9 Kasım 2010 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER... KONU: TEVBE

H A D İ S - İ    Ş E R İ F L E R
Konu: Tevbe
1.  (949)- Hâris İbnu Süveyd anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) bize iki hadis rivayet etti. Bunlardan biri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ dendi, diğeri de kendisinden.
Dedi ki: "Mü´ min günahını şöyle görür: "O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Fâcir ise, günahı burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi görür" İbnu Mes´ud bunu söyledikten sonra eliyle, şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar gibi yapmıştır.

   Sonra dedi ki: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini duydum: "Allah, mü´min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir: "Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte seyahat etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz. Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp: "Hayvanımın kaybolduğu yere dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım" der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün! Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte Allah´ın, mü´min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla birlikte kavuşan bu adamın sevincinden fazladır."

   Müslim´in bir rivayetinde şu ziyâde var: "(Sonra adam sevincinin şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: "Ey Allah´ım, sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim." [Buharî, Da´avât 4; Müslim 3, (2744); Tirmizî, Kıyâmet 50, (2499, 2500).[1]

 AÇIKLAMA:
Tevbe, şer´î ıstılahta, çirkinliği sebebiyle günah ameli terkedip, yaptığına pişman olmak ve bir daha dönmemeye azmetmek, günah, şayet zulüm nev´inden ise, kulun hakkını iâde etmek veya hak sahibinden helallik ve af talebetmektir.

Mamafih ulemâ tevbeyi "pişmanlık", "bir daha günah işlememeye azmetmek", "günahtan uzaklaşmak" gibi değişik şekillerde tarif etmiştir. Tevbeyi tarifte, bu üçünü birlikte şart koşan da olmuştur. Tevbe mevzuunda şu hususun da bilinmesi gerekir. Allah nazarında tevbekâr sayılmak için, bu söylenenlerin Allah´ın rızasını taleb maksadıyla yapılması gerekir. Aksi takdirde mal veya sıhhat endişesiyle israf, içki gibi günahların terki veya halkın ayıplamasından kurtulmak için bir kısım çirkin işleri bırakmak tevbe sayılmaz, bu hususta âlimler ittifak ederler. Bir de mücerred pişmanlık tevbe için yeterli değildir. Pişman olmakla birlikte günahı terketmesi ve dönmemeye azmetmesi gereklidir. Bu nokta-i nazardan, tevbeyi sadece "pişmanlık" olarak tarif edenlerin aldandığı anlaşılır.

Tevbe ya küfürden, ya günahtan olur. Küfürden tevbe edenin tevbesi kesinlikle makbuldür. Günahtan tevbe edenin tevbesi, sıdk ile yapılırsa o da makbuldür. Kabulün manası, işlenen günahın zararından kurtulmaktır. Tekrar o günaha dönmediği takdirde, işlememiş gibi olur. Asinin tevbesi Allah´ın hakkına giren günahtan ise, onu, söylediğimiz şekilde terketmesi kâfidir. Ancak bazıları için şeriat kaza ve kefâret şartı koymuştur. Kul hakkına giriyorsa, hakkın hak sahibine ulaşması şarttır aksi takdirde o günahın zararından kurtulamaz. Ancak hakkın ulaşması için elinden geleni yaptığı halde hakkı sahibine ulaştıramadı ise Allah´ın affedeceği ümid edilir. Zira Cenab-ı Hakk tabiatları değiştirir, günahları hasenata çevirir.
   Abdullah İbnu´l-Mübarek tevbe için başka şartlar da ileri sürmüştür, der ki: "Nedamet etmek, bir daha dönmemeye azmetmek, kul hakkını ödemek, farzlardan zâyi ettiklerini eda etmek, haramla beslenen bedenden o maddeleri eritip yerine temiz maddeler gelinceye kadar üzüntü ve kedere boğulmak; nefsine, günahın lezzetini tattırdığı gibi, tâatın elemini tattırmak."
   Tevbe ve istiğfar birbirine yakın dualardır. Diğer duaların ve ibâdetlerin makbul olması için de önce tevbe ve istiğfarla dua ve ibâdetlere başlanması tavsiye edilmiştir. Bazı büyükler: "İstiğfarda mı bulunayım, tesbihat mı yapayım" diye soru soranlara şu cevabı vermiştir: "Kirli elbise, buhurdan ziyade sabuna muhtaçtır."

   Şu halde tevbe ve istiğfar için illa da günah işlemiş olmak gerekmez. Allah´a dua vs. şekilde ibadet edecek olan kimsenin buna "tevbe ve istiğfar"la başlaması, kirlerden temizlenmesi gerekir. Zîra temizlerin duası daha çabuk icâbet görür. Nitekim Hz. Peygamber: "Allah´a kasem olsun, ben günde yetmiş kereden fazla Allah´a tevbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
   Kulun tevbesi karşısında Allah´ın sevinmesi, mutlaka affetmek azmini ifade eder. Hele rivayette olduğu gibi, bu İlâhî sevinç, bir insanın duyduğu "delice sevinç"le ifade edilmişse, bu tevbeye teşvikte, tevbenin makbuliyetini ifadede beliğ bir üslup, mukni bir metod olmaktadır.[2]
 
2. (950)- Zirrü´bnü Hubeyş anlatıyor: "Saffân İbnu Assâl el-Murâdî (radıyallahu anh) bize, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini rivayet etti: "Mağrib cihetinde bir kapı vardır. Bu kapının genişliği -veya bunun genişliği binekli bir kimsenin yürüyüşüyle- kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve semaları yarattığı gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar tevbe için açıktır." [Tirmizî, Da´avât 102, (3529).][3]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
3. (951)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim güneş batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder." [Müslim, Zikr 43, (2703).][4]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
4. (952)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Son nefesini vermedikçe Allah, kulun tevbesini kabul eder." [Tirmizî, Da´avât 103, (3531); İbnu Mâce, Zühd 30, (4253).] [5]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
5. (953)- Ebû Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Aziz ve Celil olan Allah, gündüz günah işleyenlerin tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Gece günah işleyenlerin tevbesini kabul etmek için de gündüz elini açar, bu hal, güneş batıdan doğuncaya kadar devam edecektir."

