29 Eylül 2020 Salı

PSİKOLOJİ (5)

DİNİ PSİKOLOJİ ve
İSLAM PSİKOLOJİSİ BAĞLAMINDA
DİN PSİKOLOJİSİNİ
YENİDEN DÜŞÜNMEK
*5*
Dr. Sevde Düzgüner
Psikoloji | Biruni Üniversite Hastanesi

     Kaynaklar 1930 ile 1950 yılları arasında psikoloji alanında yapılan çalışmalarda din ile ilgili konulara yönelik ilginin azaldığını söylemektedir. Bunda psikoloji alanındaki farklı ekollerin güç kazanmasının payı olmuştur. Nitekim söz konusu yıllarda Watson ve Skinner’ın öncülük ettiği davranışçı ekol ile Freud’un öncülük ettiği psikanalitik ekol dünyaya yayılmaya başlamıştır. Bu iki ekolün takipçilerinin dine mesafeli duruşları din psikolojisi çalışmalarını etkilese de bireyin inanç dünyasının psikolojik arka planına dair farklı bakış açıları da kazandırmıştır.
     Örneğin davranışçı ekole göre psikoloji, insanın sadece gözle görülebilen davranışlarına odaklanmalıdır. Hall’ın öncülüğünde kurulan Johns Hopkins Üniversitesi’nde Psikoloji profesörü olan Watson57, ilk olarak “Psychology as the Behaviorist Views It” (Davranışçı Bakış Açısıyla Psikoloji) isimli makalesinde psikolojinin davranış bilimi olması gerektiği savunmuştur. Onun çıkış noktası, psikolojinin doğa bilimleri gibi ölçülebilir, tekrarlanabilir ve objektif bilimsel bilgi üretmesi gerektiğidir. Bu nedenle bilincin kesin ve kullanılabilir bir kavram olmadığını ileri sürerek davranışları incelemeye odaklanır. Ekolün yaygınlaşmasında önemli yeri olan Skinner, fare, tavşan ve güvercinler üzerine yaptığı deneylerle meşhurdur. O, insanların da hayvanlar gibi şartlanma süreçlerine tabi olduklarını ve davranışların ödül-ceza etkisi altında ve pekiştireçler aracılığıyla tamamen çevre tarafından belirlendiğini iddia etmiştir. Görülebilen ve ölçülebilen üzerine odaklanan bu yaklaşım, eserlerinde din ile ilgili konulara oldukça az yer vermiştir. Dini fenomenlere değindiği yerlerde ise davranışçı bakış açısını korumuşlardır. Örneğin, aldığı korku temelli din eğitimin etkisiyle Skinner, dini sistemlerin bir kontrol mekanizması olduğunu ileri sürerek, her şeyi gören Tanrı kavramının cezadan kaçmayı imkansızlaştırarak dini davranışın devamını sağladığı ileri sürmüştür.
     Dolayısıyla dini inanç ve dini davranışlar, çevrenin etkisiyle yaşanılan şartlanma süreçlerinden ibarettir. Dünya psikoloji çevrelerinde davranışçı ekol kadar etkili olan diğer ekol ise Freud’un öncülük ettiği psikanalitik yaklaşımdır. Deneysel çalışmalardan çok vaka analizine önem veren Freud, insan davranışlarının kendinin daha farkında olamayacağı bilinçaltı süreçlerin etkisiyle ortaya çıktığını iddia etmiştir. Özellikle bebeklik döneminde bireyin yaşadığı travmatik tecrübeler, hayatı boyunca onun bilinçaltına etki eder. Freud, Hall’ın kendisini 1909 yılında Clark Üniversitesi’ne davet etmesi üzerine verdiği bir dizi konferans neticesinde meşhur olmuştur.
     Onun, kişiliğin id, ego, süperego şeklindeki unsurlardan oluştuğu, bilinçaltının buz dağının altındaki büyük bölüm ve etkili olduğu, en temel içgüdülerin cinsellik ve saldırganlık olduğu yönündeki iddiaları geniş yankı uyandırmıştır. Freud, insana dair yeni yaklaşımıyla öne çıktığı eserlerinde din ile ilgili konulara da oldukça yer vermiş bir isimdir. Ona göre dini inanç bir illüzyondan, dini davranış da bir obsesyondan ibarettir. Her şeye gücü yeten bir Tanrı inancı ise, ilkel insanların doğa karşısındaki çaresizliğinden ve bebeklik döneminde babaya karşı duyulan öfkenin bir süre sonra suçluluğa ve sonrasında yüceltmeye dönüşmesidir.
     Davranışçı ve psikanalitik ekolün dine olumsuz yaklaşımlarının psikoloji alanında yetişen yeni araştırmacıların üzerinde etkisinin olduğu görülmektedir. Genel olarak bilim özelde ise davranışçı ekolün öncülüğünü yaptığı psikoloji çevreleri dini, gözlenemeyen olgularla ilgili gördüğü için araştırma alanı dışında tutmuştur. Başta Freud olmak üzere o dönemde hakim olan diğer bir düşünce ise dinin çaresizlik ve güçsüzlük duygularından kaynaklandığı ve bilimin gelişmesiyle dinin ortadan kaybolacağı yönündeki kanaattir.
     Giderek yok olan bir fenomen de bilimsel dikkate değer bir konu değildir. Bugün dahi Türkiye’dekiler de dahil olmak üzere pek çok psikoloji bölümü, ders ve eserlerinde din ile ilgili konulara yer vermemektedir. Ancak batılı ülkelerde, özellikle din ile sağlık arasındaki olumlu ilişkiyi ortaya koyan çalışmalar sayesinde bu durum değişmiştir ve değişmeye devam etmektedir.
   Bu noktada belirtmek gerekir ki 1950’lerin sonlarına kadar dinin bilimsel çalışmalara konu olma oranı azalmış olsa bile öncü psikologlar eserlerinde din ile ilgili konulara her dönemde yer vermişlerdir. Dolayısıyla din ve psikoloji her zaman ilişki içinde olmuştur ancak bu ilişkinin yönü ve gücü dönem dönem değişmiştir. 1950’li yıllara gelindiğinde din ile psikolojinin yeniden bir arada anılmaya başlamasında, o dönemde yayınlanan önemli eserler ve yeni kurumlar etkili olmuştur.
     Burada psikoloji içerisinde dine yönelik ilginin yeniden uyandığı dönemlerde kaleme alınan bir eser özellikle zikredilmelidir. Allport’un 1950’de yayınlanan Birey ve Dini: Psikolojik Bir Yorum (The Indivi64 Fernald, Psychology, s. 15. 65 Bkz. Sigmund Freud, Dinin Kökenleri / Totem ve Tabu (çev. Selçuk Budak), İstanbul 2006; isimli eseri din psikolojisi açısından önemli bir eserdir. Bu eserinde o, din psikolojisini kişilik ve sosyal psikoloji alanları ile ilişkilendirerek alana yeni bakış açıları ve farklı konular katmıştır.
     Diğer taraftan o yıllarda dini psikoloji yaklaşımı içerisinde değerlendirilebilecek bir gelişme yaşanmıştır. Psikoloji alanı din ile ilgili konulara çok ilgi duymasa da din alanı çalışanları psikolojiye ilgi duymaya başlamıştır. Pastoral psikoloji kavramı bu dönemde gelişmiştir. Amerikan Pastoral Danışmanlar Derneği (The Constitution of the American Association of Pastoral Counselors, AAPC) tarafından, “deneysel ve davranışsal düzeyde bireysel ve kolektif bağlamda teolojik bir bakış açısıyla insan hayatını araştırma, aydınlatma ve ona rehberlik etme” şeklinde tanımlanan pastoral danışmanlık, çoğunlukla papazların psikolojik destek sağlaması şeklinde uygulanmaya başlamıştır.
     1950’lerde Harvard İlahiyat Fakültesi (Harvard Divinity School), Richmond’daki Teolojik İlahiyat Fakültesi Birliği (Union Theological Seminary), New York’taki Teolojik İlahiyat Fakültesi Birliği (Union Theological Seminary), Güney Kaliforniya Üniversitesi Din Bölümü (The Department of Religion at the University of Southern California) gibi din eğitimi veren kurumlar pastoral psikolojiyi müfredatlarına dahil etmiştir.
     Bu gelişme, din ile psikoloji ilişkisi için önem taşısa da dinin bilimsel yöntemlerle ele alınması girişimi de aynı dönemde ancak farklı bir kanaldan gerçekleşmiştir. Nitekim yukarıda değinilen dinin bilimsel araştırma dışında olduğu görüşü, anti-tezini doğurmuş ve 1949 yılında Bilimsel Din Çalışmaları Derneği (Society of the Scientific Study of Religion) kurulmuştur. Kuruluşunda iki yıl sonra dernek, Bilimsel Din Araştırmaları Dergisi (Journal for the Scientific Study of Religion) isimli yayını hayata geçirmiştir.
    1951 yılında da Dini Araştırmalar Derneği (Religious Research Association) kurulmuş ve 1959’da Dini Araştırmalar Dergisi’ne (Review of Religious Research) sponsor olmuştur. Bu dergiler halen din psikolojisi alanının önemli yaygın organları arasında yer almaktadır. Pastoral psikoloji yaklaşımı ise yerini daha çok manevi bakım uygulamalarına bırakmış durumdadır. Günümüzde de dünyanın pek çok ülkesinde uygulanmakta olan manevi bakım hizmetleri, hastanın dini inancı veya dünya görüşü esas alınarak ona psikolojik desteğin sağlanmasını kapsamaktadır.
     Buradaki önemli nokta danışanın kişisel hayat görüşünden bağımsız olarak uygulamanın merkezine hastanın dünya görüşünün konmuş olmasıdır. Hastanın talebi doğrultusunda dini uygulamaların da danışmanlık sürecine dahil edildiği göz önünde tutulduğunda manevi danışmanlık ve rehberliğin, dini psikoloji yaklaşımına uzanan bir yönünün olduğunu söylemek mümkündür.
     Görüldüğü üzere din psikolojisi alanı içerisinde, bir dini öğretiyi esas alarak psikolojik değerlendirmelerde bulunan dini psikoloji yaklaşımı ile bir dini öğretiyi esas almaksızın insanın din ile ilgili konulardaki tecrübesine bilimsel araştırma geliştiren yaklaşımı bir arada var olmuştur. Zaman içerisinde de din psikolojisinin incelediği konular da çeşitlenmiştir.

Aynı Eserden alınan önceki Konular:


28 Eylül 2020 Pazartesi

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZEVK

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZEVK
     Sözlükte “bir nesneyi tatma, bir kimseyi deneme, birinin başına iyi veya kötü bir hal gelme, cinsel haz alma” ve mecazi olarak “ceza yahut mükâfatı tatma” anlamlarındaki zevk (Lisânü’l-ʿArab, “ẕvḳ” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ẕvḳ” md.) psikolojide özellikle tatma duyusu için kullanılır (bk. DUYU). Fizyolojik ya da ruhsal ihtiyaç ve arzuların karşılanmasından duyulan hazlar Türkçe’de çoğunlukla zevk kelimesiyle ifade edilirse de literatürde bu anlamda en sık kullanılan ve terim haline gelen kavram lezzettir. Tasavvufta zevk terimi, burhan ve kesb ile yahut inanma ve taklit suretiyle elde edilen bilgilerin dışında sâlikin ahlâkî ve mânevî arınma sonucunda keşif ve ilham yoluyla kalbinde bulduğu, mânalarını tattığı, ancak anlatmaktan, nitelemekten âciz kaldığı bilgileri ifade eder (Dâvûd-i Kayserî, II, 15). Cürcânî zevki, “Allah’ın tecellî suretiyle velî kullarının kalbine attığı, kitaplarla uğraşmadan hak ile bâtılın ayırt edilmesini sağlayan irfan ışığı” diye tanımlar (et-Taʿrîfât, “Ẕevḳ” md.).

     Kur’ân-ı Kerîm’de altmıştan fazla yerde zevk kelimesinin türevleri geçer (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẕvḳ” md.). Bunların çoğunda inkârcı ve günahkârların âhiret azabını tadacakları anlatılır. Bazı âyetlerde dünyevî ceza bağlamında “sıkıntı, kötülük ve cezayı tatma” gibi ifadeler yer alır (meselâ bk. el-En‘âm 6/148; en-Nahl 16/94; el-Kamer 54/37, 39). Dört âyette ölümü (Âl-i İmrân 3/185; el-Enbiyâ 21/35; el-Ankebût 29/57; ed-Duhân 44/56), bir âyette hayatın ve ölümün sıkıntılarını (el-İsrâ 17/75) tatmaktan söz edilir. Bazı âyetlerde Allah’ın inâyetinden ve nimetlerinden yararlanma “rahmeti tatma” diye ifade edilir (meselâ bk. Yûnus 10/21; Hûd 11/9; Rûm 30/33, 46). Hadislerde zevk kelimesi “bir nesneyi, bir kokuyu tatma, ölümü, korkuyu veya esenliği tatma, cinsel haz alma” mânalarında geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “ẕvḳ” md.). “Allah zevkine düşkün erkekleri ve kadınları sevmez” meâlindeki hadisle sık sık evlenip boşananların kastedildiği belirtilir (İbnü’l-Esîr, II, 172). Bir başka hadisin meâli de şöyledir: “Allah’ı rab, İslâm’ı din, Muhammed’i nebî ve resul tanıyan kimse imanın zevkini tadar” (Müsned, I, 208; Müslim, “Îmân”, 56). İbn Kayyim el-Cevziyye’ye göre bu hadiste imanın hakikatinin kavranması, onun kalpte meydana gelmesi, böylece kalbin imanla buluşması zevk kavramıyla ifade edilmiştir (Medâricü’s-sâlikîn, III, 91).

     Tasavvufun ilk devirlerinde zevk kelimesinin fazla yaygın olmadığı görülmektedir. Kuşeyrî’nin bildirdiğine göre sûfîler zevk ve şürb ile kalplerinde buldukları tecellî meyvelerini, keşiflerin sonuçlarını ve vâridâtın beklenmedik doğuşlarını kastederler. Bu hallerin başlangıcı zevk, devamı şürb, son noktası reydir (reyy: kanma). Herevî vecdden daha kalıcı olduğunu söylediği zevkin üç derecesinden bahseder. Birincisi ilâhî vaadleri tasdik etmenin sâlike verdiği zevk, ikincisi Allah ile ünsiyet kurma isteğinin verdiği zevk, üçüncüsü Allah ile ittisal, cem‘ ve görmeden (iyân) duyulan zevktir. Afîfüddin et-Tilimsânî buradaki görme zevkini “tevhid ve vahdâniyette fenâ” diye açıklar (Şerḥu Menâzili’s-sâʾirîn, II, 443-446).

     İslâm düşünce tarihinde Gazzâlî’den önce zevk, keşif, ilham, mârifet, sekr, vecd gibi kavramlarla tasavvufî bilgilerden söz edenler olmuşsa da duyular ve akıl yoluyla ulaşılan bilgilerin kesinliğini ilk defa epistemolojik bir çerçevede sorgulayarak tahlil ve tenkitten geçiren, sınırlarını ve alanlarını belirleyen, nihayet kendi bilgi felsefesini kurarken dinî hakikate ulaşmanın yolu olarak zevk kavramını modern felsefe dilindeki “dinî tecrübe” anlamında kullanan ve bu yolla kazanılan bilginin elde ediliş yöntemini, mahiyetini, değerini, vahiy ile ilişkisini ve diğer bilgiler karşısındaki durumunu sistematik biçimde inceleyen düşünür Gazzâlî olmuştur. Gazzâlî bu süreci bizzat yaşayarak tecrübe ettiğini belirtir. el-Münḳıẕ mine’ḍ-ḍalâl’in esas yazılış amacının belirtilen yönleriyle zevk bilgisi olduğu anlaşılmaktadır. Yine kökleri eski İran gnostisizmine ve Yeni Eflâtunculuğa dayanan İşrâkī felsefenin İslâm düşüncesindeki ilk önemli kaynağı olarak gösterilen Mişkâtü’l-envâr’ın (Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr, neşredenin girişi, s. 33-34) başlıca konularından biri bu bilginin imkânı, mahiyeti ve değeriyle ilgilidir. Gazzâlî, başta İḥyâʾ olmak üzere diğer eserlerinde de zevk vb. kavramlarla bu bilgiye yer vermiştir. Buna göre zevk entelektüel bir çabaya bağlı olmadan, ilâhî bir lutuf olarak keşif ve ilham yoluyla gerçekleşen hakikat bilgisidir. “Tatmayan bilmez, ulaşmayan idrak edemez” özdeyişinde belirtildiği gibi bu sübjektif bir bilgi olup kanıtlar göstererek başkasına anlatılamaz (İḥyâʾ, III, 19; Miʿyârü’l-ʿilm, s. 141). Zevk bilgisini kazanmanın yolu peygamberin vahiy sürecinde yaptığı gibi güçlü bir ahlâkî arınma çabası göstermek, kalbi mâsivâdan temizlemek, namaza başlarken tahrim tekbiriyle namaz dışındaki işlerden alâkanın kesilmesi gibi her türlü dünya bağından kurtulup kalbi tamamen Allah’a yöneltmek, Allah’ta fâni olmaktır. Gazzâlî’ye göre peygamberliğin hakikatini ve velîlerin kerametlerini anlamanın yolu kendisinin zevk adını verdiği bu mânevî tecrübedir. Hazırlık aşamasında irade ve ihtiyarın payı varsa da zevk tamamen Allah vergisidir. Dinî konularda hakikate ulaşmanın en kesin yolunu, hakikati gözle görmek, elle tutmak gibi apaçık gösteren zevk halidir. Bunun altında aklî burhanla kazanılan ilim, en altta da “hakkında hüsnüzan beslenen birinden duyarak kabul edilen” anlamında iman gelir. Peygamberlerde bulunup diğer insanlarda hiçbir örneği görülmeyen mûcize benzeri bir hali insanın anlaması mümkün değildir. Eğer onun insanda -dış duyuların oldukça zayıfladığı uyku halinde iken bir tür gayb bilgisinin tezahürü şeklinde gerçekleşen sâdık rüya görme yeteneği gibi- bir örneği varsa o takdirde bu yetenekle peygamberdeki mûcizeye benzeyen haller zevk yoluyla tecrübe edilebilir. Ahlâkını geliştiren, bilgisini arttıran, kıraat ve zikir gibi ibadetlerle meşgul olan kimse uyanık halde iken de fenâ ve istiğrak derecesine ulaşıp zevk erbabından olabilir (İḥyâʾ, III, 14-24; el-Münḳıẕ mine’ḍ-ḍalâl, s. 122-143; Kitâbü’l-Erbaʿîn, s. 53-56; Mişkâtü’l-envâr, s. 77-78). Gazzâlî, Mişkâtü’l-envâr’da tasavvufî zevkin olabilirliğini kanıtlamak için şiir ve mûsiki zevkini örnek gösterir. Bazı insanlarda yüksek değerde estetik eserler ortaya koyma ve onlardan tat alma zevki son derece gelişmişken en akıllı kimselerin dahi bu zevkin ne olduğunu anlatmaktan âciz kalacakları derecede estetik zevke uzak olanlar da vardır.

