30 Nisan 2021 Cuma

ORUÇ İLMİHALİ / Önsöz / Ramazan Ayı ve Fazileti / I. KAVRAMSAL ÇERÇEVE

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI / 764
Kaynak Eserler: 40

ORUÇ İLMİHALİ

Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ


     Ön Söz

     Bu dünyada varoluşumuzun gerçek amacı, yaratanımızı tanımak ve O’na ibadet etmektir. İbadet, inanan insanın inandığı varlıkla iletişimidir; Allah’a olan sevgi, saygı ve bağlılığın bir göstergesidir.
     Hiç şüphesiz, yerine getirdiğimiz ibadetin anlamını, amacını ve hikmetini bilmek ve bunu gözetmek de ibadet etme bilincinin bir parçasıdır. Dinî bir görev olması yanında ibadet, hem bireysel hem de toplumsal olarak eğitici ahlakî bir işleve sahiptir. Söz gelişi, İslâm’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadeti, diğerlerinden farklı olarak bazı şeyleri yapmama esasına dayanır. Diğer bir ifade ile oruç pasif bir yapı arz eder. Bu bakımdan dinin vaz geçilmez prensibi olan samimiyet ve gösterişten uzak oluş, en üst düzeyde oruç ibadetinde kendini gösterir. Bu niteliği ile oruç bir irade, sorumluluk, sabır ve samimiyet eğitimi programı, Ramazan ayı da bu programın uygulandığı süreç konumundadır.
     Geçmişten günümüze Müslümanlar, oruç ibadeti ve oruç ayı olan Ramazan’a layık olduğu önemi atfetme gayret ve samimiyeti içinde olmuşlardır.
     Ramazan ve oruç ibadetinin kültür hayatımıza bıraktığı izler yüzyıllardan beri varlığını sürdürmektedir. Ne mutlUki milletimiz asırlardan beri yaşanan Ramazan ve oruç heyecanını aynen yaşamaya devam etmektedir. Gelişen bilişim imkânları sayesinde bu azim ve heyecan daha büyük kitleler halinde yaşanır olmuştur.
     Dinî hayatın yaşamasında bilgilenme aşaması her şeyden önce gelir. Hakkında bilgi sahibi olunmayan ya da gereği kadar bilinmeyen bir şeyin uygulanması ve ondan sonuç alınması mümkün değildir. Bu diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadeti için de söz konusudur. Önemli olan günün belli saatlerinde “aç ve susuz” durmak değil oruç ibadeti ile elde edilmesi amaçlanan yararlara ulaşmaktır. Bu da Peygamber Efendimizin uygulayıp öğrettiği esaslara uygun olarak oruç tutmakla sağlanabilir. Böyle yapıldığı takdirde oruç ibadetinin manevi tadına ulaşılacak, inşallah yapılan ibadet kabul edilecektir.
     Elinizdeki eser, oruç ibadetinin gerektiği şekilde yerine getirilmesi konusunda Müslüman milletimize yardımcı olmak amacıyla kaleme alınmıştır. Eserde mümkün olduğu kadar sade ve anlaşılır bir dil kullanılmaya çalışılmıştır.
     Eser, bir giriş ve dört bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde “Ramazan ayı ve fazileti”, birinci bölümde “oruç ibadeti, önemi ve fazileti”, ikinci bölümde “orucun farz oluşu ve çeşitleri”, üçüncü bölümde “oruçla ilgili dinî hükümler”, dördüncü bölümde “Ramazan ve oruç sevinci: Bayram” konuları işlenmiştir. İşlenen konulara delil teşkil eden ayet ve hadisler orijinal metinleri ile birlikte verilmiştir.
     Çalışmanın milletimize yararlı olması en büyük dileğimizdir. Başarı Allah’ın lütfu iledir.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI


Giriş
Ramazan Ayı ve Fazileti

     Ramazan ayı, kamerî aylardan adı Kur’ân’da geçen tek aydır. (Bakara, 2/185) İslâm’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadetinin Ramazan ayında yerine getiriliyor olması, bu ayın önemini ortaya koymaktadır.

     I. KAVRAMSAL ÇERÇEVE
     1.  “Ramazan” Kelimesinin Anlamı
     Bu kelimenin hangi kökten geldiği dolayısı ile anlamının ne olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunmaktadır:
     a) Ramazan kelimesi, güz mevsiminin başında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur anlamındaki “ramdâ ضى َم ْر “َkelimesinden türetilmiştir. Bu yağmur, yeryüzünü yıkayıp temizlediği gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan yıkayıp temizler.
     b) Ramazan kelimesi, güneşin şiddetinden taşların son derece kızması anlamındaki “ramada ض َمَر “َkelimesinden türetilmiştir. Bu kökten türeyen “Ramazan” kelimesi, kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu kelime, İslâm’ın beş temel esasından biri olan orucun tutulduğu aya özel isim yapılmıştır. Bu ayda Allah için oruç tutularak açlık ve susuzluk çekilir ve böylece orucun harareti ile günahlar manen yakılır.
     c) Ramazan kelimesi, kılıcın namlusunu veya ok demirini inceltip keskinleştirmek için iki kaygan taş arasına koyup dövmek anlamındaki “ramada ض َمَر “َkelimesinden türetilmiştir. Araplar silahlarını bu ayda bileyip hazırladıkları için bu isim verilmiştir.
     d) Ramazan kelimesi, Allah’ın güzel isimlerinden biridir. Allah’ın rahmeti sayesinde âdeta yanıp yok olması dikkate alınarak oruç tutulan aya bu isim verilmiştir. Bu anlamda “şehr-i Ramazan”, “Allah’ın ayı” demektir. (Yazır, I, 642-644)
     Ramazan kelimesinde; temizlik, yanmak ve keskinlik anlamları vardır. Ramazan ayında oruç ve diğer ibadetlerle Allah’a yönelen müminler, günahlarından temizlenir, arınır, bilinçlenir, iman ve ahlak bakımından keskinleşir, kuvvetlenir.

     2. Ramazan Ayı
     Kamerî ayların başlangıcı ve bitişi ayın hareketleri esas alınarak belirlenir. Ayın hilal şeklinde görülmesinden itibaren tekrar hilal şeklinde görülmesine kadar geçen süre bir “ay”dır. Bu süre, bazen 29 gün, bazen 30 gün olur. Bu sebeple Ramazan ayında oruca başlayabilmek için ayın gökte hilal (yeni ay) halinde göründüğü zamanı belirlemek gerekmektedir. Ne var ki hilali görmek her zaman mümkün olmamakta bu sebeple Ramazanın girip girmediğinde, ya da sona erip ermediği konusunda şüphe doğmaktadır.

     Hz. Peygamber (s.a.s.) Ramazanın başını ve sonunu belirleme yöntemini bildirmek ve hilalin görülemediği durumlara da pratik bir çözüm getirmek üzere şöyle buyurmuştur: 

     “Hilali Ramazanın başında görünce oruca başlayınız ve onu Şevval ayının başında görünce bayram ediniz. Hava bulutlu olur da hilali göremeyecek olursanız ayın sonunu takdir ederek belirleyiniz (ayı otuza tamamlayınız.)” (Buhârî, “Savm”,5 )

     “(Ramazan) Hilalini görmedikçe oruca başlamayın, (Şevval) hilalini görmedikçe oruca son vermeyin. Hava bulutlu olursa ayın sonunu takdir ederek belirleyiniz (ayı otuza tamamlayınız.)” (Buhârî, “Savm”, 11)

     Buna göre Ramazanın girdiğini tespit emek için Şaban ayının 29’unda hilali gözlemek gerekmektedir. Yine Ramazanın çıktığını, Şevvalin girdiği ve bayramın geldiğini anlamak için de Ramazanın 29’unda hilali gözlemek gerekmektedir.
     Hilalin güneşin batışından sonra görülmesi esastır. Gündüzün görülen hilale itibar edilmez. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir.
     Acaba, Ramazanın -ve diğer ayların- başladığını yahut bittiğini belirlemek için hilalin mutlaka biyolojik gözle görülmesi şart mıdır, yoksa hilalin “görülmesi”nde astronomik hesap yöntemine başvurulabilir mi?
     Yukarıda zikrettiğimiz hadisin zahiri (ilk bakışta bıraktığı intiba) esas alınacak olursa hilali biyolojik gözle görmenin şart olduğu söylenebilir. Çünkü hadiste açıkça “hilali görmek”ten bahsedilmekte ve hilal görülmedikçe oruca başlanmaması veya son verilmemesi emredilmektedir.
     Aslolan hilalin görülmesi olup, görülme yöntemi değildir. Kur’ân dili Arapça’da görmek anlamındaki “rü’yet” kökü, “bilmek”, “inanmak” anlamlarına da gelmektedir. Şu halde zikrettiğimiz hadis-i şerif, hilali mutlaka çıplak gözle görme konusunda bağlayıcı değildir. Bunu Hz. Peygamber’in şu hadis-i şerifi desteklemektedir:

     Peygamberimiz (s.a.s.)
     “Biz ümmî bir toplumuz, hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Ay şöyle ve şöyle yani bazen 29 bazen 30 gün olur” (Buhârî, “Savm”, 11) buyurmuştur.