Burada "el", Allah´ın ihsan ve fazlından kinayedir. [Müslim, Tevbe 32, (2760).][6]

 AÇIKLAMA:
   Son dört hadis (950-953), günah işleyen mü´minleri ümidsizliğe düşmekten kurtarıp tevbeye teşvik etme gayesine matuftur. Cenâb-ı Hakk´ın her çeşit günahı affedeceğini ifade etmektedirler. Üstelik tevbe için belli bir vakit de tayin edilmiş değildir. Gündüz de gece de Allah´ın elleri açıktır. Kişi son nefesini verinceye veya insanlık kıyametin en büyük alâmeti olan güneşin battığı yerden doğmasına kadar hayatta kaldığı müddetçe Allah´ın tevbe kapıları açıktır. Ve bu kapı o kadar geniştir ki, genişliği atlı kimsenin kırk veya yetmiş yılda ancak katedebileceği bir mesafeye ulaşmaktadır.
   Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah´ın rahmetinin bolluğunu, fazlının çokluğunu ve affının genişliğini ifâde için bu mânevî mefhumları insan aklının anlayacağı maddî teşbihlere dökmüştür. Bu uzaklıkları dünyevî ölçülere vurmak her halde câiz olmaz, tıpkı Allah´a el izâfe edilmesi gibi. Allah´ın bizim gibi el sahibi olduğunu düşünmek Allah´ın eşi, benzeri, misli olmadığını ifade eden ayetlere ters düşer.[7]
 
6. (954)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine bir râhib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Râhib: "Hayır yoktur!" dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı.
   Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü , kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: "Evet, vardır, seninle tevben arasına kim perde olabilir " dedi. Ve ilâve etti:
"- Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah´a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla Allah´a ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer."
   Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: "Bu adam tevbekâr olarak geldi. Kalben Allah´a yönelmişti" dediler. Azab melekleri de: "Bu adam hiçbir hayır işlemedi" dediler.
   Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: "Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim edin" dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar."

   Bir rivayette şu ziyade var: "Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı. Adamcağız yönünü sâlih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden sayıldı." [Buharî, Enbiya 50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mâce, Diyât 2, (2621).][8]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
7. (955)- Bir diğer rivayette (aynı hikaye ile ilgili olarak) şöyle denmiştir: "Allah Teâla beriki köye adamdan uzaklaşmayı, öbür köye de yaklaşmayı vahyetti, sonra da: "Adamın geldiği ve gitmekte olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın" dedi."
[Buharî, aynı bab.][9]

 AÇIKLAMA:
   Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bazı ulvî hakikatlerin iyice anlaşılması veya hatırda yerleşip kalması gibi, ta´limî (didaktik) ve başka çeşitli maksadlarla hikaye ve teşbihlerle anlatmıştır. Bu üsluba, hadislerde sıkça rastlarız. Yukarıdaki rivayette bunun en güzel örneklerinden birini görmekteyiz. Resûlullah, İsrâilî diyebileceğimiz bu hikâyede pek çok yüce hakikatleri dile getirmektedir. Hemen belirtmek isteriz ki, bir hikâye için isrâiliyattan demek, onun ihtiva etiği hakikatleri, hikmetleri, incelikleri istiskal etmek, hafife almak demek değildir. Hele, bunların verdiği dersleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da beğenip, anlatmış, ibret nazarlarımıza sunmuş ise. Nitekim "Benî İsrâil hikayelerinden anlatın, bunda bir zarar yok" buyurmuştur. Zaman zaman, ashab´a israiliyyat anlattığı rivayetlerde gelmiştir. Ancak, yine de muteber kitaplarımızda rastlanmayan; bir başka ifade ile, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın anlatımından geçerek nurlanmayan isrâiliyat karşısında ihtiyatlı olmak, hikmet dersi veriyor diye hemen benimsememek gerekir. Aksi takdirde bir kısım hurâfelere kapı açmak İslâm´ın nezâhetine, müsamahasına ters tüşmek ihtimalden uzak değildir.
   Yukarıdaki hikâyeye gelince, bu, gerçek bir vak´anın hikâyesi olabileceği gibi, hikâyede mündemiç olan hakikatlerin ders verilmesi için anlatılmış edebî bir parça da olabilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tebligatında, bir kısım lisânî ve örfî klişelerden, atasözlerinden istifade etmiş olması normaldir. Bu durumlarda hikâyede geçen hâdisenin gerçekten vukua gelmiş olup olmadığına bakılmaz, asıl mühim olan onun vermek istediği mesajdır. Mamafih bazı şârihlerimiz, bu vak´anın fiilen vukuunu kabul etmiş görünmekte ve hâdise kahramanının öldürdüğü yüzüncü kişinin "rahip" olmasından hareketle, vak´anın Hz. İsa (aleyhisselam)´dan sonra cereyan etmiş olacağını belirtmektedirler. "Zira, derler, ruhbanlık, nass-ı Kur´ân´la sabittir ki, Hz. İsa´dan sonra ihdas edilen bir müessesedir." Burada atıfta bulunulan nass, Hadid sûresinin 27. âyetidir.

   Hadiste mevcut olan hakikatlere gelince, bizce mühim olan birkaç tanesine dikkat çekeceğiz:

1- Tevbelerin makbuliyeti: Bizzat Kur´ân ayetleriyle açık şekilde belirtilmiştir ki, tevbe edildikten sonra bütün günahlar affedilebilecektir. Dinimizin en büyük günah addettiği "şirk"ten tevbe edilip tevhide rücu edilmesi halinde, o da affedilecektir. 949´uncu hadiste belirtildiği üzere küfür ve şirkten tevbenin makbuliyetine kesinlikle iman gerekmektedir.
   Şirkten sonra en büyük günah haksız yere cana kıymaktır. Kur´ân-ı Kerim böyle bir cinayeti "bütün insanların katline denk" bir cürüm ilân eder (Maide 32) Bu rivayette, Resûlullah, bu çeşit cürümden yüz tane işleyene bile, sıdk ile tevbe ettiği takdirde, affedilme ümidi vermektedir. Hikâyede, râhibin öldürülüş sebebi, katilin diğer cinayetlerinin sebepleri ve vicdanî katılığı hakkında bir bilgi vermektedir. Böylesine haksız ve ucuz cinâyetlerine rağmen bir caninin affı ve hem de sırf tevbeye niyet ve azmetmiş olması sebebiyle affedilmiş olması, İslâm´ın tevbe telâkkisini ortaya koymakta, Cenab-ı Hakk´ın kulları karşısındaki rahmetinin derecesini ifade etmektedir. İslâm uleması, mutlaka affedildiğine, günahsızlığına inanmayı büyük günah addettiği gibi, ye´si de yani affedilmeyeceğine inanmış olmayı da büyük günah addeder. Mü´min, günahı ne kadar çok ve ne kadar büyük olursa olsun onun affedilebilir olacağına, aff-ı İlâhî´nin her şeyden büyük olduğuna inanmakla mükelleftir, bu inanç mü´minlik edebinin gereğidir. Ye´se yer yoktur.

