SU HİKAYESİ / Nurhan Genç

SU HİKAYESİ

Nurhan Genç
Gönül Erleri MGYK Üyesi
İlahiyatçı - Yazar
    Kendimi bildim bileli "çakır çukur" ve her defasında araba devrilmeden eve vardığımız yolu geçtiğimizde, "şükürler olsun" derim. Ne zaman bu çeşmenin önüne gelsem amcamın;

  - ‘kermis’ kim kızım beni tanımaz değil mi?

    Sorusuyla koptuğumuz, kahkahanın karşı yamaca vurup bize döndüğü anın resmini görürüm.

     Yakın bir köye oğluna kız istemek için yola çıkan amcam ve dünür ekibi bu çeşmenin önündelerdi daha dün. Olan en yeni ve temiz elbiselerini giymiş, binecekleri traktöre giderlerken kızkardeşimin dikkatini, amcamın başındaki şapkanın eskiliği çekmişti. Bir hafta önce kapattığımız hayır kermesinden kalan en son şeyleri de akrabalarımızın yaşadığı bu mezraya getirerek dağıtacaktık. İçlerinde, bir de üstünde küçük bir ponponu olan bir dede şapkası vardı. Kız kardeşim eve koşup alıp gelince, kimin bu diye soran amcama:

   - “Kimsenin değil, kermesten”

    dediğinde, verdiği cevaptı bu. Çeşmeyi dönüp eve döndüğümde, bu hatırada yer alanların hiçbirinin hayatta olmaması içimi acıtsa da, bir rüyanın içine çekti beni...

     Her yaz taşındığımız çiftliğimizin girişinde, evimize neredeyse bitişik üç-dört mezardan oluşan aile kabristanımız  bizi karşılardı. Dedem, iki babaannem, babamın önceki eşinden olan, iki kız kardeşimin mezarlarından oluşan bu mezarlık, bize o kadar yakın ve sevimli gelirdi ki, korkmaz onlarla adeta birlikte yaşardık. Mezarlığa çok önce dikilmiş olup, bizim çocukluğumuzda bile yaşlanmış olan kayısı ağacının meyveleri iri ve çok tatlı olurdu. Etrafındaki birkaç küçük süt eriği alçak boyları ve toplanmaya çok müsait halleriyle davetkar bir halde bizi beklerlerdi. Bu iki meyveyi gelen geçen serbestçe toplar, daha çok biz çocuklar ve kuşlar birlikte yerdik. Her bahar çiçek açan bir iğde ağacıyla birlikte bir de alıç ağacı meyveye durana kadar, rayihalarıyla yoldan geçenleri mest eder, meyveleri toplanmadan birer ikişer dökülürlerdi.

     Bu ağaçların canlı kalmasını sağlayan ise üst taraflarında akan bir köy çeşmesi idi. Oldukça eski, yıpranmış, dökülmüş, suyun aktığı oluğun üstünde yaptıran kişinin yarı silinmiş adı ile ‘...hayratı’ yazardı. Tahtadan yapılmış  bir oluktan hiç kesilmeden, meyanı olmayan rast bir şarkı gibi akardı. Bu yüzden akan su sırayla bahçelere kanalize edilerek bağlanır çoğu zaman da dedemlerin mezarının başındaki ağaçları sulardı. Çocuk aklımla keşke bir yerde toplansa boşa gitmese diye düşünürdüm. Köy kadınları bulaşıklarını ve bir kısım çamaşırlarını burada tokaçlayarak yıkarlar, bazen de hiç bitmeyen köy işlerinden buraya sığınıp bir iki kelam ederlerdi. Birbirini gizlice seven aşıkların da başında buluştuğu bu çeşme, sadece gözlerin konuştuğu kaç aşka şahit oldu bilinmez.

     Bu çeşme yapılmadan önce ise, Kızılırmak'ın bir kolundan yapay olarak ayrılmış olan derenin suyunu kullanırdık. Bu ‘değirmen suyu’ dediğimiz küçük dere iki kilometre uzaklıktaki değirmenleri çalıştıran ve  özellikle su yolu yapılarak arazinin içinden de akıtılan bir dereydi. Fakat suyu içilecek kadar temiz olmazdı. O zaman Kızılırmak'ın ana yatağının üst tarafında  olan ve yamaç dediğimiz,  oldukça sarp olan dağdan su getirirdik. Bu su getirme işi, daha çok ırmaktan geçmeyi becerebilecek kadar büyük yani ilkokula giden bizlere düşerdi. Dağdaki, ‘göze’ denen küçük sızıntılarından oluşan su kaynakları çok  tatlı ve buz gibi olurdu. O kaynakları bulmak, temizlemek minik bir göl haline getirmek de, biz çocukların işiydi. O çocuk gözümüzle devasa görünen, tepenin yarısına kadar küçücük patikalardan koşarak çıkar, oldukça dik ve yüksek olmasına rağmen hiç korkmazdık.

