2 Nisan 2011 Cumartesi

TEŞEHHÜDDEN ve SELAMDAN SONRA OKUNACAK DUA

KÜTÜB-İ SİTTE
İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM : SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
İKİNCİ FASIL: NAMAZ DUALARI

 

TEŞEHHÜDDEN SONRA OKUNACAK DUA


1. (1810)-  İbnu Abbâs (radiyallahu anhümâ) hazretleri anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüdden sonra şunu okurdu: "Allahümme innî eûzu bike min azâbi cehennem ve eûzu bike min azâbi'l kabri ve eûzu bike min fitneti'd-Deccâl ve eûzu bike min fitneti'l mahyâ ve'l memât. (Allahım, ben cehennem azabından sana sığınırım. Kabir azabından da sana sığınırım. Deccal fitnesinden de sana sığınırım, hayat ve ölüm fitnesinden de sana sığınırım)". [Ebû Dâvud, Salât 184, (984).]

AÇIKLAMA:
1-Buradaki teşehhüd'den maksadın son teşehhüd olduğu hadisin bâzı vecihlerinde belirtilmiştir.
2- Hadis, kabir azabından istiâzeye yer vermekle kabir azabının varlığını haber vermekte ve dolayısıyla bunu inkâr eden Mûtezile takımını tekzib etmiş olmaktadır. Aslında kabir azabı sadece bu hadisle sübut bulmaz, mânevî tevâtür derecesini bulan çok sayıda rivâyet mevcuttur.
3- Mahya (hayat) fitnesinden maksad -İbnu Dakîku'l-Îd'e göre- kişiye hayatı boyu ârız olan dünyevî fitneler, imtihanlardır: Madde, şehvet, cehalet gibi sebeplere dayanan imtihanlar. Bunların en ciddi olanı ölüm anındaki imtihandır, zîra insanın hayatını, iman veya küfür üzerine mühürleyecektir.
4-Memat (ölüm) fitnesinden muradın ölüm anındaki fitne olabileceği belirtilmiştir. Her ne kadar bu, hayat içerisinde cereyan ediyor ise de ölüme yakınlığı sebebiyle buna nisbeti uygun görülmüştür. Üstelik ehemmiyetli bir fitne olması haysiyetiyle ayrıca dikkat çekilmesi normal olmaktadır. Mamafih bununla kabir fitnesinin murad edilmiş olabileceği âlimlerce belirtilmiştir. Şurası muhakkak ki, ölenlerin kabirlerinde fitneye uğrayacakları kesindir, pek çok hadis bunu ifade etmiştir. Hemen ifade edelim: Ölüm fitnesi ile kabirdeki fitnenin kastedildiğini söyleyince fitne kelimesini "azab" mânasında anlamamız gerekir. Fitne âyet ve hadislerde, azab, imtihan, yakmak, saptırmak, kötülük yapmak, belaya uğratmak, delilik, şirk, tefrika, kargaşa, iman zayıflığı -küfür, isyan- muhalefet gibi değişik mânalarda kullanılmıştır.
"Mahya fitnesi"nden murad sabırsızlığa mübtela olmaktır, memat fitnesinden murad da kabirde Münker-Nekir'in soruları karşısında şaşırmak, cevap verememektir" diyen de olmuştur.
5-Deccâl, ahirzamanda çıkıp, ümmet içerisinde maddî ve bilhassa mânevî pek büyük tahribatlar yapacak bir şahıstır... Bu mevzuya 5011-5015 numaralı hadislerde yer vereceğimiz için, burada açıklamaya girmiyoruz. Ancak şunu belirtelim ki, Deccal fitnesini günde beş vakit istiaze edilecek şekilde namaza dâhil edilmesi, bu meselenin ehemmiyetini ifade eder. Nitekim, rivâyetler Ashab devrinde, Deccal bilgisinin temel eğitim müfredatına dâhil edilerek ilkokul yaşındaki çocuklara mahalle mekteplerinde öğretildiğini göstermektedir.