     Hadisten anlıyoruz ki, ayların belirlenme yöntemlerinden biri de hesaplama yöntemidir. Ancak bu yöntem bilinmediğinden uygulanamamıştır. Fakat Peygamberimizin döneminde hesap yapma imkânı olmadığı için Rasûlullah biyolojik gözle görme yöntemini öngörmüştür.
     Ne var ki bu yöntem de -havanın bulutlu ve tozlu olması gibi sebeplerle- sonuç vermeyebilmektedir. Bu sebeple de Hz. Peygamber (s.a.s.) içinde bulunulan ayı otuza tamamlamayı emretmiştir. Dikkat edilirse bu uygulamada Ramazanın girmemiş yahut çıkmamış olması durumu söz konusudur. Çünkü hava bulutludur ve yeni hilalin doğmadığı var sayılarak mevcut ayın devam ettiği kabul edilmektedir. Hâlbuki yeni ayın doğmuş olması ihtimali de söz konusudur.
     Böyle olmak zorundaydı, çünkü Rasûlullah’ın dönemi için başka seçenek yoktu. Tekrar ederek söyleyelim ki, yeni hilalin doğduğunu kesin olarak ortaya koyan hesap yöntemi bilinseydi Rasûlullah böyle bir riskin ortaya çıkmasına izin verir miydi?
     Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: Sırf hadisin zahiri, hilali biyolojik gözle görmeyi gerektiriyor diye, bu riske katlanarak illa da gözle görmekte ısrar etmek sünnetin ruhuna aykırı düşer.
     Ayı gözlemleme işi astronomik bir işlemdir. Astronominin esası ise hesaptır. Çünkü gök cisimlerinin hareketleri belli bir ölçü ve hesaba göre gerçekleşmektedir. (Enbiya, 21/33; Yasin, 36/40) Özellikle çağımızda son derece gelişmiş bulunan astronomi bilimi verileri sayesinde gelecek birkaç yıl içinde hilallerin doğuş zamanları rahatlıkla ve kesin bir şekilde belirlenebilmektedir.
     Ramazan hilalinin tespitinde hesap yönteminin esas alınması ibadetlerde kolaylık prensibini bu açıdan hayata geçireceği gibi her yıl Ramazan öncesi Müslümanlar arasına ortaya çıkan tereddüt ve ayrışmalara da engel olacaktır.
     Ramazan hilalinin tespiti konusunda gündeme gelen başka bir problem de “ihtilaf-ı metali” meselesidir. İhtilaf-ı metali, dünyanın yuvarlak olması sebebiyle hilalin doğuş vaktinin ve yerinin farklı olması demektir. Bu küresel gerçeklik sebebi ile bir yerde görülen yeni hilal, aynı anda dünyanın başka bir bölgesinde görülemez. Bu durum şöyle bir soruyu ortaya çıkarıyor:
     Dünyanın farklı yerlerinde yaşayan Müslümanlar, hilalin kendi bölgelerinde görülmesini esas alacaklar (ihtilaf-ı metalie itibar edecekler) mi; yoksa dünyanın herhangi bir yerinde hilalin görülmesi ile diğer bütün bölgelerdeki Müslümanlar için hilal görülmüş kabul edilecek (ihtilaf-ı metalie itibar edilmeyecek) midir?
     Bu soruya İslâm âlimlerinin çoğu “ihtilaf-ı metalie itibar edilmez, yani dünyanın bir yerinde hilal görülünce diğer yerlerde de görülmüş kabul edilir” cevabını vermişlerdir.
     Şafiî mezhebine göre ise ihtilaf-ı metalie itibar edilir. Dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan Müslümanlar, hilalin kendi bölgelerinde görülmesi ile oruca başlarlar. (Şirâzî, II, 593- 594)
     Ramazanın başlayıp başlamadığı konusunda ortaya çıkan farklı görüşler Müslümanların ibadet şevkini kırmakta, Giriş 19 Ramazan ayının ve orucun Müslümanlarda sağlaması beklenen birlik ruhunu zedelemektedir. Bu sebeple “ru’yet-i hilal” tartışmalarına son vermek ve ibadetin sağlayacağı manevi havadan olabildiğince yararlanmak gerekiyor. Bunun en pratik yolu ise, ihtilaf-ı metalie itibar etmemek ve hilalin çıplak gözle görülebilirliği esasına dayalı olarak yapılan astronomik hesap yöntemini uygulamaktır. Müslümanlar arasında gerginlik ve ayrılıklara sebep olmamak kaydı ile dileyenler bireysel olarak hilali gözle görme yöntemini uygulayabilirler.
cicek-hareketli-resim-0155

9 Nisan 2021 Cuma

Adli Tıp Kurumu Başkanlığı 79 Personel Alacak. (Başvurular 12 Nisan-22 Nisan 2021 Arasında)


T.C.
ADALET BAKANLIĞI
Adli Tıp Kurumu Başkanlığı’ndan

     1) Adli Tıp Kurumu Merkez ve Taşra Teşkilatında 6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe giren “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar”a göre, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 4/B maddesi uyarınca sözleşmeli personel statüsünde istihdam edilmek üzere; Ek-1’de yeri, unvanı, niteliği ve özel şartları belirtilen 18 Diğer Teknik Hizmet Personeli (Kimyager), 24 Laborant, 30 Koruma ve Güvenlik Görevlisi, 3 Teknisyen ve 4 Destek Personeli (Hizmetli) pozisyonu için Adli Tıp Kurumu Başkanlığınca yapılacak sözlü sınav sonucuna göre sözleşmeli personel istihdamı yapılacaktır.

     2) Adli Tıp Kurumu Başkanlığınca yapılacak sözlü sınavlara 2020 yılı KPSS’ye giren ve her pozisyon için aranan puan türünden en az 70 puan alan adaylar başvurabilecektir. Başvuruda bulunacakların Adalet Bakanlığı Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliğinin 5 ve 6’ıncı maddelerinde yazılı olan şartlar ile bu ilanın 4’üncü maddesinde belirtilen şartları taşımaları gerekmektedir.

     3) Sözlü sınavlara, merkezi sınavda alınan puanlar esas olmak kaydıyla, en yüksek puandan başlamak üzere her pozisyon için ilân edilen pozisyon sayısının 3 katı kadar aday çağrılacaktır.

