en güzel örneklerini ilk dönem fetihleri içinde mütalaa edebileceğimiz Güneydoğu Anadolu bölgesi fetihlerini gösterebiliriz. Bu bölge halkları Ruha antlaşması çerçevesinde Müslüman olmuşlardır ki, bu antlaşma metni bu durumun önemli bir belgesi olarak kitaplarımızda yer almaktadır. Bu durum sadece ilk fetihler için de geçerli değildir. Tarihin en gaddar milletlerinden biri olarak anlatılan Moğollar, hiçbir baskı olmaksızın bu dine girmişlerdir. Müslümanlar, Endülüs’e bölge halkının zulümden bıkıp, Müslümanları kurtarıcı olarak davet etmeleri üzerine gitmişlerdir. Balkanlara giden Osmanlılara, bölge halkı kucak açmış ve Hıristiyan zulmünden bıkan Boşnaklar Müslüman olmuşlardır. Yine Hint Adaları, Zengibar, Filipinler, Malezya, Endonezya gibi yerler, askeri seferler bile düzenlenmediği halde, Müslümanlığın yayıldığı bölgeler olarak gösterilebilir. Bkz. Albrecht Noth, Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta Kutsal Savaş, Çev; İhsan Çatay, İstanbul, 1999, 25; Mustafa Fayda, “Fütuh”, DİA, XII, 470.
4) Taberi, II, 485.
5) Belazurî, 130.
6) P. Gabriel Akyüz, Osmanlı Devleti’nde Süryanî Kilisesi, Mardin, 2001, Belge, 137.
7) Belazuri, 169.
~~~~ * ~~~~

     Bölgedeki insanlar ilk kez insan olduklarını, Yunanlılar ve Bizanslılarla eşit olduklarını Müslümanlar gelince anladılar. (1) Bölgedeki Hıristiyan ahali, Ortodokslar tarafından Ehl-i Bidat sayıldıkları için zulme uğruyorlarken, Müslümanlar gelince tam bir hürriyet ve emniyet içinde varlıklarını devam ettirme imkanı buldular. (2) Müslüman orduların durumunu gözleyen İskenderiye piskoposu gözlemlerini şöyle aktarır: “Bunlar ölümü hayata, tevazuyu şöhrete tercih ediyorlar. Onlar için dünyanın hiç çekiciliği bulunmamaktadır. Dizleri üzerinde oturup azıcık yemek yiyorlar. Liderleri içlerinde sıradan birisidir. Köle, efendi birbirinden ayırt edilemiyor. Namaza çağrılınca hep beraber namaza koşuyorlar.” (3)
     Müslümanların, fetihler sırasında ve daha sonraki dönemde Hıristiyanlara karşı iyi davrandığını birçok Hıristiyan müellifler teyit etmektedir. Bunlardan Aday Şer, Müslümanların Şam’ı fethetmelerini şu sözlerle anlatır: “Araplar Hıristiyanlara iyi davrandı. Allah’ın yardımıyla mutluluk hüküm sürdü. Hıristiyanların yürekleri, Arapların egemenliği ile sevinç duydu. Tanrı onları güçlendirsin ve muzaffer eylesin.” (4) Benzer ifadeleri diğer Hıristiyan müelliflerde de bulmak mümkündür. Bunlardan Antakya Yakubi Patriği Büyük Mişel: “Allah İsmail oğullarını göndererek kiliselerimizi yıkan ve yağma eden Romalılardan intikam aldı….. (5) Ayrıca Süryani Abu’l-Farac, Bizanslıların Suriye’yi yağmalamalarını anlatarak: “Müslümanların daha insaflı olduğunu ve kendi dindaşı olan Bizanslılardan daha iyi olduklarını” ifade eder. (6)
     Hulefa-i Raşidîn Dönemi fetihlerinin başarısının siyasi sebeplerinden biri de, Bizans ve Sasanilerin hâkim olduğu topraklardaki Suriye, Mısır ve Irak bölgesi halklarının, fütuhatlar sırasında bölgeye gelen Arapları, kolayca benimsemeleridir. (7) Bunun en önemli sebeplerinden biri, gelenler, kendileri gibi Sami ırkındandı. (8) Bunları ticari kervanlar sayesinde tanıyorlardı. Araplar bölgedeki Süryanîler ve Aramilerle yakın bir ırkı oluşturuyorlardı. (9) Aynı bölgenin çocukları idiler, sünnet olma gibi benzer adetlere sahip idiler. (10) Süryanîler ve Aramilerle benzer bir dil konuşuyorlardı. Gelen Arapların dini olan İslam, Suriye ve Irak Hıristiyanlarına adeta bir Hıristiyan mezhebi gibi görünmüştü. Ayrıca bölgede yoğun bir Arap nüfusu da bulunuyordu.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) İsmail R. Faruki, Luis L. Faruki, İslam Kültür Atlası Çev; Mustafa Okan Kibaroğlu, Zerrin Kibaroğlu, İstanbul, 1991, 246.
2) Will Durant, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev; Orhan Burhanettin, İstanbul, Trz., 56.
3) Faruki, ( İbn Abdulhakem’in Fütuh’undan naklen) 241.
4) Aday Şer, Siirt Vekayinamesi, Çev; Celal Kabadayı, İstanbul, 2002, 360.