   Sağduyu sahibi hiçbir kimse bu hadisten hareketle, "insan hayatının ucuzluğu" veya "nasıl olsa af var" telakkisiyle günaha teşvik gibi mugalatalara düşmez. Çünkü hadisin vürud gayesi tevbeye teşviktir, günaha değil, 949 numaralı rivayette, mü´minin günah karşısındaki edebi belirtilmiştir: "Günaha düşmekten, üzerine dağ düşecekmiş gibi korkmak." Yine aynı rivayette Allah´ın tevbe edenlere karşı affetme durumu belirtilmiştir: Issız çölde herşeyinin yüklü olduğu kaybolmuş bineğini bulan insanın sevinciyle sevinmek. Ve de bir atlının yetmiş yıl yürümekle katedebileceği genişlikte, kıyamet anına kadar kapanmamak üzere açılan bir tevbe kapısı.

   Evet buraya kadarki hadislerle ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk´ın tevbeler karşısındaki affetme durumuyla ilgili hakikati, bu sonuncu hadis bir başka yönden bir başka belâgatla ifade buyurmaktadır.
   Rabbimiz! Günahlarımızdan tevbe ediyor, af ve rahmetine iltica ediyoruz, kabul eyle, bir daha dönmemekte güç ve kuvvet ver!

2- Mü´min için niyet ve azmin amelden üstün olduğu: Mücrimin affına sebep olan iki şey gözükmektedir:
a) Tevbe,
b) Azim,
   yani tevbenin gereği olan amele tevessül. Rivayette, mücrim, affedilme imkânının olduğunu, ancak iyilerin arasında yaşayarak ibadette bulunmak gereğini öğreniyor. Hikâyenin, tevbe meselesini açıklama nokta-i nazarından en beliğ yanı bizce burasıdır: Yüz kişiyi öldüren kimse, henüz ibadet etmiş, hayır işlerde bulunmuş bile değil; sadece azmini ortaya koymuş, tevbe ve hayır yoluna girmiş, fakat daha hedefe varmadan, yarı yolda hayatını kaybetmiş. Ancak, affı için bu azim kâfi gelmiş. Ya hedefe ulaşsaydı!

Resûlullah "Mü´minin niyyeti amelinden üstündür" buyurmaktadır.

3-Tevbe ve hayır amelde acele etmek: Rahmet ve azab meleklerinin mesâfe ölçmeleri çok manidar bir husustur. Rivayette, hedefe, iyiler diyarına bir karış daha yakınlığın adamcağızı kurtardığı ifade edilmektedir. Ya birazcık daha gecikseydi...
   Ölüm habersizce geldiğine göre tevbe ve hayra tevessülde yarını ve hatta "az sonra"yı beklememelidir!

4-Çevrenin insan üzerindeki etkisi: Bu rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususa da dikkat çekmektedir. Alim kişinin ağzına koyduğu şu cümle, içtimâî muhitin insanın iyi veya kötü davranışlarındaki rolünü ifade etmede mühimdir: "Falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah´a ibadet eden kimseler var... Bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin, zîra orası kötü bir yer." Hadisin bir başka vechinde: "Yaşamakta olduğun kötü köyden çıkacaksın" demiştir. Alimler, bu hadisten hareketle, bir kısım kötü fiiller işleyen kimsenin, bundan kurtulmak isteyince bir başka yere gitmesinin, günahı işleme sırasındaki ahvâlini tevbekâr olunca değiştirmesinin gereğine dikkat çekerler. Böylece kötülüğe iten hâtıralar, alışkanlıklar, kötülükte yardımcı olan kimseler, içtimâî bağlar koparılmış, terkedilmiş olur.

5- Bu rivayette âlim kimsenin âbid kimseye üstünlüğünü de görmekteyiz. Zira caninin müracaat ettiği birinci şahıs bir rahiptir, menfi cevap vermiştir, bu da onun hayatına mal olmuştur. İkinci kişinin "alim" olduğu belirtilir, o hakimane cevap vermiştir ve caniyi kurtarmıştır.

6- Bizden öncekilerin şeriatıyla amel: Bu rivayet vesilesiyle Kadı İyaz´ın sunduğu bir açıklama, bizden öncekilerin şeriatıyla amel meselesine açıklık getirdiği için kaydetmede fayda görüyoruz: "Bu hadise göre, tevbe, katl günahına karşı da fayda vermektedir, diğer günahlara karşı fayda verdiği gibi. Gerçi bu rivayet, bizden öncekilerin şeriatını aksettirmektedir ve bizden önceki şeriatle amel, ihtilaflı bir konudur. Ancak bu mesele ihtilâflı hususlara girmez. Zira, ihtilâf, önceki şeriatte yer aldığı halde bizim şeriatımızda onun te´yidine dair beyan gelmemiş ahkâmlarla ilgilidir: (Öyle bir hükme bizim de uymamız gerekir mi, gerekmez mi ) Şayet onu teyid edici bir hüküm bizde gelmiş ise o, bizim de şeriatımız olur, bu hususta hiçbir ihtilâf mevcut değildir. Tevbe meselesinde birçok âyet ve hadisler varid olmuştur: "Allah kendisine şirk koşulmasını elbette affetmez, bunun dışındaki günahları dilediğinden affeder" (Nisa, 48). Keza bu hususta hadis de çoktur. Ubâde İbnu´s-Sâmit´in müttefekun aleyh olan ve: "...Bu günahlardan birini işleyenin durumu Allah´a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse cezalandırır" şeklinde biten hadisi bunlardan biridir." İbnu Hacer ilave eder: "Bu hükme eski ümmetlere nisbetle Muhammed ümmetinden "yüklerin hafifletildiği" prensibinden de ulaşılır. Kâtilin tevbesinin makbul olması onların şeriatında yer alan bir esas olursa, bunun bizde de bitariki´l-evlâ (hayda hayda) yer alması gerekir."[10]
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
8. (956)- Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İnsanoğlunun herbiri hatakârdır. Ancak hatakârların en hayırlısı tevbekâr olanlarıdır." [Tirmizî, Kıyâmet 50, (2501); İbnu Mâce, Zühd 30, (4251).[11]

