HARAÇ / MEZAT! / Nurhan Genç

HARAÇ / MEZAT!
26 Eylül 2021 / İstanbul

Nurhan Genç
Gönül Erleri
MGYK Üyesi
İlahiyatçı-Sosyolog
     Kadıköy’ de kurulan ve sanırım çok kişinin malumu olan bir pazar var; Bitpazarı. Bir arkadaşım övgüyle bahsedince geçmişe olan merakım hasebiyle “gidelim“ dedim. Pazara öğlende girdiğimizde geç kaldığımızı fark ettik. Erken gelmek lazımmış. Zamanın hızla eskittiği hazların ve hızlı değişimin izlerini takip etmek istiyordum. Aslında bir çok şeyin değişimi İsmet Özel’in dediği gibi ”biz yaşarken oldu.”
     Pazar; üstü kapalı büyük bir alana yayılıyordu. Bir yanı tamamen eskimiş, eskimemiş ama bir şekilde bu pazara düşmüş, çeşitli mutfak eşyaları, mefruşat malzemelerinden oluşuyordu. Tamirat ve küçük el aletleri, kıyafetler ve insanın aklına gelmeyecek kadar çok şey öylesine doldurulmuştu. Kirli, paslı, küflü, yırtık, sökük, kullanılmış, hiç kullanılamamış kıyafetler ve makine aksamları, küçük ev aletleri meraklılarını bekliyordu.
     Güncel ihtiyaçları karşılayan moda kıyafetler, taze sebze meyveler ve araç gereçler ise diğer bir tarafındaydı pazarın. Başımı kaldırıp bakmadım bile o tarafa, çünkü onlar için gelmemiştim.
     Heyecanla girdiğim ilk tezgahta başladı hayretim. Elimi vuramıyor, kıyamıyor, tiksiniyor muydum yoksa geçmişin bu kadar ete kemiğe bürünmüş hallerine dokunmaya mı korkuyordum, bilemedim bir türlü. Tereddütle yaklaştım önce parmaklarımın uçlarıyla tutarak kenarlarından.
     Geçmişin bütün gizemi ve yaşanmışlıkların sırları üzerlerine sinmiş bu eşyalar benimle sanki konuşuyorlardı. Bir müddet sonra aramızda samimi bir bağ oluştu, her birine yavaş yavaş dokunmaya, tutmaya, bakmaya başladım.
     Yakın tarihlerde bir çok evde olan ve içindeki küçük borudan şekeri bardağa dökmeye yarayan cam şekerlik ile göz göze geldik birden. Yarısına kadar dolu şekerler biraz önce nazenin bir el tarafından doldurulmuş ve yenice bir bardak çayın kaşığıyla buluşmuş gibiydi. Kurumuş, kirlenmiş ve rastgele tezgaha atılmış halini görmeseydim öyle düşünebilirdim. Vefasız bir elin gadrine uğrayıp, hoyratça yoklayan ellere teslim olmuştu. Bitişik tezgahta iki kardeş gibi müşteri bekleyen karabiber değirmenine ilişti gözüm, ahşap değirmenlerin altını çevirdim paslanmıştı, acaba çalışıyor mu diye içini açınca karabiber taneleri dökülüverdi elime. Nasıl olur, hangi sebeple buraya düşmüş olabilir ki? Daha çekilememiş bir yemeğe tat olamamış bu biberlerin sahibine ne oldu acaba?
     İlerledim, önce mutfak eşyalarının olduğu yerlere bakmak istiyordum. Yan yana dizilmiş bu onlarca tezgah bir birine benziyor. Dikkat çeken birkaç özel eşya, önünde bir müddet daha kalmama sebep oluyordu. Renkli ve kristal bardaklar, artık üretilmeyen tek tük kalmış cam, içlerinde çiçek desenleri olan porselen tabaklar, belki bir köşk veya zevk sahibi bir hanımefendinin mutfağından gelmiş izlenimi veriyordu. Tek tek fiyatlarını sordum, üç- beş lira. Köylerde kıymetleri bilinmeyen bakırlar ise her ne kadar kalaylı olmasalar da asaletini koruyarak ucuzlamamıştı. Üzerinden epeyce zamanın geçtiği aydınlatma araçları lambalar, avizeler yan yatmış hasta gibi birçok parçası eksilmiş halde, elinden tutup, halinden anlayacak birilerini gözlüyorlardı.
     Bu içimi acıtan çoğu eski eşyalar, ölüm, ayrılık, vefasızlık ve fanilik kokuyordu. Her varlığın ruhu, her yaşanmışlığın izleri olduğuna inanırım. Eşyalarımla duygusal bir bağ kurarım, ayrılmak çok kolay olmaz benim için. Bir dağ yalnızlığına bırakılmış mahzun eşyalar, hüzünlendiriyor beni. Sahipleri terk etmiş çünkü. Her bir tezgahı kaçırmadan görmek, hayali hatıraları hissetmek, hikayelerine muttali olmak istiyorum.
