AZICIK AĞRI; EFENDİ ÖLÜM! / Nurhan Genç

AZICIK AĞRI;
EFENDİ ÖLÜM!

Nurhan Genç
Gönül Erleri MGYK Üyesi
İlahiyatçı - Yazar

     Tekrar eden çaresizlik duygusu ile baş başa kalmıştı yine. Güneşin hüzmeleri evin her köşesine ayrı ayrı dolarken, onun gönlüne doğmamıştı hiç. Bu yaşananları hak etmediğinin düşüncesi yeşil gözlerinin çevresine yerleşen erken kırışıklıklara dönüşmüştü. Güzelim gözlerinin siyah hareleri anlamını kaybetmiş, bakışlarına donuk, sabit ve acı dolu bir anlam oturmuştu. Gülmenin çok yakışacağı aşikar olan çimen yeşili gözler, sonbahar rüzgarı yemiş gibi renklerini kaybetmeye sarımtırak bir renk almaya durmuştu. Küsmüştü; bahara, yeşile, gülmenin her türüne. Bir acı bir insanın yüzüne bu kadar mı yerleşir? Acıdan büzülmüş dudaklarından bir defa olsun onu mutlu etmiş bir cümlenin çıkması için neler verirdi halbuki.
     Yattığı hastanenin penceresinden bakmaya dermanı yoktu. Soğuk ve sevimsiz hastane odası, yanan kaloriferin tüm sıcaklığıyla onu ısıtmaya yetmiyordu. İlk belirtiler baş ağrısı, eklem ağrıları şeklinde gelince anlamıştı korona olduğunu. İlk tutulanlar dandı. İlaç içmeyi reddetmişti, içse faydası olur muydu? Kimsenin bir şey bildiği yoktu daha. Her kafadan bir sesin çıktığı bir dönemdi.
     Hayatı, bir film sahnesinden çok daha gerçek ve can yakıcı olarak gözünün önünden geçti. Ölmeyi kaç kereler canı gönülden istemiş hatta canına kıymayı sayısız istemiş inancı ve hayattaki tek dayanağı bir tek evladı, canı, varı yoğu, oğlu üzülür diye yapamamıştı.
     Liseyi bitirdiği sene komşu tavsiyesi eşi Mithat’la evlenmişti. Evlilik, iki insanın bir can olması demek değil miydi? Onlar olamadılar. Uzun yıllar hiçbir şey istedikleri gibi gitmemiş eşi ne sigortalı bir işe girip sebat etmiş ne de hayatta başarının merdivenlerini çıkabilmişti. Evliliklerinin ikinci senesi dünyalar güzeli oğlu hayatlarının tek anlamı olmuştu.
     “Yine mi sensin kadın? Gözümün önünde dolaşma demedim mi?” diye yüksek sesle söylenen gelinine bir şeyler söyleyecek oldu. Sadece bakmakla yetindi, yutkundu. “Beni kendi evime de sığdıramıyor” diye içinden geçirdi. “Ah oğlum, sana ne kadar söyledim ne idüğü belirsiz bu kızı, bu eve gelin getirme diye! Dinlemedin beni” diye söylenerek mutfağa geçti.
     Arkasından gelen kızgın bir ayak sesiyle irkildi. Uzun boyu, şişman vücudu ile bir devi andıran gölgenin önünden yürümesi ve kavgaya zemin hazırlayacak hissi elini ayağını buz kesti. “Hem çalışıp, hem de sizinle mi uğraşacağım, yemek bari yapsaydın, ne işe yarıyorsunuz eşin bir taraftan, sen bir taraftan, çıkın gidin bu evden, varlığınıza dayanamıyorum” diye gök gürültüsünü andıran sesin zorbalığı ile içine içine konuştu. “Ne yapayım, nereye gideyim, zaten kirasını zar zor ödediğimiz bu evden başka sığınacağımız bir yer yok ki.”
     Başka çocuğu olmamıştı. Gözünün bebeği bir oğlunu bin bir emekle büyütmüş, ne umutlar ne hayaller beslemişti onun için. Hayat ne acımasızdı. Durumu kendisinden daha iyi olmayan tek erkek kardeşine dert dahi yanamıyordu.