SELÂMDAN SONRA OKUNACAK DUA

1. (1811)- İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın geceleyin namazdan çıkınca şu duayı okuduğunu işittim: "Allahım! Senden, katından vereceğin öyle bir rahmet istiyorum ki, onunla kalbime hidâyet, işlerime nizam, dağınıklığıma tertip, içime kâmil iman, dışıma amel-i sâlih, amellerime temizlik ve ihlâs verir, rızana uygun istikâmeti ilham eder, ülfet edeceğim dostumu lutfeder, beni her çeşit kötülüklerden korursun.
Allahım, bana öyle bir iman, öyle bir yakîn ver ki, artık bir daha küfür (ihtimali) kalmasın. Öyle bir rahmet ver ki, onunla, dünya ve ahirette senin nazarında kıymetli olan bir mertebeye ulaşayım.
Allahım! Hakkımızda vereceğin hükümde lütfunla kurtuluş istiyorum, (kurbuna mazhar olan) şühedâya has makamları niyaz ediyorum, bahtiyar kulların yaşayışını diliyorum, düşmanlara karşı yardım taleb ediyorum!
Allahım! Anlayışım kıt, amelim az da olsa (dünyevî ve uhrevî) ihtiyaçlarımı senin kapına indiriyor (karşılanmasını senden taleb ediyorum). Rahmetine muhtacım, halimi arzediyorum. (İhtiyacım ve fakrım sebebiyledir ki) ey işlere hükmedip yerine getiren, kalplerin ihtiyacını görüp şifâyâb kılan Rabbim! Denizlerin aralarını ayırdığın gibi benimle cehennem azabının arasını da ayırmanı, helâke dâvetten, kabir azabından korumanı diliyorum.
Allahım! Kullarından herhangi birine verdiğin bir hayır veya mahlukatından birine vaadettiğin bir lütuf var da buna idrakim yetişmemiş, niyetim ulaşamamış ve bu sebeple de istediklerimin dışında kalmış ise ey âlemlerin Rabbi, onun husûlü için de sana yakarıyor, bana onu da vermeni rahmetin hakkında senden istiyorum.
Ey Allahım! Ey (Kur'ân gibi, din gibi) kuvvetli ipin, (şeriat gibi) doğru yolun sâhibi! Kâfirler için cehennem vaadettiğin kıyamet gününde, senden cehenneme karşı emniyet, arkadan başlayacak ebediyet gününde de huzur-ı kibriyana ulaşmış mukarrebîn meleklerle, (dünyada iken çok) rükû ve secde yapanlar ve ahidlerini îfa edenlerle birlikte cennet istiyorum. Sen sınırsız rahmet sahibisin, sen (seni dost edinenlere) hadsiz sevgi sahibisin, sen dilediğini yaparsın. (Dilek sahipleri ne kadar çok, ne kadar büyük şeyler isteseler hepsini yerine getirirsin.)
Allahım! Bizi, sapıtmayıp, saptırmayan hidâyete ermiş hidâyet rehberleri kıl. Dostlarına sulh (vesilesi), düşmanlarına da düşman kıl. Seni seveni (sana olan) sevgimiz sebebiyle seviyoruz. Sana muhâlefet edene, senin ona olan adâvetin sebebiyle adâvet (düşmanlık) ediyoruz.
Allahım! Bu bizim duamızdır. Bunu fazlınla kabul etmek sana kalmıştır. Bu, bizim gayretimizdir, dayanağımız sensin.
Allahım! Kalbime bir nur, kabrime bir nur ver; önüme bir nur, arkama bir nur ver; sağıma bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir nur, altıma bir nur ver; kulağıma bir nur, gözüme bir nur ver; saçıma bir nur, derime bir nur ver; etime bir nur, kanıma bir nur ver; kemiklerime bir nur koy!
Allahım nurumu büyüt, (söylediklerimin hepsine bedel olacak) bir nur ver, (söylenmiyenleri de kuşatacak) bir nur daha ver!
İzzeti bürünmüş, onu kendine alem yapmış olan Zât münezzehtir. Büyüklüğü bürünmüş ve bu sebeple kullarına ikramı bol yapmış olan Zât münezzehtir. Tesbih ve takdîs sadece kendine layık olan Zât münezzehtir. Fazl ve nimetler sâhibi Zât münezzehtir. Azamet ve kerem sahibi Zât münezzehtir. Celâl ve ikrâm sâhibi Zât münezzehtir." [Tirmizî, Daavât 30, (3415).]