5) Faruki, (Mihail’den Naklen) 246.
6) Abu’l-Farac, I, 177.
7) Mantran, 90.
8) Leon Caetani, İslam Tarihi, Çev; Hüseyin Cahit, İstanbul, 1927, X, 104.
9) Bernart Lewis, Tarihte Araplar, Çev; H. Dursun Yıldız, İstanbul, 2000, 72.
10) Kalkaşendî, XIII, 282. 
~~~~ * ~~~~

     Bir örnek verecek olursak; Hire bölgesi halkı bölgeyi fetheden Halit b. Velit’e gelerek 
kendilerinin de Arap olduklarını söyleyerek, buna fasih Arapça konuşmalarını delil olarak göstermişlerdi. (1)

     Ekonomik Gerekçeler
     Hulefa-i Raşidîn dönemi ilk fetihlerinin ekonomik gerekçelerle yapılıp yapılmadığı meselesi tarihçiler arasında tartışılmaktadır. (2) Bu dönem fetihlerini bazı müellifler, “iklim bozukluğunun meydana getirdiği açlıktan dolayı, kuzeyin bolluk sahibi topraklarına saldırı” şeklinde aktarıp, (3) fetihlerin açlık duygusu ile yola çıkan insanlar tarafından yapıldığı belirterek, (4) fetihleri sadece “yağma gayesiyle yapılan savaşlar” şeklinde göstermeye çalışmışlardır. (5) Bu iddiaların açmazı, aç olan bu insanların kuzeye saldırmasından sonra bolluğu ellerine geçirince, neden durmadan yollarına devam ettikleridir. Kuzeyin zenginliklerini eline geçiren bu fatihlerin durmadan ilerlemesinin ana ve en temel sebebi olarak sadece ekonomik durum gösterilemez. (6) Kaldı ki bu orduların fethettikleri bölgeleri yağmalamadıkları apaçık ortadadır. Eğer temel hedef açlık olsaydı, yağmacı bir ordu görünümünün tarihe yansıması gerekirdi.
     Yukarıda aktardığımız görüşlerde olduğu gibi, kuzeye doğru fethe çıkan bu orduların gerçekleştirdikleri fetihler esnasında, onları sürükleyen sebepleri sadece tek bir sebebe indirgemenin doğru olmadığını öncelikle belirtelim. Ancak fetihlerin sebepleri arasında hiçbir şekilde ekonomik sebeplerin olmadığını da söyleyemeyiz. Nitekim “bedevilerin kuzeydeki bolluk ve refah topraklarına ekonomik sebeplerle yönelmesi” şeklindeki bir düşünceyi doğrular nitelikte elimizdeki bazı veriler de bulunmaktadır. Sasani Kisrası Yezdicert, Müslüman elçilere: “…açlıktan dolayı kendi topraklarına saldırdıklarını, eğer isterlerse onları doyurabileceğini…” belirtmişti. (7) Onu bu düşüncelere sevk eden şey, tahminden öte eskiden beri tanıdığı, gerektiğinde kendi ifadesiyle doyurduğu, Arapların durumunu ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, Kudüs’e geldiğinde komutanları zengin bir halde görünce onlara hitaben “…karnınız doyalı iki yıl oldu, ne bu haliniz?” demişti. (8) Bu ifade, fethe çıkan Müslüman ordunun durumunu açıklaması açısından önemlidir. Hz. Ebubekir, Arabistan’da görevleri biten ve birliği sağlayan orduları kuzeye gönderirken, onlara cenneti müjdeleyen dinî argümanlar yanında, (9) ganimetlerle de müjdelemektedir. (10)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Taberi, II, 307.
2) Marshall G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, çev; Heyet, İstanbul, 1993, I, 150.
3) Durant, 13.
4) Caetani, X, 113.
5) W. H.T. Gairdner, Batının İslam Korkusu, Çev; Hüseyin Küçükkalay, Konya, 1995, 50.
6) Işıltan, 38.
7) İbnü’l-Esir, II, 457.
8) İbnü’l-Esir, II, 500.
9) Ezdî, 2.
10) İbnü’l-Esir, II, 335.
~~~~ * ~~~~

     Bu anlamda ilk halife, bedevilerin ruhunu bilen bir kişi olarak onları kuzeye yönlendirirken ganimetler müjdelemesi, ilk fetihlerin sebepleri içinde ekonomik düşüncelerin de olduğu izlenimini ortaya çıkarmaktadır.