     Eve gelin geldiği günden itibaren bir insanın olabileceği en kötü ruha sahip olan gelini, bu mazlum kadını bir köle mesabesinden daha fazla değere layık görmemişti hiç. Komşu ve dostlarının yardımları ile zar zor götürdükleri bu hayata sürpriz ve ani bir şekilde giren bu gelin zaten çekilmez olan hayatının bir çile ve ızdıraba dönüşmesine sebep oluyordu. Kendisinden oldukça büyük ve kalp hastası olan eşi, şahit olduğu bu zulme ses çıkaramıyor, acziyeti iliklerine kadar hissederek kalbinin daha fazla yorulmasına sebep oluyordu.
     Çığlık çığlığa “Yardım edin ne olur” diye inledi adeta. Eşi odanın ortasına yığılıp kalmıştı. Kaçıncı kez oluyordu bu. “Ambulans, ambulans çağırın” sesine, bir komşusu ambulansa telefon ederek; “aradım geliyorlar” sözüyle karşılık verdi. Zaten küçük ve eski bir evdi oturdukları. Hemen her sesin yandaki evlerden duyulma ihtimali olan, yıkılmaya neredeyse yüz tutmuş evin önünde duran ambulansın insan sinirlerini hoplatıp telaşlandıran sesiyle komşular dışarı döküldü. Durumuna vakıf oldukları Fatma hanımın bembeyaz olmuş yüzü ve titreyen vücudu, sedyeyle ambulansa götürülen eşinin arkasından adeta sürüklendi. Oğlu gelmemişti henüz. İşten eve gelip yorgun olduğunu bahane ederek yatak odasına geçen gelinin umurunda bile olmamıştı bütün bu hengâme, bu telaş.
     Ertesi gün hastanenin kapısındaki taksinin kapısını açan oğlu; “babam kalp krizi geçirmiş ama yaşlı olduğundan hafif anlatmış” diyerek, yaşlı babasını eve getirmenin telaşındaydı. Kapının önüne gelince Fatma hanımın kalbi normal ritmine gayriihtiyari isyan etmiş atış sayısını artırmıştı. “Bir kaza olsa da ikimizde ölsek, o eve gitmesek” düşüncesi, sürekli olarak gözlerinin ta içine oturmuş olan bulutları grileştiriyordu iyice. Komşuların meraklı bakışları altında anahtarla açtıkları kapıdan bir mezar kadar soğumuş olan evlerine bir suçlu gibi girdiler. Oğlu yanında olduğunda bir yılan edasına bürünen gelinin gözündeki kini aslında fark eden eşi de güçlü bir karakter olmadığından anlamamazlıktan geliyordu. Bu kadar riyanın ve ikiyüzlülüğün olduğu bir yuva olamazdı, zaten onlarda aile değillerdi.
     Otuz yaşını aşmış olan oğlu ile ne kadar konuşmaya çalışmışsa da dinlemek, fark etmek ve bilmenin bir eylem gerektireceği düşüncesi annesini candan dinlemesine engel oluyor, çözümsüz ve muallakta kalan sözler bir anlam ifade etmiyordu.
     Telefonun sesiyle okuduğu kitaptan başını kaldıran ve telefona uzanan biraz uzakta oturan komşusu her haline şahitti Fatma'nın. Arayan, ikisinin de ortak tanıdığı olan başka bir komşuydu, “Fatma hanım asla maddi sıkıntılarını söyleyecek bir kadın değildi ama birkaç kirası ödenmemiş, elektrik ve doğalgazı ödenmemiş, biz ne kadar yardımcı olmaya çalışsak da size de söyleyelim dedik” diye söze girdi. Hâlbuki ramazanın başında birçok yerden gelen zekâtların ve sadakaların toplanıp dağıtıldığı bir dost olarak bütün samimiyetiyle; “Fatma hanım durumunuz nasıl?” sorusuna kızaran yüzü ve titreyen sesiyle “idare ediyoruz” demişti. Yakın zamanda da görmediği için aklından çıkıvermişti. Hemen o gün ziyaret etmek kararıyla evden çıktı. Telefon edip evde olup olmadığını öğrenerek.