AÇIKLAMA:

1-Bu hadis, burada kaydedilen uzun şekli ile başka bir tarikten gelmemiştir. Ancak, hadiste geçen muhtelif kısımlar çoğunluk itibariyle ayrı ayrı hadisler halinde rivâyet edilmiştir.
2-Hadiste açıklanması gereken bir kaç nokta var:
* Altı cihete ve vücudun her uzvuna konulması istenen nur nedir? Burada hakikat mi kastedilmiştir, mecaz mı?
Kurtubî der ki: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'n taleb ettiği bu nurları zahirine hamletmek mümkündür. Bu durumda Efendimiz, Allah'tan azalarından herbirine, kıyamet gününün karanlığında -kendine ve kendine tabi olacaklara veya Allah'ın dilediği kimselere aydınlık sağlayacak olan- bir nur vermesini taleb etmiş olmaktadır". Ancak Kurtubî: "Evlâ olan ihtimal, buradaki nur'la ilmin kastedilmiş olmasıdır, tıpkı âyet-i kerimede Cenâb-ı Hakk'ın (meâlen): "Allah kimin gönlünü İslâma açmışsa, o, Rabbi katında bir nur üzre olmaz mı?..." (Zümer 22), veya: "Ölü iken kalbini diriltip insanlar arasında yürürken önünü aydınlatacak bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, karanlıklarda kalıp çıkmayan kimsenin durumu gibi midir?" (En'am 122) buyurduğu gibi".
Kurtubî şöyle bir sonuca varır: "Bunun mânası hususunda söylenebilecek gerçek şudur: "Nur, kendisine nisbet edilen şeyi aydınlatıp ortaya çıkaran bir vâsıtadır. Öyle ise nisbet edildiği şeye göre farklı şekillerde yorumu gerekir. Sözgelimi kulağın nuru mesmuâtı (işitilen şeyleri) ortaya çıkarır. Gözün nuru, görülecek şeyleri açar, kalbin nuru bilinen şeyleri (malumât) açar, vücut organlarının nuru, kendilerine terettüp eden taatleri ortaya kor".

Tîbî ise şunları söyler: "Her bir uzuv için teker teker nur taleb etmenin mânası tâat ve ma'rifet nurlarıyla zinetlenmek, bunların dışında kalan şeylerden temizlenmektir. Zîra şeytan insanı altı cihetten vesveselerle sarar. Sanki bundan kurtuluş, bu altı cihete hâkim olacak nurlarla mümkündür". Tîbî sözünü şöyle neticeye bağlar: "Bütün bu işler, hidayete, beyana ve hakkın ziyâsına râcidir. Bu hususa şu âyet-i kerime işâret eder: "Allah, göklerin ve yerin nurudur. Onun nuru, içinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir. Cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Ateş değmese bile, nerdeyse yağın kendisi aydınlatacak! Nur üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur" (Nur 35).

2. (1812)- Hz. Sevbân (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verip (namazdan çıkınca) üç kere istiğfarda bulunup: "Allahümme ente'sselâm ve minke'sselâm tebârekte ve teâleyte yâ ze'lcelâli ve'l-ikrâm. (Allahım sen selamsın. Selamet de sendendir. Ey celâl ve ikrâm sâhibi sen münezzehsin, sen yücesin)" derdi." [Müslim, Mesâcid 135, (591); Tirmizî, Salât 224, (300); Ebû Dâvud, Salât 360 (1513); Nesâî, Sehv 80, (3, 68).]