     Ancak burada konuyu daha anlaşılır kılma ve buradaki muğlaklığı giderme sadedinde bazı izahlarda bulunmak istiyoruz: İki yıl boyunca Müslüman Arapları uğraştıran Ridde harpleri yeni bitmişti. Ridde harpleri sırasında İslam’a karşı savaşan Bedeviler şimdi Müslümanların ordusuna katılmışlardı. (1) Ridde savaşlarıyla Arabistan’ı bir savaş kampına sokan ilk halife, muzaffer olmuş bu ordulara katılan ve katılmak isteyen bedevileri ne yapacaktı? Bu kurulan yeni ordu birliklerine alternatif bir savaş gösterilmese ne olacaktı? Bu hazır ordular nereye gidecekti? (2) Doğrusu, yetersiz topraklara sahip bedevilerin eskiden beri yaptıkları kendilerini açlıktan doyuran yağmacılık olayı, Müslümanlar tarafından yasaklanınca ve bir merkeze bağlanıp tarih boyunca yapmadıkları bir şekilde bir hukuk düzeni altına girince, ne yapacaklardı? Arabistan’ın bozuk iklimi onları doyurmaya yetmeyecekti. Eğer harekete geçmiş bu ordular, uygun bir şekilde bir hedefe kanalize edilmez ise, içe dönük bir problem başlayacaktı. Ayrıca yeni biten Ridde Savaşları sırasında meydana gelen acıları unutturacak, intikam duygularını kapatacak, kan davalarına son verecek bir yol bulunmalıydı. (3)
     İlk halife, Ridde Savaşları sırasında mağlup olup, gururları incinen Arapların zihinlerini, bu malubiyetin etkisinden kurtarmak ve onların gayretlerini yeni bir yöne teksif etmek istedi. Bununla Ridde Harpleri sırasında savaşın meydana getirdiği istenmeyen bazı olayların intikamını alma düşüncesini ortadan kaldırmak istiyordu. Ayrıca bu savaşlar sırasında Müslümanlara savaş açmış ve bu yüzden onlara karşı mahcup durumdaki Araplara, kendilerini ispatlamaları için fırsat vermek istiyordu. Yine, eskiden beri yağma kültürü ve kan davaları ile meşgul olan bu insanlar arasında Arabistan’da kaldıkları zaman ortaya çıkabilecek ve hortlayabilecek kan davalarını önlemek için, bu insanlar topraklarından alınarak hiç vakit geçirmeden kuzeye yönlendirildi ve Araplara adeta: “İşte imkân, haydi kuzeye!” denildi. (4)
     İşte ilk halife coşkun bir şekilde hazır olan bu orduları, (5) aşağılık bir gayeden yüce hedeflere, kan davalarıyla uğraşmaktan insanları zulümden ve kölelikten kurtarmaya, yağmacılıktan zalimlerle savaşmaya yönlendirdi. (6)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Bu katılımların en güzel örneğini Tuleyha b. Esed teşkil eder. Bir zamanlar yalancı peygamber olarak Müslümanlara karşı savaşan bu şahıs, sonraları emrindeki kendi kabilesinden askeri birlikle beraber özellikle Kadisiye Savaşı’nda önemli kahramanlıklarda bulunmuştur. Bkz. Taberi, II, 421.
2) Philip K. Hitti, İslam Tarihi, Çev; Salih Tuğ, İstanbul, 1989, I, 214.
3) Hitti, I, 219.
4) Işıltan, 36.
5) İbnü’l-Esir, II, 335.
6) Bkz. Fayda, 296.
~~~~ * ~~~~

     Böylece içe dönük bir kargaşa sonucu yeni dinin parçalanıp yok olmasını sağlayacak yeni fitnelerin önünü almış oldu. Orduları fetihlere göndererek yeni dinin parçalanmasını önlemiş oldu. (1)
     Ancak, ilk halife, orduları cepheye gönderirken, bu orduların başına hak-hukuk bilen, yağmacı bir zihniyetle hareket etmeyen, zulme engel olma adına hareket eden komutanlar tayin etti. Ordunun yönlendirici kadrosunda (2) Hz. Peygamber’in terbiyesinden geçmiş çekirdek sahabe grubu vardı. (3) Ordu içinde çok saygı gören bu insanların olması, tarihte ender rastlanılan bir savaş ahlakının uygulanmasına etkisi büyük olmuştur. İlk halife bu komutanlara da yaptığı bir konuşmayla dünya tarihinde ender bulunan bir savaş ahlakı ortaya koyarak nasıl bir savaş yapılacağının sınırlarını çizmişti. (4)
     Bedeviler açısından ganimet elde ederek ekonomik gelir anlamı olan bu savaşlarda, orduları yönetenler açısında ekonomik bir sebep değil, dinî bir gaye vardı. Kuzeye gönderilen orduların liderleri olan fatihler, savaş hukukunun uygulanmadığı ve savaşın ancak katliam olarak bilindiği bir çağda ve dünyada, hukuku olan bir savaş disipliniyle orduyu yönlendirme açısından çok mahir idiler. (5) Komutanlar, bu orduları başıboş bırakmadılar. Onlar bedevilerdeki bu coşkun ruhu iyi kullanıp en güzel bir şekilde kanalize ettiler. Eğer bu ordular, sıkı bir disiplin altında tutulmasaydı ve bedeviler olduğu gibi bırakılsaydı, muhtemelen yağmacı bir ordu profili ortaya çıkabilirdi. (6) Fetihleri yapan orduyu oluşturan bedevilerin; Kuran’ın ifadesiyle “kalplerine İslam’ın hedefleri tam olarak girmediğinden” (7) hedefi ve geleneği yağma ve talan olsa da, lider tabakasının yönlendirmeleriyle böyle bir yağma ve talan gerçekleşmedi. Ahlakî ve hukukî bir zemin üzerinde yapılan bu savaşların sonuçları çok parlak oldu. Dinî baskı olmadı. Katliam yaşanmadı. Sonuç olarak bu orduyu yönlendirenler, hedefi iyi tutturdular, Araplardaki coşkuyu ve arzuyu iyi yöne kanalize ettiler. Yani ekonomik sebeplerle, yeni dinin yayılmasına ket vuracak ve düzeni bozacak bu insan yığınlarını, ilkelerini çizdikleri bir savaş ortamına çekerek, coşkularının en güzel bir şekilde harcanmasına, insanlık için güzel bir fütuhat örnekliğinin ortaya çıkmasına vesile oldular.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Şahin Uçar, İslam’da Mülk ve Hilafet, İstanbul, 1996, 53.