     Birkaç ev daha uzakta oturan komşusunu kapıda karşılayan Fatma Hanım, mahcup bir eda ile eline tutuşturulan zarfı alıp “çok teşekkür ederim, eve buyurun” ricasıyla minnetini belirtti. Yüzüne dikkatli bakıldığında tükenmiş bir yüz ifadesi komşunun üzüntüsünü artırdı. “Yok, akşam yakın eve döneyim” cevabı ile arkasını döndüğünde geride bıraktığı mahzun gözlerin imdat çığlıklarına cevap verememenin hüznü içindeydi. Günler bu minvalde kayın validenin sürekli kovulup, değersizlik ve ölüm tehditleriyle geçmez bir ağırlığa dönüşmüştü.
     Çaresizlik duygusu ve itibarı yok edilmiş bir insan tavrı, yüzündeki hüzün maskesini yerleşik kılıyordu. Evden her dakika kovulan, mutfağına, odasına ve diğer müştemilatına girmesine müsaade edilmeyen Fatma hanım, evden bazen Kur’an ve sohbet ortamlarının sükûnetine sığınıyor, kendisini dinleyecek aşağı mahalleden komşusu ile dertleşip, ağlayıp inleyip o cehennem azabına çaresiz geri dönüyordu.
     Artık çekilmez bir hale gelen bu her anlamda daralmış evden, kaynana gitmeyince gelin, eşini bütün kazançlarını koydukları bir eve inşaattan girmeye ikna ederek eve gelen bütün gelirlere ipotek koydurdu adeta. Böylece yarım yamalak oğlundan gelen gelir de tamamen kesilmiş oldu.
     “Fatma hanım, ailenden hiç kimse yok mu arkanda duracak? Arayıp soracak bu cehennemden seni çekip kurtaracak” diye sordu, o günkü buluşmalarında biraz uzakta oturan komşusu. “Yok” dedi “hiç kimsem yok”, “oğlun hiç mi müdahale etmiyor” diye üsteleyince gözlerinden akan yaşların sanki kanadığını hissederek susmak istedi. Fakat her gün şahit olduğu bu haksızlık ve hadsizlik öyle canını burnuna getiriyordu ki. Nasıl ya, bu zamanda bir gelin ev halkını nasıl bu kadar aciz ve çaresiz hissettire bilirdi?
     “Zaten ev kendinizin değil, çıkın köyde falan tarlanız üzerine bir kulübe koyacak yeriniz bir köy eviniz demi yok. Yardım edelim gidin” diye önerilerini sürdürdü. Kaşlarıyla birlikte kirpiklerini de indirdi, yüzü soldu, bütün kasları gevşedi. Ölmek gibi bir şeydi. Sessizce “keşke olsaydı, yok” dedi. Birçok müşkülü gidermekte mahir olan komşusu bile büyük bir acziyet hissiyle kıvrandı.
     “Artık seni mutfakta bile görmek istemiyorum, nereye gidersen git” diye gürledi. “Kızım lütfen, sana bir zararım yok, mutfağımı yasaklayamaz sın bana, bırak eşyalarımı kullanayım”,   “odanda yap ne yapıyorsan, etrafımda dolaşma, görmek istemiyorum seni.”