     Zevk İşrâkī felsefenin de temel kavramlarındandır. Sühreverdî el-Maktûl’e göre kadim felsefe biri araştırma ve kanıtlamaya dayalı hikmet (el-hikmetü’l-bahsiyye), diğeri mistik tecrübe ve sezgiye dayalı hikmet (el-hikmetü’z-zevkiyye) şeklinde ikiye ayrılır. Bunlardan ilkinin önderi Aristo, ikincisinin önderi Eflâtun’dur. Sühreverdî, bahsî hikmetin değerini inkâr etmemekle birlikte hakikatin bilgisini veren asıl yöntemin zevkî hikmet olduğunu savunur. Çünkü ona göre felsefî bilgi tasavvurunda zevkî hikmet kurucu ve yönlendirici, bahsî hikmet ise açıklayıcı ve eleştiricidir. Bu sebeple İşrâkī felsefede düşüncenin merkezini zevkî ve keşfî bilgi oluşturur.

     Zevk kavramı, başta Muhyiddin İbnü’l-Arabî olmak üzere sonraki sûfî müelliflerce de sıkça kullanılmıştır. İbnü’l-Arabî sûfîlerin zevk kavramını “kulun kalbine âniden doğan bir hal” diye anladıklarını ve onu ilâhî tecellilerin ilk esası saydıklarını belirtir. Tecellilerin değişmesine göre zevk de değişir. Buna göre sûretlerdeki tecellinin zevki hayalî ve ilâhî, kevnî isimlerdeki tecellinin zevki aklîdir. Hayalî zevkin tesiri nefiste, aklî zevkin tesiri kalptedir (Fuṣûṣ, s. 107-109). Varlığın hakikatinin fikir ve nazarla değil keşf ilimleriyle bilinebileceğini belirten İbnü’l-Arabî (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, I, 56, 59-60) ilimleri usulleri açısından aklî ilimler, ahval ilimleri, sırlar ilmi diye üçe ayırır. Ahval ilimlerine ancak zevk yoluyla ulaşılabilir (a.g.e., I, 33). Zevk ilminin metodu olmaz; çünkü mantıktaki gibi kalıplaşmış kuralları yoktur (Dîvân, s. 78). Gazzâlî gibi İbnü’l-Arabî de Allah’ın kendisini hakikat bilgisine keşfen muttali kıldığını (İnşâʾü’d-devâʾir, s. 1-2), ancak insanların çoğu bu ilâhî zevk ilmine yabancı olduğu için onlardan keşfî konularda kendisini tasdik etmelerini beklemediğini söyler (el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye, II, 548). İbnü’l-Arabî’ye göre ehlullahta hâsıl olan ilâhî-zevkî ilimler onların bilgi güçlerine göre farklı görünse de aslında hepsi aynı gerçekliğin yansımalarıdır. Nitekim bir kutsî hadiste geçen, “Kulumun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum” sözleri (Buhârî, “Riḳāḳ”, 38) farklı tezahürlerle aynı hakikatin tecellisine işaret etmiştir. Kulda organlar muhtelifse de hüviyet aynıdır. Suyun farklı bölgelere göre tadı değişmekle birlikte mahiyeti aynı olduğu gibi ilâhî-zevkî ilim de bir tek hakikate sahiptir (Fuṣûṣ, s. 107). Dâvûd-i Kayserî’ye göre İbnü’l-Arabî’nin ilâhî-zevkî ilimlerden kastı konusu Allah, O’nun sıfatları ve isimleri olan ilimlerdir. Bunlar ilâhî isimlerin hükümlerini, onlarla ilişkili bilgileri ve bu isimlerin türlü varlıklardaki zuhurunu içerir (Maṭlaʿu ḫuṣûṣi’l-kilem, II, 15).

     Mârifet, muhabbet, vecd, fenâ, zevk gibi tasavvufî kavramlar felsefî tasavvufa karşı olan bazı Selefî âlimlerce de benimsenmiştir. Meselâ İbn Teymiyye imanın tadından ve zevkinden bahseden hadisleri de zikrederek (Müsned, I, 208; Buhârî, “Riḳāḳ”, 9, 14; “İkrâh”, 1; Müslim, “Îmân”, 56, 66) iman zevkini ve dinî vecdi iman muhabbetinin zorunlu sonucu sayar. Söz konusu hadislerde zevkle vecdin farkını göstermek üzere iman zevkinin dinî esasları kabullenmeye (rıza), vecdin ise muhabbete bağlandığını, bundan dolayı Sehl et-Tüsterî’nin, “Kitap ve Sünnet’in onaylamadığı her vecd bâtıldır; çünkü bir şeyi sevenin ondan duyduğu zevk sevgisiyle orantılıdır” dediğini belirtir. Ancak İbn Teymiyye’nin iddiasına göre İbnü’l-Arabî, Sadreddin Konevî, Afîfüddin et-Tilimsânî gibi vahdet-i vücûdcu sûfîler bir zevk ve vecd hali yaşayınca ittihâdiyyenin yolunu tutup mevcûdata ulûhiyyet yüklemişler, bu kanaate vecd ve zevk yoluyla ulaştıklarını ileri sürmüşlerdir. Halbuki dinî kaynaklardaki bilgiler ve inançlarla uyuşmayan vecd ve zevk bâtıldır (Mecmûʿu fetâvâ, II, 452-479). İbn Kayyim el-Cevziyye de zevkin sadece tatma duyusundan ve maddî duyumlardan ibaret olmadığını belirtir. Nitekim bir hadiste imanı tatmanın zevkinden bahsedilmiş (Müsned, I, 208; Müslim, “Îmân”, 56), böylece ağzın yemekteki ve sudaki tadı alması gibi kalbin de imanı tatmanın zevkine vardığı bildirilmiştir (Medâricü’s-sâlikîn, III, 90-91). Buna göre imanın bir tadı ve halâveti bulunmaktadır ve bu tadı almanın adı zevk ve vecddir. Herevî’nin Menâzilü’s-sâʾirîn’inde zevk konusuna ayırdığı bölümü geniş bir şekilde şerheden İbn Kayyim onun, “Zevk vecdden daha sürekli ve şimşekten daha parlaktır” sözünü açıklarken yukarıdaki hadislerden bunun tersi bir mânanın çıkarılabileceğini de söyler. Çünkü bir şeyin tadına (zevk) varmak (vecd) onu tatmaktan daha özel olduğu için vecdi zevkten daha üstün saymak mümkündür. Gerçi tasavvuf erbabının çoğu, her tadılan şey tam bir zevk vermeyebileceği için zevkin vecdden üstün olduğunu düşünmüşse de İbn Kayyim’e göre bu düşünce isabetsizdir; zira vecd kavramında zevkin yanında sübût ve istikrar mânası da vardır (Medâricü’s-sâlikîn, III, 92-94).

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2013 yılında İstanbul'da basılan 44. cildinde, 308-310 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. 
TÜRKİYE DİYANET VAKFI
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
İlgili resim

25 Eylül 2020 Cuma

ADALET BAKANLIĞI 1200 HAKİM VE SAVCI ADAYI ALACAK

T.C.

ADALET BAKANLIĞINDAN

İLAN

    A- 2020 dönemi için tespit edilen ihtiyaç durumuna göre Bakanlığımızca yazılı yarışma sınavı ve mülâkat ile 9-5 dereceli kadrolara;

1) 1000 adlî yargı hâkim ve savcı adayı,

2) 100 avukatlık mesleğinden adli yargı hâkim ve savcı adayı,

3) 100 idari yargı hâkim adayı, alınacak olup yazılı yarışma sınavları, Ölçme Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından 21- 22 Kasım 2020 tarihlerinde, aşağıda belirtilen sınav merkezlerinde dört oturumda yapılacaktır.

     SINAV MERKEZLERİ:

010 ADANA

062 ANKARA

070 ANTALYA

160 BURSA

210 DİYARBAKIR

250 ERZURUM

270 GAZİANTEP

341 İSTANBUL-1 (KADIKÖY, MALTEPE, ATAŞEHİR)

343 İSTANBUL-3 (BEYOĞLU, ŞİŞLİ, BEŞİKTAŞ, KAĞITHANE, SARIYER)

352 İZMİR

380 KAYSERİ

420 KONYA

440 MALATYA

550 SAMSUN

610 TRABZON

650 VAN

     a) Sınavın Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi ile Ortak Alan Bilgisi Testinin uygulanacağı 1. Oturumu, 21 Kasım 2020 tarihinde saat 10.15’te yapılacaktır. Adayların, sınavın Genel Yetenek ve Genel Kültür ile Ortak Alan Bilgisi Oturumu için sınav binalarına alınma işlemleri saat 10.00’da tamamlanacaktır. Adaylar, saat 10.00’dan sonra sınav binalarına alınmayacaklardır.

     b) Adli Yargı Sınavına başvuru yapan adaylar için sınavın Adli Yargı Testinin uygulanacağı 2. Oturumu, 21 Kasım 2020 tarihinde saat 13.45’te yapılacaktır. Adayların, sınavın bu oturumu için sınav binalarına alınma işlemleri saat 13.30’da tamamlanacaktır. Adaylar, saat 13.30’dan sonra sınav binalarına alınmayacaklardır.

     c) İdari Yargı Sınavına başvuru yapan adaylar için sınavın İdari Yargı Testinin uygulanacağı 3. Oturumu, 21 Kasım 2020 tarihinde saat 16.15’te yapılacaktır. Adayların, sınavın bu oturumu için sınav binalarına alınma işlemleri saat 16.00’da tamamlanacaktır. Adaylar, saat 16.00’dan sonra sınav binalarına alınmayacaklardır.

     ç) Adli Yargı-Avukat Sınavına başvuru yapan adaylar için sınavın Adli Yargı-Avukat Testinin uygulanacağı 4. Oturumu, 22 Kasım 2020 tarihinde saat 10.15’te yapılacaktır. Adayların, sınavın bu oturumu için sınav binalarına alınma işlemleri saat 10.00’da tamamlanacaktır. Adaylar, saat 10.00’dan sonra sınav binalarına alınmayacaklardır.

     B- Sınavlara Başvurular

     Sınava başvurular, 1-8 Ekim 2020 tarihleri arasında elektronik ortamda ÖSYM başvuru merkezleri aracılığıyla veya bireysel olarak internet aracılığıyla (ÖSYM’nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden) yapacaklar ve sınav ücretini yatırarak başvurularını tamamlayacaklardır. Başvuru merkezleri listesi başvuru süresi içinde ÖSYM’nin internet adresinde sınava başvuru bilgileri içerisinde yer alacaktır.

     ÖSYM başvuru merkezleri başvuruları, resmi iş gününde ve resmi iş saatleri arasında alacaklardır. ÖSYM Aday İşlemleri Sisteminde geçerli fotoğrafı (*) bulunan adaylar, başvuru işlemlerini bireysel olarak internet aracılığıyla (ÖSYM’nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden T.C. Kimlik Numaraları ve aday şifreleri ile) veya ÖSYM Aday İşlemleri Mobil Uygulamasından veya diledikleri bir başvuru merkezlerinde yapacaklardır.

     ÖSYM Aday İşlemleri Sisteminde geçerli bir fotoğrafı bulunmayan adaylar ise başvuru işlemlerini bir başvuru merkezinden yapacaklardır. Posta yoluyla başvuru alınmayacaktır.

     * Geçerli fotoğraf: Son 50 ay içerisinde herhangi bir başvuru merkezinden çekilmiş ve ÖSYM tarafından reddedilmemiş fotoğraflar geçerli fotoğraftır.

     Adayların eğitim bilgileri, Yükseköğretim Bilgi Sisteminden (YÖKSİS) alınarak başvuru ekranına yansıtılacaktır. YÖKSİS’te eğitim bilgisi bulunmayan (yurt dışı, askeri okul mezunları ile ÖSYM Aday İşlemleri Sisteminden yabancı uyruklu numarası edinen (0 ile başlayan Y.U. numarası) adaylar) adayların ise varsa ÖSYM Aday İşlemleri Sistemindeki eğitim bilgileri başvuru ekranına yansıtılacaktır.

     YÖKSİS kaynaklı olmayan eğitim bilgisinde (yurt dışı, askeri okul mezunları ile ÖSYM Aday İşlemleri Sisteminden yabancı uyruklu numarası edinen (0 ile başlayan Y.U. numarası) adaylar), düzeltme/değişiklik bulunan adaylar başvurularını bir başvuru merkezinden yapacaklardır.

     ÖSYM tarafından yapılan; başvuruların alınması, sınavın uygulanması, güvenlik önlemleri, sınav ücretinin yatırılması, sonuçlara itiraz vb. sınav ile ilgili güncel gelişmeler, başvuru tarihlerinde ÖSYM tarafından adaylara duyurulacaktır.

     Başvurusunu bir başvuru merkezinden yapacak adaylar, ÖSYM’nin internet adresinden edinecekleri Aday Başvuru Formunu (Sınava başvuru tarihlerinde yayımlanacaktır) doldurmuş olarak ÖSYM Başvuru Merkezlerine şahsen başvuracaklardır. Adayların başvurularını yaparken, doldurulmuş Aday Başvuru Formu ile birlikte nüfus cüzdanı veya T.C. Kimlik Kartı veya geçerlilik süresi dolmamış pasaportlarının aslını yanlarında bulundurmaları zorunludur (Nüfus cüzdanı veya T.C. Kimlik Kartı veya geçerlilik süresi dolmamış pasaport dışında Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından verilen ve yeni kimlik kartları teslim alınıncaya kadar geçerli olan “fotoğraflı, imzalı-mühürlü/barkodlu-karekodlu” veya “fotoğraflı, barkodlu-karekodlu” Geçici Kimlik Belgesi de geçerli kimlik belgesi olarak kabul edilir). 

     YÖKSİS’te ve ÖSYM arşivinde eğitim bilgisi bulunmayan veya bu bilgilerinde düzeltme/değişiklik olan adayların hukuk fakültesinden mezun olduğuna dair diploma veya mezuniyet belgesi ile yabancı bir hukuk fakültesini bitirenlerin ise diploma veya mezuniyet belgesi ile Türkiye'deki hukuk fakülteleri programlarına göre eksik kalan derslerden sınava girip başarılı olduğuna dair belgeyi, hukuk fakültesinden mezun olanlar dışından alınacak adaylar bakımından, hukuk veya hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren siyasal bilgiler, idarî bilimler, iktisat ve maliye alanlarında en az dört yıllık yükseköğrenim yapmış veya bunlara denkliği kabul edilmiş yabancı öğretim kurumlarından mezun olduğuna dair belgeyi (Belgelerin onaylı örneği de kabul edilir) başvuruda yanlarında bulundurmaları ve belgelerinin onaylı bir örneğini başvuru merkezi görevlisine teslim etmeleri zorunludur.

     Başvuru ekranına yansıtılan YÖKSİS kaynaklı eğitim bilgileri, ÖSYM başvuru merkezlerinde değiştirilemez. YÖKSİS’teki eğitim bilgilerinde eksiklik/düzeltme olan adayların başvuru süresi içinde kendi üniversitelerine başvurarak bu bilgilerinin düzeltilmesini sağlamaları gerekmektedir.