2) Ezdî, 11.
3) Kaynaklarımızda “falan savaş sırasında orduda şu kadar sahabe vardı.” gibi bilgiler bulunmaktadır. Misal olarak bkz. İbnü’l-Esir, II, 453.
4) İbnü’l-Esir, II, 335.
5) Bedevilerin savaşçı bir ordu disiplini içinde hareket etmeleri batılıları devamlı hayrete düşürmüştür. Bkz. Tudela’lı Benjamin, Ratisbon’lu Petachia, Orta Çağda İki Yahudi Seyyah’ın Avrupa, Asya ve Avrupa Gözlemleri, Çev; Nuh Aslantaş, İstanbul, 2001, 17.
6) Hz. Peygamber, yağmacı ve katliamcı bir gelenekten gelen bedevileri, savaş ortamlarına gönderirken devamlı uyarmıştır. Bkz. Buhari, Cihat, 147.
7) Hucurat, 49/14.
~~~~ * ~~~~

     Bu ordulardaki lider tabakasının önemini ve Müslümanların fetihlerindeki asıl gayenin ekonomik yağma olmadığını göstermesi açısından şu örneği vermek istiyoruz. Şam bölgesi fetihleri sırasında Bizans’tan bir ordu geldiğini haber alan Ebu Ubeyde b. Cerrah, Hıristiyan ahaliden topladığı cizyeleri, paranın en fazla lazım olduğu bir savaş döneminde: “Onları koruma karşılığı bu parayı topladıklarını, şu anda ise buna güçleri yetmediği için çekileceklerini” belirterek halka geri dağıtmak istemiştir. Bu olaya çok şaşıran Zimmîler, parayı almadıkları gibi, kendi dindaşları olan Bizanslılara karşı, Müslümanların başarılı olması için çalışmışlardır. (1) Bu olay, fetihlerde görevli orduların lider takımının savaş hukukuna riayetini, söze sadakatini, ahde vefasını ve onlar açısından meselenin para olmadığını göstermektedir.
     Fetihler sonucu ele geçirilen topraklardaki uygulamalar da incelenirse, fetihlerdeki gaye ve hedefin anlaşılması açısından aydınlatıcı olacaktır. Fethedilen toprakların halkına üç şıklı bir savaş hukuku uygulandı. Fethedilen toprakların sahiplerine “Müslüman olma, cizye verme ve savaş” şeklinde üç teklifte bulunuldu. Aslında savaş uygulaması olarak düşmanın bütün mallarının yağmalandığı, gasp edildiği, insanların esirlik veya ölüm dışında başka bir şanslarının olmadığı o çağda, bu tekliften daha makul bir teklif olamazdı. (2) Buradaki ikinci şık olan cizye, belki ekonomik bir hedef olarak gösterilebilir. Ancak, İslam’ın yayılmasındaki en önemli etkenlerden biri, askerlik ve savaş vergisi olan cizye uygulaması idi. Aslında cizye, davetin bir başlangıcıydı. Davetteki asıl amaç para değildi. Cizye belki bir araçtı. Cizye sayesinde güvenlik içinde birlikte yaşama başlıyor ve İslam diğer din mensuplarına tanıtılıyordu. Savaş ortamında ise bu mümkün değildi. (3) Cizyeyi yaşlılar, çocuklar, kadınlar, hastalar ve rahipler ödemiyordu. (4) Ancak savaş yapabilecek eli silah tutan erkekler ödüyordu. (5) Orduya asker verenler - Azerbaycan bölgesindeki Ermeniler gibi- bu vergiden muaf tutuluyorlardı. Mecburi askerlikle karşılaştırılınca bu para çok hafifti. Cizye bu anlamda maddi bir yük değildi. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Belazuri, 142.
2) Fethedilen yerlerdeki insanların Müslüman olma, cizye, savaş gibi üç şık karşısında bırakılmaları, dönemsel bir olay olup, evrensel bir kaide değildir. Dönemsel zaruretlerin doğurduğu bir olaydır. Habeşistan’la bu tür üç şıklı ilişkinin yaşanmaması, bu uygulamanın evrensel olmayıp, dönemsel bir uygulama olduğu, o günün şartları içinde doğduğunun göstergesidir. Bu durumda cizye, o dönemde tehlike arz eden ve savaş ihtimali olan beldeler için uygulanmış olmaktadır.
3) Safi, 66.
4) Misal verecek olursak, Hz. Ömer’in Azerbaycan halkına verdiği eman şu şekildedir: “Bu, Ömer’in amili Utbe b. Ferkat tarafından Azerbaycan halkına ve ehline verilmiş emandır. Azerbaycan’ın köyleri, kasabaları, halkları, canları, malları hepsi emandadırlar. Halklar maddi güçleri yettiği miktarda cizye ödeyeceklerdir. Bu cizyeden çocuk, kadın ve elinde hiçbir şey olmayanlar muaftır….” Bkz. Taberi, II, 540.