     “Allah’ım, sen bilirsin... Bu acziyetimi bağışla. Ne yapmalıyım? Akşam oğlum gelince artık her şeyi detaylı anlatmalıyım, böyle gitmeyecek. Dayanamıyorum. Yokluk ve hasta bir adamla zaten nefes alamıyordum. Şimdi yaşamak denemeyecek bir hayatı kaldırmak beni güçsüz bıraktı. Kime söyleyeyim, kime diyeyim bir çıkış yolu Allah'ım, beni de oğlumu da kurtar bu kadından, Allah'ım senden başka dostum ve her halimi bilen kimse yok sen vekilimsin, yetiş Allah'ım...” Bükülen beli, kırılan umudu, acı içinde kıvrandıran bu zehirli sözlerin tek işiteni vardı; Allah. O’na yalvardı, yöneldi, ağladı inledi. Odasına yöneldi. Akşamı beklemeye başladı. Artık bir karar vermesi gerekiyordu. Ya o gidecekti ya kendisi. Bu kadar güçsüzlüğe ölmeyi yeğlerdi. Bu kadar da değildi. Toparlandı oğluyla konuşacağı cümleleri zihninde toplamaya bir taraftan gözünün ucuyla usulca yolu gözlemeye başladı.
     “Oğlum, göz bebeğim, umudum, hayata tutunduğum dal, senin varlığın kadar hiçbir şey beni hayata bağlamamıştı. Derin kuyularda, sesimin duyulmadığı zamanlarda gözlerine bakmak benim yüreğimin pınarı oldu. Seninle büyüdüm, olgunlaştım. Seninle sevdim, değer buldum, kendimi iyi hissettim, yaşamayı istedim, sevdim. Varlığın en kıymetli, hazinem ve gücümdü. Yavrum gözlerinin gerisindeki nemi takip ettim, içinde hüzün var mı diye.
     Yavrum, canımın canı sen üzülme ama ben dayanamıyorum. Ben parça parçayım. Ben bittim. Dünyaya sığmıyorum, bu hüznü taşıyamıyorum. Oğul içime kan akıyor, ömrüme kar yağıyor. Oğul tut elimden kaldır beni, şu zehirli sarmaşıktan kurtar beni...”
     Kapının kapanma sesiyle kendine geldi. Şişen burnunu çekti, başörtüsünün ucuyla gözlerini ve burnunu sildi. İçeri yorgun bir edayla giren oğlu ona baktı; “anne ne oldu yine, bir alışamadınız bir birinize. Biraz idare etsen olmaz mı, ne olur kaynanalık etmesen, biliyorsun seviyorum onu.” Yanıma geldi, ellerimi tutup, “biraz daha sabır anne” yalvaran hiçbir şey yapamayan edası, yalnızlığa dönüşmüş ve her cümlesinden çaresizlik akan oğluna öylece bakarak sustu. “Anne yemekte ne var acıktım” sorusuna verecek bir cümlesi yoktu. “mutfak bana yasak” dedi sadece. Çaresizliğin bir kara bulut gibi çöktüğü oğlunun arkasından bakakaldı.
     “Sen nasıl yaparsın bunu anneme, yeter artık git bu evden, git” suçlu değil ama öfkeli bir siyah gölge önlerinden geçti, kapıyı çekip çıktı. Evde suskun ve ağır bir savunma, suçluluk, travmatik duygu ağırlaşarak oturdu. Oğul odasına, anne üstüne yıkılan altında kaldığı odasına çekildi.
     Çalan telefondaki ses; “oğlum gel eşini götür. İntihar edecek bu yoksa.” Diyen kayın validesinin kızını tanıyan ve haksız bulan öfkeli sesine ne diyeceğini bilemedi. Savunmaktan, açıklama yapmaktan, evin durumunu anlatmaktan usanmıştı. “Peki” dedi. Akşam eve gelmeden eşini almaya giderken çığlık atan iç sesini kendisinden başkası duymadı...
     Hastanede bir panik bir telaş oldu. “Hasta kötüleşiyor, oksijeni düşüyor” diyen hemşirelerin koşuşturmaları ciddi olduğunu gösteriyordu. Doktor “hasta entübe” dedi. Yan odada da bir hareketlenme vardı. Hasta bakıcılar aralarında “çok genç, Allah sevdiklerine, ana babasına bağışlasın” diye yatağı hazırlıyorlardı. Ateş, şiddetli baş ve karın ağrısıyla gelen genç çocukta tahlil sonucunda korona teşhisiyle yan odaya yatırılmıştı.