AÇIKLAMA:

1-Müslim'in rivâyetinin devamında şu ziyâde yer alır: Velîd der ki: "Evzâî'ye, sordum, hadiste zikredilen istiğfar nasıl olur?" Bana: "Estağfirullah estağfirullah dersin" diye cevap verdi".
2-Selâm, Allah'ın isimlerindendir. Hadiste: "Allahım sen, mahlûkata has her çeşit kusurlardan, noksanlıklardan selâmettesin, uzaksın" demektir. "Selâmet de sendendir" sözü de, "İnsanlara selâmeti sen verirsin, dilersen sen alırsın, selâmetin varlığı da yokluğu da sendendir" mânasını ifâde eder.
     Tebârekte, mübârek oldun, münezzeh oldun mânalarına gelir. Bu tâbirin aslı bereket'tir. Bereket ise kesret, çokluk ve nemâ (artma) mânasına gelir. "Celâl ve kemâl sıfatlarının çokluğu sebebiyle, noksan sıfatlardan uzaksın, büyüksün..." gibi mânalarla te'vil edilebilir.
     Hülâsa, selam verdikten sonra okunan bu zikr, hürmet makamında sena ve tenzih maksadıyla söylenmektedir.

3. (1813)- Ka'b İbnu Ucre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) duyurdular ki: "Namazın takipçileri (muakkıbât) var. Onları her namazın peşinden söyleyenler -veya yapanlar- (cennet ve mükâfaat hususunda) hüsrâna uğramazlar. Bunlar otuz üç adet tesbih, otuz üç adet tahmid, otuzdört adet tekbir'dir". [Müslim, Mesâcid 144, (596); Tirmizî Daavât 25, (3409); Nesâî, 91, (3, 75).]
Nesâî'nin Zeyd İbnu Sâbit (radıyallâhu anh)'ten yaptığı bir rivâyette şöyle denmektedir: "Bu emredildiği zaman Ensâr'dan bir adam rüyasında görür ki bir kimse: "Bunu yirmi beş yapın, tehlîli de ilâve edin" demektedir. Sabah olunca bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlattı. Efendimiz: "Söylendiği şekilde yapın!" buyurdu".

AÇIKLAMA:

1-Hadiste geçen "muakkıbât" lügat olarak takipçiler demektir. Bundan murâd tesbihât'dır. Tesbihler birbirini peşpeşe takip ettikleri için böyle tesmiye edilmiştir. Namazı takiben okunduğu için de bu ismi almış olabileceği söylenmiştir. Aliyyü'l-Kârî başka ihtimaller de kaydeder.
2-Hadiste zikri geçen "tesbih"ten maksad sübhânallah kelimesidir, "tahmid"le elhamdülillah, "tekbir"le de Allahu ekber kelimesi kastedilmiştir.
3- İbnu Hacer, bu üç kelime ile ilgili muhtelif rivâyetler geldiğini belirttikten sonra meselâ sübhânallah kelimesinin bazılarında 33, bazılarında 25, bazılarında 11, bazılarında 10, bazılarında 3, bazılarında 1, 70 ve 100 kere tekrarı tavsiye edildiğini; keza elhamdülillah kelimesinin de tekrar edileceği miktarla ilgili olarak 33, 25, 11, 10, 100 rakamlarının geldiğini; Lâilahe illallah kelimesiyle ilgili olarak da 10, 25, 100 rakamlarının geldiğini belirtir.
Zeynüddin el-Irâkî: "Bunların hepsi güzeldir, bu miktarların artması Allah'ı daha da memnun eder" der.
Begavî, bu farklı rivayetleri şöyle bir te'ville cem'etmeye çalışır: "Muhtemelen bu rivâyetler müteaddit zamanlarda vârid olmuştur ve kişi içinde bulunduğu ahvâle göre, bu rakamlardan birini seçerek o miktarda tekrarda muhayyer bırakılmıştır".
Âlimler umumiyetle bu tesbihâttan her birinin otuz üçer defa yapılmasının efdal olduğunu söylerler. Tekbirden sonra Lailahe illallahu vahdehu lâ şerîke leh... denir ki bununla yüz tamamlanır.
Şunu da belirtelim ki, âlimler, hadiste gelen rakamlara riayet etmeli, ne eksik ne de fazla yapmamalı, aksi takdirde vaadedilen sevap aynen elde edilemez, biz göremesek de anlayamasak da bu miktarlarda bir kısIm hikmetler vardır, demişlerdir. Bâzı âlimler, ziyâde ve noksan kasden yapılırsa sevap hâsıl olmaz derken, diğer bazıları ziyâdenin sevabı gidermeyeceğini söylemiştir.
Bazı rivayetler, tesbihatı Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in parmaklarıyla yaptığını haber verir. Hattâ Efendimiz'in: "Parmaklarla sayın, zîra onlar sorulacaklar ve konuşturulacaklar" dediği rivayetlerde gelmiştir. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), bin düğüm ihtiva eden bir sicimi olduğunu, onunla saydığını ve her gece bir devir tesbih yapmadan uyumadığını söylemiştir. Onun sayma işinde çekirdekleri kullandığı da rivayet edilmiştir. Tesbihâtı saymada, Ashâb'ın ve Ümmühâtu'l mü'minîn'in çakıl ve çekirdekleri kullandıklarına dâir pekçok rivayet gelmiştir. Bu durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) görmüş ve takrir buyurmuştur. Bazı âlimler parmakla saymanın tesbih vs. vasıtasıyla saymaktan efdal olacağını söylemiş ise de, esas olan, hata yapmaktan emin olmaktır, hangi şekilde hatayı bertaraf edebilecekse o tercih edilmelidir (Aliyyu'l-Kârî).