     Başka bir tezgahta mefruşat malzemeleri doluydu; çarşaf, nevresim, üzerinde yatmış olan başın sarım tırak izlerini taşıyan yastık kılıfları, harika modellerde kıvrılmış, kirlenmiş, yarıları yırtık danteller, işlemeler, değişik sanat eserleri. “Nereden alıyorsunuz” diye sordum satıcı kadına. “Bunlar bir apartmanın deposunda kalmış yıllarca, birisi çağırıp 'alın' dedi, küflenmişler.” Hatırlıyorum benim çocukluğumda yapılan şeyler bunlar, genç kızlar modellerini bile vermezlerdi ki yalnız kendilerinde ait ve özel olsun diye. Köylerde lambanın ışığında işlenmiştir bir çoğu ve kaç genç kızın gözünün güheri hayalleriyle birlikte dökülmüştür bunların üzerine. Evinin hangi köşesini hangi dolabını süsledi, çeyizi, en nadide eşyaları buraya nasıl geldi, bir apartmanın deposuna gelene kadar hangi maceraları yaşadı ki?
     Hemen sağıma döndüm; saf pamuk gecelik ve pijamalar, hiç giyilmemiş. “Nasıl yani” diyorum, "bunlarda mı?"
     "Evlenmemiş bir genç kızın çeyizleri” diyor satıcı, hayal ve ümitlerini buraya boşaltmış ve gitmiş, annesi yapmışmış, beğenmemiş. Üniversiteden bir hocamın hediye ettiği mendili otuz senedir en nadide yerde sakladığım aklıma geliyor, üzülüyorum. Anne hatırası, kim bilir hangi masrafından kısıp aldığı bu kıyafetler nasıl bir şey ifade etmez. Her bir çocuğuma hatıra kalsın diye bir kaç parçayı saklıyorum oysa.
     Şurada yepyeni kumaşlar, tanıyorum kumaşları. Çocukluğumu çağırdılar çünkü. Sümerbank’ın kumaşları katlanmış halleriyle duruyor. Harika pazenler, poplinler, basmalar birkaç tanesini aldım. “Nereden buldunuz bunları” dedim. Huzur evinde ölen bir teyzenin sandığını öylece almışlar, "boşalttık" dedi satıcı. Ölümün soğukluğu, huzur evinin yalnızlığıyla birlikte ellerimi ve ruhumu üşütüyor. İçimden “işte bu kadar, dünya bu değmez hiç bir şeye“ diyorum. Kıymamış kullanmaya.
     Bundan otuz kırk sene öncesine kadar evler böylesine eşyaya ve lükse kurban edilmemişti. Çoğu zaman senede bir iki defa kullanılacak eşyalar mahallede vakıf gibi herkes tarafından kullanılırdı. Sene de bir defa bile kullanılmayacak eşya veya kıyafetler dolaplarda tıkılı olmazdı. Bir düğün falan olduğunda elbiseler, ayakkabılar bile kimde varsa sırayla kullanılırdı, kimse de bundan gocunmazdı. Zaten bu kadar teşkilatlı mutfaklar da yoktu. Evlerde insan faktörü en önemli unsurdu. Eşyaya tapılmaz, insanların bir veya iki temiz elbisesi olurdu, düğünlük bayramlık. Eskisi olmayanın, yenisi olmazdı. İnsan ömrünün eşyadan çok daha az olduğunu bildiklerinden miydi acep?
     Vefasızlığın kol gezdiği bu eskimiş dünyada, israfın çepeçevre kuşatan yanını da görmek gerek. Sırf yeniden almanın hazzını tatmak için bir kaç defa kullanılmış güncel eşyalar belki garibana kucak açıyor. Fakat harcamayı da hastalık haline getirip, zavallı insanı tatminsiz ve hep aç bırakıyor.
     Evler dolusu eşyalar zaten dostlara hizmet etmediği gibi, kendisine insanı hizmetçi kılıyor. Bir show room’a dönen evlerimiz için insan “keşke böyle olsa bari” diyesi geliyor yani hiç “olmazsa bir pazarda satılsa.” Eşyalar acımasızca çöp konteynerlerinin yanlarında anlık hazları eskitiyor. Bugünün insanı, kadını, erkeği, çocuğu asla kıymet bilmiyor. Bu çokluk insanı boğuyor. Öylesine vicdansız bir dünya sistemi ve öyle kapitalist ki, hep yeni, en yeni, en moda, en son olmalı. İnsanı esir alan ve sürekli yıpratıcı bir para kazanma hırsı her şeyi tüketiyor. Dostluk, paylaşma, diğergamlık ile bit pazarında haraç-mezat.
     Tabi mutlulukta.
     İnsan Yunus'ça söylemeden edemiyor;
     Mal sahibi mülk sahibi,
     Hani bunun ilk sahibi?
     Mal da yalan mülk de yalan,
     Gel biraz da sen oyalan...
goz-hareketli-resim-0281