5) Belazuri, 131.
~~~~ * ~~~~

     Zaten cizyenin miktarı Müslümanlar bölgeye gelmeden önce Zimmîlerin Bizans’a ödedikleri vergiden azdı. (1) Oran olarak Müslümanların zekâtı kadar olması, (2) meselenin esasının ekonomik olmadığını göstermekteydi. (3)
     Fetihlerdeki esas gayenin lider tabakası açısından, ekonomik olmadığının göstergelerinden biri de; Hz. Ömer’in bütün sahabeyi karşısına alma pahasına fethedilen toprakları Müslüman fatihlere dağıtmamasıdır. O, Kur’an’daki ganimet ayetinin hükmünü uygulamamış ve Haşr Suresi 10. ayeti temel alıp, buralardaki arazilerin yöre halkında kalacağına karar vererek, yöredeki insanların içlerindeki muhalefet duygusunu hafifletmeye çalışmıştı. Bu konuda sahabenin: “…Allah’ın emrini niye uygulamıyorsun…” şeklindeki yoğun itiraz ve baskısı altında kalmıştı. Ancak o, eğer böyle devam ederse bütün fethedilen arazilerin fatihlerin elinde kalacağını, bunun da yerli halkı devamlı ikinci sınıf vatandaşlar durumuna düşüreceğini, ileriki yıllarda tepkilere sebep olacağını, en önemlisi bu uygulamanın hiç de insani olmadığını, İslam’ın ruhuna uymadığını, düşünerek reddetmişti. (4)
     Konuyu Hz. Peygamber’in savaş ortamında sahabesini nasıl yetiştirdiğinin güzel bir örneğini teşkil eden bir hadisle kapatalım. Bu aynı zamanda onların savaşlara bakış açısını göstermesi açısından da önemlidir: Hayber Fethi sonunda bir sahabe Hz. Peygambere: “Hiçbir muharebede bu kadar ganimet elde etmedim.” der. Hz. Peygamber bunun üzerine şu önemli sözleri söyler: “Sana, yaptığın takdirde bu ganimetten daha fazla kazançlı çıkacağın bir şey haber vereyim mi? Farz namazlardan sonra iki rekat namaz kıl.” (5)
     Dini Gerekçeler İlk fetihlerin sebepleri sadedinde bazı Müsteşrikler: “Cihat, toprak zaptı ve daimî harp olan bir vecibedir.” gibi görüşler aktarıp, (6) Müslüman fatihleri: “Bir elde Kur’an, bir elde kılıç” olan insanlar gibi tanıtmaktadırlar. (7) Bazıları ise bunun normal olduğunu, Hıristiyanlığın kılıçla yayılması gibi, İslam’ın da kılıç zoruyla yayılabileceğini belirtmektedirler. (8) Ayrıca Müslümanların fetihlerindeki başarıyı dinden kaynaklanan coşkunun ötesinde farklı sebeplere bağlama gayretiyle: “Araplar, Bizanslıların ve Sasanilerin bilmedikleri türde savaşıyorlardı, ani manevra kabiliyetine sahip idiler, bu sebeple Bizanslılar ve Sasaniler yenildiler. O dönemde Bizans ve Sasaniler kendi aralarındaki savaşlarla güçlerini tüketmişlerdi.
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Hitti, I, 219.
2) Ammara, 211.
3) Fetihlerde ekonominin esas gaye olmadığını Hz. Ömer’in cüzzamlı Hıristiyanlara para ödenmesini emretmesi olayı daha güzel açıklar. Bkz. Belazuri, 135.
4) Belazuri, 267.
5) Ebu Davut, Cihad, 168.
6) Hans Kruse, “İslam Devletler Hukukunun Ortaya Çıkışı”, İslam Tetkikler Enstitüsü Dergisi, Çev; Yusuf Ziya Kavakçı, İstanbul, 1971, c. 4, cüz, 3-4, sh. 57-65.
7) Hitti, I, 218.
8) Carlyle, Kahramanlar, Çev; Behzat Tunç, İstanbul, 1976, 80.
~~~~ * ~~~~

     Bu noktadaki hâkimiyet boşluğunu Müslümanlar kolayca doldurdular.” (1) Şeklinde aktardıkları düşünceler de pek tutarlı değildir. Çünkü Bizanslılar ve Sasaniler, Arapları yakinen tanıyan komşu bir topluluk durumundaydılar. Üstelik Müslümanların Arabistan yarımadası dışında ilk karşılaştıkları devletin başkanı olan Heraklius, en büyük rakibi olan Sasanileri yakın zamanda yenmiş ve en muzaffer günlerini yaşıyordu. Müslüman Araplar her ne kadar çöle dayanıklı kimseler olsalar ve mağlûbiyet anında çöle çekilebilme avantajları onlara cesaret verse de, (2) ilk fetihler sırasında meydana gelen savaşlar daha çok Bizans’ın ve Sasanilerin topraklarında gerçekleşiyordu. Bu anlamda Arapların avantajları yoktu. Ayrıca silah ve nüfus yönünden de Araplar, iki büyük rakiplerine göre çok zayıf durumdaydılar. Müslüman Arapların gerçek bir ordu durumuna gelmeleri Kufe ve Basra ordugâh şehirlerinin kurulmasından sonra olmuştu. (3) Yine eğer aktarıldığı gibi Bizans ve Sasanilerin kendi aralarındaki savaşlar ile kendilerini tüketmeleri çok önemli bir faktör olsaydı, bu boşluğu Arabistan’ın kuzeyindeki Hireliler ve Ğassaniler gibi kurumlaşmış Arap devletlerin doldurması daha kolay olurdu. İlk İslam fetihlerinin başarısındaki sebepleri bunların dışında bir noktada aramak gerekir.