     Bir sızıntı halinde bulduğumuz, kaynak suyunun etrafını ellerimiz dona dona açar, taşlarını temizler, çöplerini atar, önünde küçük bir kanal bırakırdık. Bulanan su akıp gitsin ve dupduru berrak su toplansın diye, ellerimizle eşerek biraz derinleştirirdik. Bu öyle bir gölcüktü ki; bir su bardağı  kadar bir tasla oradan alıp elimizdeki küçük bidon ya da kovalara dolduracak kadar ancak olurdu.

     Bu yamaca, evden elli metre kadar uzaklıkta olan derenin üstündeki küçük bir köprüden geçerek giderdik. Bu küçük köprü dediğim; eni bir buçuk metre, boyu ise ancak iki metreden oluşan bir patika kadar dar ama bahçelere geçişimizi kolaylaştıran bir adımlık derme çatma, büyük kayalar üst üste konarak oluşturulmuş köprüydü. Şimdilerde düşünüyorum da hayatın hiç bir yerinde devasa yapılar yoktu, bu bir kaç ailenin oluşturduğu köy yerlerinde. Her şey en yakın mesafenin kullanımını kolaylaştıracak küçük tasarımlardan oluşmuştu. Bu köprüde öyleydi. Üstünden geçtiğimiz taşlarla, suyun aktığı yerin mesafesi bir metre olan bu köprünün, kırılan yerlerinden altından akan suyun  göründüğü bir geçiş yoluydu. Ama ben bu küçücük köprünün altını öyle merak ederdim ki, bazen süzülerek gelen bir su yılanı bizim şamatamızdan korkarak, bu köprünün altına girer bazen bir kurbağa vıraklayarak altından çıkar, kenarlarına fırlayarak ödümüzü koparırdı. Dağın yamacına gidebilmek için önce bu derenin üzerindeki köprüyü, sonra dedemin kendisinin aşılayarak değişik cinsler oluşturduğu meyve bahçelerini geçerdik. Kızılırmak'ın bir çok yere  kanalize edilmekten suyu azalan esas yatağındaki devasa, kayganlaşmış taşlarından atlayarak karşıya geçişimizin eğlencesi hala aklımda. Kayıp düşme korkusu ile birlikte bir yılana ya da pat diye fırlayan bir su sıçanı ya da kurbağaya rastlama tereddüdü bize azami dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatırdı. Ben sıçrayan hayvanlardan çok korkardım.

     Bu derenin bitişiğinde olan ve ören dediğimiz, evimize en yakın yerinde ise duvar kalıntılarının olduğu bir oda kadar olan yerde küçücük bir bostan vardı. Burada hep salatalık ekili olurdu. Bir de çok sık dikilmiş erik ağaçları. Öyle çok erik olurdu ki, asla toplanmaz dalında kurur ya kuşlar yer ya da dökülür sineklere, böceklere yem olup yerde çürür giderdi. Buraya neden ören dendiğini, biraz daha büyüyünce öğrendik. Beni bir masal şehrine götürecek kadar güzel bir hikayesi vardı. Köydeki yazlık evimizin adeta bir parçası olan bu yer, bir zamanlar babamların yaşadığı evin bir odasıymış. Sanatkar bir ruha sahip olan dedem, bu küçük dereyi de içine alacak bir ev yapmış. Yani dere evin içinden akıp gidiyormuş. Babam, babasını hiç görmemesine rağmen bunu anlattığında, hayretler içinde o derede, o yarısı yıkılmış, duvarları duran kalıntılarında, iz arardım.  İçinden bir ses, bir soluk, bir hayat  kalıntısı duymak için adeta dinlerdim duvarları. Babamlar ve halamlar burada büyümüşler. Öyle enterasan gelirdi ki, inanamayıp takrar tekrar sorardım babama;

   - “Gerçekten bu dere evin içinden mi akardı?”