     4) Başvuruda bulunacakların aşağıdaki genel ve Ek-1’de belirtilen özel şartları taşımaları gerekmektedir. Genel şartlar:

     a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak,
     b) Son başvuru günü olan 22 Nisan 2021 tarihinde 657 sayılı Kanunun 40’ıncı maddesindeki yaş şartlarını taşımak ve merkezi sınavın yapıldığı yılın ocak ayının birinci günü itibarıyla 35 yaşını bitirmemiş olmak. (01 Ocak 1985 ve sonrası doğumlular müracaat edebilecektir.) Koruma ve Güvenlik Görevlisi pozisyonu için merkezî sınavın (KPSS-2020) yapıldığı yılın Ocak ayının birinci günü itibarıyla 30 yaşını bitirmemiş olmak.(01 Ocak 1990 ve sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.)
     c) Askerlikle ilgisi bulunmamak veya askerlik çağına gelmemiş olmak, askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş ya da yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
     ç) 657 sayılı Kanunun değişik 48/1-A/5 bendinde sayılan suçlardan mahkûm olmamak,
     d) 657 sayılı Kanunun 53’üncü maddesi hükümleri saklı kalmak kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunmamak,
     e) Kamu haklarından mahrum olmamak,
     f) Son müracaat tarihi itibarıyla atanılacak pozisyon için gerekli öğrenim niteliğini taşıyor olmak. 

     5) Başvuru yeri ve şekli: Başvurular Adli Tıp Kurumunun www.atk.gov.tr adresli resmi internet sitesi üzerinden yapılacaktır. İnternet sitesi üzerinden yapılan başvuru sonrasında posta veya diğer iletişim kanallarıyla herhangi bir belge gönderilmeyecektir. Başvuru esnasında fotoğraf, KPSS sonuç belgesi, diploma veya geçici mezuniyet belgesi ile Koruma ve Güvenlik Görevlisi pozisyonu için özel güvenlik kimlik kartının (silahlı ibareli) sisteme yüklenmesi gerektiğinden adayların bu belgelerin pdf ya da resim formatındaki hallerini hazır bulundurmaları gerekmektedir. Başvuru işlemini uygun şekilde yaparak tamamlayan adaylara başvuru kayıt numarası sistem tarafından otomatik olarak verilecektir. Adaylar her bir sözleşmeli pozisyon ve unvan için yalnızca bir başvuru yapabileceklerdir. Aynı adayın birden fazla pozisyon ve unvan için başvuru yapması halinde tüm başvuruları geçersiz sayılacak, bu şekilde sınava girenler kazanmış olsalar dahi göreve başlatılmayacaktır.

     6) Başvuru tarihleri:
     Başvurular 12 Nisan 2021 Pazartesi günü saat 10:00'da başlayıp, 22 Nisan 2021 Perşembe günü saat 17:00 itibarıyla sona erecektir.

     7) Başvuruların değerlendirilmesi: Başvuruda bulunan ve başvuruları kabul edilen adayların öğrenim durumuna göre KPSSP3, KPSSP93, KPSSP94 puanları esas alınarak en yüksek puandan başlayarak en düşük puana göre sıralama yapılacaktır. Bu sıralama sonucunda Diğer Teknik Hizmet Personeli (Kimyager), Koruma ve Güvenlik Görevlisi, Laborant, Teknisyen ve Destek Personeli (Hizmetli) pozisyonları için ilan edilen pozisyon sayısının 3 katı kadar sıralamada yüksek sırada bulunan aday, sözlü sınava girmeye hak kazanacaktır. Sıralamalar pozisyon yeri ve unvan bazında ayrı ayrı yapılacaktır. Koruma ve Güvenlik Görevlisi pozisyonuna başvurup, puan sıralaması sonucu sözlü sınava katılmaya hak kazanan adayların boy-kilo ölçümleri sözlü sınav tarihinde yapılacaktır. Gerekli boy-kilo şartını sağlayamayan adaylar sözlü sınava alınmayacaktır. Başvuru ve işlemler sırasında gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu veya eksik evrak verdiği sonradan tespit edilen adayların müracaatları kabul edilmeyecek, sözleşmeleri yapılmış olsa dahi feshedilecektir. Bu durumdaki adaylar hakkında genel hükümlere göre yasal işlem yapılacaktır. Başvuru sonuçları ve sınav sonuçları Adli Tıp Kurumunun internet sitesinden yayımlanacaktır. Yayımlanacak duyuru, ilan ve bilgilendirmeler tebligat mahiyetinde olacağından, adaylara ayrıca bir tebligat yapılmayacaktır.

     8) Sözlü sınav yeri, tarihi ve saati:
     İlan edilen tüm pozisyonlar için sözlü sınavlar Adli Tıp Kurumu Başkanlığının İstanbul Bahçelievler’de bulunan merkez binasında yapılacak olup, sözlü sınav tarihleri daha sonra ilan edilecektir.

İLAN OLUNUR.
05.04.2021



7 Nisan 2021 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ZÜHD (2)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ZÜHD (2)
الزهد
Kulun Hakk’ın dışındaki
her şeyi terk etmesi anlamında
bir tasavvuf terimi.
Müellif: KÜRŞAT DEMİRCİ
     Diğer Dinlerde.
     İlâhî hakikate ve kurtuluşa ermek amacıyla seküler dünyaya ait her türlü nimetten uzak durulması gerektiğini öngören bir tutum veya yorum olarak zühd anlayışı neredeyse bütün dinlerde mevcuttur. Zühd ağırlıklı dinî yorum geleneği büyük oranda mistik, gnostik ve bâtınî unsurlardan beslense de bazan geleneksel dinî kuralların egemen olduğu anlayışlarda da zühd hayatının ortaya çıktığı bilinmektedir. Basit bir tanımla zühd ilâhî hakikate ve buna paralel olarak kurtuluşa ermek için az yeme, az uyuma, cinsellikten uzak durma, bedeni zorlayıcı hareketler yapma gibi eylemleri içeren bir tutumdur. Bu şekliyle zühd anlayışının egemen olduğu dinî yorumlar dünya-âhiret dengesini esas alan geleneksel dinî anlayıştan oldukça farklıdır. Şüphesiz bu farklılık sadece iki anlayış arasındaki teorik meselelerle sınırlı kalmaz, her iki anlayışın geliştirdiği insan tipinden, çok özel kurumların varlığına kadar geniş bir yelpazeyi içine alır. Çoğu durumda bu anlayışların birbiriyle çatışma içinde olduğu bilinmektedir. Batı dillerinde zühd için kullanılan asceticism kelimesi Grekçe’de “şekil vermek” anlamındaki askêo fiilinden türetilen askêsisten gelir. Kelime Homeros gibi klasik yazarlarca “düzeltme, şekillendirme” anlamında kullanılsa da Helenistik döneme doğru spor eğitimi terminolojisinde “bedeni eğitme” anlamında özel bir mahiyet kazanmıştır. Kelime, milâttan önce II. yüzyıl civarında Grek pagan zâhidlerin bedenlerini kontrol etmesine işaret etmeye başlamış, böylece klasik zühd hayatı karşılığında kullanılır olmuştur.

     Zühd, daha çok tek tanrılı dinlerle ilişkili bir kavram gibi görülse de çok tanrılı dinlerde de sıkça rastlanan bir olgudur. Porphyry (m.s. III. yüzyıl) De abstinentia ab esu animalium adlı eserinde eski Grek zühd hayatından bahsederken “litotes” (sade bir hayat), “katastole” (kaçınma), “enkrateia” (nefis kontrolü) ve “karteria” (sabır) gibi bazı kavramları zikreder. Stoacı, Kinik, Platoncu, Pisagorcu birtakım felsefe çevreleriyle Eleusis, Orfeus gibi bazı sır cemaatlerinde zühd hayatının önemli olduğu bilinmektedir. Benzeri bir hayat tarzı Roma döneminde doğudan gelen sır cemaatleri aracılığıyla yaygınlaşmıştır. Antik Batı geleneğinde zühd hayatını öngören yorumların varlığı büyük oranda Hindistan’a kadar uzanan bir etkiyle açıklansa da kırsal Grek dinindeki natüralist mistisizmin zühd hayatına yol açmış olma ihtimali göz ardı edilmemelidir.