     YÖKSİS’te eğitim bilgisi bulunmayan adaylardan (yurt dışı, askeri okul mezunları ile ÖSYM Aday İşlemleri Sisteminden yabancı uyruklu numarası (0 ile başlayan YU numarası) edinenler) ÖSYM arşivinde de eğitim bilgisi bulunmayan veya ÖSYM arşivindeki eğitim bilgilerinde düzeltme/değişiklik bulunanların bu bilgileri ÖSYM başvuru merkezlerince başvuru aşamasında değiştirilebilecek / düzeltilebilecektir.

     Başvuru merkezi görevlisi tarafından adayın Aday Başvuru Formundaki bilgileri ile birlikte web kamerayla alınacak fotoğrafı da elektronik ortama aktarılacaktır (ÖSYM kayıtlarında geçerli bir fotoğrafı (*) bulunan adayların fotoğraflarının çekilmesi sistem tarafından engellenmektedir) Fotoğraf, adayın fiziksel olarak tanınmasını sağlayacak nitelikte olmalıdır.

     Başvuruda adayların kimlik, eğitim, iletişim bilgileri ile birlikte hangi sınava katılacakları bilgisi de aşağıdaki şekilde alınacaktır:

• 2020-Adli Yargı Sınavına katılacağım.

• 2020-Adli Yargı-Avukat Sınavına katılacağım.

• 2020-İdari Yargı Sınavına katılacağım.

     Adaylar, başvuru şartlarını taşımaları halinde, formda ve sistemde yer alan kutucuklardan bir veya birden fazlasını işaretlemek suretiyle, birden fazla sınava başvuru yapabileceklerdir.

     Başvuru merkezi görevlisi adayın bilgilerini ve fotoğrafını elektronik ortama aktardıktan sonra yazıcıdan alacağı Aday Başvuru Kayıt Bilgileri formunu kontrol etmesi için adaya verecektir. Aday belgeyi kontrol edecek ve bilgiler doğru ise imzalayıp görevliye onaylaması için geri verecektir. Bu aşamadan sonra kişisel bilgilerin doğruluğundan aday sorumlu olacaktır. Belge üzerindeki onay kodu sisteme girildikten ve sınav ücreti yatırıldıktan sonra başvuru tamamlanacaktır. Onay kodu girilmeyen ve sınav ücreti yatırılmayan başvurular tamamlanmayacağı için geçersizdir ve sorumluluk adaya aittir.

     Bir başvuru merkezinden başvuru yapan adaylar, başvuru hizmeti ücreti ödeyeceklerdir.

     ÖSYM’nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden bireysel olarak internet aracılığıyla başvuru yapan adayların başvurularının tamamlanması için başvuru ekranında “Başvuru İşlemi ÖSYM’ye Bildirilmiştir.” açıklamasını mutlaka görmeleri, sınav ücretini yatırmaları ve aday başvuru kayıt bilgilerinin bir dökümünü yazıcıdan alarak, başvurunun diğer aşamalarında gerekebileceğinden özenle saklamaları gerekmektedir.

    Adaylar başvuru işlemini yaptıktan sonra sınav ücretini ödeyerek başvurularını tamamlayacaklardır.

     Sınav ücreti; 1 sınava katılan adaylar için 225,00 TL, 2 sınava katılan adaylar için 337,50 TL, 3 sınava katılan adaylar için 450,00 TL’dir.

     Sınav ücreti, 1-9 Ekim 2020 tarihleri arasında ÖSYM’nin internet sayfasında yer alan “ÖDEMELER” alanından kredi kartı/banka kartı ile ÖSYM adına yatırılacaktır. Adaylar bankalardan sınav ücreti ödemesi yapmamalıdır. Ödeme işlemlerinden kaynaklanabilecek hatalardan ÖSYM ve Adalet Bakanlığı sorumlu olmayacaktır. Adaylar, başvuru işlemini yaptıktan sonra sınav ücretini yatırarak başvurularını tamamlayacaklardır. Sınav ücretini süresi içinde yatırmayan adayların başvuru kayıt bilgileri iptal edilecektir.

     Başvuru bilgileri sisteme kaydedilen ancak, sınav ücretini süresi içinde yatırmayan adayların başvuru kayıt bilgileri iptal edilecek ve bina/salon atamaları yapılmayacağından bu adaylara Sınava Giriş Belgesi düzenlenmeyecektir.

     Engel/sağlık sorunu olan adaylar, bir üniversite veya devlet hastanesinden alacakları sağlık kurulu raporları ile belgelendirmek kaydıyla engel/sağlık durumlarına uygun olarak “Engelli Salonu”nda sınava alınacaklardır.

     Adayların Aday Başvuru Formuna yazdıkları bilgilerin sorumluluğu kendilerine aittir. Aday Başvuru Formuna yazılan bilgilerdeki eksik ve yanlışlar yüzünden doğacak sonuçlardan aday sorumlu olacaktır. Bir adayın beyanının gerçeğe uymadığı tespit edildiği takdirde bu aday, aradan geçen süreye bakılmaksızın bu sınavdan elde ettiği tüm haklarını kaybedecektir.

     C-Başvuru Koşulları

     2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa göre adaylığa atanacakların aşağıdaki şartları taşımaları gerekmektedir:

     a) Türk vatandaşı olmak,

     b) Adli yargı hâkim ve savcı adaylığı ile idari yargı hâkim adaylığı için giriş sınavının yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibarıyla 35 yaşını (doğum tarihi 01.01.1985 ve daha sonra olanlar) doldurmamış olmak, Avukatlık mesleğinden alınacak adlî yargı hâkim ve savcı adaylığı için; yazılı yarışma sınav tarihi itibariyle avukatlık mesleğinde fiilen en az üç yıl çalışmış olmak, yazılı giriş sınavının yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibarıyla 45 yaşını (doğum tarihi 01.01.1975 ve daha sonra olanlar) doldurmamış olmak,

     c) Adlî yargı – Avukatlık adlî yargı adayları için; hukuk fakültesinden mezun olmak veya yabancı bir hukuk fakültesini bitirip de Türkiye‘deki hukuk fakülteleri programlarına göre eksik kalan derslerden sınava girip başarı belgesi almış bulunmak,

     İdarî yargı adayları için; Hukuk fakültesinden mezun olmak veya yabancı bir hukuk fakültesini bitirip de Türkiye'de hukuk fakülteleri programlarına göre eksik kalan derslerden sınava girip başarı belgesi almış bulunmak, hukuk fakültesinden mezun olanlar dışından alınacak adaylar bakımından, her dönemde alınacak aday sayısının yüzde yirmisini geçmemek üzere, hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat ve maliye alanlarında en az dört yıllık yüksek öğrenim yapmış veya bunlara denkliği kabul edilmiş yabancı öğretim kurumlarından mezun olmak,

     ç) Kamu haklarından yasaklı olmamak, 

     d) Askerlik durumu itibariyle askerlikle ilgisi bulunmamak veya muvazzaflık hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedeğe geçirilmiş olmak,

     e) Hâkimlik ve savcılık görevlerini sürekli olarak yurdun her yerinde yapmasına engel olabilecek vücut ve akıl hastalığı veya engelliliği, alışılmışın dışında çevrenin yadırgayacağı şekilde konuşma ve organlarının hareketini kontrol zorluğu çekmek gibi engeli bulunmamak,

     f) Taksirli suçlar hariç olmak üzere, üç aydan fazla hapis veya affa uğramış olsa bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilâs, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflâs gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyet kırıcı bir suçtan veya kaçakçılık, resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak veya bu suçlardan veya taksirli suçlar hariç olmak üzere üç aydan fazla hürriyeti bağlayıcı cezayı gerektiren bir fiilden dolayı soruşturma veya kovuşturma altında olmamak,

     g) Hâkimlik ve savcılık mesleğine yakışmayacak tutum ve davranışlarda bulunmamış olmak.

     Ç- Başvuru işlemini yapmayan, başvuru koşullarını taşımayan, başvuru koşullarını taşımadığı hâlde sınav ücretini yatıran, başvurusu geçersiz sayılan, birden fazla sınav ücreti yatıran, sınava girmeyen veya giremeyen, sınava alınmayan veya sınavdan çıkarılan, sınavda başarı sağlayamayan veya sınavı geçersiz sayılan, ücret gerektirmeyen bir işlem için ücret yatıran, aynı işlem için birden fazla ödeme yapan adayların ödedikleri ücretler iade edilmez/devredilmez.

    D- Adalet Bakanlığı tarafından başvurusu kabul edilerek T.C. Kimlik Numarası ÖSYM’ye bildirilen adaylar için ÖSYM tarafından (katılacağı oturumlara göre) Sınava Giriş Belgesi düzenlenecektir. Belge üzerinde adayın hangi bina ve salonda sınava gireceği ile adayın girmek istediği sınav/sınavlar, sınav tarihi ve saatleri yer alacaktır. Adaylar başvuru bilgilerine (katılacakları sınav/sınavlara göre) uygun olarak ayrı sınav binalarına atanacaklardır.

     E- Adaylar sınava, sınavın yapılacağı hafta içerisinde, ÖSYM’nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden T.C. Kimlik Numarası ve aday şifresi girerek edinecekleri Sınava Giriş Belgesi ve nüfus cüzdanı veya Türkiye Cumhuriyeti Kimlik Kartı veya geçerlilik süresi dolmamış pasaportunun aslı ile kabul edilecektir. Nüfus cüzdanı veya T.C. Kimlik Kartı veya geçerlilik süresi dolmamış pasaport dışında İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından verilen ve yeni kimlik kartları teslim alınıncaya kadar geçerli olan fotoğraflı, imzalı-mühürlü/barkodlu-karekodlu veya “fotoğraflı, barkodlu/karekodlu” Geçici Kimlik Belgesi de geçerli kimlik belgesi olarak kabul edilecektir. Bunların dışındaki, sürücü belgesi, meslek kimlik kartları vb. diğer tüm belgeler sınava giriş için geçerli belgeler olarak kabul edilmeyecektir. Nüfus cüzdanında soğuk damga basılı olmalı, adayın sınav görevlilerince kolaylıkla tanınmasını sağlayacak güncel bir fotoğrafı ve T.C. Kimlik Numarası bulunmalı, pasaportun süresi geçerli olmalıdır. Üzerinde soğuk damga, güncel bir fotoğraf veya T.C. Kimlik Numarası bulunmayan (T.C. Kimlik Numarası elle veya daktilo ile sonradan yazılmış veya ilave edilmiş olmamalıdır) nüfus cüzdanları ile geçerlilik süresi bitmiş pasaportlar kabul edilmeyecektir. Bir aday bu belgeleri yanında olmadığı hâlde Sınav Koordinatörlerinin, ÖSYM Temsilcilerinin, bina veya salon görevlilerinin kararıyla herhangi bir salonda sınava alınmış olsa bile, bu adayın sınavı ÖSYM Yönetim Kurulunca geçersiz sayılacaktır.

     F- ÖSYM Aday İşlemleri Sistemine erişim için şifresini unutan adaylar, ÖSYM Sınav Koordinatörleri/yetkili Başvuru Merkezlerine nüfus cüzdanı veya T.C. Kimlik Kartı veya geçerlilik süresi dolmamış pasaportları ile şahsen başvurarak ücreti karşılığında yeni şifrelerini edinebileceklerdir (Nüfus cüzdanı veya T.C. Kimlik Kartı veya geçerlilik süresi dolmamış pasaport dışında Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü tarafından verilen ve yeni kimlik kartları teslim alınıncaya kadar geçerli olan fotoğraflı, 6 imzalı-mühürlü/barkodlu-karekodlu “Geçici Kimlik Belgesi”nin aslı geçerli kimlik belgesi olarak kabul edilir). Şifrenin edinilmesi ile ilgili ayrıntılı bilgi ÖSYM’nin internet sayfasında bulunmaktadır.

     G- Bireysel olarak internet veya ÖSYM başvuru merkezleri (Tüm il/ilçe ÖSYM Sınav Koordinatörlükleri) aracılığıyla elektronik ortamda başvuru yaptıktan ve sınav ücretini ödedikten sonra; Avukatlık Mesleğinden Adli Yargı Hakim ve Savcı Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavına Girmek İsteyenler;

     1) Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü internet sayfasından (http://www.pgm.adalet.gov.tr) temin edecekleri Avukatlık Mesleğinden Adli Yargı Hâkim ve Savcı Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavı Başvuru Formunu (bu form eksiksiz bir şekilde doldurulup imzalanacaktır),

     2) Avukatlık Adli Yargı Hâkim ve Savcı Adaylığı Sınavına başvuranların yazılı sınav tarihi itibariyle fiilen üç yıl avukatlık yaptığını tespit etmek amacıyla,

     a) Serbest Avukatlık Yapanlar İçin: aa)Fiilen avukatlık yapılan tarihleri gösteren kayıtlı olunan barodan alınacak baro yönetim kurulu kararının aslını,

     ab) Baroya kaydı devam ederken bir kurum veya kuruluşta çalışanlar, çalıştıkları kurum ve kuruluştan alacakları hizmet belgesi aslını, (Bu belgenin çalışma süresinin başlangıcını, çalışma bitmiş ise bitiş tarihini ve hangi unvanda çalışıldığını göstermesi gerekmektedir) b-)Kamu kurum ve kuruluşlarında avukatlık hizmetleri sınıfında kadrolu veya sözleşmeli olarak görev yapan avukatlar ile avukatlık ruhsatnamesine sahip hukuk müşavirleri için: ba)Avukatlık ruhsatnamesinin örneğini,

     bb) Avukat veya hukuk müşaviri olarak görev yaptığı süreleri gösteren ilgili kurumdan alınacak hizmet belgesinin aslını,

     bc) Kamu kurum ve kuruluşlarında avukatlık hizmetleri sınıfında kadrolu veya sözleşmeli olarak görev yapan avukatlar ile avukatlık ruhsatnamesine sahip hukuk müşavirleri, serbest avukatlıkta geçirdikleri süreyle birlikte fiilen üç yılı tamamlamaları halinde serbest avukatlık yaptıkları dönem için fiilen avukatlık yaptıkları tarihleri gösteren kayıtlı oldukları barodan alacakları baro yönetim kurulu kararının aslını,

     (Başvuru tarihi itibariyle üç yılı doldurmamakla birlikte yazılı yarışma sınavı tarihinde (22 Kasım 2020) bu süreyi dolduracak olanlar, yazılı sınava katılma hakkına sahiptirler. Ancak bu durumdaki ilgililerin mülâkata katılmaya hak kazanmaları halinde; başvuru tarihi ile yazılı yarışma sınavı tarihi arasındaki dönemde fiilen avukatlık yaptığını, mülâkattan önce ayrıca belgelemeleri gerekmektedir)

     3) Erkek adaylar için askerlik yaptığına veya ilişiği olmadığına ya da ertelendiğine yahut yedeğe geçirilmiş olduğuna dair belgeyi, (Askerlik yapılmış ise, alınacak olan belgenin askerliğin yapıldığı tarihleri gösterir olması gerekmektedir. Üç yıllık fiili avukatlık süresi hesaplanırken askerlikte geçirilen süreler hesaba dahil edilmeyecektir)

     13-19 Ekim 2020 tarihleri arasında pgm.adalet.gov.tr internet adresi üzerinden elektronik ortamda göndereceklerdir(**). Mülakata katılmaya hak kazanan avukatlık mesleğinden adli yargı hakim ve savcı adaylarından, istenilen ve elektronik ortamda gönderilen belgeler mülakat öncesinde ayrıca istenecektir. 

     ** Fiilen avukatlık yapılan süreleri gösteren baro yönetim kurulu kararı ve yukarıda belirtilen diğer belgelerin temin edilmesi zaman alabileceğinden, sınava başvuracak adayların hak kaybına uğramamaları açısından bu belgeleri 13 - 19 Ekim 2020 tarihlerinden önce temin etmeleri önem arz etmektedir.

     Avukatlık mesleğinden adli yargı hâkim ve savcı adaylığına geçiş yazılı yarışma sınavı için adayların başvuru formuna yazdıkları bilgilerin sorumluluğu kendilerine aittir. Aday, Başvuru Formuna yazılan bilgilerdeki eksik ve yanlışlar yüzünden doğacak sonuçlardan sorumlu olacaktır. Mülakat öncesinde istenilen belgeleri teslim etmeyen, gerçeğe aykırı beyanda bulunan, 2802 Sayılı Kanunda belirtilen nitelikleri taşımadığı tespit edilen adaylar mülakata alınmayacak olup aradan geçen süreye bakılmaksızın bu sınavdan elde ettiği tüm haklarını kaybedecektir.

     Ğ- Adli Yargı Hâkim ve Savcı Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavına girecek adaylardan evrak istenmeyecektir.

     İdari yargı hakim adaylığı yazılı yarışma sınavına girecek adaylardan da yazılı sınav öncesi evrak istenmeyecektir. Ancak Hukuk Fakültesi mezunları dışından İdari Yargı Hakim Adaylığı Yazılı Yarışma Sınavına başvuranlar için:

     Hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren Siyasal Bilgiler, İdari Bilimler, İktisat ve Maliye alanlarından en az dört yıllık yükseköğrenim mezunu olan adayların anılan alanlardan mezun olup olmadığı ve programlarında hukuk bilgisine yeterince yer verilip verilmediğinin tespiti ÖSYM’den elektronik ortamda alınan veriler üzerinden yapılacaktır. Elektronik ortamda kontroller yapılırken tereddüt olması halinde adayların ÖSYM’ye bildirdikleri iletişim bilgileri üzerinden irtibat kurularak adaylardan ilgili belgeler istenecektir. Adaylar istenilen belgelerini elektronik ortamda Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’ne göndereceklerdir.