9 yorum:

Ahmet Murat YİĞİT dedi ki...

Günümüze ve geçmişe dair güzel tespitler, hatırlatmalar ve tavsiyeler. Gönlünüze, kaleminize sağlık.

Furkan dedi ki...

Çok güzel bir yazı, günlük hayatımız ve akıp giden hayatları konu almış. Kaleminize sağlık. // İKRA KİTAP FOTOKOPİ. Furkan. Saygılarımla

Ahmet Murat YİĞİT dedi ki...

Kadriye Kurdal dedi ki...

Yüreğinize emeğinize sağlık hocam

Unknown dedi ki...

Selâmun aleyküm hocam,
Yazınız bana okuduğum bir yazıyı hatırlattı. Yazarı hatırlamıyorum ancak aklımda kalan ve içimi acıtan kısmı "evler de ölür mü?" sorusu olmuştu. Emanetin ehlinde olmadığında zayi olduğu gibi anılar da, yaşanmışlıklar da zayi oluyor, ümitler de bir pazar tezgahında satılıyor. Rabbim aslolanı zayi ettirmesin. Selam ve dua ile...
Hatice Çakır
S

Mualla dedi ki...

Güzel bir yazıydı hocam kaleminize,yüreğinize sağlık...esliyenler,eskimeyenler...Rabbim kıymet bilenlerden etsin

Adsız dedi ki...

Kaleminize, yüreginize sağlik... Ne kadar da guzel anlatmissiniz. Nurhan hanim, yayinlanmis kitaplariniz var mi? Baktim, goremedim. Varsa eger buradan veya mail grubunuzdan kitap tanitimi yapilirsa, ilgimi cekecek konularda ise okumak isterim...
Kanada, sibel Efil

Unknown dedi ki...

Eskiye dair güzellikleri çok güzel ifafe etmişsiniz. Sanırım bizler düne özlem duyarken bugünün çocukları da gün gelecek bu güne özlem duyacaklar. Su gibi akıp giden zamanı durdurmak mümkün değil. Dünü geri getirmekte öyle... Ama böyle güzel bakış açılarıyla anıları taze tutmak mümkün. Elinize, yüreğinize sağlık

Adsız dedi ki...

eskinin ruhu besleyen,gözüde ,gönlüde doyuran güvene dayalı ,yürekden bağların,şimdinin kolayca yıkılan ,aslında tamda kurulamayan yüzeyel ilişkiler ve maddenin doldurucağınıbsandığımız yaşanmamış hayatların çığlığını ortak hislerimizi,çok güzel anlatan bu yazı için bixim kuşak minnettar size ,yüreğinize sağlık

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...