     Zâhidâne hayatın bilindiği kadarıyla ilk ve en klasik örnekleri Hint dinlerinde ortaya çıkar. Hinduizm, Budizm, özellikle Jainizm zühd hayatını öngören referanslarla doludur. Hinduizm’in kutsal kitaplarından Vedalar’da bulunan Rig Veda koleksiyonunun onuncu “mandala”sı “keşin” ve “muni” adıyla bilinen uzun saçlı, çıplak, münzevi ve şamanik birtakım ritüeller yapan kişilerden bahseder. Yine Rig Veda’da “yatîn” denilen münzevilerden söz edilir. Atharva Veda’da değişik bir münzevi figürüne “vratya” adı verilir. Upanişad ve Aranyaka adıyla bilinen mistik Hindu metinlerinde zühd hayatı Hinduizm’in temeli haline getirilmiştir. Bir erkeğin yaşamının dördüncü evresinde ormanda zâhidlik yapması gerektiği vurgulanır. Aynı metinlerde “saddhu” ve “yogi” diye geçen figürler hayatını zühde adayan kutsal kişiler olarak ortaya çıkar. Bugünkü Hinduizm’de zühd hayatının klasik temsilcileri saddhulardır. Saddhu her türlü arzudan kurtulmuş, bedenine hükmedebilen ve tanrılarla iletişim kurduğunu söyleyen özel kişidir. Genellikle manastırlarda yaşayan saddhuların bütün eşyası bir bastonla su kabından ibarettir. Resmî Hinduizm’in çok olumlu bakmadığı saddhular veya yogiler Hıristiyanlık’taki marjinal keşişlere benzer. Hinduizm’de resmen tanınan zâhidlerin Şiva mezhebine mensup olanları “sannyasi”, Vişnu mezhebine mensup olanlarıysa “vairagin” adıyla bilinir.

     Zühd yaşantısının önemli olduğu bir başka Hint dini Budizm’dir. Budizm, Buddha’nın daha dengeli bir hayatı tebliğ etmeye başladığı aydınlanmaya (nirvana) ermesinden sonraki yaşantısını esas alarak orta halli bir zühd hayatı önermiştir. Budizm’de zühd daha çok “bihikku”/“bihikkhuni” adını alan erkek veya kadın keşişlerle sınırlıdır. Zühd yaşantısını sürdürebilmek için şu on üç görevi yerine getirmek gerekir. Lüks elbiseyi terketmek (pamsu kula), keşişlere ait üç parçalı elbise giymek (tecivarika), kâse ile günlük yiyeceklerini tedarik etmek (pindapata), dilenerek yiyecek toplamak (sapadanacarika), tek öğün yemek (ekasanika), her şeyi bir bohçada toplamak (pattapindika), fazla hiçbir şey yememek (kalupacchabhattika), ormanda yaşamak (arannika), bir ağacın altında hayatını sürdürmek (rukkohamula), hiçbir şeyden korunma ihtiyacı hissetmemek (abbhokasika), mezarda meditasyon yapmak / uyumak (susanika), sert zeminde uyumak (yathasantatika), uzanarak oturmamak (nesajjika).

     Hint dinleri içerisinde zühd hayatını en yüksek noktasına vardırmış olan inanç Jainizm’dir. Bedenî olan her şeyi aydınlanmanın ve kurtuluşun önündeki en büyük engel gören Jainizm kurtuluşun ancak ruhsal uyanıklık hali ile elde edilebileceğini öngörür. Jainizm’deki zühd anlayışının esası bedeni terketmek (samyana) kavramına dayanır. Az yemek, az uyumak, cinsel ilişkiden uzak durmak, hiçbir canlıyı öldürmemek, şahsî eşya ve mülk edinmemek gibi temel kuralları içeren samyanaya bir yeminle girilir. Samyanaya ancak “muni” denilen keşişler girebilse de Jainist öğreti tamamıyla zühd hayatını öngördüğünden din adamı statüsünde olmayan kişiler de daha basit bir samyana uygulama imkânına sahiptir. Zühd hayatını devam ettiren sıradan Jainler “sravaka” adını alır. Kadınlar da katı bir samyanaya girebilirler ve “saadhivi” adıyla özel bir keşişlik unvanı alabilirler. Jainizm’de zühd hayatının zirvesini “santhara” denilen uygulama temsil eder. Santhara yeme ve içmeyi gittikçe azaltarak bilinçli bir şekilde intihar etmektir.

     Ortadoğu coğrafyasında Yahudilik söz konusu olduğunda zühd hayatının mahiyeti tartışmalıdır. Yahudiliğin ilk evrelerinde ahlâkî ölçülülük ve dinî emirlere bağlılık kuralı önemliyse de o dönemde zühde varan bir anlayış geliştirildiğini söylemek zordur. Açık bir zühd hayatı ancak ikinci diyaspora (büyük sürgün) öncesi ortaya çıkan bazı sofu ve mistik gruplarda, Ortaçağ Kabalacı çevrelerde, sofu Aşkenaz cemaatlerinde ve XVIII. yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlayan Hasidik çevrelerde görülür. Bu tip marjinal yahudi çevrelerinin uygulamalarına kaynaklık teşkil eden inanç kalıpları da net değildir. Muhtemelen Grek gnostisizmi ile bazı Hint uygulamalarının erken zamanlardan itibaren yahudi kültürüne sızmaya başlaması mistik ve zühd hayatını öngören inançların ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Bununla birlikte yahudi zühd hayatına dair birtakım uygulamaların Kutsal Kitap’ta yer aldığı bilinmektedir. Herhalde bu referanslarla dış etkilerin sentezi yahudi zâhid tipini oluşturmuştur. Eski Ahid’de zühd hayatına kaynaklık teşkil etmiş olması mümkün referanslardan biri Rekabi adıyla bilinen cemaatten gelir. Medyenli bir kabile olan Rekabiler (Nehemya, 3/14; Yeremya, 35/1-19; I. Tarihler, 2/55) Arabistan civarındaki yahudileşmiş Arap gruplarındandır. Şehirlerde yerleşmeye karşı çıkan Rekabiler şarap içmez, keyif verici yiyeceklerden uzak durur, sade giyinir ve çölde yaşarlardı. Muhtemelen bir nevi kâhin (kohen) kabilesi olan Rekabiler, Mekhilta de-Rabbi Yishmael gibi bazı Ortaçağ midraşlarında yahudi zâhidliğinin prototipi olarak sunulur. Eusebius gibi hıristiyan tarihçiler Îsâ’nın kardeşi Ya‘kūb’un zâhid ve Rekabi olduğuna dair bazı bilgiler rivayet eder. Modern tarihçiler Ölüdeniz civarına yerleşen Essenî gibi yahudi gruplarını Rekabi geleneğiyle ilişkilendirir. Ayrıca Tevrat’ta geçen (Sayılar, 6/1-21) Naziriler’in de yahudi zühd hayatına öncülük etmiş olabileceği ileri sürülmüştür. Bununla birlikte geçici bir süre için yemin ederek kendini Yahve’ye adayan ve zühd hayatı yaşayan Naziriler’in kalıcı bir zühd anlayışı oluşturma ihtimali zayıftır. Kökeni ne olursa olsun yahudilikteki zühd hayatına ait ilk bilgiler milâttan önce I. yüzyıl civarında ortaya çıkan Essenî ve Terapöt gibi mistik gruplara aittir. Pesimist (dünya hayatını olumsuzlayan) bir öğretiye sahip olmasalar da Essenîler’in özellikle Ölüdeniz civarındaki Kumran mağaralarında, Terapötler’in de Mısır çölünde zühd hayatına benzer bir hayat yaşadıkları bilinmektedir. I. yüzyıl civarına ait Ölüdeniz yazmaları, Yeni Ahid, Assumption of Moses, Martyrdom of Isaiah, II. Baruch, I. Enoch ve Testament of Joseph gibi metinlerde bu dönem zühd hayatına dair referanslar mevcuttur. Bazı tarihçilere göre Hıristiyanlık da çıkışı itibariyle mistik bir yahudi hareketidir.