     Bu iddiaların geçersizliğini belirttikten sonra, ilk dönem fetihlerinin en önemli nedeni olarak dinin muharrik gücü olduğunu öncelikle vurgulamak istiyoruz. Çünkü İslam’da, savaşı emreden ayetler, (4) zulmü engellemeye yönelik emirlerdir. Kur’an, zulme, haksızlığa karşı savaş izni vermektedir. (5) Bu konudaki Kur’anî emirler, sadece Müslümanların zulme uğraması kaydına bağlanmamış, ezilen bütün insanları kurtarmak gibi bir boyutu da içererek, Müslümanlardan “sadece ezilen Müslümanların” değil, hiçbir din kaydı koymaksızın “yeryüzündeki bütün ezilenlerin” kurtarılmasını istemekte (6) ve “Niçin kadın, çocuk ve ezilenler için savaşmıyorsunuz.” (7) ayeti ile Müslümanlara, din farkı gözetmeksizin ezilen insanları, ezenlerin boyunduruğundan kurtarma görevi vermekte ve mükafat olarak bu uğurda ölenlere cennet müjdelemektedir. Müslümanlar açısından düşünüldüğünde kendi dinlerinin diğer ülkelerde bilinmesi (8) ve ulaştırılması özgürlüğünün sağlanması, (9) 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Işıltan, 33.
2) Çöle dayanaklılık konusunda şu misal verilebilir: Halit b. Velit’in çöle girerken develere bolca su içirdiği ve bir şey yiyemesinler diye dudaklarını kestirdiği, çölde ise bu develeri keserek karnındaki suyu kullandığı belirtilir. Bkz. Belazuri,160.
3) Parry, 194.
4) Bakara, 193.
5) Hac, 39.
6) Kasas, 5-6.
7) Nisa, 75.
8) W. Bartold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev; Fuat Köprülü, Ankara, 1973, 105.
9) Ahmet Yaman, İslam Devletler Hukukunda Savaş, İstanbul, 1998, 25. 
~~~~ * ~~~~

     diğer ülkelerdeki baskı altında kalan diğer din mensuplarının din özgürlüğünü engelleyen baskı ve zorbalığın kaldırılması, (1) insan için önemli olan beş şeyin korunması (din, akıl, mal, can, nesil), Kur’an ifadesiyle: “fitnenin sona ermesi” için savaşıyorlardı. (2)
     Bu anlamda Müslümanlar bu fetihler için yola düşerken, içlerinde dinî duyguları, idealleri, hedefleri vardı. Yani fetihlerin dinî gerekçeleri bulunmaktaydı. (3) Onlar fethettikleri topraklara istekle geldiler. Sayıları az olmasına rağmen galip geldiler, çünkü dinden kaynaklanan duygular, onları sürüklüyordu. Müslümanlar, kendilerinden kat kat büyük, zorla toparlanıp getirilmiş Bizans ve Sasani ordularını, ağırlığı dinden kaynaklanan bir güç ve arzuyla yendiler. Bizans ve Sasanilerin yenilgisini burada aramak gerekir. Bu gerçeği anlayan Bizans Kayseri Heraklius, Müslüman orduların başarısının sebebini yanındakilere şöyle açıklamıştı: “Onlar, sizin hayatı, yaşamayı sevdiğinizden daha fazla ölümü ve ahireti seviyorlar.” (4)
     Bu fetihlerde dinden gelen bir coşku boyutu olduğunu, fazla söze hacet duymadan, vereceğimiz şu misal çok güzel anlatmaktadır. Ziyad b. Cez ez-Zübeydî derki: “Mısır fethi sırasında Mısır halkı, Müslüman olup cizyeden kurtulmak veya cizye vermek konusunda serbest bırakılmıştı. Biz, Müslüman olmayıp cizye vermeye razı olarak Hıristiyan kalmak isteyenleri duydukça üzülüyor, cizyeye razı olmayıp Müslüman olanları duydukça, bir yeri fethettiğimizden fazla sevinç çığlıkları atıyorduk.” (5) Başka bir misal verecek olursak: Kadisiye Savaşı öncesi Sasanilerle görüşen Müslüman elçilere karşı taraftan yöneltilen: “Müslüman olursak bu topraklardan gider misiniz?” sorusuna Müslüman elçiler: “Evet gideriz ve buralara ancak ticaret için geliriz.” demişlerdi. (6) Sonuçta bu ordular, Hz. Peygamber’in: “ …para, şan, şeref, yiğitlik, toprak elde etmek için değil de, Allah’ın yüce kelimesi yücelsin diye savaşanlar Allah yolundadır…” sözünü kendilerine şiar yapan insanların komutası altındaydılar, bu coşku ile yola çıkmışlardı. (7)
     Bu noktada şu farkı da belirtmek gerekir ki, İslam’ı yaymak ile İslam’ı ulaştırmak farklı şeylerdir. Hulefa-i Raşidîn Dönemi fetihlerinde Müslümanlar ikincisini uygulamışlardır. Eğer bu fetihler sırasında Müslümanların hedefi, her halükarda dinin ulaştırılması değil, dinin yaygınlaştırılması ve Müslüman sayısının çoğaltılması olsaydı, Müslüman fatihler öncelikle İslam’ın yayılmasının önündeki en büyük engel olan diğer dinlerin din adamlarını, rahiplerini, papazlarını öldürmeleri gerekirdi ve bu mantıkla Müslümanların eline geçtikten sonra kilise ve havraları yıkarlar ve tekrar açılmasına engel olurlardı. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mevlana Şibli, Asr-ı Saadet, Çev; Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1997, I, 392.