     Hemşire; “bitişikteki odada da annesi yatıyor. Annenin haberi yok, tek oğluymuş” diye doktora malumat veriyordu. Fatma anne dünyaya küsmüştü. Duymak, görmek, acı hissetmek, ağlamak gibi duygulardan kurtulmuş gibi, boğazından açılan delikten nefes almanın çabası içindeydi.
     Oğlu da ondan birkaç gün sonra kırgınlık ve ağrılarla sinyal alınca önce kabul etmemiş etrafın telkiniyle test yaptırmıştı. Hafif atlatırım ümidiyle ilaçları almamış, manipüle ve kafa karışıklığı ilaca direnç göstermesine sebep olmuştu. Gençliğine güveniyordu. Annesine çok üzülmüş gidip gelip haberini almış, iyileşmesi için canı gönülden duaya sığınmıştı.
     Gelinin uğraşacağı kimse yoktu evde artık. Ne kızıyor, ne bağırıyor, ne de söylenecek bir muhatap buluyor, pişmanlıkla, kendini haklı çıkarma bahaneleri arasında gidip geliyordu.
     Tek ümidi eşi iyileşip eve gelse de hayatlarına kaldığı yerden devam etselerdi. Kaynanası da gelebilirdi. Gençliğini, ömrünü verdiği bu eski ve matemli eşyalara varlığı sinmişti. İyi olsaydı keşke. Evde sessizce olayları izleyen tek kişi babaydı. İlerleyen yaşına, kronik rahatsızlıklarına rağmen korona olmuş fakat evde hafif atlaşmış iyileşmişti.
    Kapıda bekleyen komşu ve uzak akrabaların beklentileri birden feryada dönüştü. Fatma Hanımoğlunun hastaneye yattığını duymadan belki de dünyaya verdiği rahatsızlıktan istifa etmiş, azraile kucak açmıştı. O sırada yan odada annesinin kendisini bıraktığı yalnızlığa dayanamayacak oğlu da son nefesini teslim eyledi. Yan yana odalarda aynı anlarda, ne anne oğlunun öldüğünden, ne de oğlu annesinin son nefesini verdiğinden habersiz, ele ele tutarak belki de yürüdüler dünyanın kalbinden gönüllü çıkarak.
     Az bir hastalık değildi ama efendi bir ölümdü onlarınki. Birlikte kurtardı Allah onları. Hasta yatağında ettiği dualar kadar içten olmadı hiçbir anı Fatma hanımın.
     Çalan telefondaki ses aşağı mahalledeki, her şeye şahit komşuya; “Fatma hanım ve oğlu aynı anda ruhlarını teslim ettiler, birbirlerinin acılarını görmeden” ölümün de kaldıracak gücü yoktu artık hiçbir acıyı. Gözlerinden akan yaşlar sicim oldu, sessizce; “hatim dağıtalım” derken. Kader, dedi, izansız ve izahsız.
Ağlayan İnsanlarla Hüzünlü Gif

8 yorum:

Adsız dedi ki...

Etkileyici !!

Adsız dedi ki...

Hüzünlü olduğu kadar hayatın içinden bir sahne. Her sahnesi derinden hissediliyor.
Elinize sağlık.

Adsız dedi ki...

Elinize sağlık.👏👏

Adsız dedi ki...

Kiminizi evlatlarınızla kiminizi malınızla imtihan edeceğiz ayeti aklıma geldi. Ne hüzünlü hayatlar var Allah'ımdan idrak ve irade diliyorum.

Adsız dedi ki...

Elinize sağlık 💐 Sonuna kadar hüzün ve ağlamak arasında gitti geldi duygularım.

Adsız dedi ki...

İmanımız sabrı geçerse hepsi geçer ölünce biter yeterki iyi ol...yüreğe kuvvet

Adsız dedi ki...

Çok güzel duygulara hitap edilmiş resmen elinize sağlık değerli hocam ama insanoğlu bu anlamaz

Adsız dedi ki...

Yüreğinize sağlık hocam çok etkileyici ve bir okadarda üzücü bir hikâye

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...