     İkinci diyasporadan sonra sürgün psikolojisi yahudi zühd hayatına hız vermiştir. Erken Ortaçağ’larda İslâm coğrafyasındaki Karaîler’in zâhidâne bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Yahudi zühd hayatına ait Ortaçağ Avrupası’ndaki ilk ayrıntılı bilgi daha çok mistik çevrelerden gelir. Kısmen İslâm sûfîliğinin etkisiyle şekillenen bu anlayışın klasik isimleri Bahya İbn Pakuda, İbn Cebirol, Abraham ben David, Abraham ben Hiyya ve İbn Meymûn ile oğlu Abraham ben Moşe ben Meymûn’dur. Bu gruptan pek çok yahudi zâhidi büyük oranda İspanya ve Mısır kökenlidir. Aynı yüzyıllarda Almanya’da, İtalyan yahudi kökenli Kolonymus ailesinin şekillendirdiği Hasidey Aşkenaz hareketi de bir zühd akımıdır. XV. yüzyıldaki İspanyol sürgününden XVIII. yüzyıla kadar yahudi çevrelerinde egemen olan anlayış tamamen olmasa da büyük oranda rasyonalitedir. Zühd hayatı ancak Marano ve Sabataycılık gibi Kabalist konverso hareketlerde kısmen devam etmiştir. XVIII. yüzyılda İtalyan kökenli Mose Hayim Luzzatto panteizmle karışık bir zühd yorumunu benimseyerek aradaki geçiş döneminin figürlerinden birini temsil eder. Bazı Kabalacı unsurlarla Aşkenaz mistisizminin karışımı sonucu Doğu Avrupa’da ortaya çıkan Hasidilik hareketi XVIII. yüzyılın sonlarında güçlenmeye başlamış, Kotzklu Menachem Mendel, Bratislavalı Nachman gibi önemli Hasidik liderler Yahudiliği zühd anlayışına dayalı bir perspektiften yorumlamaya çalışmıştır. Fakat bu bağlamda en önemli Hasidik lider Dov Baer’dir. Baer, kendini alçaltma (bittul hayeş) ve sadece Tanrı’ya adanma (devekut be Elohim) doktrinleri çerçevesinde tam bir zühd modeli ortaya koymuştur. Cinsel ilişkiye bütünüyle karşı olan Baer, Hasidik cemaate az yeme, az uyuma, dua ederek ve yalnız kalarak sadece Tanrı’yı düşünmeyi öngören bir yaşam modeli sunmuştur. Bununla birlikte Şneur Zalman’ın kurduğu rasyonel Hasidik ekolün zühde karşı olduğunu söylemek gerekir. Bugün yahudi zühd hayatı da büyük oranda bu tip Hasidik gruplar arasında devam etmektedir. Geleneksel Yahudilik ise aşırı zühd hayatına karşıdır.

     Tek tanrılı dinler içerisinde zühd hayatının çok önemli olduğu ve kurumsallaştığı inanç Hıristiyanlık’tır. Hıristiyanlık ortaya çıkışından itibaren mistik bir yahudi ekolü arasında gelişmiş, gnostik çevrelerden gelen etkiyle Protestanlık hariç pek çok hıristiyan mezhebi zühd hayatını öngören bir model benimsemiştir. Bu tarz bir tutum zamanla kurumsallaşarak manastır hayatına kadar uzanan geniş bir etki alanı meydana getirmiştir. Zühd anlayışı hiçbir zaman Hıristiyanlığın marjinal yorumu olmamış, aksine ana Hıristiyanlık akımı resmî görüş olarak bu fikri benimsemiştir. Sadece Protestan gruplar katı zühd hayatını tercih etmemiştir. Bu bağlamda Protestanlık “zühd Hıristiyanlığı” yorumuna karşılık “sosyal sofuluk” diye nitelendirilebilecek bir anlayış geliştirmiştir. Hıristiyan zühd hayatı Ortaçağ’da teolojisi oluşturulan, fakat pratiği daha öncelere giden birtakım kavramlardan esinlenir. Bunların en önemlisi Îsâ’yı taklit etmek (imitatio Christi), dünya nimetlerini terk (contemptus mundi) ve melekvâri yaşamdır (angelikos bios). Bir zâhidin yaşama prensibi olan bu temel kurallar, hayatın geçiciliği, yaşamın aslî günaha kadar uzanan kirli bir yanının bulunduğu ve Tanrı’ya yakınlaşmak için dünyaya ait her şeyden uzak durulması gerektiği şeklindeki bir inançtan kaynaklanır. Hıristiyan teolojisi bu inancın kutsal kitap temelli olduğunu ispatlamak için Matta (10/28; 19/12), Markos (8/34), Pavlus’un Korintoslular’a Birinci Mektubu (9/24-27) ve Korintoslular’a İkinci Mektubu’ndaki (1/4-7; 11/23-29) pasajları delil gösterir. Yeni Ahid’de tasvir edildiği şekliyle ilk hıristiyanları mistik ve münzevi bir yahudi cemaatinin teşkil ettiği düşünülmektedir. Muhtemelen bu ana tema ile ilk hıristiyanların kıyametin yaklaştığı şeklindeki inancı ile birleşince dünyadan el etek çekme psikolojisi uygulamaya dönüştürülmüştür. Gerek Pavlus’un gerekse I. yüzyıldan itibaren içerisinde geliştiği gentile gnostisizminin hıristiyan teolojisine yaptığı mistik katkı hıristiyanların erken dönemden itibaren zâhidâne bir hayat tarzını benimsemesine yol açmıştır. Çoğu II. yüzyıla ait olan Barnabas’ın Mektubu, Pavlus ve Tekla’nın İşleri, Hermas’ın Çobanı, Didache gibi erken dönem hıristiyan metinleri zühd yaşantısının yaygınlığına ait referanslar içermektedir.

     Origen, Ignatius, John Chrysostom, Augustine gibi erken dönem kilise babalarının zühd hayatını öven yazıları neredeyse çıkışından itibaren Hıristiyanlığın bu kültürden beslendiğine işaret eder. Zühd kültürünün henüz sistemleştirilmediği bu dönemde müminlerin kendi başlarına geliştirdiği yaşam tarzları vardı. Yemeden içmeden uzak duran, az uyuyan, çöllerde yaşayan, cinselliği terkeden ilk zâhidler çöl sakini (hermit), dünyadan uzaklaşan (ankorit), tek başına yaşayan (monk) gibi adlarla anılmaktaydı. Açık bir alanda yaşayarak bedenini bir yere zincirleyen ve ömrünün sonuna kadar orada kalan zâhidlere “hypaitraes”, ömrünü bir ağaç üzerinde tamamlayanlara “dendritae”, bir sütun üzerinde yaşayanlara “stylite” denilirdi. Bütün zâhidlerin prototipi her şeyden önce Îsâ, Vaftizci Yahyâ, Meryem, Mûsâ, Hanok ve Melkizedek gibi Eski ve Yeni Ahid şahsiyetleridir. Özellikle Mûsâ’nın kırk yıl çölde dolaşması zâhidlerin hayatlarını çölde geçirmelerine kaynaklık eden temel örnektir. Hıristiyan geleneği, gerek uygulaması gerek teolojisi ile zühd hayatının kökenini yahudi-hıristiyan kaynaklarına çıkarsa da bu kültürün içinde pagan-gnostik zâhidlerinin ve belki Hint dinlerinin etkisinin bulunduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Öte yandan Hıristiyanlığın ilk asırlarındaki bu uygulamalara bütün hıristiyanların dahil olduğu söylenemez. Fakat hıristiyan inançlarının özündeki tanrı krallığının öteki dünyada kurulacağı tezi ile aslî günah doktrini sıradan insanların da hayata karamsar bakmasına yol açmıştır. Bu sebeple marjinal örnekler kadar olmasa bile mutedil hıristiyanların da yumuşak bir zühd yaşantısını benimsediği bilinmektedir.