     Hukuk Fakültesi dışında hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren Siyasal Bilgiler, İdari Bilimler, İktisat ve Maliye alanlarından en az dört yıllık yükseköğrenim mezunu olan ve mülakata katılmaya hak kazanan idari yargı hâkim adaylarından mülakat öncesinde transkript ile mezuniyet belgeleri ayrıca istenecektir. (belgelerin onaylı örneği kabul edilecektir) Mülakat öncesinde istenilen belgeleri teslim etmeyen, gerçeğe aykırı beyanda bulunan, 2802 Sayılı Kanunda belirtilen nitelikleri taşımadığı tespit edilen adaylar mülakata alınmayacak olup aradan geçen süreye bakılmaksızın bu sınavdan elde ettiği tüm haklarını kaybedecektir.

     H- Hukuk Alanında Doktora Yapmış Olup Mülakata Başvurmak İsteyenler

     Adli yargı hâkim ve savcı adaylığı ile idari yargı hâkim adaylığına hukuk alanında doktora yapmış ve giriş sınavının yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibariyle (doğum tarihi 01.01.1985 ve daha sonra olanlar) otuzbeş yaşını doldurmamış olanlar ve Avukatlık mesleğinden adli yargı hâkim ve savcı adaylığına geçmek isteyenlerden yazılı yarışma sınavının yapıldığı tarih itibariyle fiilen 3 yıl avukatlık ve hukuk alanında doktora yapmış olanlar giriş sınavının yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibariyle (doğum tarihi 01.01.1975 ve daha sonra olanlar) kırkbeş yaşını doldurmamış olmak kaydıyla yazılı sınavdan muaftırlar. Bu şartları taşıyan adaylar sadece mülâkata tâbi tutulacaklardır. Bu nedenle başvuruları elektronik ortamda alınmayacaktır.

     Adli yargı hâkim ve savcı adaylığı ile idarî yargı hâkim adaylığına hukuk alanında doktora yapmış olup ve bu sebeple başvuranlar, lisans mezunu olduğunu ve hukuk alanında doktora yaptığını gösteren diploma suretiyle, başvuru formunu, (Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü internet sitesindeki formlar bölümünde yer alan ilgili Sınav Başvuru Formu)

      Avukatlık adlî yargı hâkim ve savcı adaylarından hukuk alanında doktora yapmış olanlar hukuk fakültesinden mezun olduğunu ve hukuk alanında doktora yaptığını gösteren diploma suretlerini ve fiilen avukatlık yaptığı tarihleri gösteren baro yönetim kurulu kararı aslı veya kamu kurum kuruluşlarında çalışmakta ise hizmet belgesinin aslı ve avukatlık ruhsatnamesi örneği ile başvuru formunu, (Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü internet sitesindeki formlar bölümünde yer alan ilgili Sınav Başvuru Formu)

     13-19 Ekim 2020 tarihleri arasında Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü Hâkim ve Savcı Adaylığı Bürosuna vermeleri ya da masrafını ödemek şartıyla bulundukları yer Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılacak işlemler sonrasında APS yoluyla göndermeleri gerekmektedir.

     Hukuk alanında doktora yapmış olup başvuruda bulunan adayların başvuru formuna yazdıkları bilgilerin sorumluluğu kendilerine aittir. Aday, Başvuru Formuna yazılan bilgilerdeki eksik ve yanlışlar yüzünden doğacak sonuçlardan sorumlu olacaktır. Mülakat öncesinde istenilen belgeleri teslim etmeyen, gerçeğe aykırı beyanda bulunan 2802 Sayılı Kanunda belirtilen nitelikleri taşımadığı tespit edilen adaylar mülakata alınmayacak olup aradan geçen süreye bakılmaksızın bu sınavdan elde ettiği tüm haklarını kaybedecektir.

     I- Başvuru Koşullarının İncelenmesi ve Başvurusu Kabul Edilenlerin Duyurulması

     Eksik evrakı olan veya başvuru koşullarını taşımadığı tespit edilenlerin başvuruları kabul edilmeyecek ve ÖSYM’ye gönderilecek başvuru listesine dâhil edilmeyeceklerdir.

     Avukatlık mesleğinden adli yargı hâkim ve savcı adaylığına geçiş ile idari yargı hâkim adaylığı yazılı yarışma sınavına girecek adayların başvuru koşullarının mevcut olup olmadığı açısından incelenecek, şartları taşıyanların adı ve soyadı yazılı liste Bakanlığımız www.pgm.adalet.gov.tr adresinde 30 Ekim 2020 tarihinde ilân edilecektir. Şartları taşımadığı tespit edilenlere durumları bildirilecek olup, bu adaylar yazılı sınava alınmayacaklardır.

     İ-Sınavın Yapılma Şekli ve Değerlendirilmesi

     Tüm adayların, Sınava Giriş Belgelerinde yazılı “Sınav Saati’nden en az 1 saat önce sınava girecekleri binanın önünde hazır bulunmaları zorunludur.

     Sınav için gerekli olan iki adet kurşun kalem, silgi, kalemtıraş, peçete her bir aday için ÖSYM tarafından temin edilecektir. Tüm adaylar, 26 Eylül 2012 tarihli ve 28423 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Adayların ve Sınav Görevlilerinin Sınav Binalarına Giriş Koşullarına İlişkin Yönetmelik” hükümlerine ve diğer ilgili mevzuata uymak zorundadır. Sınav bina/salonları ÖSYM tarafından kurulacak güvenlik kameraları ile izlenebilecektir. Kamera kayıtları gerektiğinde kanıt olarak kullanılacaktır.

     Adaylar testteki soruların cevaplarını optik okumaya elverişli cevap kâğıtlarına işaretleyecekler, cevap kâğıtları ÖSYM’de optik okuyucu ile okunacak ve bilgisayar ortamında değerlendirilecektir.

     Her aday sınavda, başvurduğu sınava ve diğer başvuru bilgilerine uygun soru kitapçığını ve kendisi adına düzenlenmiş cevap kâğıdını kullanacaktır. Cevap kâğıdında adayın adı, soyadı, T.C. Kimlik Numarası ve fotoğrafı yer alacaktır. Aday, verilen cevap kâğıdının kendisine ait olup olmadığını, sınava başlamadan önce kendilerine verilen sınav evrakı ile Sınava Giriş Belgelerindeki bilgilerin uyuşup uyuşmadığını kontrol edecektir. Bilgilerin doğruluğunu kontrol etmekten aday kendisi sorumlu olacaktır. Gerekli incelemeyi yaptıktan sonra sınav evrakı bilgisinde uyumsuzluk tespit eden aday, salon başkanına başvurarak Sınava Giriş Belgesindeki bilgilere göre düzenlenmiş sınav evrakını edinecektir. Gerekli kontrolü yapmadan kendisi için düzenlenmemiş sınav evrakını kabul edip kullanan, cevap kâğıdında kendisine ait olmayan bilgiler verdiği tespit edilen adayın sınavı geçersiz sayılır.

     Sınavda sorular çoktan seçmeli olacak ve aşağıdaki konulardan oluşacaktır:

     Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi ile Ortak Alan Bilgisi Testi: Tüm adaylar için ortak ve zorunlu testlerden oluşur.

     Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi: Türkçe (6 soru), Matematik (6 soru), Türk Kültür ve Medeniyetleri (6 soru), Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi (6 soru) ve Temel Yurttaşlık Bilgisi (6 soru) konularıyla ilgili sorulardan,

     Ortak Alan Bilgisi Testi: Anayasa Hukuku (7 soru), İdare Hukuku (7 soru), İdarî Yargılama Usulü (7 soru), Hukuk Yargılama Usulü (7 soru) ve Medeni Hukuk (7 soru) konularıyla ilgili sorulardan oluşur.

     Adli Yargı Testi: Bu test, Adli Yargı Sınavına başvuran adaylar içindir. Adli Yargı Testi: Borçlar Hukuku (6 soru), Ceza Hukuku (6 soru), Ceza Yargılama Usulü (6 soru), Ticaret Hukuku (6 soru), İş Hukuku (5 soru), İcra ve İflas Hukuku (6 soru) konularıyla ilgili sorulardan oluşur.

     Adli Yargı-Avukat Testi: Bu test, Adli Yargı-Avukat Sınavına başvuran adaylar içindir. Adli Yargı-Avukat Testi: Borçlar Hukuku (6 soru), Ceza Hukuku (6 soru), Ceza Yargılama Usulü (6 soru), Ticaret Hukuku (6 soru), İş Hukuku (5 soru), İcra ve İflas Hukuku (6 soru) konularıyla ilgili sorulardan oluşur.

     İdari Yargı Testi: Bu test, İdari Yargı Sınavına başvuran adaylar içindir.

     İdari Yargı Testi: Borçlar Hukuku (Genel Hükümler, 7 soru), Ceza Hukuku (Genel Hükümler, 7 soru), Vergi Hukuku (7 soru), Vergi Usul Hukuku (7 soru), Maliye-Ekonomi (7 soru) konularıyla ilgili çoktan seçmeli sorulardan oluşur.

     Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi ile Ortak Alan Bilgisi Testinde 65 soru bulunacak ve cevaplama süresi 80 dakika olacaktır.

     Adli Yargı Testi, Adli Yargı-Avukat Testi ile İdari Yargı Testinde 35’er soru bulunacak ve cevaplama süresi her bir test için 50’şer dakika olacaktır.

     Adaylara her oturum için bir cevap kâğıdı ve bir soru kitapçığı verilecektir. Soru kitapçıkları ve cevap kâğıtları, her testin cevaplama süresi tamamlandıktan sonra adaylardan toplanacaktır.

     Her sınav kendi içinde değerlendirmeye alınacaktır. Değerlendirme sırasında yalnız doğru cevaplar dikkate alınacak, yanlış cevaplar dikkate alınmayacaktır.

     Sınavdan sonra ÖSYM Başkanlığı veya yargı mercileri tarafından iptaline karar verilen sorular değerlendirme dışı bırakılarak geçerli soruların puan değerinin yeniden saptanması suretiyle puanlama yapılacaktır.

     Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi/konuları yirmi (20) tam puan üzerinden;

     Alan Bilgisi Testi/konuları seksen (80) tam puan üzerinden ayrı ayrı değerlendirilecektir.

     Bu hesaplamada Alan Bilgisi Testi; Ortak Alan Bilgisi Testi (35 soru) ile Adli Yargı Testi (35 soru) / Adli Yargı-Avukat Testi (35 soru) / İdari Yargı Testi (35 soru) toplamını (70 soru) ifade eder. Bu değerlendirme yapılırken Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi konuları ile Alan Bilgisi Testi konuları kendi aralarında eşit olarak puanlandırılacaktır.

     Buna göre; Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi’nde bulunan 5 konu ile Alan Bilgisi Testinde bulunan 11 konu (İdari Yargı Sınavının Alan Bilgisi Testi 10 konu) ayrı birer alt test olarak değerlendirilecektir. Bu 16 alt test (İdari Yargı Sınavı 15 alt test) için adayların ham puanları ayrı ayrı hesaplanacaktır. Her alt test için sınava giren adayların ham puanları kullanılarak ortalama ve standart sapma değerleri bulunacaktır. Bulunan ortalama ve standart sapma değerleri kullanılarak her alt test için adayların ham puanları, ortalaması 50 ve standart sapması 10 olan standart puanlara dönüştürülecektir.

     Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi’nde bulunan 5 alt test için hesaplanan standart puanların her biri 1/5 ağırlıklandırma katsayısıyla çarpılarak toplanacak ve Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi Ağırlıklı Puanı bulunacaktır.

     İdari Yargı Sınavı değerlendirme işlemlerinde; Alan Bilgisi Testinde bulunan 10 alt test için hesaplanan standart puanların her biri 1/10 ağırlıklandırma katsayısı ile çarpılarak toplanacak, Adli Yargı Sınavı ile Adli Yargı-Avukat Sınavının değerlendirme işlemlerinde ise Alan Bilgisi Testinde bulunan 11 alt test için hesaplanan standart puanların her biri 1/11 ağırlıklandırma katsayısı ile çarpılarak toplanacak ve Alan Bilgisi Testi Ağırlıklı Puanı bulunacaktır.

     Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi Ağırlıklı Puanı, en büyüğü 20, en küçüğü Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi’nin bütününde hesaplanan en düşük ham puan değerinin 2/3 ile çarpılması sonucu bulunacak değer olacak şekilde puanlara dönüştürülecek ve bu puan Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi Başarı puanı olarak adlandırılacaktır.

     Alan Bilgisi Testi Ağırlıklı Puanı, en büyüğü 80, en küçüğü Alan Bilgisi Testi’nin bütününde hesaplanan en düşük ham puan değerinin 8/7 ile çarpılması sonucu bulunacak değer olacak şekilde puanlara dönüştürülecek ve bu puan Alan Bilgisi Testi Başarı puanı olarak adlandırılacaktır. Genel Yetenek ve Genel Kültür Testi Başarı Puanı ile Alan Bilgisi Testi Başarı Puanı’nın toplanması ile Genel Başarı Puanı hesaplanacaktır.

     Bu hesaplamalar sonucu, adayların başvurularına ve aldıkları testlere göre;

     Adli Yargı Genel Başarı Puanı, Adli Yargı-Avukat Genel Başarı Puanı ve/veya İdari Yargı Genel Başarı Puanı hesaplanacaktır.

     Adayların, katıldıkları oturumlarda yer alan test veya testlerde hiçbir işaretleri bulunmaması durumunda ilgili adayların bu test veya testlerden 0 (sıfır) ham puan aldıkları kabul edilir.

     Adli Yargı Sınavında; Genel Başarı Puanı sıralamasına göre en yüksek puan alan adaydan başlanmak üzere ilan edilen kadronun (1000) iki katı fazlası olan 3000 aday mülakata katılmaya hak kazanacaktır. 3000 inci aday ile aynı puanı alan adaylar da Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak mülakata çağrılacaktır. 70 ve üzeri puan alanların sayısı 3000’e ulaşmadığı takdirde sadece 70 ve üzeri puan alan adaylar mülakata çağırılacaktır. 

     Adli Yargı-Avukat Sınavında; Genel Başarı Puanı sıralamasına göre en yüksek puan alan adaydan başlanmak üzere ilan edilen kadronun (100) iki katı fazlası olan 300 aday mülakata katılmaya hak kazanacaktır. 300 üncü aday ile aynı puanı alan adaylar da Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak mülakata çağrılacaktır. 70 ve üzeri puan alanların sayısı 300’e ulaşmadığı takdirde sadece 70 ve üzeri puan alan adaylar mülakata çağırılacaktır.

      İdari Yargı Sınavında; Genel Başarı Puanı sıralamasına göre en yüksek puan alan adaydan başlanmak üzere ilan edilen kadronun (100) iki katı fazlası olan 300 aday mülakata katılmaya hak kazanacaktır. 300 üncü aday ile aynı puanı alan adaylar da Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak mülakata çağrılacaktır. 70 ve üzeri puan alanların sayısı 300’e ulaşmadığı takdirde sadece 70 ve üzeri puan alan adaylar mülakata çağırılacaktır.

     Sınav sonuçları, her sınav için ayrı ayrı açıklanacak, ÖSYM’nin internet sayfasından duyurulacak, adayların adresine ayrıca sınav sonuç belgesi gönderilmeyecektir. Adaylar sınav sonuçlarını, ÖSYM’nin https://sonuc.osym.gov.tr internet adresinden T.C. Kimlik Numaraları ve aday şifreleri ile öğrenebileceklerdir. İnternet sayfasında ilân edilen sonuç bilgileri adaylara tebliğ hükmündedir.

     Kontenjana giren adayların sınav sonuç bilgisinde, “Mülakata katılmaya hak kazandınız. Mülakat tarihlerini Adalet Bakanlığı’nın internet sayfasından takip ediniz.”; 70 ve üzerinde puan alan ancak, kontenjana giremeyen adaylar için “Kontenjan nedeniyle mülakata katılmaya hak kazanamadınız.”; 70 puanın altında puan alan adaylar için ise “Kazanamadınız.” ibaresi yazılacaktır.

     J-Sınava Geç Başvuru

     Geç başvuru günü, 23 Ekim 2020 tarihinde olup, adaylar başvurularını başvuru merkezinden veya https://ais.osym.gov.tr internet adresinden yapacaklar ve sınav ücretini yatırarak başvurularını tamamlayacaklardır.

     Geç başvuru gününde başvuru yapan adayların sınav ücreti, 1 sınava katılan adaylar için 337,50 TL, 2 sınava katılan adaylar için 506,25 TL, 3 sınava katılan adaylar için 675,00 TL’dir. Geç başvuru gününde yapılan başvurularda sınav ücreti, aynı gün saat 23.59’a kadar ÖSYM’nin internet sayfasında eİŞLEMLER’de yer alan "ÖDEMELER" alanından kredi kartı/banka kartı ile yatırılacaktır.