 AÇIKLAMA: 
Burada hatakârlık bütün insanlara teşmil edilmiştir. Şu halde beşerî fıtratta, asıl olan hatakârlıktır. Masumiyet asıl değildir. Alimler, peygamberleri de bu hükme dâhil ederek, kaziyeyi onlar hakkında: "küçük günah" diye kayıtlamışlardır. Onlardan sâdır olduğu rivayet edilen bazı "zellât" ise Allah´a isyân kasdı olmaksızın husule gelen hata ve nisyan (unutma) olarak değerlendirilmiştir. Hatakârlık beşerin umumi vasfı olunca, hadis, "insanların en hayırlısı tevbe ile masiyetten kaçarak ibadet ile Allah´a iltica edenlerdir" demiş olmaktadır.
   Peygamberler dışında hiç kimsenin ma´sumiyet, yani hatalara ve günahlara karşı korunmuş olma iddiasının kabul edilemiyeceğine bu hadis delil olmaktadır.
   Bu hadiste ifade edilen hatakârlıkla, Hıristiyanların aslî günah inancını karıştırmamak gerekir. Bu hadisin gayesi, kişiyi kibirden, ücubdan koruyup kulluğa, tevbeye sevketmektir, tevbenin ehemmiyetini ifade etmektir ve de insanın fıtraten hata yapmaya olan meyil ve zaafına dikkat çekmektir. Hıristiyanlar ise, Hz. Adem´den tevarüs edilen mevrus bir günaha inanırlar. Kişi, Hıristiyan olmadıkça, vaftiz olmadıkça bu günahtan kurtulamaz. [12] diye inanırlar.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/495.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/495-497.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/497.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/497.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/497.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/498.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/498.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/499-500.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/500.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/500-504.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/504.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/504.