     İmparator Konstantin’in Hıristiyanlığı serbest din olarak tanımasından itibaren (313) erken dönem zühd hayatının sistemleştirilmeye başlandığı görülmektedir. Şehirlerde daha rahat yaşama imkânının ortaya çıkması, imparatorluğun sosyal-ekonomik yapısına entegrasyon ve kilise kurumunun kökleşmesi gibi hususlar bazı hıristiyanların daha dengeli bir hayat tarzını benimsemesine yol açarken daha az sayıda insanın özelleşmiş bir zühd hayatına eğilim gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu noktada zühd kültürü manastır hayatına dönüşmeye başlar. Mısır, Filistin, Suriye çöllerinden Anadolu ve Avrupa’ya yayılan manastırlar V. yüzyıldan itibaren zâhidlerin merkezi haline gelmiştir. Erken dönem zühd ve manastır hayatıyla ilgili en önemli klasik eserlerin başında V. yüzyılda bugünkü haline ulaşan Apophthegmata Patrum (çöl babaları) adlı eser gelir. Patrum’da bu dönem zâhidlerinin sık sık tuttukları oruçlardan, sürekli dua edişlerinden, cinsellikten ve her türlü zevkten kaçındıklarına dair yüzlerce örnek vardır. Hıristiyan mezheplerinin ortaya çıkışından itibaren kurumsal olarak zühd hayatına yönelik unsurlar farklılaşmaya başlasa bile zâhid tipolojisi söz konusu olduğunda teolojik argümanlar arasında farklılık yoktur; bu tipoloji Îsâ’yı taklit ederek dünyaya ait her türlü nimetten uzak durmaktan ibarettir.

     Ortaçağ’lardan itibaren zühd hayatının alışılmış unsurlarına bedeni zorlamanın doruk noktasına ulaşacağı yeni uygulamalar dahil edilmiş, vücuda işkence yapma anlamına gelebilecek birtakım ritüeller icat edilmiştir. Pavlus’un Korintoslular’a Birinci Mektubu (9/27) ve Koloseliler’e Mektup (1/24) gibi kaynaklara dayanarak özellikle Katolik kilisesinde varlığını sürdüren birtakım uygulamalar ortaya çıkmıştır. Acı aracılığı ile hem Îsâ’nın çilesine ortak olma hem de onunla bir olma tecrübesini sağlayan bu uygulamaların başında kendini kırbaçlatma gelmektedir. Bu geleneğin bilinen ilk örneklerinden biri XI. yüzyıl azizlerinden Saint Dominik Lorikatus’tur. Assisili Francis ise elinde Îsâ’nın çarmıhtaki çivi izlerine benzer izler açabilen bir kişidir. Sirenalı Catherina (XIV. yüzyıl) kendini kırbaçlatmış, günlerce uyumamış, Loyolalı Ignatius (XVI. yüzyıl) üzerine vücudunu tahriş eden kıldan elbiseler giymiş ve bedenine ağırlık takarak yaşamış, Avilalı Teresa acı seanslarıyla kendinden geçmiştir. Özellikle Haçlı seferlerinden sonra Avrupa coğrafyasında yayılan bu akıma Latince “kırbaçlamak” fiilinden esinlenerek “flagellare” denmektedir. Bu akım günümüzde Opus Dei, Guardica Sanfromondi, Penitentes gibi Katolik gruplarda hâlâ devam etmektedir.

     XVI. yüzyıldan itibaren Protestanlık zühd hayatına şiddetli eleştiriler getirmiştir. Her ne kadar bu mezhepte Îsâ’nın yaşadığı saf hayata dönüş ve kontrollü yaşam gibi kavramlar mevcut olsa da bunlar Protestanlık’ta hiçbir zaman zühd hayatına varacak şekilde radikalleşmemiştir. Katolik, Ortodoks, Süryânî, Ermeni gibi pek çok hıristiyan mezhebince benimsenen gerek aslî günah kavramını kabul gerekse acı yoluyla Îsâ ile birleşme teolojisi Protestanlık tarafından reddedilmiştir. Luthercilik gibi bazı Protestan gruplarında var olan manastır hayatı daha çok müşterek bir sadelik anlayışı üzerine oturmaktadır. Muhtemelen çok eski çağlarda, tanrısal güçlerle ilişki kurmak için bedene ait birtakım dünyevî hazları terketme anlayışına dayalı olarak ortaya çıkan zühd hayatı zamanla dinlerin mistik yorumları içerisinde şekil değiştirerek kurumsallaşmış ve günümüze kadar gelmiştir. Toplumların sosyal-psikolojik sarsıntı dönemlerinde birtakım sıkıntıları telâfi etme rolünün keşfedilmesi zühd anlayışının gelişmesindeki en önemli sebeplerden biri olmuştur. Bu anlayış, Hint ve hıristiyan geleneklerinde marjinal bir fenomen haline bürünürken Yahudilik ve İslâm gibi dinlerde daha dengeli bir kültür haline gelmiştir.

4 Nisan 2021 Pazar

SOSYOPSİKOLOJİ * Erken Dönem İslâm Âlimlerinin Psikolojiye Katkıları; Akıl, Nefs ve Ruh Kavramları * 9 / Dr. Nazife VARLI

Erken Dönem İslâm Âlimlerinin
Psikolojiye Katkıları
Akıl, Nefs ve Ruh
Kavramları
9
Nazife VARLI
Doctor of Philosophy
Community Psychology/America
Makale Bilgisi/Article Info:
Geliş/Received: 06.03.2019
Düzeltme/Revised: 13.05.2019
Kabul/Accepted: 14.05.2019
(Bu yazı; Dr. Nazife Hanımın
rızası alınarak sitemizde yayınlanmıştır.
Bu sayfa 9. ve son bölümdür.)