     Geç başvuru gününde sınava başvuru yapan ve sınav ücretini yatıran Avukatlık mesleğinden adli yargı hâkim ve savcı adayları G bendinde istenilen belgeleri 26 Ekim 2020 tarihinde pgm.adalet.gov.tr internet adresi üzerinden elektronik ortamda gönderecektir. Mülakata katılmaya hak kazanan avukatlık mesleğinden adli yargı hakim ve savcı adaylarından, G bendinde istenilen ve elektronik ortamda gönderilen belgeler mülakat öncesinde ayrıca istenecektir.

     Geç başvuru gününde sınava başvuru yapan ve sınav ücretini yatıran Hukuk Fakültesi dışında hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren Siyasal Bilgiler, İdari Bilimler, İktisat ve Maliye alanlarından en az dört yıllık yükseköğrenim mezunu olan İdari Yargı hakim adaylarından, elektronik ortamda kontroller yapılırken tereddüt olması halinde adayların ÖSYM’ye bildirdikleri iletişim bilgileri üzerinden irtibat kurularak ilgili belgeler istenecektir. Adaylar istenilen belgelerini elektronik ortamda Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’ne göndereceklerdir.

     Hukuk Fakültesi dışında hukuk bilgisine programlarında yeterince yer veren Siyasal Bilgiler, İdari Bilimler, İktisat ve Maliye alanlarından en az dört yıllık yükseköğrenim mezunu olan ve mülakata katılmaya hak kazanan idari yargı hakim adaylarından mülakat öncesinde transkript ile mezuniyet belgeleri ayrıca istenecektir. (belgelerin onaylı örneği kabul edilecektir).

     Mülakat öncesinde istenilen belgeleri teslim etmeyen, gerçeğe aykırı beyanda bulunan, 2802 Sayılı Kanunda belirtilen nitelikleri taşımadığı tespit edilen adaylar mülakata alınmayacak olup aradan geçen süreye bakılmaksızın bu sınavdan elde ettiği tüm haklarını kaybedecektir. 12 (Geç başvuru gününde Hukuk Fakültesi mezunu olarak İdari Yargı Hakim Adaylığı ve Adli Yargı Hakim ve Savcı Adaylığı yazılı yarışma sınavlarına başvuru yapan adaylardan herhangi bir belge istenilmeyecektir.)

     K-Sınav Sonucuna İtiraz

     Sınav sonucunun incelenmesini isteyen adaylar, sonuçların ÖSYM tarafından elektronik ortamda açıklanmasından itibaren en geç 10 gün içinde (sonuçların açıklandığı tarihten bir gün sonra başlamak üzere), ÖSYM’nin internet sayfasında yer alan “Adaylar Tarafından Dilekçe Gönderilmesi ve İşlem Ücretleri” konulu duyuru doğrultusunda Genel Amaçlı Dilekçe örneğini kullanarak ÖSYM’ye başvurmalıdırlar. Sınav sorularına ilişkin itirazlar ise, sınav tarihinden itibaren 3 iş günü içerisinde aynı şekilde yapılmalıdır (Yapılacak her türlü itiraz, adayın dava açabilme hakkı için geçerli 10 günlük dava açma süresini durdurmaz). Bu adayların inceleme masrafları karşılığı, ÖSYM'nin T.C. Halkbank Ankara Kurumsal Şubesi TR40 0001 2009 4520 0044 0002 07 numaralı hesabına gerekli ücreti yatırdıklarını gösteren dekontunu dilekçelerine eklemeleri gerekir. Dilekçe ÖSYM Sınav Hizmetleri Daire Başkanlığı 06800 Bilkent/Ankara adresine ulaştırılmalıdır. ÖSYM süresi içinde yapılan itirazları inceleyecek, sonuçlarını adaylara ve gerektiğinde ilgili kuruma 10 gün içerisinde posta ile bildirecektir. Süresi geçtikten sonra yapılan itirazlar ile üzerinde adayın T.C. Kimlik Numarası, adresi, evrak referans numarası vb. bilgiler yazılı olmayan, imzalanmamış dilekçeler işleme alınmayacak ve cevaplandırılmayacaktır. Süre hesabında ÖSYM Genel Evrak kaydına giriş tarihi esas alınacaktır. ÖSYM, uygun gördüğü takdirde aday dilekçelerini, ÖSYM’nin https://ais.osym.gov.tr internet adresinden alabilecek ve/veya adayların vermiş olduğu dilekçeleri https://ais.osym.gov.tr internet adresinden cevaplayabilecektir.

     L-ÖSYM’de bulunan her türlü sınav evrakının aslı veya sureti, yargı organlarının aksi kararları olmadıkça, aday dâhil hiçbir kişi ya da kuruma gösterilmez ve verilmez. Ancak; adaylar, “Adaylar Tarafından Dilekçe Gönderilmesi ve İşlem Ücretleri” konulu duyuru doğrultusunda adaylar, sınavda kullanmış oldukları kendi soru kitapçığı ve cevap kağıdının görüntüsünü ÖSYM’de (Ankara’da), her oturum ayrı ayrı olmak üzere ücreti karşılığı, 6114 sayılı Kanun’un 7. maddesinin dördüncü fıkrasında belirtilen imha süresi sona ermeden inceleyebileceklerdir.

     M-Sınavda uygulanacak soruların telif hakları ÖSYM’ye aittir. Sorular, ÖSYM Yönetim Kurulu tarafından yayımlanmasına karar verilenler hariç, hiçbir kişi veya kuruma verilmez. Sorular, basılı veya internet ortamında yayımlanamaz. ÖSYM’nin yazılı izni olmadan, hangi amaçla olursa olsun, tamamının veya bir kısmının kopya edilmesi, fotoğraflarının çekilmesi, herhangi bir yolla çoğaltılması, kullanılması veya yayımlanması yasaktır. Aksi yönde fiillere karşı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu gereğince kanuni yollara başvurulacaktır. Sınava giren adaylar, bu durumu kabul etmiş sayılırlar.

24 Eylül 2020 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ✿ Âl-i İmrân Suresi 1., 2., 3. ve 4. Ayet-i Kerimelerinin Meal ve Tefsirleri

Âl-i İmrân Suresi
1., 2., 3. ve 4. Ayet-i Kerimelerinin
Meal ve Tefsiri

  • Âl-i İmrân Suresi 1. Ayet-i Kerime
     Elif-lâm-mîm.
  • Âl-i İmrân Suresi 1. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
     Kur’ân-ı Kerîm’in bazı sûrelerinin başında yer alan bu tür harflere “hurûf-ı mukattaa” adı verilir (bu konuda bilgi için bk. Bakara 2/1).


  • Âl-i İmrân Suresi 2. Ayet-i Kerimenin Meali
     Allah; O’ndan başka asla ilâh yoktur; hay ve kayyûmdur.

  • Âl-i İmrân Suresi 2. Ayet-i Kerimenin Tefsiri
    Cümleye ulu yaratıcının özel ismiyle başlanarak O’nun azametine ve tevhid inancının önemine dikkat çekilmiş, Allah’tan başka tanrı bulunmadığı kesin bir biçimde ifade edildikten sonra yüce Allah’ın daima diri ve ölümsüz (hay), evreni var eden, yaratılmışları gören gözeten, denetleyen mutlak varlık (kayyûm) olduğu belirtilerek, müşriklerin ve özellikle sûrenin ana konusunu oluşturan hıristiyanların ne kadar temelsiz ve tutarsız inançlara sahip oldukları ima edilmiştir. Zira daima diri ve ölümsüz olan, evreni çekip çeviren mutlak varlığa kulluk etmek dururken hayat belirtisi bile olmayan putlara tapmanın, “çocuk” yani yaratılmış olduğu kabul edilen, yiyip içen, hayatta iken işkenceye mâruz kalan, düşmanlarından saklanma ihtiyacı duyan ve –hıristiyan inancına göre– öldürüldüğü kabul edilen Hz. Îsâ’yı Tanrı saymanın ne kadar anlamsız ve tutarsız olduğu açıktır.

   Bazı hadislerde “Allahü lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm” ifadesi, “ism-i a‘zam” (Cenâb-ı Allah’ın en büyük ismi) olarak nitelendirilmiştir (ayrıca bk. Bakara 2/255).

  • Âl-i İmrân Suresi 3. ve 4. Ayet-i Kerimelerinin Meali
     O sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve öncekileri doğrulayıcı olarak indirmiştir; daha önce insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i indirmişti; Furkan'ı da indirdi. Bilinmeli ki Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah suçlunun hakkından gelen mutlak güç sahibidir.

  • Âl-i İmrân Suresi 3. ve 4. Ayet-i Kerimelerinin Tefsiri
     Yegâne mâbudun Allah olduğu hakikatinin vurgulanmasını takiben, bunun tabii bir sonucu olarak ilâhî kitaplar arasında kaynak birliğini kabul etmenin de kaçınılmaz olduğuna dikkat çekilmektedir.
     Buradaki “el-kitâb” kelimesi ile Kur’ân-ı Kerîm’in kastedildiği hususunda müfessirler görüş birliği içindedirler (İbn Atıyye, I, 397; bu konudaki farklı bir görüşe aşağıda değinilecektir).
     “Gerçeğin ta kendisi” diye çevirdiğimiz 3. âyetteki “bi’l-hakkı” kaydı, Kur’an’ın indirilişinden söz eden birçok âyette yer alır (özellikle bk. İsrâ 17/105). Bu deyimle neyin kastedildiği hususunda değişik açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamaların belli başlıları şunlardır: Hz. Muhammed’e gönderilen kitabın doğru haberler verdiği; bütün ifadelerinin hakikati yansıttığı; –başka delillere ihtiyaç duyurmayacak derecede– Allah katından geldiğini gösteren delillerle dolu olduğu; çelişkilerden uzak ve tutarlı açıklamalardan oluştuğu; müjdeleri ve uyarılarıyla yükümlüleri inanç ve davranışlarda doğru istikamete yönelttiği ve onların yanlış yollara sapmalarını önlediği; doğruyu eğriyi birbirinden ayırt eden, ciddiye alınması gerekli bir söz olduğu; Allah’ın yarattıklarından kendisine kulluk etmelerini, nimetlerine şükretmelerini ve buyruklarına boyun eğmelerini, birbirlerine de adalete ve hakkaniyete göre muamele etmelerini isteme hakkına binaen indirilmiş olduğu.