7 Kasım 2010 Pazar

Hz. Bilâl İlk Ezanı Okuyor

 
İ  S  L  A  M     T  A  R  İ  H  İ
 ~~~*~~~*~~~*~~~*~~~*~~~
  Hz. Bilâl'in Ezan Okuması
   Umre tamamlandıktan sonra, Hz. Fahr-i Kâinat, Kâbe'nin içine girmek istedi. Ancak müşrikler, "Bu, anlaşmamızda yoktu" diyerek müsaade etmediler.
   Öğle vakti girmişti. Kâbe'ye girmesine müsaade edilmeyen Resûl-i Ekrem, Hz. Bilâl'e Kâbe'nin üzerine çıkarak öğle ezanını okumasını emretti. Peygamberimiz ve Müslümanlar, Hz. Bilâl'in yanık sesiyle okuduğu ezanı huşû ve huzur içinde dinlerken, müşrik ileri gelenleri tedirgin ve üzgün görünüyorlardı. Herbirinin ağzından nahoş laflar çıkıyordu. Ebû Cehil'in oğlu İkrime, "Allah, Ebû Cehil'e bu kölenin söylediğini işittirmemek ihsanında bulunmuştur" dedi.
   Müşrik Safvan bin Ümeyye, "Şükür ki Allah, bunları görmeden babamı aldı, götürdü" diyerek tedirginliğini ifâde ediyordu.
   Halid bin Esîd ise, hadiseden duyduğu üzüntüyü, "Şükürler olsun Allah'a ki babamı öldürdü de, Bilâl'in Kâbe üzerine dikilip bağırdığı bu zamanı görmedi!" diyerek ifâde ediyordu.
   Bu arada ezanı işitince hiç bir şey söylemeden yüzünü kapayanlar da görülüyordu. (421) Onlar kin, düşmanlık ve kıskançlıklarından dolayı böyle çirkin lâflar ederken, Ashab-ı Kirâm ise saf bağlamış, âlemlerin Rabbi Allah'ın huzurunda el pençe namaza duruyorlardı. Öğle namazı burada edâ edildi.

   Hz. Meynûne'nin Peygamberimize Nikahlanışı
   Asıl ismi Berre olan Hz. Meymûne, Peygamber Efendimizin amcası Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü'l-Fadl ile Hz. Câfer'in hanımı Esmâ'nın kızkardeşi idi. Kocasının ölümüyle dul kalmıştı. (422) Hz. Abbas, Peygamber Efendimizin onu almasını arzu ediyordu. Bu nedenle Efendimizi her gördüğünde ondan medih ve takdirde bahsederdi.
   Son olarak Resûl-i Ekrem Efendimiz, umre için Medine'den yola çıkıp Cuhfe'ye gelip konduğu sırada, Hz. Abbas gidip orada kendisiyle buluşmuştu. O sırada Efendimize, "Yâ Resûlallah! Meymûne binti Hâris, dul kaldı. Onu kendine zevceliğe kabul buyursan olmaz mı?" diye teklifte bulundu. (423) Peygamber Efendimiz de bu teklifi kabul etti.
   Resûl-i Ekrem henüz Mekke'den ayrılmamıştı. Hz. Resûlullahın kendisine dünür olduğu haberini devesinin üzerinde iken alan Hz. Meymûne, "Deve de, üzerindeki de Resûlullah Aleyhisselâmındır" diyerek memnuniyet ve sevincini açıkladı. (424)
   Hz. Abbas da bunun üzerine, Peygamberimizden dört yüz dirhem mehir alarak Hz. Meymûne'yi ona nikâhladı. (425)   Peygamber Efendimizin (a.s.m.), Hz. Meymûne ile evlenmesinden Kureyş müşrikleriyle arasında bulunan gerginliği bir derece yumuşatmak maksadını güttüğü de söylenebilir. Zirâ, bir müddet daha kalıp Kureyşlilerle konuşma fırsatını elde etmek için bunu vesile kılmak istediğini görüyoruz. Hudeybiye Muâhedesine göre tesbit edilen kalma müddeti üç gündü. Üç gün dolunca Efendimiz, Kureyş ileri gelenlerine şöyle bir teklifte bulundu:
"İsterseniz, âilemle evlenme merasimi yapmak üzere burada üç gün daha kalayım ve teptipleyeceğim düğün ziyafetine sizi de dâvet edeyim."
   Fakat, Kureyş ileri gelenleri bunu kabul etmediler. Temsilci göndererek, Peygamberimizden Mekke'den çıkıp gitmesini istediler.
   O sırada Efendimizin yanında Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden Sa'd bin Ubâde vardı. Kureyş temsilcilerinin Resûl-i Kibriyâ Efendimize sert konuştuklarına tahammül edemedi ve onlardan biri olan Süheyl bir Amr'a şöyle çıkıştı:
"Burası ne senin, ne de babanın toprağıdır.
"Vallahi, Resûlullah Aleyhisselâm buradan ancak anlaşma hükmü gereği kendi rızasıyla çıkar. Yoksa zorla çıkıp gitmez."
   Bunun üzerine Kureyş'in iki temsilcisi seslerini kestiler. Peygamber Efendimiz ise bu manzaraya tebessüm buyurdular. (426)
   Mekke'de kalma müddeti dolunca
   Hudeybiye Anlaşması gereğince, Mekke'de kalma müddeti olarak tayin edilen üç gün dolmuştu.
Hayatı boyunca düşmanı ile dahi ahdini bozmamış bulunan Hz. Fahr-i Âlem Efendimiz, gönülden kalmayı arzu ettiği halde, ahdine ters düşmemek için Mekke'yi, Kâbe-i Muazzamayı terk etmek zorunda kalıyordu. Aslında bu bir mânâda uzaklaşmak değil, Mekke'yi fethetme zamanına gün be gün yaklaşmaktı. Bundan sonraki her gün, her saat Mekke'nin fethini, onunla birlikte gönüllerin fethini de yakınlaştıracaktı.
   Bu üç gün zarfında Müslümanlar, Mekke'deki bir çok akrabalarıyla görüşme imkânına da kavuşmuşlardı. İman hakikatlarını ve İslâm ahlâkının güzellik, yücelik, nezaket ve nezahetini dürüst davranışlarıyla ortaya koyma fırsatını bulmuşlardı. Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu müşriklerin de gözleri önünde nuranî bir manzara halinde sergilemişlerdi. Bunun neticesinde müşrik azılıları hariç, halktan bir çok kimsenin gönlünde iman ve İslâma karşı sıcak bir ilgi, samimi bir istek uyanmıştı. Âdeta, Mekke fethedilmeden evvel, halkından bir çoğunun gönlü fethe hazır hale gelmişti.
   Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ashabıyla Mekke'den ayrıldığı sırada arkasından mâsum bir ses duydu:
"Amca! Amca!"
   Dönüp baktılar. Sesin sahibi şehidlerin efendisi Hz. Hamza'nın biricik kızı Ümâme idi. Mekke'de bulunuyordu. Sesinde bir imdat, bir "Beni kurtarın bu şirk diyarından" ifâdesi ve mânası vardı. Ve sanki, Bütün Mekke, bir ağız olmuş, "Beni bırakma" diye bu biricik yavruyla birlikte imdat diliyordu. Kalbi, şefkat ve merhamet deryasını andıran Resûl-i Ekrem, döndü, minicik yavrunun elinden tutup Medine'ye beraberinde getirdi. (427)   Resûl-i Ekrem Efendimiz Ashabıyla Mekke'den ayrıldıktan sonra Serif mevkiinde konakladı. Orada Hz. Meymûne ile evlendi. (428)