SONUÇ
     Bilim, kâinatta meydana gelen olayları farklı disiplinler altında ele alıp belirli bazı yöntemler yardımıyla birtakım deneysel uygulamaları kullanır ve böylece gerçeğe dayanan bazı sonuçlara ulaşır. Bilim, insanı bilgiye götüren yoldur ve aynı zamanda hem düzenli hem de tutarlıdır. Gözlenebilen olayları inceleyen bilim, bu olaylar arasında kurulun ilişkiyi inceler. Bu olayları meydana getiren kural, kanun ve bağlantıların ne olduğunu tespit etmeye çalışır. Bu açıdan bakıldığında, tüm canlıların duygu, düşünce ve davranışları, çeşitli bilim dallarından biri olan Psikolojinin konu kapsamına girer. Ancak, psikoloji, uzun zaman ‘iç dünya olaylarının bilimi’ veya ‘zihinsel olayların bilimi’ şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımlardan yola çıkarak, klasik dönemde kapsadığı alan bakımından düşünüldüğünde, psikolojinin konusu hakkında, ‘insanın iç âleminin tahlili’ demek yanlış olmayacaktır. Aslında bugün, Psikoloji bilimi modern dönemini yaşamaktadır. Bunu bu şekilde belirtmenin nedeni, Psikolojinin tabiat bilimlerinin metotlarından faydalanmak suretiyle deneysel bir bilim dalı hâline gelmesidir.
     Modern dönemin ilk işaretleri de, bu bilimsel metotların psikolojiye adapte edilmesiyle birlikte, 19. yüzyılın son çeyreğinde kendisini göstermeye başlamıştır. Bütün bunlara ek olarak belirtilmelidir ki, davranış bilimi olması dolayısıyla psikoloji, davranışların temelinde yatan sebepleri ortaya çıkararak, muhtemel hastalıklara karşı tedaviler geliştirir. Bir anlamda, ruhsal bunalımlara düşülmeden önce, ‘koruyucu hekimlik’ gibi bir görevi de üstlenir. Modern psikolojinin başlangıç tarihi, 1879 yılında Leipzig’de William Wundt tarafından ilk psikoloji laboratuvarının kurulmasına dayandırılır (Schultz & Schultz, 2002). Ancak konu insan olunca insanlık tarihinin tamamını içine alma zarûreti doğar. Çünkü Psikoloji biliminin konusu insanın ruhî hayatını ve davranışlarını anlama gayretidir. Dolayısıyla psikolojinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu söylemek mümkündür. Çoğu modern dönemin üzerine eğildiği konular gibi dursa da, aslında filozoflar, düşünürler ve âlimler yüzyıllar önce idrak, çatışma, öğrenme, hâfıza, mücadele, varlık, yokluk, madde, düşünme, motivasyon, algı, rüyalar, rasyonel ve irrasyonal tutumlar gibi insan tabiatı hakkındaki konular üzerine araştırmalar yapmaya başlamışlardır (Schultz & Schultz, 2002).
     Modern psikoloji yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başladığında, bilim adamları dinî olaylara da eğilim gösterme ihtiyacı duymuşlar ve insanı bir bütün olarak tahlil edebilmenin yolunun, onu dinî inanç ve deneyimlerinden soyutlamadan ele almaktan geçtiğini vurgulamışlardır. İşte tam bu noktada, Din Psikolojisi devreye girer. Kısaca tanımlamak gerekirse Din Psikolojisi, bireyin kutsal olarak kabul ettiği varlık veya varlıklarla kurduğu ilişkiye bağlı olarak ortaya koyduğu her tür tecrübe, tutum ve sözü deneysel (tecrübî) yöntemle inceleyen disiplindir. Bireyin dinî tecrübelerini konu alır. Bu kapsamın içine inanç, idrak, his, düşünce, tutum, algı ve davranışlar girer. Dolayısıyla, bu konular kapsamına dâhil edilebilecek geçmişten bugüne kadar incelenip araştırılmış bütün düşünce, yorum, görüş ve açıklamalar Din Psikolojisi’nin nasıl bir tarihî süreçten geçtiğini anlama açısından önem arz eder.
     Psikologların bireyin dinî inanç ve yaşayışını incelemeye yönelmeleri, modern psikolojinin doğuşu sürecine rastlar. Bu tarihe kadarki devrede -ki kaynaklarda psikolojinin ‘klasik dönemi’ olarak geçer- teolog ve filozoflar tarafından işlenen ve tartışılan konular, dinî hayatın psikolojik yönüyle bağlantılı düşünceler, yapılan gözlem ve incelemeler, ortaya konan açıklama ve yorumlar, eserlerde işlenen psikolojik yaklaşımlar, tümü birden insanın ne olduğunu ve yüce varlık ile arasındaki münasebeti anlamaya yöneliktir. Ancak, modern psikolojinin gelişimiyle birlikte, ruh kavramını irdelemek ve ruh-beden ilişkisini ortaya koymak gibi karmaşık meseleler tamamen Felsefe dalına devredilmiştir. Bu ayrımın yapılmasından sonra da deneysel psikoloji ile din arasında doğrudan bir ilişki kalmamıştır. Oysa Din Psikolojisinin amacı, din ile psikolojiyi tekrar buluşturmaktır (Adıvar, 1969). Böylece, Dinler Tarihi ve Felsefeden ayrılarak başlı başına bir bilim hâlini alan Psikolojinin çabaları sonucunda Din Psikolojisi doğmuştur.
     Edwin Starbuck, 1899 yılında, Din Psikolojisi (Psychology of Religion) isimli eserini yayınlayarak ‘Din Psikolojisi’ terimini ilk kullanan psikolog olarak kaynaklara girmiştir (Strung, 1992). Fakat ortaya çıkışından sonra, çeşitli sosyal ve toplumsal nedenlerden dolayı Din Psikolojisi çok yavaş bir ilerleme kaydetmiş, ancak 1960 yılından sonra hızlı bir yükselişe geçmiştir.
     Sonuç olarak, bu çalışmada da ortaya konduğu şekilde, İslâm âlimleri 7. yüzyıldan başlayarak felsefe, kelâm ve tasavvuf başlıkları altında, psikoloji alanında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu makalede düşüncelerine yer verilen, Hâris elMuhâsibî, Mevlanâ, Gazzâlî, el-Kindî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve Farabî, bu isimlerden sadece birkaç tanesidir. Bu düşünürlerin birçoğu, kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak sistemli incelemelerde bulunmuşlar ve elde ettikleri sonuçları eserlerine kaydetmişlerdir. Daha önce de vurgulandığı gibi, tercüme hareketlerinin başlamasıyla Antik Yunan düşünürlerin düşünce, görüş ve yorumlarından İslâm âlimleri etkilenmiş olsa da, onların düşüncelerini İslâm inanç ve düşüncesiyle harmanlayarak kendi özgün fikirlerini ortaya koymayı başarmışlardır. Tekrar ifade etmek gerekirse, burada ele alınan ‘akıl, nefs, ruh’ kavramlarını derinlemesine incelemek her bireyin yapması gereken bir araştırma değildir. Bu görevi, araştırma vasıflarını üzerinde taşıyan bilim adamlarına bırakmanın faydalı olacağı her zaman vurgulanmalıdır. Kısa ve öz olarak bu kavramların ne anlama geldiği ve görevlerinin bilinmesi birey için yeterli olacaktır. Buna ek olarak, İslâm âlimlerinin cevabını arayıp hakkında sayısız eser ortaya koyduğu, ‘akıl, nefs, ruh cisim midir, değil midir?’ sorusunu sormanın bir Müslüman için zarurî olup olmadığı konusunu düşünmekte fayda vardır. Ya da bu üç kavramı beyin ve kalp gibi organlarla ilişkilendirmeye çalışmanın ne gibi yarar sağlayacağı incelenebilir. Bu, tıpkı, Kur’ân mahlûk mudur, değil midir tartışmasına benzer. Veya bir zamanlar insanların, ‘kadın düşünen bir varlık mıdır; hatta insan mıdır, değil midir?’ sorularını sormaları gibidir. Hiç şüphesiz akıl da, nefs de, ruh da yaratılmışlardır. Kimi yaratılmışlar soyuttur, kimi yaratılmışlar da somuttur. Yani kimi cisimdir, kimi de cisim değildir. Onların varlığını kabul etmenin ötesinde derin münakaşalara girilmemelidir.

     NOTLAR:
1. Pew Araştırma Merkezi, Amerika Birleşik Devletleri ve dünyayı şekillendiren konular, tutumlar ve eğilimler hakkında bilgi sağlayan Washington, D.C. merkezli bir Amerikan düşünce kuruluşu.
2. el-Âni, el-İslâm ve İlmu’n-Nefs, s. 45.
3. Kur’ân-ı Kerîm, Rûm, 30/30.
4. Kur’ân-ı Kerîm, Ankebût, 29/35.
5. Bkz. Bakara 2/44, 73, 76, 242; Âl-i İmrân 3/65, 118; En’âm, 6/32, 151; A’râf, 7/169; Yûnus 10/16
6. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 2/286.
7. Kur’ân-ı Kerîm, Bakara, 2/37.
8. İbn Rüşd, (1997). Eş-Şerhu’l-Kebîr li Kitabi’n-Nefs li Aristo, (çev. İ. Garbi Kartaca). Beytü’l-Hikme. Tunus.
9. Kur’ân-ı Kerîm, İsrâ, 17/85.

3 Nisan 2021 Cumartesi

MİLLİ SAVUNMA ÜNİVERSİTESİ Sözleşmeli 200 Personel Alacak /// BAŞVURU KILAVUZU

MİLLİ SAVUNMA ÜNİVERSİTESİ
Sözleşmeli 200 Personel Alacak
Başvurular 21 Nisan'da sona erecek.

     Milli Savunma Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesindeki personel teminine ilişkin başvuru kılavuzuna göre, adaylarda Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanlığınca geçen yıl yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavı'na (KPSS) katılmış ve puan almış olma şartı aranacak.