2) Muhammet Esed, Enfal suresi 25. ayetin açıklaması olan 25. açıklama notunda bu ifadeyi değişik açılardan açıklamıştır. Karışıklık, ihtilaf, gruplaşma, zulüm, kargaşalık, kardeş kavgası....gibi anlamları yanında “kötü yönde ayartma” anlamını tercih etmiştir.
3) Ahmet Özel, “Cihat”, DİA, İstanbul, 1994, VII, 530.
4) Ezdî, 234.
5) Taberi, II, 513.
6) İbnü’l-Esir, II, 457.
7) Buhari, İlim, 45. 
~~~~ * ~~~~

     Ancak tam tersi oldu. Müslümanlar din adamlarını öldürmedikleri gibi, fetihlerden sonra sayıları binleri bulan (1) birçok kilisenin açılmasına izin verdiler. (2) Zaten bu fütuhatın başlangıcını teşkil eden ilk sefere Hz. Ebubekir ordusunu gönderirken aynen şöyle demişti: “ …ihtiyarları, kadınları, çocukları öldürmeyin. (3) Yemek müstesna hayvanları kesmeyin, (4) hurma ağaçlarını kesmeyin, verdiğiniz ahitlerden dönmeyin, hainlik etmeyin, çalmayın, müsle yapmayın, manastırlarda din adamları göreceksiniz onlara dokunmayın…” (5)
     İslam’da savaşın gayesi İslamî fikirleri dayatmak değildir. (6) Savaşa teşvik açısından yapılan dinî telkinler, cennet, şehitlik gibi hükümler de, toplumu zorla dinîleştirmeye yönelik değildir. Bu savaşları sürükleyen dinî bir saik vardır, ancak dinleştirme hedefi yoktur. Çünkü Müslümanlar açısından küfür, savaş sebebi değildir. Böyle olsaydı Habeşistan’a da savaş açmaları gerekirdi. Bu anlamda kuzeye yönlendirilen bu ordular vasıtasıyla gerçekleşen ilk fetihler sırasındaki İslam’ın yayılışı silah zoruyla değil, fetih ile olmuştu. (7)
     Sonuç olarak bu fetihlerde dinî saikler ilk sıradadır. İlk halifeler dinî ve evrensel hedeflerin, fetihlerde asıl amaç olmasına çalışmışlardır. (8) Böylece ilk fetihlerin ana gerekçesini dinî motifler oluşturmuştur. (9) Ganimet sevdası, fetihleri bu kadar sürükleyemez. (10) Fetihler, dinî heyecan ve İslamî erdemle (11) yapılmıştır ancak, toplumsal dinî bir değişim ön plana alınmamıştır ve fethedilen yerlerdeki halklar din değiştirmek için bir zorlamaya tabi tutulmamıştır.
     Buraya kadar Hulefa-i Raşidîn dönemi fütuhatının gerçekleşmesindeki amillerin en önemlilerinden üçünü izah etmeye çalıştık. Bu gerekçelerden her birinin dünya tarihinin kırılma noktasını teşkil eden bu fütuhatın gerçekleşmesinde etkisi olabileceğini düşünüyoruz. Müslümanları fütuhata zorlayan birçok siyasi sebep vardı. Onları bu coğrafyalara sürükleyen sebepler arasında bu bölgelerdeki zulümler yanında, bizzat
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Mardin, 76, 126. dipnot.
2) Arnold, 81.
3) Benzer talimatları, sahabeleri Mute Savaşı’na gönderirken Hz. Peygamber de yapmıştı. O, çocukların hiçbir kural olmadan öldürüldüğü cahiliyye ortamında bunları söylerken, 2001 yılı itibariyle son 10 yılda dünyadaki savaşlar yüzünden 2 milyon çocuğun öldürülüp, 6 milyon çocuğun yaralanıp sakat kalması dikkat çekicidir. Bkz. Sarıçam, 238.
4) Sahabe, seferlerde yağma yapmadıklarını, ancak halkın da kendilerine mallarını vermediklerini ve satmadıklarını şikâyet edince Hz. Peygamber, ancak o zaman yetecek kadar malların alınabileceğine izin vermişti. Tirmizi, Siyer, 31.