   Medine'ye Dönüş
   Peygamber Efendimiz, akşamleyin Şerif'ten ayrılıp geceleri yola devam etti. Zilhicce ayı içinde Medine'ye geldi. (429)
   Hz. Hamza'nın Selma binti Ümeys'ten doğan kızı Ümâme, Mekke'ye getirilince üzerinde münakaşa çıktı.
Peygamber Efendimiz, Hz. Zeyd bin Hârise ile Hz. Hamza'yı birbirine kardeş yapmıştı. Hz. Zeyd buna istinaden şehâdetlerinden sonra Hz. Hamza'nın çocuklarının velisi ve vasisi kendisi olduğunu söyledi ve "Kardeşimin kızını görüp gözetmeye, ben daha lâyık ve haklıyım" dedi. Hz. Câfer bunu duyunca hemen itiraz etti: "Teyze de bir annedir. Hanımım Esmâ binti Ümeys, Ümâme'nin teyzesidir. Bu bakımdan onu görüp gözetmeye ben daha lâyık ve haklıyım."
   Hz. Ali ise buna kendisinin daha lâyık olduğunu iddia etti. "Amcamın kızını müşriklerin arasından çıkarıp getiren benim" dedi. "Siz ona, neseben benim kadar yakın değilsiniz. Onu görüp gözetmeye ben, sizden daha haklı ve lâyıkım!"
   Meseleyi neticeye bağlamak Hz. Resûlullaha kalmıştı,
"Ey Zeyd! Sen, Allah'ın ve Resûlünün dostusun
"Ey Ali! Sen de benim kardeşim ve arkadaşımsım.
"Ey Câfer! Sen de bana yaratılış ve huyca en çok benzeyensin" dedikten sonra şu kararı verdi:
"Ey Câfer! Ümâme'yi görüp gözetmeye, sen daha lâyık ve haklısın! Çünkü; onun teyzesiyle evli bulunuyorsun.
Kadın ne teyzesi, ne de halası üzerine nikâhlanıp gelemez! " (430)   Hz. Resûlullah bu hükmü verince, Hz. Câfer sevincinden birden ayağa kalktı. Peygamber Efendimizin çevresinde tek ayak üzerinde seke seke yürümeğe başladı. Resûl-i Ekrem, "Ey Câfer! Nedir bu yaptığın?" diye sorunca, Hz. Câfer şöyle izah etti: "Yâ Resûlallah! Habeşliler, sevinçlerinden, krallarına böyle yaparlardı. Necaşî de bir kimseden hoşlandı mı kalkıp böyle hareket ederdi." (431)
dip notlar:
421. Megazi, 2:738.
422. Tabakât, 8:137; istiab, 4:1915-1916.
423. İstiab, 4:1916.
424. Tabakât, 8:132; İbn-i Kesîr, Sîre, 3:439.
425. İbn-i Kesîr, Sîre, 3:439.
426. A.g.e., 3:433; İnsanü'l-Uyûn, 2.783.
427. Zâdü'l-Mead, 2:171; İbn-i Kesîr, Sîre, 3:443.
428. Sîre, 4:14; Tabakât, 2:122, 8:133-134.
429. Tabakât, 2:122.
430. Tabakât, 8:159-160.
431. A.g.e., 8:160.
Kainat' ın Efendisi (ASM), Salih Suruç


Trakya Üniversitesi'ne

   TRAKYA ÜNİVERSİTESİ REKTÖRLÜĞÜ'NDEN

   Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar ile ek ve değişikliklerine göre 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4.maddesinin B fıkrasına göre istihdam edilmek ve Üniversitemiz Hastanesinde görevlendirilmek üzere sözleşmeli personel alınacaktır.
   Aşağıda belirtilen her bir unvan için yazılı ve/veya sözlü sınav yapılmaksızın, KPSS (B) grubu puan sıralaması esas alınmak suretiyle unvan adedi kadar sözleşmeli personel pozisyonlarına yerleştirme yapılacaktır.

UNVANI 1 ADEDİ ARANILAN NİTELİKLER
Hemşire 18 Hemşirelik veya Sağlık Memurluğu lisans mezunu olmak.
Diğer Sağlık Personeli 1 Biyomedikal Cihaz Teknolojisi programı önlisans mezunu olmak.
Diğer Sağlık Personeli 2 Tıbbi Laboratuar, Tıbbi Laboratuar Teknikleri Önlisans mezunu olmak
Diğer Sağlık Personeli 3 Anestezi, Anestezi Teknikerliği Önlisans mezunu olmak,

ARANANILAN GENEL KOŞULUR
1- Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olmak,
2- Kamu haklarından mahrum bulunmamak,
3- Taksirli suçlar ve aşağıda sayılan suçlar dışında tecil edilmiş hükümler hariç olmak üzere, ağır hapis veyahut 6 aydan fazla hapis veyahut affa uğramış olsalar bile Devletin şahsiyetine karşı işlenen suçlarla, zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı veya şeref ve haysiyeti kırıcı suçtan veya istimal ve istihlak kaçakçılığı hariç kaçakçılık, resmi ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa vurma suçlarından dolayı hükümlü bulunmamak.
4- Başvuru tarihi itibariyle 18 yaşını tamamlamış olmak,
5- Erkek adayların, muvazzaf askerlik çağına gelmemiş veya askerlik çağına gelmiş ise muvazaf askerlik hizmetini yapmış veya muaf veya erteletmiş veya yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
6- 657 Sayılı Kanunun 53 üncü madde hükümleri saklı kalmak kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek vücut veya akıl hastalığı ile özürlü bulunmamak.
7- Aranılan nitelikler bölümünde belirlenen öğrenim düzeylerinin birinden mezun olmak,
8- Önlisans mezunları için 2008 KPSS (B grubu) sınavına girmiş olmak.
9- Lisans mezunları için 2010 KPSS (B grubu) sınavına girmiş olmak.
10- Herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı almıyor olmak.

BAŞVURU ŞEKLİ, YERİ, ZAMANI ve İSTENİLEN BELGELER
Adayların bu ilanın gazetede yayım tarihinden itibaren 15 gün içerisinde;
1- Nüfus cüzdanı aslı ve fotokopisi,
2- Diploma veya çıkış belgesinin aslı ve fotokopisi,
3- Lisans Mezunları için 2010 KPSSP3, Önlisans Mezunları için 2008 KPSSP93 puanını gösteren belge,
4-1 adet fotoğraf ile birlikte Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Personel Daire Başkanlığına şahsen başvurmaları gerekmektedir. (Posta ile yapılan başvurular kabul edilmeyecektir.) Önlisans mezunları için 2008 KPSS (B grubu) , lisans mezunları için 2010 KPSSP3 puan sıralamasından sonra alınmaya hak kazananların isimleri başvuru bitim tarihinden sonraki üç iş günü içerisinde http://www.trakya.edu.tr/  adresinde ilan edilecektir. Bu ilan tebliğ mahiyetinde olacağından ayrıca tebligat yapılmayacaktır. Alınmaya hak kazanan adaylar 15 gün içerisinde istenilen belgeleri tamamlayarak Rektörlüğümüz Personel Dairesi Başkanlığına şahsen teslim etmeleri gerekmektedir. Bu süre içerisinde istenilen belgeleri tamamlayarak teslim etmeyen adaylar haklarını kaybederler.