     Kur’ân-ı Kerîm’in önceki ilâhî kitapları “doğrulayıcı” (musaddık)olması vasfı da birçok âyette zikredilir. Bununla tevhid inancının ve hak dinin Hz. Muhammed’in peygamberliği ile başlamış olmadığı; aksine İslâmiyet’in, ilâhî takdirin akışı içinde ve yüce Allah’ın “kayyûm” ve “rab” isimlerinin tecellisi olan kanun çerçevesinde yükseltilip ikmal edilen dinî öğretilerin doruk noktası olduğu, Resûl-i Ekrem’in de peygamberler zincirinin son halkasını teşkil ettiği ortaya konmaktadır. Gerçekten, önceki peygamberlerin ve kitapların ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber vermiş oldukları göz önüne alınınca, Kur’an’ın gelişi sadece Hz. Muhammed’in peygamberliğinin değil, aynı zamanda bu bildirimlerin, dolayısıyla önceki dinlerin de hak din oluşunun onaylanması anlamını içermekte, böylece birbirini teyit eden karşılıklı bir tanıklık gerçekleşmiş olmaktadır.
     Bir başka anlatımla Kur’an’ın gerçekliği kabul edilmedikçe önceki ilâhî kitapların ve peygamberlerin de sağlam ve ikna edici bir tasdike erişmesi mümkün değildir. Bunun yanı sıra âyetteki “musaddık” kaydı, “O peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık; içlerinden bir kısmıyla Allah konuşmuş, bir kısmını da derecelerle yükseltmiştir” (Bakara 2/253) ve “Muhammed... Allah’ın elçisidir ve peygamberlerin sonuncusudur” (Ahzâb 33/40) meâlindeki âyet-i kerîmelerin ışığında yorumlandığında, burada, dinî öğretilerin tekâmülündeki zirveyi Hz. Muhammed’in tebliğinin temsil ettiğine ve onun riyaset konumuyla şereflendirildiğine işaret edildiği de söylenebilir.
     Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’in bu özelliği (musaddık) kendisinin sağlam bir bilgi ve hüküm kaynağı olduğunun açık bir delilidir. Zira bu kitabı tebliğ eden Hz. Muhammed’in ümmî (okuma yazma bilmeyen), önceki dinlerin bilginleriyle teması olmamış, bu konuda herhangi bir öğrenim görmemiş bir kimse olduğu dikkate alınınca, bu dinler hakkında doğru bilgileri verebilmiş olmasının bir tek sebebi olabilir ki o da ilâhî vahiy yoluyla bilgilendirilmiş olmasıdır.
     Şayet Kur’an Allah katından bir bildirim olmasaydı, önceki ilâhî kitaplarla böylesine bir uygunluk taşıması mümkün olmaz ve “tasdik”ten de söz edilemezdi. Ancak bu “uygunluk” ve “doğrulama” konusunda şu noktanın göz önünde bulundurulması gerekir: Önceki ilâhî dinlerin savunageldiği tevhid inancı ve bununla bağdaşmayan tutumlardan uzak durma gereğinin yanı sıra, adaletle muamele etmeyi, iyilik yapmayı, iffetli olmayı, yalandan, haksız kazançtan ve benzeri kötülüklerden sakınmayı buyuran ahlâk ilkelerini Kur’an da aynen kabul etmiş ve onaylamıştır. Bunlarda uygunluk ve doğrulamanın anlamı açıktır. Kur’an tarafından neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) birçok hüküm açısından doğrulamanın anlamı ise, Kur’an tebliğinin erişmesi-ne kadar bunların geçerliliğinin kabulü, uygunluğun anlamı da Kur’an’da bunlara yapılan atıflarla onların aslî şekilleri arasındaki paralelliktir.
     Daha önceki ilâhî bildirimlerin tasdiki çerçevesinde iki büyük kutsal kitap Tevrat ve İncil özellikle belirtilmiştir. Ancak bu kitapların “insanlara doğru yolu göstermek üzere” gönderildiğini belirten ifadenin başına “daha önce” kaydının konmuş olması ilginçtir. Bundan, önceki kitaplara insanlığı kemal noktasına doğru yöneltecek bir hazırlama misyonu yüklenmiş olduğu, ilâhî bildirimin doruğunu temsil eden Kur’an’ın nüzûlünden sonra artık bu kitapların bir bütün halinde “hidayet rehberi” olarak görülmemesi gerektiği anlaşılmaktadır (İbn Âşûr, III, 149).
     Tefsirlerde “insanlara doğru yolu göstermek üzere” ifadesinin her üç kitabın niteliği ile ilgili olduğu yorumu hâkim olmakla beraber, sonuç itibariyle önceki kitapların geçerliliklerinin Kur’an’ın onayladığı çerçeve ile sınırlı olduğu noktasında görüş ayrılığı yoktur.
     “Ayırt eden” anlamına gelen 4. âyetteki Furkån Kur’an’da yedi defa geçer (Bakara 2/53, 185; Âl-i İmrân 3/4; Enfâl 8/29, 41; Enbiyâ 21/48; Furkån25/1). Bir sûreye de ad olan bu kelime, Kur’an’ı, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden diğer ilâhî bildirimleri ve mûcizeleri, hayırla şerri birbirinden ayırt etme anlayış, güç ve kabiliyetini, karşıt değerleri birbirinden ayırma ölçüsünü ve Bedir zaferini ifade etmek üzere kullanılmıştır. Bu âyette furkan ile ne kastedildiği hususunda değişik yorumlar yapılmıştır.
     Tefsir kaynaklarında ağırlık kazanan iki görüşten birincisine göre, burada furkandan maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Daha önce “kitap”tan söz edilmiş olmakla beraber, diğer kitaplardan sonra Kur’an’ın üstünlüğünü ve önemini, onun hak ile bâtılı ayırma özelliğini vurgulamak için yahut hıristiyanlarla yahudiler arasında Hz. Îsâ’nın durumu hakkında ortaya çıkan ihtilâfın çözümünün Kur’an’da bulunduğuna işaret etmek üzere furkanın (Kur’ân-ı Kerîm) indirildiği tekrar ifade edilmiştir.
     İkinci görüşe göre burada furkanla her üç kitap veya bütün ilâhî kitaplar ve bildirimler kastedilmiştir. Tefsirlerde çokça zikredilmekle beraber genellikle kabul görmeyen bir anlayışa göre, üç kitabın ayrı ayrı anılmasından sonra ayrıca anılan bu furkandan maksat Zebûr’dur. Nitekim Nisâ sûresinin 163 ve İsrâ sûresinin 55. âyetlerinde de Cenâb-ı Allah Dâvûd’a Zebûr’un verildiğini ifadenin sonuna bırakarak ve ayrı bir cümle ile belirtmiştir. Fahreddin er-Râzî ilk iki görüşü destekleyen izahları Arap dili kuralları ve Kur’ân-ı Kerîm’in fesahati açısından doyurucu bulmaz ve kendi kanaatini şöyle açıklar (VII, 161-162): Buradaki furkandan maksat, bu kitapların yüce Allah’tan gelen bilgiler olduğunu gösteren mûcizelerdir.
     Şöyle ki, peygamberler bu kitapların kendilerine Allah tarafından indirildiğini iddia ederlerken, kendi iddialarıyla bunu yalan sayanların iddialarını çözüme bağlayacak ayırt edici bir delil getirme ihtiyacını duydular. Cenâb-ı Allah peygamberlerin bu iddialarını destekleyen mûcizeler göstermelerine imkân sağlayınca iki iddia birbirinden ayırt edilmiş oldu. İşte bu mûcizeler furkandır. Yüce Allah kitabı hak ile indirdiğini, daha önce de Tevrat ve İncil’i indirmiş olduğunu belirtirken, Kur’an’ın Allah katından geldiği iddiasının yanı sıra tastamam hakikati yansıtan bir ayırt edici özelliği de indirmiş olduğunu açıklamış olmaktadır. İşte bu, söz konusu iddianın doğru olduğunu gösteren ve kendisiyle diğer kitaplar arasındaki farkı ortaya koyan üstün bir mûcizedir. Kur’ân-ı Kerîm açısından da furkanı böyle bir mûcizeyi içermesi şeklinde anlamak uygun olur. Muhammed Abduh, buradaki “furkan”dan maksadın, hak ile bâtılı birbirinden ayırt etme vasıtası olan “akıl” olduğu kanaatindedir (Reşîd Rızâ, III, 160). Cemâleddin Kåsımî de bununla “adalet” mânasında “mîzan”ın kastedilmiş olabileceğini belirtir (IV, 750).
     Bazı yazarlara göre ise, 3. âyette geçen “el-kitâb”dan maksat sadece Kur’an olmayıp diğer peygamberlere de vahyedilen ilâhî kitabın aslı; furkan da Hz. Peygamber’e indirilmekte olan vahiylerdir. Bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin ifadesi şöyledir: “Bize göre üçüncü âyette adı geçen kitap, yalnız Hz. Muhammed’e indirilen değil, Mûsâ’ya ve Îsâ’ya da kendi dillerinde verilen Tanrı kitabının aslıdır. İşte o kitabın içeriği, Hz. Muhammed’e de kendi diliyle indirilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed’e, bütün olarak bir kitap indirilmemiştir.
     Ona verilen vahiyler, sonradan derlenip kitap haline getirilmiştir. Ama inerken o vahiyler henüz kitap değil, ‘Kur’an’ veya ‘furkan’ idi. Yani okuma parçası ve doğruyu, eğriyi birbirinden ayırt eden hikmetli sözler idi. İşte Mûsâ’ya Tevrat’ı (Tanrısal yasa), Îsâ’ya İncil’i (Tanrısal müjde) indiren Allah, onların içeriği olan “furkan”ı da Hz. Muhammed’e vahyetmiştir” (II, 11). Yazarın Kur’an’ı “okuma parçası” olarak nitelendirmesi, isabetsiz bir kullanım olduğu gibi, kitabı diğer peygamberlere de verilen Tanrı kitabının aslı olarak kabul ederken furkanı “onların içeriği” şeklinde ifade etmesi de yanlış anlamaya elverişlidir. Bunlar bir yana, belirtilen görüşün bu şekilde dile getirilmesi, gerek Kur’an’daki delillerle gerekse kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmamaktadır.
     Şöyle ki: “Hz. Muhammed’e bütün olarak bir kitap” indirilmemiş olması vâkıasından hareketle buradaki “kitap” kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’e delâlet edemeyeceği ileri sürülürse, Kur’an’da yer alan ve onun kendisini ifade etmek için kullanmış olduğu genellikle kabul edilen “kitap” kelimelerine asla Kur’ân-ı Kerîm anlamının verilemeyeceği sonucunun da peşinen kabulü gerekir. Oysa çok açık bir biçimde Kur’ân-ı Kerîm’i ifade etmek üzere kitap kelimesinin kullanıldığı âyetler bulunmaktadır ve bizzat Ateş de bu anlamı kabul etmektedir. Meselâ Ahkaf sûresinin 12. âyetine “Ondan önce de önder ve rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardır. Bu da (şirk ile) kendilerine yazık edenleri uyarmak, güzel davrananları müjdelemek için Arap diliyle indirilmiş, (kendinden önceki kitapları) doğrulayan bir kitaptır” şeklinde mâna vermiş ve âyeti tefsir ederken burada “Muhammed’e inen” kitaptan söz edildiğini belirtmiştir (VIII, 367). İşaret edilmelidir ki, burada yazarın diğer bazı âyetlerdeki “kitap” kelimesiyle ilgili yaklaşımlarının tamamının reddi değil, fikrini yukarıda anılan gerekçeye dayandırmasının tutarlı olmadığını ortaya koymak amaçlanmaktadır. Yazarı burada bu yoruma sevkeden sebeplerden birinin de, bu sûrenin 7. âyetinde geçen müteşâbihatın peşinde koşanlarla ilgili ifadeyle Hz. Muhammed’in ashabı arasında bağ kurulmasını önleme çabası olduğu anlaşılmaktadır. Konunun bu yönü ilgili âyette ayrıca ele alınacaktır.
     Âyette, kitap için “tenzîl”, Tevrat ve İncil ile furkan için “inzâl” masdarlarından fiil kullanılması farklı şekillerde yorumlanmıştır. Tefsirlerde genellikle Kur’ân-ı Kerîm’in değişik zamanlarda parça parça, diğer iki kutsal kitabın ise bir defada indirildiğine işaret edildiği belirtilirse de İbn Âşûr, bütün ilâhî vahiyler gibi Tevrat ve İncil’in de bir defada topluca indirilmemiş ve ilâhî bildirimin peygamberlik süresine yayılmış olduğu görüşünü tercih eder. Ayrıca tenzîl ile, Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişinin çok geniş zamana yayılmış olduğunun belirtilmiş olabileceği düşüncesinin de Furkan sûresinin 32. âyeti delil getirilerek Ebû Hayyân tarafından reddedildiğine değinir. Zira bu âyette “bir defada topluca” indirmeden söz edilirken “tenzîl” masdarından fiil kullanılmıştır. Bu durumda Kur’an için tenzîl, ardından diğer iki kitap için inzâl masdarlarından fiil kullanılmış olmasını, Arap dili kurallarına göre Kur’ân-ı Kerîm’in indirilmesinin muhteva ve hedef kitle (bütün insanlık) bakımından diğerlerine göre çok daha önemli olduğunun vurgulanması şeklinde açıklamak mümkündür (III, 147-148).
     Hz. Muhammed’e gerçeğin ta kendisi yani gerçekliğinde kuşku bulunmayan kitabı yüce Allah’ın indirdiği kesin bir ifade ile belirtildikten sonra, yine kesin bir üslûpla Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin çok çetin bir cezaya çarptırılacakları bildirilmektedir. Böylece gerçekleri kabule yanaşmayanlara ilâhî hikmet gereğince mühlet verilip hemen cezalandırılmıyorlarsa, bu duruma aldanılmaması ikazında bulunulmakta, acı âkıbetin böylelerini er geç yakalayacağı haber verilmektedir. Bu bildirimin üzerinde dikkatle ve ciddi bir biçimde düşünülmesi gereğine işaret için de yüce Allah’ın aziz, yani “mutlak güç sahibi” ve zü’ntikam yani “suçlunun hakkından gelen” (intikam almaya muktedir) olduğu hatırlatılmaktadır. İntikam nimetin ve affın zıddı olup, “suçluyu yakalayıp mağlûp etmek, cezasını vererek suçtan aldığı hazzı acıya çevirmek” anlamına gelir.
     Yüce Allah kuşkusuz acıyan, hilimle muamele eden, esirgeyen ve bağışlayandır. O’nun bu sıfatlarını belirten yüzlerce âyet ve hadis bulunmakta, bir âyette “rahmetinin her şeyi kuşattığı” (A‘râf 7/156), bir kutsî hadiste de “rahmetinin gazabına üstün geldiği” (Buhârî, “Tevhîd”, 15, 22, 28; Müslim “Tevbe”, 14-16) belirtilmektedir. O, küfür dahil en ağır günahları işledikten sonra bile hâlisâne yapılan tövbeleri kabul eden, affedendir. Fakat affın, kötülüğü iyilik düzeyine çıkarır, haksızlıkları özendirir tarzda uygulamasının şerre ortak olma mânasına geleceği açıktır; evreni yaratan hikmet sahibi yüce Allah ise böyle bir durumdan münezzehtir. İşte hak ve hayra gösterilen sevginin derecesiyle bâtıl ve şerre duyulan nefretin derecesi arasında denge bulunması zaruretine ve Cenâb-ı Allah’ın bağışlayıcılığının asla şer ve inkârda direnmenin karşılığı olarak düşünülmemesi gerektiğine işaret için, âyette açık ve kesin bir bildirimden sonra hâlâ inkârcılıkta ayak diretenleri bağışlamanın değil, cezanın beklemekteolduğu hatırlatılmaktadır.
     Öte yandan Cenâb-ı Allah’ın cezalandırmaya muktedir olduğu belirtilirken gerçek anlamda affa kadir olduğu ve affın da ancak bu durumda mânidar olacağı ifade edilmiş olmaktadır. Zira âcizlikle affın birbiriyle bağdaşması mümkün değildir. Af ancak cezalandırmaya gücü yeten tarafından sâdır olması halinde bir değer taşır. Bir başka anlatımla âciz bir kişinin “affettim” demesinin bir sonucu olmadığı gibi böyle bir beyanın gülünç olacağı da ortadadır.
     Elmalılı Muhammed Hamdi, af ile cezalandırma kudreti arasındaki bu fikrî bağdan hareketle ve sûrenin ana temasının inkârcılığın ve özellikle hıristiyan akaidindeki tutarsızlıkların mahkûm edilmesi olduğunu dikkate alarak, âyet-i kerîmedeki bir inceliğe özetle şöyle işaret eder: Allah Teâlâ hayır ve şerrin bütün ilkelerine hâkim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye, şer ve hıyaneti de izzet ve intikamıyla izâle eden hay ve kayyûm olduğundan dolayıdır ki her hakkın hâmisi, her türlü hayır beklentisi açısından ümit kapısı gerçek mâbuddur. Mâbudu Allah olanlar, O’na inanıp teslim olanlar da yücelmeye lâyıktırlar.
     Buna karşılık mâbudları zelil olanların kendileri de zelil olurlar. Ne üzücüdür ki bazı kimseler bilgisizlikleri sebebiyle veya şirkin yenik düşmesini istemedikleri için “Biz şerre karşı intikama kadir mâbud istemeyiz” diyerek mâbudlarını âciz ve zelil, harimi ismetine tecavüz edilebilir, haklarını savunamaz, şerri engelleyemediği için herkesin kendi isteğine göre sevebileceği, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp âcizlikten kaynaklanan güzelliğinden teselli ilhamı alınan bir bebek veya bir zavallı sevgili şeklinde görmek isterler. Putperestlerin fetişlerine bakışları böyle olduğu gibi hıristiyanların tanrı anlayışları da bu çizgidedir.
     Zira hıristiyanlar Hz. Îsâ’yı böyle bir bebek, annesi Hz. Meryem’i böyle bir mahbûbe olarak telakki ederler; yüce Allah’ı da hayatta olduğu sürece yarattığı insanları babaları Âdem’den kalan aslî günahtan kurtarmaya çare bulamamış ve nihayet oğlunda tecessüd ederek (Îsâ kılığına girerek) kendini ve oğlunu kâfirlere kurban ettirmiş, bunun karşılığında kendine tapanları kurtarmış, çaresizlik karşısında çözümü oğluyla kendini feda ve yok etmekte bulmuş, “var yok”, “yok var”, ihtiyar bir baba olarak tasavvur ederler.
     Önce insanlar için günah ve mâsiyeti fıtrî bir zorunluluk sayıp onu mutlaka işlemeye karar vermek, sonra günahın neticede affı mümkün olmayan ceza ve felâketi gerektirdiğini itiraf etmek, daha sonra bu ceza ve felâketten kurtulmak için yegâne çare olarak ona ceza verebilecek olan ve verme hakkını haiz bulunan mercii yok edip ceza korkusundan kurtulmak, daha sonra da doya doya günah işleyip zaruri olan cezasını başkalarına yükletmek; işte hıristiyanların teslîs inancı netice itibariyle mâbudun inkârını içeren böyle bir bilmecedir.
     Esasen Hz. Îsâ asla böyle bir çağrıda bulunmamıştır. Ancak Hıristiyanlığın mensupları kısa bir süre içinde, peygamberlik mertebesiyle şereflendirilmiş olan bu babasız çocuğun peygamberliğinin doğruluğunu ve nezih bir yolla dünyaya gelmiş olduğunu gösteren mûcizelere bakıp onun öğretilerine samimiyetle uyacakları ve tek tanrı inancı üzere yürüyecekleri yerde, bu olağan üstü durumları şüphelerle dolu esrarengiz bir bilmece haline getirmişler, özellikle “yaratan, var eden, esirgeyen” mânasında olmak üzere İncil’de geçen baba kelimesine “evlât sahibi” anlamı verip bunu bazı felsefî teorilerle besleyerek ve müteşâbih ifadelere takılarak kendi te’villeriyle ortaya koydukları bir inanç sistemini benimsemişler, böylece tevhid inancını ve Hıristiyanlığın temel öğretilerini köklü bir tahrife uğratmışlardır.