   - “Evet “derdi.

     Nasıl bir güzellik ve kolaylık ne güzel bir medeniyet, şaşardım. Su medeniyeti.

     Kızılırmak’tan ayrılarak yapay bir ark yolundan devam eden küçük dere, arazilerimizin içinden geçer ve altında kalan kocaman elma, erik, dut, armut, vişne ağaçlarıyla dolu bahçelerimizi sulayarak kıvrıla kıvrıla akardı. Bu minik dere aktığı yatağın yanlarına dikilmiş olan kavak ve söğüt ağaçlarını da sulayarak, yalnızlaşıp evimizden uzaklaştıkça da, korkutucu bir esrara bürünürdü.  Bu derenin bahçelere bakan tarafında biz çocukların eğlencesi köy kadınlarının ise en ağır işlerinden biri olan buğdayların yıkandığı kocaman bir beton ‘kürün’ vardı. Buraya bir kürek ağzı kadar yerden su kanalize edilir ve kürün dediğimiz bu küveti doldurarak burada bulgur yapılacak buğdaylar yıkanırdı. Kadınlar çuvallarla sırtlarında yıkanmış, eşek ölüsü kadar ağır çuvalları harmana taşır, bir gece ıslak olarak buğdayların şişmesi beklendikten sonra, kazanlarda kaynatılırdı. Hedik haline getirilip tekrar kurutulup bulgur değirmenine yollanırdı. Bir düzine serüvenden geçerek, tek tek ayıklanıp, kışlık bulgur olarak çuvallarda yenmeyi beklerdi. Buğdayların, çuvallardan bu ağzına kadar su dolu küvetin içine aktarılmasıyla, tatlı bir toprak kokusu yayılırdı. Suyun yüzüne yüzlerce saman çöpünün saldırırcasına çıkması, öyle tatlı bir seyirlik oluştururdu ki, kadınların ellerine ayaklarına dolaşmadan uzak bir köşeden merakla seyre dalardık. Buğdayı yıkayan kadınlar ellerindeki kalburlar ile bu çöpleri suyun yüzünden toplayıp tavuklara yem olarak verirlerdi, çünkü içinde mutlaka buğday taneleri kalırdı.

     Bu sakin ve ölçülü dere asıl itibariyle babamların oldukça geniş arazilerinin tam ortasından, değirmenlere kadar giderdi. Değirmenler bizim çocukluğumuzun en seyre doyulmaz, en fantastik mühendislikleriydi. Önce üstü kapalı ama sadece iki duvarının örülü, diğer yerlerinin açık olduğu bulgur değirmeninden geçerdi su. Kapısı yoktu veya yıkılmıştı. Üst üste konulmuş iki yuvarlak, kocaman taştan yapılan bulgur değirmenleri, yan yana ve iki taneydi. Buraya "seten" denirdi. Bu, bir odadan müteşekkil yer, bana çok orijinal ve masalsı gelirdi. Burası da yapay derenin üzerine inşa edilmişti. Tam ortasından geçen derenin içinde peri denen çarklar, suyun kuvvetiyle üstündeki taşları döndürürdü. Bu periler, bana; o çocuk muhayyilemde gerçek peri gibi gelir, onların suyla temas edip, küçük girdaplar oluşturan görüntüleriyle büyülenirdim. Hem canlı gibi hem de çok güçlüydüler. Korkudan, biraz  uzağından ürpererek geçip giderdim, sanki küçücük dereden bir el çıkıp beni de oraya çekecek gibi hissederdim

     Yan yana ama iki ayrı taş değirmenin biri önce buğdayı döver, bir diğeri de kabuğunu çıkarırdı. Bu değirmen yazın öyle çok çalışırdı ki, insanlar sıraya konurdu. Sırası gelen, gelip bu zahmetli işlemi gayet bilinçli ve zevkle yapar, birbirlerine yardım eder; yemekler, çaylar yapılır, dostluklar, sohbetler burada samimi eda ve kahkahalara teslim olurdu.

     Burası eğim olarak, yüksekçe bir yerde idi. Burada perileri döndüren derenin suyu yine yanıbaşındaki un değirmenine kocaman sac bir boruyla dökülür ve un değirmeninde de aynı çarkı döndürürdü. O kocaman sac boru sanki bizi içine çekip değirmen taşlarının arasına alır korkusuyla, asla yakınına gitmezdik. Değirmenci; kaşı-gözü, üstü-başı hep beyaz bir halde gezerdi. Kağnı arabalarının romantik gıcırtısı, yaz boyu evlerimize uzak bu değirmenin daima canlı ve döndüğünü anlatırdı. Ayrıca değirmenin dönen mekanizmasına çıngırak takılır ve değirmenin çalıştığına dair bir sesi bütün köylü gece gündüz duyardı.