Ardahan Üniversitesine Akademik Personel Alınacak

Ardahan Üniversitesi Rektörlüğünden:
AKADEMİK PERSONEL İLANI
Üniversitemizin aşağıda belirlenen birimlerine 2547 Sayılı Kanun ve Öğretim Üyeliğine Yükseltilme ve Atanma Yönetmeliği’nin ilgili maddelerine göre öğretim üyesi alınacaktır.
Adayların, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 48. maddesinde belirtilen şartları taşımaları gerekmektedir.
Başvuru süresi ilanın yayım tarihinden itibaren on beş (15) gündür. Resmi bayram tatil süresi kadar ek başvuru süresi tanınacaktır. Başvurular şahsen yapılacak olup, süresi içinde yapılmayan başvurular ve eksik belgeli dosyalar ile postayla yapılacak başvurular kabul edilmeyecektir.
Doçent kadrosuna başvuracak adaylar; başvurdukları birim ve anabilim dalını belirten dilekçelerine özgeçmiş, nüfus cüzdan sureti, 2 adet fotoğraf, doçentlik belgesi, diğer öğrenim belgeleri ile Bilimsel Çalışma ve Yayınlarını kapsayan eserlerden 4 (dört) takım dosyayı ekleyerek Personel Dairesi Başkanlığı’na başvuracaklardır.
Yardımcı Doçent kadrosuna başvuracak adaylar; başvurdukları birim ve anabilim dalını belirten dilekçelerine özgeçmiş, nüfus cüzdan fotokopisi, askerlik belgesi, öğrenim belgeleri (lisans, yüksek lisans, doktora ve uzmanlık belgesi), 2 adet fotoğraf, yayın listesi ile birlikte Bilimsel Çalışma ve Yayınlarını kapsayan eserlerden 4 (dört) takım dosyayı ekleyerek Personel Dairesi Başkanlığı’na başvuracaklardır.
Herhangi bir kamu kurumunda çalışanlar (daha önce çalışıp ayrılsalar dahi) çalıştığı kurumdan alacakları onaylı ayrıntılı hizmet belgesini başvuru belgesine ekleyerek ibraz edeceklerdir.
Yurtdışından alınan diplomaların Üniversitelerarası Kurulca denkliğinin onaylanmış olması gerekmektedir. Atamaların yapılabilmesi için adayların durumunun ilan edilen kadro derecesine uygun olması gerekmektedir.
Duyurulur.
Tel: 0 478 211 64 46

Birimi Bölüm / Anabilim Dalı Unvanı Der. Adet Açıklama
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı /
Türk Halk Edebiyatı
Doç. 1 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı /
Yeni Türk Edebiyatı
Yrd. Doç. 3 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı / Yeni Türk Dili Yrd.Doç. 3 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Tarih / Ortaçağ Tarihi Yrd. Doç. 3 1  
İnsani Bilimler ve Edebiyat Fak. Tarih / Genel Türk Tarihi Yrd. Doç. 5 1  
İktisadi ve İdari Bilimler Fak. İşletme / Yönetim ve Organizasyon Yrd. Doç. 4 1  
Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği /
Gıda Teknolojisi
Yrd. Doç. 4 1 Süt ve Süt Ürünleri alanında Doktora yapmış olmak.

4 Kasım 2010 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... İBÂDET

 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
  İ B Â D E T


Cinleri ve insanları, beni tanımaları,
bana ibâdet etmeleri için yarattım.
(Zâriyât sûresi: 56)

   Allahu Teâlâyı (cc.), görür gibi ibâdet et!
Sen O'nu görmüyorsan da, O seni görüyor."
(Hadîs-i Şerîf - Buhârî ve Müslim)
  
Eğer ibâdet bir kuş olsaydı,
şüphesiz onun kanatları oruç ile namaz olurdu.
(Yahyâ bin Muâz)

İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı.
İbâdetin özü de; kalbin her zaman
Allahü teâlâdan gâfil olmamasıdır, unutmamasıdır.
(Ubeydullah-ı Ahrâr)

İbâdet etmek bakımından dünyânın bir sâati,
kıyâmetin bin senesinden daha iyidir.
Zîrâ bu bir sâatte; sâlih, faydalı amel işlenebilir.
Hâlbuki kıyâmetin o bin senesinde bir şey yapılamaz.
O hâlde, ey mü'min kardeşim!
Vaktini boş şeylerle geçirme!
Zamânının kıymetini bil ve en iyi şeyler için kullan!
Namazlarını vaktinde kıl ki,
kıyâmet günü pişman olmayasın!
Çok büyük sevâba kavuşasın!
(Cüneyd-i Bağdâdî)

   İBÂDET

   Kelime anlamı itaat etmek, boyun eğmek, tapmak, kulluk etmek, küçüklüğünü kabul etmek demektir. Şer'i anlamı ise, Allah'ın sevdiği, emrettiği, kabul ettiği ve razı olduğu bütün gizli-açık amel ve sözlerdir. Bunlardan bazıları; iman, islam, ihsan, dua, korkmak, umut etmek, tevekkül etmek, ummak, gönülden saygı duymak, yönelmek, yardım istemek, sığınmak, yardımına çağırmak, kurban kesmek, adak adamak, ilah olarak yalnızca Allah'ı tanımak, Allah'ın hükmüne teslimiyet göstermek, Allah için sevip Allah için buğzetmek, namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek, tavaf etmek, tevbe-istiğfar etmek vs. dir. (Muhammed b. Abdulvehhab, Tevhid, s.f 80, Tevhid Yayınları)
   İbadet niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan, Cenab-ı Hakka yakınlık ifade eden ve özel bir şekilde yapılan taat ve fiillerden ibarettir. Bu, bizi yoktan var eden, bize sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah'ı ta'zîm (ululamak, yüceltmek) amacı güden bir kulluk görevidir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1935, 1/95)
   Bu duruma göre ibadet, Cenab-ı Allah'a karşı gösterilen saygı ve hürmetin, en yüksek derecesini ifade eder. En geniş anlamda ibadet, Allah'ın hoşnut ve razı olduğu bütün fiil ve davranışları kapsamına alır. (Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 3/53)
   İbadet, kendini kul olarak kabul eden insanın Rabbine karşı teslim oluşu ve Rabbine itaat edişidir. İbadet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir. İbadet, Allah'a karşı duyulan saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu, Allah'ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.