     Bugün başlayan başvurular, 21 Nisan'a kadar Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesinden çevrim içi yapılacak. İnternet ortamı dışında dilekçe, mektup, posta vb. yöntemlerle yapılacak önbaşvurular kabul edilmeyecek, bu dilekçelere cevap verilmeyecek ve işlem yapılmayacak.
     Adaylar, https://personeltemin.msb.gov.tr sitesine girerek e-Devlet şifresi ile başvuru ekranını açtıktan sonra başvuru sihirbazını kullanarak ilerleyip ve tüm aşamaları tamamlayıp "Tercih Yap" ekranına yönlendirilecek. Buradan ilgili alım tıklanarak tercih yapılabilecek.
     Tercih işlemi tamamlandıktan sonra "Tercihlerimi Göster" butonuna tıklanarak kayıtlı tercihler kontrol edilebilecek.
     Sözlü sınava girmeye hak kazananların, sözlü sınav tarihi ve yeri, Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesinde tebliğ niteliğinde yayımlanacak. Ayrıca Milli Savunma Bakanlığının sosyal medya hesaplarında ön başvuru sonuçlarının açıklandığına dair duyuru da yer alacak. Adayların elektronik posta adreslerine ve cep telefonlarına kısa mesaj ile bilgilendirme gönderilecek.
     Başvuru kılavuzunda bulunan şartları taşıyan tüm adaylar, ilgili KPSS puan türü esas alınarak en yüksek puandan başlanıp en düşüğe doğru sıralanacak, sözlü sınava atama yapılacak kadro sayısının en fazla 10 katına kadar aday çağrılacak. Son sıradaki adayla eşit puan alan adaylar da sözlü sınava çağrılacak.
     Ankara, İstanbul, İzmir, Balıkesir ve Yalova'da destek personeli, diyetisyen, tekniker, teknisyen unvanıyla hizmetli, aşçı, berber, garson, şoför, terzi/ütücü, kaloriferci, boya/badana, elektrik, çevre, gıda harita ve kadastro, fotoğraf ve kameraman, matbaa, makine, inşaat, iklimlendirme, marangoz, metal işleri ile sıhhi tesisat branşında 200 sözleşmeli personel alınacak.
     Sözleşmeli personel alımıyla ilgili bütün detaylar, Personel Temin Dairesi Başkanlığının internet sitesindeki kılavuzda yer alıyor.

     Duyuruya İlişkin Dosyalar:

1 Nisan 2021 Perşembe

SOSYOPSİKOLOJİ * Erken Dönem İslâm Âlimlerinin Psikolojiye Katkıları; Akıl, Nefs ve Ruh Kavramları * 8 / Dr. Nazife VARLI

Erken Dönem İslâm Âlimlerinin
Psikolojiye Katkıları
Akıl, Nefs ve Ruh
Kavramları
8
Nazife VARLI
Doctor of Philosophy
Community Psychology/America
Makale Bilgisi/Article Info:
Geliş/Received: 06.03.2019
Düzeltme/Revised: 13.05.2019
Kabul/Accepted: 14.05.2019
(Bu yazı; Dr. Nazife Hanımın
rızası alınarak sitemizde yayınlanmıştır.
9 bölüme ayrılmıştır. Bu sayfa 8. bölüm.)

     G. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî (1207/1273)
     Muhammed Celaleddin Mevlânâ, 1207 yılında, Horasan bölgesinin Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Yaşadığı dönemin çeşitli siyasî ve sosyal sorunları değişik şehir ve bölgelerde yaşamasına neden olmuştur. Eserleri geniş bir perspektifle incelendiğinde, onun insana bakış açısının çeşitli disiplinleri içine aldığı görülür ve bu disiplinler dinî, tasavvufî ve ahlakî yönlerle de sınırlı değildir. Onun sözleri geleneksel anlayıştan uzak bir yaklaşımla sınırlamalar getirmeden bir analize tâbî tutulduğunda ve günümüz terminolojisi kullanılarak ele alındığında olayları değerlendirişi daha net anlaşılır. Bugün yaşadığımız dönemde önemi sürekli vurgulanan ve ayrıntılarıyla işlenmeye devam eden kişisel gelişim, zaman yönetimi, değişim, uyum, davranış bilimi, bireysel eğitim ve girişimcilik gibi konularda, pragmatik bir yaklaşımla, bugünün insanına uyarlanabilecek etkili ve güçlü önerilerde bulunur.
     Dünya çapında ün kazanmış olan büyük mutasavvıf Mevlânâ, sözü edilen bu konular çerçevesinde, yaşadığı dönemin çok ilerisine uzanarak şaşırtıcı bir derinlik, zenginlik ve öngörüye sahiptir. Allah’ın her an yenileyen, değiştiren aktif bir yaratıcı olduğunu belirten düşünür, gelişimin ancak kalıplardan çıkarak değişimle birlikte meydana geleceğine işaret eder. Yerinde sayıp değişime kapalı yaşamakla ilerlemenin ve yenilenmenin mümkün olamayacağını vurgularken değişimin bir gereklilik ve önlenemez bir hareket olduğunu belirtir. Dolayısıyla onun tavsiyeleri arasında değişime karşı durmamak, özgür iradeyle karar vermek, yeni ufuklar açmak ve yenilenme için hayâl edebilmek vardır. İnsan için hayat yolculuğu bir değişim sürecidir ve bu değişimde hep ileriye doğru yükseliş gösteren bir hareket olmalıdır. Ancak bahsedilen bu yenilenme, gelişim ve değişim isteğe bağlı gerçekleşmelidir.
     Mevlânâ’ya göre insan, nefsini arındırmalıdır. İyi insan olmanın yolu saflık ve temizlikten geçer. Bu arınma sürecinde insan aklını kullanılmalı, ilimi gerçeklerden faydalanılmalı ve akıl/kalb arasındaki ilişki sürekli dengede tutulmalı, ahlakî ve manevî değerlerle ruh gerçekliğine kavuşturulmalıdır. Allah’ın insanlara peygamberler göndermesi, insanın terbiyeye, eğitime kabiliyetli olmasının bir göstergesidir. Bu yüzden onun felsefesinde akıl, önemli bir yere sahiptir ve eğitim, insanı olgunluğa götüren bir süreçtir. Mevlânâ’da sevgi/aşk, gelişim, yenilenme ve değişimdeki ön şarttır ve tabiîdir. Her insanın sevme yeteneği vardır ve bu yeteneği her daim her konuda kullanmalıdır. Çünkü ancak sevgi, insandaki ve çevresindeki olumsuz ne varsa giderebilecek mahiyettedir. Sevgi yaratılışın özüdür. Aynı zamanda da dinin ve kişisel gelişimin de temelidir. Zira bireyi dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırabilecek güç de sevgide vardır.
     Mevlânâ’nın üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan bir tanesi de, insanın hep sevincin ve huzurun peşinde, bir arayışta oluşudur. Ona göre, dert ve üzüntüler bir talihsizlik değil, aksine bir kazançtır. Çünkü bu dertler insanın olgunlaşmasına, iç dünyasında derinleşmesine ve onun mânen zenginleşmesine yardımcı olur. Aslında yüzlerce yıl önceden, bugünün insanının çeşitli nedenlerden dolayı içine düştüğü ruhsal sorunlara nasıl yaklaşması gerektiğini gösterir. Bunalımlara ve depresyonlara karşı koymasını tavsiye eder, insana güçlü olmasını önerir, sorunlar karşısındaki tahammülü nasıl artırabileceğini anlatır ve bireyin nasıl yenilenebileceğini, ufkunu nasıl geliştirebileceğini öğretir. Bu yönde ona çeşitli yollar gösterir. Mevlânâ’nın musîbete sabretme konusundaki tavsiyeleri sabretmenin göründüğü kadar zor olmadığı vurgusunu yapar. Bu bir anlamda bir zorluğu kolaylaştırma yöntemidir. Onun dertleri sevdirme şeklindeki yaklaşımı günümüz psikologlarının sıklıkla başvurduğu bir uygulamadır, ki bu uygulama hastaların stresle baş edebilmesine yardımcı olur. Bugün bu yaklaşım önemli bir çözüm teorisi olarak kabul edilir.
     Çok yönlü, seçkin bir mütefekkir olan Mevlânâ, yaklaşık sekiz yüzyıl önce, günümüzde büyük rağbet gören kişisel gelişim uzmanlarının geliştirdiği öneriler üzerinde durmuştur. ‘Ben’ yerine ‘biz’ anlayışının temellerini kurmuş ve daha o tarihten olumsuz bakışın, modern insanın içine itildiği solipsizmin, sadece ayrımcılığı körükleyeceğini vurgulamıştır (Yeniterzi, 2007).

Daha önce yayınlanan sayfalar:

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...