     Kızılırmak'ın  acı iki hikayesi de; her bahar ırmağın coşmasıyla hatırlanır, anlatan ve dinleyenleri bir hüzün rüzgarıyla dolaşırdı.

     Halamın bir kız torununu kapıp götürmüş, köpeklerin yardımı ile suya girip çıktıkça takip edilmiş. Fakat azgın sele girilemediğinden günün sonunda taşlara çarpa çarpa her tarafı yara bere içinde ölüsü bulunmuş. Bu  olaydan sonra annesinin yüzü hiç gülmemiş. Bu kadını büyüdükçe tanıdım. Hemen yanıbaşımızdaki evde oturuyorlardı. Ne zaman baksam, yüzünde hüzün gördüğüm bu kadının sonradan yedi kız çocuğu oldu ama unutmadı Kızılırmak'ın bu zulmünü. Ne zaman ırmaktan karşıya geçecek olsam, kulaklarımdan hiç duymadığım annesinin çığlıkları geçerdi, bir de hırçın suyun içinde çırpınan yedi yaşlarında bir kız çocuğunun çaresizliği. İçim irkilmeyle karışık bir korkuyla acırdı.

     Bir diğer hikaye de çok can acıtan ve taze bir gelinin çaresiz ve sessizce kendisini suyun derinliklerine bırakmasına sahne olmuş. Babamın yakın akrabalarından olan taze bir gelin eşiyle ettiği bir kavganın sonucunda, madımak toplamaya gidiyorum diye evden çıkıp, geri dönmemiş. Arandığında ırmağın hemen yanıbaşında bulunan bir çift terlik, madımak toplamak için taktığı bir önlük ve bir bıçak acıyı ilan etmiş. Günlerce arandıktan sonra oldukça uzak bir mesafede bulunan taze vücuttan artık bir ceset ve bir yığın unutulmayacak pişmanlıklar kalmış.

     Özellikle Ramazan ayında büyüklerimiz gerçek, biz ise babamın teşvikiyle tekne oruçlu olduğumuz zamanlarda bu maceraya gönüllü olurduk. Buzdolaplarının köyle tanışmadığı bu zamanların en güzel iftarları bu küçük bidonlarla getirdiğimiz sularla açılırdı. Biz de böyle bir iyilik yapmanın zevkini yaşardık. Su kıymetliydi, dağ uzaktı, hayallerimiz ve sorumluluklarımız kaviydi.

     Yorulmanın, yılmanın, itirazın bilinmediği dünyanın çocuklarıydık...


kus-hareketli-resim-0415

5 yorum:

Unknown dedi ki...

hayatın içinden ,çok gerçekçi,o günlerdeymişcesine yaşatan ,hasretle nerde o güzel günler dedirten bir yazı olmuş ,aynı o anlar yaşamışım hisssi ni iliklerime kadar hissettiriyor,her zamanki gibi ,kaleminize sağlık ,

Adsız dedi ki...

Tüm hikayeyi anlayarak, gözesinden değirmenine dek gözümde canlandırarak okudum. Günümüzdeki neslin, bu ne demek,, diye sorabileceği o güzelim kelimelerin dağarcığında olmasından mutluluk duydum. Hanımefendinin kalemine sağlık.

Aydoğdu dedi ki...

Su hayattır...
Su candır...
Su medeniyettir...
Hele o kaynaktan bidonlara doldurulan buz gibi su tattır, neşedir...
Çok güzel tasvirler var. Sanki o anı yaşadım hepisi de gözümün önünde canlandı...
Elinize gönlünüze sağlık...
Ama acı bi gerçek ki; Her ne sebeple olursa olsun Kızılırmak kurban almata devam ediyor...😔

Bayram Dalkılıç dedi ki...

Gönlünüze huzur, emeğinize teşekkür.

Tevfik dedi ki...

Akıcı ve sade bir dille güzel, çoğu insanın bir şekilde geçmişte yaşadığı bir ortamı resmetmişsiniz. Yüreğinize sağlık.

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...