   Allah'ın razı olduğu bütün ameller ibadet kapsamına girer. Bir diğer deyişle salih (doğru ve güzel) kabul edilen bütün ameller (fiiller)in yapılması ibadettir. Çünkü Allah, insanlardan güzel davranışlar ve kendi hükümlerine itaat istemektedir. Yani Allah'a itaat manası taşıyan her hareket ibadettir.
   İbadet, 'abd' kelimesinden türetilmiştir. Bu da; en yüce bilinen bir varlığa itiraz etmeksizin, karşı gelmeksizin itaat etmek, boyun eğmek demektir. Eskiden kölelere de 'abd' denirdi. Onlar, sahiplerine karşı gelmeksizin itaat ederlerdi. Çünkü onlar efendilerinin malı sayılırlardı.
   İnsanın Allah karşısındaki durumu, kölenin efendisi karşısındaki durumu gibi değildir. İnsanlar Allah'ın köleleri değildirler. Ancak insanlar mutlak itaatı, boyun eğmeyi ve en yüksek tazimi Allah'a yapmak zorundadırlar. Bunun adı kulluktur, yani ibadettir. (Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, s.f. 282, Beyan Yayınları)

   İbâdet kelimesi, "abede" fiilinin masdarı olup "itaat etmek, boyun eğmek, tevâzu göstermek, bağlanmak ve hizmet etmek" anlamlarına gelir. İbâdet kelimesinin türediği "abd" kökü, şu anlamlara gelir:
1) Hür olanın zıddı olan köle,
2) Boyun eğmek ve itaat etmek,
3) Kulluk etmek, ilâh tanımak, tapmak,
4) Bir şeye bağlanıp, ondan ayrılmamak.

   Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere ibâdet kelimesinin ifade ettiği esas manalar; "kişinin yüksek ve üstün birine karşı baş eğmesi, itaat etmesi, kendi hürriyetinden ferâgat ederek onun karşısında her türlü isyanı terk etmesi, tam bir bağlılıkla ona boyun eğmesidir." İşte bu durum, kulluk ve itaattir. İbâdet, itaat etmenin bir çeşididir. Bu itaata layık olan da, hiç şüphesiz gerçek ma'bud olan Allah'tır. Çok ibâdet edene âbid, kendisine ibâdet edilene de ma'bûd denir.

   Kur'ânî bir terim olarak ibâdetin genel anlamdaki tanımı şudur: "Yapılması sevap olan, Allah'a yakınlık ifade eden, yalnız O'nun emirlerini yerine getirmiş olmak ve rızâsını kazanmak niyetiyle yapılan, her türlü harekete ibâdet denir."
   Demek ki İslamî manasıyla Allah'a ibâdet: "İnsanın rûhen ve bedenen, gizli ve açık bütün mevcudiyetiyle yalnız Allah'a yapmış olduğu şuurlu (bilinçli) bir tâat ve kurbettir."
   "İbâdet" kavramı, "kurbet" (yakınlık) ve "tâat" (sevap olan şeyler) kavramlarının anlamını da içermektedir. Dolayısıyla ibâdet eden insan, hem Allah'a yaklaşmış, tanıyıp kulluk etmiş, boyun eğmiş ve hem de O'na itaat etmiş olur. Mesela namaz kılan bir insan, Allah'a tâat, ibâdet ve kurbet görevlerini yapmış olur. Namazın kabul olması için de "iman", "ihlâs" ve "niyet" in bulunması gerekmektedir. Korku ve ümit içinde hem zâhir, hem bâtında sonsuz bir alçak gönüllülük ile sınırsız bir ta'zimi ihtiva eden ibâdet, "kibir" ve "riyâ" kabul etmez.
   "İbâdet", boyun eğmenin, itaat etmenin, saygı göstermenin ve kulluğun en son noktasıdır. İbâdet, insanın Allah'ın râzı olduğu şeyi yapması, yerine getirmekle yükümlü olduğu fiilleri emrolunduğu şekliyle hayata geçirmesi, hiçbir şey gözetmeden Allah'a kulluk etmesi ve bunu, sadece O'na boyun eğip itaat etmek için yapmasıdır.

   İtaat büyük bir makamdır. İbâdet/kulluk yapan "âbid/abd" (kulluk yapan/kul), itaat ve ibâdetle Allah'a bağlandığı için şereflenir. Allah Teâlâ, Rasulü Hz. Muhammed (s.a.v.)'i, makamların en şereflisi olan "risâlet" makamında "abd/kul" kelimesi ile isimlendirmiştir. (2/23, 17/1, 18/1, 57/9)
   O yüzden şehâdet kelimesinde bile "rasül" kelimesinden de önce; daha önemli ve daha şerefli olduğu için "abduhu: O'nun kulu" ifadesi kullanılır. Çünkü risalet, Muhammmed'in (s.a.v.) diğer insanlara yönelik ilişki ve görevini ifade ederken; "abd/kul" ifadesi, onun Rabbıyla ilişkisini ve bağını anlamlandırır. Allah'la irtibatın, diğer insanlarla ilişkiden daha şerefli olduğu da açıktır. Biz de, şeref ve fazilet istiyorsak, bunun Allah'la bağımızı güçlendirmekten geçtiğini, yani ancak ibâdet ve kulluk görevlerimizde derinleşmekle makamımızı yükseltebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.

   İbâdet, imanın uygulanması, hak ve doğru kabul edilen esasların günlük hayatta yaşanması olduğundan, Allah katında tâat kabul edilen her davranışın bilfiil uygulanmış, yapılmış olması gerekir. Yoksa, yalnız istek halinde kalıp, davranış sahasına çıkmayan duygu ve düşünceler, Allah'a yakınlık anlamına gelen kurbet ve tâat olsalar da, ibâdet değillerdir. Gerçek iman kulun kalbine girdiği zaman bu pratiğe salih amel şeklinde yansır. Allah insanlardan söz söylemelerini değil, sözlerini doğrulayacak salih amel işlemelerini ister. Bunun yanında, niyetsiz, sadece görünürde yapılan işler de ne olursa olsun, ibâdet sayılmazlar. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyetsiz aç durmak da oruç değildir. O halde kötü niyetle, veya Allah'a itaat ve yakınlık kastından başka bir maksatla yapılan işler, ibâdet olamazlar. 

   Lisanımızda çokça kullanılan "tapınmak ve tapmak" kelimeleri, ibâdet'in değil; yalnızca tâat'in karşılığı olabilir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinden az çok, ne yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk manası anlaşıldığı için, bu kelimeleri "puta tapmak", "naça tapmak" gibi yerlerde kullanırız. Oysa kulluk etmek, şuur bakımından tapmak kelimesinden daha iyi ve anlamlıdır. Şu halde ibâdet terimi, bir tâat mertebesini ifade etmektedir ki, en hususi anlamı "ibâdet", en genel anlamı ise "kulluk" manasına gelen "ubûdiyet"tir.
   İbâdet, Allah'ın râzı olduğu şeyi yapmak; ubûdiyet ise, Allah'ın yaptığına râzı olmaktır, diye de tanımlanmıştır.

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...