     İşte bu âyet-i kerîmede Allah’ın âyetlerini inkâr edenleri çetin bir azabın beklediği ve Cenâb-ı Allah’ın mutlak güç ve intikam sahibi olduğu belirtilirken, tanrı kavramının yanlış yorumlanması, muhkem âyetleri inkâr, aslî günahın affına güç yetirememe, tecessüd (tanrının insan kılığına girmesi) gibi teslîs iddiasıyla alâkalı küfrü mûcip tavırlara karşı ilâhî bir darbe indirilmiş ve yüce hakikatleri alçaltmaya cüret edenlerin kesin olarak mağlûp olacakları ilân edilmiş olmaktadır (II, 1022-1027).
     Burada dikkat edilmesi gereken bir husus da, âyet-i kerîmenin lafzî olarak “Allah intikam sahibidir” şeklinde tercüme edilebilecek olan kısmında intikam kelimesinin başına sahiplik anlamı taşıyan “zû” kelimesinin getirilmesiyle, yüce Allah’ın intikamının, beşerî anlamıyla bilmekte olduğumuz yüreği serinletme amaçlı, kin veya fevrî davranış eseri, körü körüne bir öç alma olmayıp, hay, kayyûm, peygamberler ve kitaplar gönderen, akıllara doğru yolu gösteren, kemal sahibi yüce varlığın kulların yararına olmak üzere uygun bulduğu cezalandırma biçimi olduğuna işaret edilmiş olduğudur.
     Ayrıca bir sonraki âyette hiçbir şeyin Cenâb-ı Allah’ın bilgisi dışında kalamayacağının belirtilmesiyle de, bu cezalandırmanın sınırsız bir ilim ve kudretin eseri olduğuna ve cehaletle asla ilişkisi bulunmayan hakîmâne bir fiil olduğuna işaret edilmektedir (Elmalılı, II, 1027; İbn Âşur, III, 151). Öte yandan Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Allah hakkında intikam kelimesinin ya buradaki isim tamlaması şekliyle ya da fiil kalıbında veya yine fiil anlamında olmak üzere (çoğul) ism-i fâil kalıbında kullanıldığı, intikam alıcı anlamında tekil bir kelimenin Allah’ın sıfat ve isimleri arasında yer almadığı görülür. Buna göre yüce Allah hakkında gerek Kur’ân-ı Kerîm’de değişik türevleriyle geçen intikam kelimesinin gerekse esmâ-i hüsnâ hadisinde geçen “müntekım” isminin yukarıdaki açıklamaların ışığında anlaşılması uygun olur.
    Tevrat gerek yahudiler gerekse hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan Eski Ahid’in üç ana bölümünden ilkidir. İncil ise sadece hıristiyanlarca kutsal kabul edilen Yeni Ahid’in bir bölümüdür. Kitâb-ı Mukaddes (Bible) deyimi, Eski Ahid ve Yeni Ahid kitaplarını birlikte belirtmek üzere kullanılır. “Bible” kelimesi “yahudi” veya “İbrânî” sıfatıyla birlikte (The Jewish Bible / La Bible hébraique) kullanıldığında ise yahudilere ait kutsal yazıların bütününü ifade eder. Bazı Arap dil bilimcileri birtakım zorlanmış açıklamalar yaparak Tevrat ve İncil kelimelerinin Arapça köklerden türetilmiş olduğunu iddia etmişlerse de (bk. İbn Atıyye, I, 398; Zemahşerî, I, 173; Râzî, VII, 158-159), Tevrat kelimesinin aslı İbrânîce, İncil kelimesinin aslı Grekçe’dir (İbn Âşûr, III, 148-149).
     Hıristiyanlara göre Allah ile insanlar arasında yapılan son sözleşme Hz. Îsâ vasıtasıyla olmuştur. Bu sebeple, bu son ahidin yazılı metinlerine Yeni Ahid (Ahd-i Cedîd), buna karşılık Allah ile İsrâiloğulları arasında daha önce çeşitli peygamberler vasıtasıyla yapılan ahidlerin yazılı belgelerine Eski Ahid (Ahd-i Atîk) adını vermişlerdir. “Ahid” kelimesi Latince’ye “testamentum” (vasiyet) diye çevrildiğinden Eski Ahid karşılığında İngilizce’de “Old Testament”, Fransızca’da “Ancient Testament” tabirleri, Yeni Ahid karşılığında da İngilizce’de “New Testament”, Fransızca’da “Nouveau Testament” tabirleri kullanılmaktadır. Yahudiler ise kendi kaynaklarında “kutsal kitaplar” veya sadece “kitaplar” denilen kutsal yazıların tamamını ifade etmek üzere “Tanak” (“Tanah” okunur) kelimesini kullanırlar. Kendi başına bir anlama sahip olmayan bu kelime, Eski Ahid’i meydana getiren üç ana bölümün (Tora, Neviîm, Ketuvim) isimlerinin ilk harflerinin bir araya getirilmesi ile oluşmuştur.
    Eski Ahid –Ârâmîce olan bazı bölümleri dışında– İbrânîce yazılmış otuz dokuz kitaptan meydana gelmiştir. Yahudiler bazı kitapları diğerleriyle birlikte kabul edip, bu sayıyı yirmi dört veya yirmi iki şeklinde belirtirler. Eski Ahid’in İbrânîce’si ile Grekçe tercümesi arasında metin farklılıkları bulunduğundan, hıristiyanların benimsediği Grekçe Eski Ahid, yahudiler ve Protestanlar’ca kabul edilmemektedir. Eski Ahid’i meydana getiren kitapların tamamı belirli bir dönemde yazıya aktarılmış olmayıp, milâttan önce XII. yüzyıldan milâttan sonra I. yüzyıla kadarki süre içinde kaleme alınmıştır. Yahudilik’te Tanah adı verilen kutsal kitapların listesinin hazırlanıp resmen kabul ve ilân edilmesi, milâttan sonra 90-100 yıllarında toplanan Jamnia Sinodu’nda gerçekleşmiştir.
     Eski Ahid’in birinci ve en önemli bölümü olan Torah (Tevrat) ve ihtiva ettiği beş kitap hakkında aşağıda bilgi verilecektir.
     Eski Ahid’in “Neviîm” (Peygamberler) adını taşıyan ikinci bölümü yirmi bir kitaptan oluşmaktadır. Neviîm’in ilk grubunda, İsrâil’in tarihini Tesniye’nin bıraktığı yerden Bâbil esaretine kadar devam ettiren Yeşû, Hâkimler, I. Samuel, II. Samuel, I. Krallar ve II. Krallar kitapları yer almaktadır. İkinci grubunda ise, “yazar peygamberler” diye isimlendirilen kişilerce yazıldığı kabul edilen ve kendi isimleri ile anılan şu bölümler yer almaktadır: İşaya, Yeremya, Hezekiel, Hoşea, Yoel, Amos, Obadya, Yûnus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekarya, Malaki.
     Eski Ahid’in “Ketuvim” (Kitaplar) adını taşıyan üçüncü bölümünde ise şu kitaplar bulunmaktadır: Mezmûrlar, Süleyman’ın Meselleri, Eyub, Neşîdeler Neşîdesi, Rut, Yeremyanın Mersiyeleri, Vaiz, Ester, Daniel, Ezrâ, Nehemya, I. Tarihler ve II. Tarihler.
     Eski Ahid’in en önemli bölümü Tora’dır. İbrânî dilinde “kanun ve şeriat” anlamına gelen Torah’ın Arapça söylenişi Tevrat’tır (sonuna hareke verilmezse “tevrâh” şeklinde okunur). Tevrat Eski Ahid’in (Tanah) beş kitabından oluştuğu için, buna Esfâr-ı Hamse veya Grekçe ve Latince’de “Pentateuchos” adı da verilmektedir. Yahudiler Tevrat’ı ifade etmek üzere–Torah kelimesinin dışında– başka isimler de kullanmışlardır. Bunların Türkçe karşılığı şöyledir: “Mûsâ’nın Şeriatı” (I. Krallar, 2/3; Ezrâ, 7/6), “Şeriat Kitabı” (Yeşû, 1/8), “Rabbin Şeriatı” (II. Tarihler, 31/3), “Rabbin Şeriat Kitabı” (Yeşû, 24/26), “Mûsâ’nın Kitabı” (Yeşû, 8/31).
     Yahudiler’de bir kitap veya yazıya onun ilk kelimesini isim olarak vermek âdet olduğundan, beş kitaptan meydana gelen Tevrat’ın bu kitaplarını da ilk kelimeleriyle adlandırmışlardır. Fakat Tevrat’ı ilk defa Yunanca’ya çeviren mütercimler, kitapların muhtevalarına uygun isimler seçmişlerdir ki günümüzde yaygın olarak bilinen kitap başlıkları, bu Grekçe isimlerin karşılığıdır. Bu isimlendirmeye göre Tevrat’ın beş kitabı sırasıyla şunlardır: Tekvîn, Hurûc (Çıkış), Levililer, Sayılar, Tesniye.
     Tekvîn kitabında yaratılış konusu ele alınır, dünyanın başlangıcından Hz. Yûsuf’un ölümüne kadar geçen dönemin olayları anlatılır. Kitap elli babdan meydana gelmiştir.
     Çıkış (Hurûc) kitabı, İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ’nın öncülüğünde Mısır’dan çıkışlarını konu edindiği için bu isimle anılmıştır. Bu kitapta İsrâiloğulları’nın tarihi verilirken özellikle şu konulara değinilmektedir: Hz. Mûsâ’nın Sînâ dağında on emri içeren levhaları alışı, Paskalya (Fısıh) bayramı, mayasız ekmek haftası, ilk doğanların fidyesi, Hz. Mûsâ aracılığıyla Tanrı ile İsrâiloğulları arasında Sînâ dağında yapılan ahid –ki buna Ahid Kanunu adı verilir– ve ahdin şartları. Kitap kırk babdan meydana gelmiştir.
     Levililer kitabı daha çok dinî hükümler içermektedir. Bu kitapta kurbanla ilgili hükümler, kâhinlerin dinî temizlikleri, giyimleri, yağ ile meshedilmeleri vb. ruhbanlıkla ilgili hükümler, yenilmesi haram olan ve olmayan hayvanlar, doğum yapan kadının temizlenmesi, cinsel hayatla ilgili kurallar vb. helâl-haram hükümleri, kurbanın kanı, cinlere kurban kesmenin yasaklığı, kendileriyle evlenilmesi yasak kişiler, kutsal gün ve yıllar vb. kutsallıkla ilgili hükümler yer almaktadır. Kitap yirmi altı babdan meydana gelmiştir.
     Sayılar kitabı, ilk bölümlerinde İsrâil’in çöldeki nüfus sayımından bahsedildiği için bu adı almıştır. Bu kitapta iki nüfus sayımından, Sînâ’dan ayrılış ve çöldeki hayattan, fethedilen ve fethedilecek yerlerden söz edildiği gibi, çeşitli dinî hükümlere ve arz-ı mev‘ûdla ilgili bilgilere de yer verilmiştir. Kitap otuz altı babdan meydana gelmiştir.
     Tesniye kitabında Hz. Mûsâ’nın kavmine hitabı ve son öğütleri, Hz. Mûsâ’nın ölümüyle ilgili rivayetler, arz-ı mev‘ûdda uyulacak ve uygulanacak kanunlar ve hükümler gibi konular yer alır. Tevrat’ın bu son kitabı otuz dört babdan meydana gelmiştir.
     Yahudi inancına göre bugünkü Tevrat, Rab Yahve tarafından kelime kelime Hz. Mûsâ’ya vahyedilmiştir. Mûsâ b. Meymûn tarafından tesbit edilen ve yahudilerce günümüzde de benimsenen iman esasları arasındaki şu ifade ile bu inanç pekiştirilmektedir: “İman ederim ki, halen elimizde bulunan Tora (Tevrat) ile Efendimiz Moşe’ye (Hz. Mûsâ) verilmiş olan birbirinin tamamen aynıdır. İman ederim ki bu Tora değiştirilmeyecek ve bundan başka Allah tarafından verilmiş kitap olmayacaktır.”
     Buna karşılık Tevrat üzerinde yapılan ilmî tetkikler bugünkü Tevrat’ta birçok çelişkinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Meselâ Tekvîn kitabında yaratılış, tûfan ve Hz. Yûsuf kıssası konularında yer alan birbirinden çok farklı anlatımlar ve çelişkili bilgiler bu duruma örnek gösterilebilir. Tevrat’ın diğer kitaplarında da bu tür bilgi ve ifadeler tesbit edilmiştir.
     Tevrat’la ilgili bu tesbitler ilim adamlarını bu kitabın mevcut şekliyle vahiy ürünü olmadığı ve tek bir kaynaktan neşet etmediği kanaatine ulaştırmıştır. Batı’da XVII. yüzyıldan itibaren yapılan Kitâb-ı Mukaddes tetkikleri Tevrat’ta birden çok yazının veya kişinin rolü bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu incelemeler ve Tevrat metninin tahlili, bugünkü Tevrat’ın dört farklı metnin bir araya getirilmesiyle oluştuğu düşüncesini ön plana çıkarmıştır.
     Bu metinler şunlardır:
a) Yahvist metin. Tanrı adı olarak Yahve adının kullanıldığı bu metinler milâttan önce X. yüzyılda yazılmıştır. Bu metinlerde yahudi tanrısı beşerî vasıflarla nitelendirilmekte ve İsrâil’in üstünlüğü fikri pekiştirilmektedir.
b) Elohist metin. Tanrı adı olarak Elohim adının kullanıldığı bu metinler milâttan önce VIII. yüzyılda yazılmıştır. Bu metinlerde daha çok tanrının soyutluğu, mâbet ve ibadet üzerinde durulmaktadır.
c) Tesniye metni. Milâttan önce 622’de Süleyman Mâbedi’nde bulunan bu metin, tarihî bir perspektife sahip olmanın yanı sıra hukukî yönü de ağır basmaktadır.
d) Ruhban metni. Bâbil esareti döneminde ve sonrasında yahudi din adamları tarafından yazıldığı için bu ismi almıştır. İsrâil Krallığı’nın Asurlular tarafından yıkılmasını (m.ö. 721) takiben ilk iki metin birleştirilmiş; daha sonraları bu dört kaynak bir araya getirilerek bugünkü Tevrat oluşturulmuştur.
     Yahudi inancına göre Tanrı tarafından Hz. Mûsâ’ya Tevrat verildiği gibi, Tevrat’taki hükümlerin ayrıntılı yorumlarını içeren bilgiler de verilmiştir. Hz. Mûsâ bu bilgileri Hârûn ve onun çocuklarıyla yakın çevresinin ileri gelenlerine aktarmış, böylece bu bilgiler şifahî yolla sonraki nesillere intikal etmiştir. Başka bir rivayete göre Hz. Mûsâ şifahî Tevrat da denilen bu bilgileri Sînâ dağında alıp Yeşû’ya nakletmiş, Yeşû ileri gelenlere, onlar peygamberlere, peygamberler de büyük sinagog üyelerine aktarmışlardır. Zamanla yeni şartların ortaya çıkardığı ictihadlarla birlikte şifahî rivayetler iyice çoğalmış ve bunların yazıya geçirilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Din bilginlerinin milâttan sonra I. yüzyıldan itibaren şifahî Tevrat’ı kaleme almaya başlamaları neticesinde milâttan sonra II. yüzyılda Mişna ortaya çıkmıştır. Mişna İbrânîce’de “tekrar yoluyla öğretme” anlamına gelen bir kelimedir.
     İbrânîce kaleme alınan ve Yahuda ha Nasi tarafından tesbit edilen Mişna altı bölümden oluşmuştur:
1. Tohumlar,
2. Bayramlar,
3. Kadınlar,
4. Zararlar,
5. Kutsal şeyler,
6. Temizlik kuralları.
     Yahuda ha Nasi tarafından derlenen Mişna diğerlerine göre daha muteber sayılmış, Filistin ve Babilonya’daki yahudi okullarında din bilginleri tarafından incelenerek açıklanmıştır. Bu okullarda Mişna üzerine yapılan yorumlara Talmud (veya Gemara) denmiştir. Talmud kelimesi İbrânîce’de “tedkik” mânasına gelir. Kudüs Talmudu II. yüzyıldan IV. yüzyılın sonuna kadar Filistin dinî okullarında yapılan Mişna yorumlarını içermektedir. II-V. yüzyıllarda hazırlanan Bâbil Talmudu, içerik, metot ve metin yönünden Kudüs Talmudu’ndan üstündür. Bu bölgedeki yahudilerin daha özgür bir ortamda bulunmaları ve daha iyi bir akademik teşkilâtlanmaya sahip olmaları Bâbil Talmudu’nun bu özelliği kazanmasında etkili olmuştur.
     Kur’ân-ı Kerîm’de Tevrat kelimesi on sekiz yerde geçer. Bunun yanı sıra bu kutsal kitaptan Tevrat ismi zikredilmeksizin de birçok yerde söz edilir. Tevrat’la ilgili Kur’an âyetlerinde Hz. Mûsâ’ya kitap verildiği (meselâ bk. Bakara 2/53, 87; En‘âm 6/91, 154; Hûd 11/110; Mü’minûn 23/49), bu kitabın İsrâiloğulları için hidayet rehberi olduğu (İsrâ 17/2), Tevrat’ın Allah tarafından vahyedilmiş olduğu (Mâide 5/44), yahudilerin ise Allah’ın hükmünü ihtiva eden Tevrat yanlarında dururken Hz. Peygamber’i hakem yapmak istedikleri (Mâide 5/43), Ehl-i kitabın Tevrat’ı ve İncil’i uygulamadıkları (Mâide 5/66, 68), Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı doğruladığı (Âli İmrân 3/48, 50; Mâide 5/110; Saf 61/6), Hz. Muhammed’in Tevrat’ta müjdelendiği (A‘râf 7/157) yahudilerin Tevrat’ı orijinal şekliyle muhafaza etmeyip onu değiştirdikleri (meselâ bk. Bakara 2/75; Nisâ 4/46) bildirilmekte, Tevrat’ın içeriği ile ilgili bilgiler de (meselâ bk. Mâide 5/45; Tevbe 9/111) verilmektedir.
     Kur’ân-ı Kerîm’in Tevrat’la ilgili âyetlerinden, yahudilerin gerek metni gerek mânayı bozdukları (“tahrîf”; Nisâ 4/46; Mâide 5/41), kelimeleri başka kelimelerle değiştirdikleri (“tebdîl”; Bakara 2/59; A‘râf 7/162), bazı bölümleri gizledikleri (“kitmân”; Bakara 2/140, 146), okurken ağızlarını eğip bükerek (“leyy”; Âl-i İmrân 3/78) metni anlaşılmaz veya yanlış anlaşılır hale getirdikleri, yanlışla doğruyu birbirine karıştırdıkları (“lebs”; Bakara 2/42; Âl-i İmrân 3/71) ve kendilerine verilen kitabın bir kısmını unuttukları (“nisyân”; Mâide 5/13; A‘râf 7/165) belirtilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’in bu konudaki ifadelerinden, yahudilerin yanlış yorumlayarak Tevrat’ın sadece mânasında değişiklik yapmayıp aynı zamanda metnini de değiştirdikleri anlaşılmaktadır. İslâmî kaynaklarda, yahudilerin Tevrat’ın bir kısmını gizlemelerine ve onu yanlış yorumlamalarına dair birçok örnek yer almıştır.
     İncil –yukarıda işaret edildiği gibi– sadece hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen Yeni Ahid’in bir bölümüdür. Hıristiyanlara göre Tanrı ile insanlar arasında yapılan son ahid, Hz. Îsâ vasıtasıyla gerçekleşmiş olduğundan, bu ahdin yazılı belgeleri olan külliyata Yeni Ahid (Ahd-i Cedîd) adı verilmiştir. Bu isim milâttan sonra II. yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanmıştır.
    Yeni Ahid’i oluşturan kitapların sayısı, Trente Konsili’nde (8 Nisan 1546) kabul ve ilân edilen şekliyle yirmi yedidir. Bu kitaplar şunlardır: İnciller (dört İncil), Resûllerin İşleri, Pavlus’un (Saint Pavlus/Paul) Mektupları (on dört adet), Genel (Katolik) Mektuplar (yedi adet) ve Yuhanna’nın Vahyi. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde İncil ve Havâriler şeklinde iki bölüme ayrılan Yeni Ahid günümüzde –Eski Ahid’de olduğu gibi– üç kısma bölünmüştür: 
1. Tarihî kitaplar: Dört İncil ve Resûllerin İşleri, 
2. Tâlimî kitaplar: Pavlus’un Mektupları’yla “Katolik” diye adlandırılan yedi mektup, 
3. Peygamberlik: Yuhanna’nın Vahyi. Bunlardan İnciller, –aşağıda açıklanacağı üzere– Hz. Îsâ’nın hayatı, faaliyetleri ve tebliğini konu edinir.