5) İbnü’l-Esir, II, 335.
6) Abdullah Draz, Kur’an’a Giriş, Çev; Salih Akdemir, Ankara, 2000, 50-53.
7) Fetih lügatte “suyun yolunu serbest bırakmak engelleri kaldırmak” demektir. Isfehani, 557. 
8) Robert Mantran, İslam’ın Yayılış Tarihi, Çev; İsmet Kayaoğlu, Ankara, 1981, 88.
9) İzzeti, 57-59.
10) Işıltan, 32.
11) Mesut Erdal, “Muhammet Pickthall’ın Cultural Side of İslam Adlı Eserinde Hoşgörü” , Dicle Ün. İlahiyat Fak. Dergisi, Diyarbakır 2000, sayı, II.
~~~~ * ~~~~

     Müslümanlara yönelik yapılan haksızlıklar ve saldırılar da bulunuyordu. Bunun yanında Müslümanları kuzeye sürükleyen ekonomik sebepler de vardı. Ancak, bölgeye yönelen insanlara komuta eden şahıslar, bu insanların yağma ve talanla bölgeye hâkim olmasına engel oldular. Bu sebeple Müslüman Arapların kuzeye doğru büyük bir arzuyla yürüyüşünün en önemli sebebinin dinî coşku olduğu kanaatindeyiz. Ancak, dinî gayretle yapılan bu fütuhatta dinî heyecan olmakla birlikte, fethedilen bölgelerdeki halkları zoraki Müslümanlaştırma hedeflerinin olmadığı, asıl sebebin dini ulaştırma gayreti olduğu kanaatindeyiz.
     Bedevilikten yeni çıkmış ve fıtratlarındaki bedevi kabalığı her fırsatta yansıtan insanların oluşturduğu orduların başına, Hz. Peygamber’in terbiyesini görmüş sahabe geçti. Bu şahıslar, orduları o kadar mahir bir şekilde yönetip sevk ettiler ki, tarihin en önemli fütuhatının en önemli sonucu katliamsız, yağmasız, talansız ve bir hukuk zemini içinde gerçekleşen bir fütuhat idi. Onların bu fütuhat anlayışını duyan toplumlar, onların gelişlerini davul-zurna eşliğinde karşılamış ve teklif ettikleri şartları olduğu gibi kabullenmişlerdi. Çünkü kendilerine sunulan bu şartlar beklediklerinin üstünde olup daha önce alışık olmadıkları türdendi.
     Müslümanların ilk fetihler konusundaki sicillerinin tertemiz olduğunu görüyoruz. Bu fetihlerin durumu hakkında fazla söz söylemeye bile gerek duymadan, egemen dünyanın kökenini temsil eden haçlılarla Müslümanların fetih anlayışının karşılaştırılmasının kâfi olacağını söylemek istiyoruz. Hz. Ömer Dönemi’nde Müslümanlar 636’da Kudüs’ü hiç kan dökmeden ele geçirmişlerdi. 1099’da Haçlılar, Kudüs’ü ele geçirince bütün Müslümanları kadın, erkek, çocuk ihtiyar demeden katletmekle kalmadılar, Yahudileri de katlettiler. Bileklerine kadar düşman kanı içinde yüzdükleri bir katliamın yapıldığı süleyman mabedine kadar onları kestiler. Mabedin her tarafından kan damlıyordu. (1)
    Kudüs, 1187’de Müslümanlar tarafından haçlıların elinden alındığında ise yine hiç kimseye dokunulmamış, sadece haçlılardan fidye alınmıştı. (2) Bu bilgiyi aktarmayı yeterli görüyoruz. Dünya tarihinde bu kadar hızla yayıldığı halde, bu kadar az insan kaybıyla fütuhat yapabilen başka bir toplum ve ordunun olmadığını da belirtmek istiyoruz. 
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Anonim Haçlı Tarihi, Çev, Engin Ayan, İstanbul 2013, 155.
2) Sarıçam, 406.
~~~~ * ~~~~

     Müslüman fetihleri konusunda sözü, ataları on beş asırdır Lübnan’da yaşayan Maruni Hıristiyanlarından ünlü yazar Amin Maloof’a bırakıyoruz: “Eğer atalarım Müslüman ordular tarafından fethedilen bir ülkede Hıristiyan olmak yerine, Hıristiyanlar tarafından fethedilen bir ülkede Müslüman olsalardı, onların inançlarını koruyarak on dört yüzyıl köy ve kentlerinde yaşamaya devam edebileceklerini sanmıyorum. İspanya Müslümanlarına ne oldu? Sicilya Müslümanları neredeler? Tek kişi kalmamacasına katledildiler veya cebren Hıristiyanlaştırıldılar.” (1) Son olarak bir haçlı kroniğinden bir alıntı veriyorum; “ bizimkiler Maarra’ya girdiler. Kadın çocuk demeden öldürdüler. Sokaklarda müslüman cesedine basmadan yürünemiyordu. Müslüman ölülerini kızartıp yediler.” (2)
~~~~ * ~~~~
     Yukarıdaki Bölümdeki Dipnotlar:
1) Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler, Çev; Aysel Bora, İstanbul, 2000, 50.
2) Anonim Haçlı Tarihi, 142.
~~~~ * ~~~~

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...