     Resûllerin İşleri’nde, Hz. Îsâ’nın semaya çıkışından Pavlus’un Roma’ya seyahati ve oradaki iki yıllık ikametine kadar (m.s. 63-64) geçen dönemin olayları anlatılır. Pavlus’un Mektupları, milâttan sonra 51-67 yılları arasında kaleme alınmış, çeşitli hıristiyan cemaatlere ve bazı kişilere gönderilmiş olup, Yeni Ahid’deki teolojik ve doktriner konular bu mektuplarda yer almaktadır.
     Hatta İnciller’den sonra Yeni Ahid’in en önemli bölümü Pavlus’un Romalılar’a Mektubu’dur. Diğerlerinden farklı olarak on dördüncü mektupta (İbrânîler’e Mektup) Pavlus’un adı zikredilmez; bu ve başka sebepler- le anılan mektubun Pavlus’a aidiyetiyle ilgili önemli görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Genel (Katolik) Mektuplar, şahıs ve cemaat ayırımı yapmaksızın bütün hıristiyanlara hitap ettiği için bu adı almıştır. Yeni Ahid’in son bölümü olan Vahiy kitabının yazarı kesin olarak bilin- memekle beraber kilise geleneği kitabı İncil yazarı Yuhanna’ya nisbet etmektedir.
    Günümüz yorumcuları tarafından da benimsenen hâkim kanaate göre 94-96 yılları arasında kaleme alınmıştır. İki temel bölüm- den meydana gelen bu kitabın ilk bölümü Asya’daki yedi kiliseye hitaben yazılmış mektupları, ikinci bölümü ise özellikle âhir zamanla ilgili belir- tilerin sembolik anlatımını içerir. İnciller Yeni Ahid’in hacim itibariy- le yarısına yakın bir kısmını oluşturmakla beraber, günümüzde “İncil” adıyla yapılan yayınlar genellikle Yeni Ahid’in tamamını içermektedir.
     Hz. Îsâ Ârâmîce konuştuğu halde Yeni Ahid kitaplarının hepsi Grekçe’dir. Sadece Matta İncili’nin ilk şeklinin Ârâmîce olduğu fakat daha sonra kaybolduğu söylenmektedir. Yeni Ahid’i oluşturan kitapların tamamı Grekçe olmak üzere pek çok yazma nüshası vardır ve hiçbiri Yeni Ahid yazarlarına ait değildir. Bugün mevcut olan en eski ve eksiksiz Yeni Ahid yazma nüshaları, milâttan sonra IV. yüzyıl ve daha sonrasına aittir. Bunların hepsi aynı tarihte yazılmış olmayıp yarım asırlık bir süre içinde farklı kişiler tarafından kaleme alınmıştır. Yeni Ahid içinde ilk yazılanlar Pavlus’un mektupları olup milâttan sonra 49-50 yıllarında yazılmaya başlanmıştır. Daha sonra 65-110 yılları arasında İnciller, Resûllerin İşleri ve en son olarak da Yuhanna’ya nisbet edilen yazılar kaleme alınmıştır. Pavlus Hz. Îsâ’yı görmediği ve onu dinlemediği halde Hz. Îsâ’nın hem kişiliği hem de fikirleri hakkında kendi yorumlarını kaleme alıp bunları değişik hıristiyan cemaatlerine göndermiş, böylece Pavlus’un mektupları Yeni Ahid külliyatının ilk yazılı dokümanlarını oluşturmuştur.
     I ve II. yüzyıllara ait olan bu farklı türdeki yazılar ilk kilisenin Mesîh olan Îsâ ile ilgili tecrübe, anlayış ve yorumundan ibarettir. Daha birçok mektup ve kitap bulunduğu halde kilise bunları kendi öğretisi için temel kaynak sayıp kutsal yazılar listesini yukarıda belirtilen yirmi yedi metin- le dondurmuştur. Şu var ki Yeni Ahid’i meydana getiren kitapların kilise tarafından resmen kabul edilmeleri uzun bir süre içinde olmuştur. Yeni Ahid külliyatıyla ilgili ilk liste (canon) çalışması milâttan sonra 150’ler- de Marcion tarafından yapılmış, daha sonra değişik kişi ve konsiller- ce birçok liste tesbit edilmiş, nihayet Trente Konsili’nde (1546-1564), kutsal yazıların ilham mahsulü olduğundan şüphe edilmemesi gerektiği vurgulanmış; Yeni Ahid’i oluşturan kitaplar bugünkü şekliyle kesinleş- tirilip resmen kabul ve ilân edilmiştir. Yeni Ahid’i oluşturan yirmi yedi kitap aynı derece muteber sayılmayıp bazıları uzun tartışmalar sonunda listeye alınmıştır. Öte yandan bütün hıristiyanlar tarafından tasvip edilip onaylanan bir listeden mahrum bulunulan sürede bugün kutsal sayılan kitapların yanı sıra apokrif (uydurma) sayılan kitaplar da kullanılmıştır.
     Hıristiyanlar Kitâb-ı Mukaddes’i meydana getiren yazıların kutsal ruh tarafından ilham edilmiş bulunduğuna, dolayısıyla bunların tamamının Tanrı sözü olduğuna inanırlar. Bir başka anlatımla bunların yazarı Tanrı olup, kutsal metin yazarları sadece O’nun vasıtalarıdır. İlk dönemlerde kutsal yazıların ilâhî kaynaklı olduğu kesin olarak kabul edildiğinden vahiy veya ilhamın mahiyetini tesbite, kutsal yazıların ilham eseri olduğu- nu ispata gerek görülmemiştir. Fakat değişik âmillerin etkisiyle papalığın konuyla ilgili kararları belli bir gelişme göstermiş, özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda kutsal metinlerin ilâhî kaynaklı ve ilham mahsulü oluşu ciddi anlamda tartışılır hale gelmiştir. XX. yüzyılda bazı fundamentalist mez- hepler hariç Kitâb-ı Mukaddes’in yanılmaz olduğu inancı genellikle ter- kedilmiş, kilise ilk dönemlerde benimsediği kutsal metinlerin tamamıyla Tanrı tarafından yazdırıldığı inancını bırakarak bunların kutsal metin yazarları eliyle tertip edildiğini, içerik, dil ve üslûp bakımından bu yazar- lara ait olduğunu da kabul etmiştir. Dolayısıyla eski telakkiye göre kutsal yazıların harfi harfine semadan geldiği ve yazarlara dikte edildiği kabul edilmekteyken, günümüzde bu yazıların mânalarının vahyedilmiş olduğu fikri benimsenmektedir. Buna göre mesaj ilâhî, ifade ve üslûp ise yazara aittir.
     İncil kelimesinin aslı Yunanca’da “iyi haber, müjde” anlamına gelen evangelion (euaggelion, euangelion) kelimesi olup Latince’ye evange- lium, Fransızca’ya évangile olarak geçmiştir. İngilizce’deki karşılığı ise gospeldir (eski İngilizce’de godspel). Hıristiyanlık’taki vahiy anlayışı İslâmiyet’tekinden farklı olup hıristiyanlar İnciller’in kutsal ruhun ilhamı altında kaleme alındığına inanırlar. Onlara göre Îsâ ilâhî kelâmın beden- leşmiş halidir ve ayrıca ona vahiy yoluyla bir kitap verilmemiştir; vah- yin müşahhas şekli olan Îsâ’nın söz ve fiilleri daha sonra kitaplaştırılarak İnciller meydana getirilmiştir.
     Yine hıristiyan telakkisine göre Yeni Ahid’de İncil, yazılı bir metni değil Mesîh ve havârilerin bildirdiği mesajı ve müjdeyi, şifahî tebliği ifade eder. İncil kelimesi havâriler sonrası dönemde II. yüzyıldan itibaren kilise dilinde, önce havârilerin görgü şahidi oldukları yazıların, Îsâ’nın hayat ve öğretisine dair dinî bilgileri ihtiva eden kitapların içeriğini belirtmek, kurtuluş müjdesini bütünlüğü içinde ifade etmek üzere tekil, daha sonra kitapların kendileri için çoğul olarak kullanılmıştır. İncil kelimesi bazan Yeni Ahid’in diğer yazıları için de kullanılmakla beraber genelde Îsâ’nın hayat ve doktrinini anlatan kanonik ve apokrif yazıların adıdır; günümüzde hem hıristiyan mesajını hem de Mesîh’in hayat ve öğretisini içeren kitapları ifade etmektedir.
     Hıristiyan inancına göre Hz. Îsâ İncil’i yazmamış, yazdırmamış, sade- ce tebliğ etmiş ve havârilerinden de onu tebliğ etmelerini istemiştir. Îsâ ve havâriler döneminde (m.s. 70’e kadar) hıristiyanlar Yahudilik’ten miras aldıkları kutsal yazılar koleksiyonunu kullanmışlardır. Bu dönem- de henüz Yeni Ahid söz konusu değildir. Ancak Hz. Îsâ’nın sema- ya çıkışından belli bir süre sonra hıristiyan cemaatlerin çoğalmasına karşılık onu görüp dinleyenlerin sayısı azalmaya, ayrıca mesîhî krallık beklentisi zayıflamaya, Helenistik ve Gnostik etkiler artmaya başlayınca ona ait sözlerin yazıya aktarılması zaruret haline gelmiş, böylece çeşitli İnciller kaleme alınmıştır.
     Îsâ’nın semaya çıkışını izleyen kırk yıl boyun- ca şifahî rivayet ve gelenekler oluşmuş, bunlar vaaz vb. yollarla korunup aktarılmıştır. Muhtemelen bunların bir kısmı bu dönemde yazıya geçiril- miş, İncil yazarları da bu verilerden yola çıkarak İnciller’ini yazmışlardır. Ancak bunları kaleme alırlarken kendilerine aktarılan rivayetlerle yetin- meyip hitap ettikleri cemaatlerin sorunlarını da kendi bakış açılarına göre göz önünde bulundurmuşlardır.
     Başlangıçta “Havârilerin Hâtıratı” diye anılan İnciller sadece cemaat için değil bireysel amaçlarla da kaleme alınmıştı ve çok sayıda İncil vardı. Bunlardan sadece dördünün muteber sayılıp diğerlerinin apokrif kabul edilerek reddedilişi milâttan sonra IV. asırda gerçekleşmiştir. O dönemin kilise yetkililerince göz önünde tutu- lan kriterlere göre sadece Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri mute- ber sayılmıştır. Kilise bu dört İncil’in Matta, Markos, Luka ve Yuhanna tarafından yazıldığını kabul etmektedir.
    Bilim çevrelerinde bunların söz konusu İnciller’in gerçek yazarları olduğu hususu tartışmalı olmakla birlikte bilgi kaynağının onlar olduğu kabul edilir. İlk zamanlarda bütün hıristiyan cemaatler bugün muteber sayılan ve ikinci hıristiyan neslin çalışması olan bu dört İncil’in hepsini kullanmıyorlardı. Suriye’deki cemaatler Matta, Yunanistan’dakiler Luka, Roma’dakiler ise Markos İncili’ni kullanıyorlardı. İnciller’in kendilerine nisbet edildiği yazarlara ait orijinal nüshaları yoktur. Bugün elde bulunan en eski tam nüshalar, IV. yüzyıla ait Grekçe Onciale (büyük harfli) nüshalardır.
     Dört İncil’den üçü (Matta, Markos, Luka İncilleri) gerek şekil gerek konuları bakımından çok benzerlikler taşıdığı için “sinoptik İnciller” diye de anılırlar. Bunlar arasındaki benzerliği açıklamak üzere değişik teoriler ortaya konmuştur.
     Mevcut Kitâb-ı Mukaddes’teki sıralamaya göre ilk İncil olan ve Filis- tin’de yaşayan Mûsevî dininden gelmiş hıristiyanlar için yazılan Matta İncili sık sık Eski Ahid’e atıfta bulunarak yahudi karakterini muhafaza etmekte, Hz. Îsâ’nın şeriatı (Tevrat) değiştirmek için değil geliştirmek için gönderildiğini vurgulamaktadır. Matta İncili’nin başlangıç kısmında Hz. Îsâ’nın çocukluk ve gençlik yılları, Hz. Yahyâ, Hz. Îsâ’nın çölde şey- tan tarafından denenmesi anlatıldıktan sonra, Hz. Îsâ’nın Celîle’deki faaliyetleri, Yahudiye ve Kudüs’teki faaliyetleri, Hz. Îsâ’nın ıstırap çekişi, ölümü ve yeniden dirilişi hakkında bilgi verilir.
     Markos İncili, İnciller içinde en kısa ve ifade bakımından en zayıf olanıdır. Hz. Îsâ’nın çocukluk yıllarından hiç söz etmeyip doğrudan Hz. Yahyâ’nın tebliği ve Hz. Îsâ’nın vaftiziyle başlar. Planı bakımından Matta İncili’ne çok yakın olup ana hatları aynıdır.
     Luka İncili yahudi asıllı olmayan hıristiyanlar için yazılmıştır. Bu yüz- den müşrikleri cezbedecek hikâyeleri en göze çarpacak şekilde sergiler, sadece yahudi kökenli hıristiyanları ilgilendirecek olayları ihmal eder. Luka İncili’nde Hz. Meryem ve Îsâ’nın doğumu hakkında bilgiler vardır. Diğer bölümler Matta ve Markos İncilleri’nin planlarına uygundur.
     Yuhanna’ya nisbet edilen İncil, sinoptik adı verilen diğer üç İncil’den farklı olup (bazı tarihî bilgiler içermekle beraber) asıl amacı teolojiktir. Bu İncil’de sinoptik İnciller’deki mesellerin yerine ışık, hayat, irfan, hakikat gibi kavramlarla Hz. Îsâ’nın öğretisinin ilkeleri soyut bir anlatım içinde verilir. Sinoptik İnciller’de merkez kavram “ilâhî hükümranlık” iken Yuhanna İncili’nde “Îsâ’ya iman” vurgulanır. Bu İncil’de mûcizeler- den sadece yedisi sırf teolojik bir fikri desteklemek üzere sembolik olarak zikredilir.
     Hıristiyanlığın aynı derecede kutsal kabul ettiği ve hepsi Hıristiyanlık akîdesinin oluşumundan sonra yazılmış olan dört İncil’in ortaya çıkardığı pek çok problem vardır. Hz. Îsâ’nın hayatını ve tebligatını anlatan kitapların birden fazla ve çoğu yerde birbiriyle çelişir durumda olması, bu problemlerin başında yer alır.
     Kur’ân-ı Kerîm’de İncil kelimesi on iki yerde geçer. Kur’an’da İncil daha çok Tevrat’la birlikte zikredilmekte, Hz. Îsâ’nın Tevrat’ı tasdik ettiği, ken- disine kitabın, hikmetin, Tevrat’ın ve İncil’in öğretildiği bildirilmektedir (Âl-i İmrân 3/48, 50). Bu da Kur’an’da İncil kelimesiyle sadece bir müjde ve mesajın değil aynı zamanda o müjde ve mesajı içeren kutsal kitabın da kastedildiğini gösterir. Mevcut Yeni Ahid’de de Hz. Îsâ’ya bir İncil veril- diğine dair ifadeler bulunmaktadır. Meselâ Markos İncili’nde “Allah’ın İncili” (1/4), Matta İncili’nde (4/23) ve Romalılar’a Mektup’ta (1/10, 16;15/19) “Mesîh’in İncili” denmektedir. Buna rağmen Hıristiyanlık Hz. Îsâ’ya kitap olarak verilmiş bir İncil’i kabul etmemiş, ilk asırda 100’den fazla olduğu anlaşılan İnciller arasından dördünü kutsal saymış, diğerle- rini de apokrif (uydurma) ilân etmiştir. Kur’an’da hıristiyanların İncil’i tahrif ettiklerine dair açık bir ifade bulunmamakla beraber onlar, İncil’in gereklerini yerine getirmedikleri, verilen öğüdün bir kısmını unuttukları ve kitabın bir kısmını gizledikleri belirtilerek kınanmaktadır (bk. Mâide 5/14-15, 66).
     Dolayısıyla bu ve benzeri delillerden yola çıkılarak onların da tahrifte bulundukları sonucuna ulaşılmıştır. İslâm âlimlerinin Kur’an’da verilen bilgilerden hareketle İnciller üzerinde yaptıkları incelemeler bu konuya ilişkin bir literatür ortaya çıkarmıştır. Klasik eserlerin yanı sıra günümüzde bu alanda yapılan çalışmalar, anılan İnciller arasında birçok farklılık ve çelişki, hatta aynı İncil içinde tutarsız bilgi ve ifade bulun- duğunu, bunların ilâhî bir kitap niteliğinden uzak ve Hz. Îsâ’ya verilen İncil’i temsil edemeyecek durumda olduğunu göstermektedir (Eski Ahid, Yeni Ahid, Tevrat ve İncil hakkında daha fazla bilgi için bk. Hikmet Tanyu, “Ahd-i Cedîd”, DİA, I, 501-507; Ömer Faruk Harman, “Ahd-i Atîk”, a.g.e., I, 494-501; “İncil”, a.g.e., XXII, 270-276; a.mlf., “Eski Ahid”, İFAV Ans., I, 488-490; “İncil”, a.g.e., II, 397-403; “Talmud”, a.g.e., IV, 246-247; “Tevrat”, a.g.e., IV, 363-367; “Yeni Ahid”, a.g.e., IV, 489-493; Mehmet Aydın, “Hıristiyanlık [Kutsal Metinler ve Dinî Literatür]”, DİA, XVII,340-345).

Kaynak : Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 464-484

[​IMG]
    Kur'an-ı Kerim - Diyanet İşleri Başkanlığı
    kuran yolu tefsiri ile ilgili görsel sonucu

    17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

    Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...