4. (1814)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim sabah namazının arkasından yüz kere tesbihde ve yüz kere tehlilde bulunursa, deniz köpüğü gibi çok bile olsa günahları affedilir". [Nesâî, Sehv 95, (3, 79).]

5. (1815)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her namazın arkasından muavvizâtı okumamı emretti." [Ebû Dâvud, Salât 361, (1523); Nesâî, Sehv (79, (3, 68).]

AÇIKLAMA:

Hadiste geçen Muavvizât tâbiri üzerinde iki ihtimal ileri sürülmüştür:
* Ya, cem'in ekalli ikidir ve bu durumda muavvizeteyn diye bilinen Felak ve Nâs sûreleri kastedilmiştir.
* Ya da Felak ve Nas sûrelerine İhlâs, Kâfirûn sûreleri de dahil edilmiştir. Zîra bu sûrelerde şirkten uzaklaşma ve Allah'a iltica vardır, binaenaleyh Muavvizeteyn'le mahiyetce yakındırlar, zîra bu hal bir nevi istiâze mânası taşır (Aliyyu'l-Kârî).

30 Mart 2011 Çarşamba

İSLAM TARİHİ ... BEDİR MUHAREBESİ SONRASI

İSLAM TARİHİ
BEDİR MUHAREBESİ SONRASI

     Ganimetlerin Dağıtılması
     Muharebenin bitmesinden üç gün sonra Bedir'den ayrılan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Medine'ye doğru gelirken Safrâ Boğazını geçtikten sonra, Seyer denilen kum tepesindeki bir ağacın altına indi. Orada ganimet mallarını eşit bir şekilde Müslümanlar arasında taksim etti.
     Peygamber Efendimiz, ganimet malları arasından Ebû Cehil'in devesini Safiy (kumandanlık hakkı) olarak aldı.
     Süvarilere ikişer hisse, piyadelere birer hisse verdi. İzinli olup veya vazifeli bulunup Medine'de kalan sekiz kişi ile Bedir'de şehid düşenlere de biraz hisse ayrıldı.
     Münebbih bin Haccâc'ın kılıcı Zülfikar da Peygamber Efendimizin hissesine düştü. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Zülfikarı bilâhere Hz. Ali'ye hediye etmiştir. (497)
     Esirler hakkında ne türlü muâmele yapılacağına dâir henüz ilâhî vahiy gelmemişti. Bu sebeple onlar hakkında re'y ile karar vermek gerekiyordu.
     Re'y ile, yâni görüş beyân etmek sûretiyle karara bağlanacak meselelerde ise ashabıyla meşveret etmesi Resûl-i Ekrem Efendimizin mübârek âdetlerindendi. Meşveret meclisinde herkes fikrini serbest ve açıkça beyân ederdi.
     Esirler hakkında ne yapmak gerektiğine dair Peygamber Efendimiz Sahabelerle istişârede bulundu.
Hz. Ebû Bekir, "Yâ Resûlallah!, Bunlar bizim akrabalarımızdırlar. Benim reyim, onlardan kurtuluş fidyesi alarak affedip serbest bırakmandır. Onlardan alacağınız kurtuluş fidyeleri kâfirlere karşı bizim için bir kuvvet olur. Allah'ın onları hidâyete erdirip, bize yardımcı yapmaları da umulur"dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ömer'e, "Ey Hattab'ın oğlu! Senin fikrin nedir?" diye sordu.
Hz. Ömer, "Yâ Resûlallah! Onlar, seni yalanladılar. Seni, memleketinden çıkardılar. Hepsinin boynunu vurdur" cevabını vererek görüşünü açıkladı.
     Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti bu şekil bir muâmeleye rıza göstermediğinden sualini tekrarladı. Ancak, Hz. Ömer aynı fikrinde ısrar etti: "Onlar müşriklerin reislerindendir. Hepsinin boynunu vurmalı" dedi. Peygamber Efendimiz, hiçbirine cevap vermeden sustu. Sonra da kalkıp çadırına girdi. Bir müddet orada durdu.
     Sahabîlerin bir kısmı Hz. Ebû Bekir'in görüşüne, diğer bir kısmı ise Hz. Ömer'in fikrine iştirâk ediyordu.
Bir müddet sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz çadırından çıktı ve Hz. Ebû Bekir'e hitaben, "Ey Ebû Bekir," dedi, "senin hâlin, Hz. İbrâhim'in hâline benzer. O, Allah'a, 'Kim, bana uyarsa, işte o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, şüphe yok ki, Sen istediğin kimseyi mağfiret edersin. Zirâ, Sen Gafûr ve Rahîmsin' demişti." Ey Ebû Bekir senin hâlin, Hz. İsâ'nın haline de benzer. Hz. İsâ, Allah'a, 'Eğer, onları gazaba uğratırsan, onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen, şüphe yok ki, kudretiyle her şeye üstün gelen, hikmetiyle her yaptığını yerli yerinde yapan Sensin' demişti."
     Sonra Hz. Ömer'e dönerek, "Ey Ömer," dedi, "senin hâlin de, Hz. Nûh'un haline benzer. O, Allah'a; 'Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden yurt tutan hiçbir kimse bırakma' demişti. "Senin hâlin ey Ömer, Hz. Musâ'nın hâline de benzer. O, Allah'a, 'Sen, onların mallarını mahvet! Rabbimiz yüreklerini şiddetle sık ki, onlar inletici azabı görünceye kadar îmân etmeyecekledir' demişti."
     Bu konuşmalardan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ebû Bekir'in görüşünü kabul etti. Esirlerden dörder bin dirhem bedel alınarak salıverilmelerini emretti. Bu arada durumlarına göre, bedel olarak 3000, 2000 ve 1000 dirhem kendilerinden alınması kararlaştırılanlar da oldu. En mühimi de şu idi: Kurtuluş fidyesi vermeye gücü yetmeyip de okuma yazma bilen esirler, Ensardan onar çocuğa yazı öğretmek şartıyla serbest bırakılacakları Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tarafından kararlaştırıldı. (498) Zeyd bin Sabit Hazretleri, bu suretle okuma yazma öğrenen çocuklar arasında idi. Bu sayede Medine'de de okuma yazma bilenlerin sayısı çoğaldı.

   İnen Âyetler
     Esirler hakkında bu kararın alınması üzerine şu âyet-i kerimeler nazil oldu:
"Hiçbir peygambere, yeryüzünde iyice kuvvetlenmedikçe esir alıp fidye karşılığında onları serbest bırakarak düşmanın kuvvetlenmesine sebep olmak uygun düşmez. Siz dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz; Allah ise size âhiret sevabını nasip etmek ister. Allah'ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi hikmet iledir.
"Eğer Allah sizi bağışlayacağını Levh-i Mahfuzda yazmış olmasaydı, aldığınız fidye yüzünden size büyük bir azap dokunurdu."
"Artık ganimet olarak aldıklarınızı helâl ve temiz olarak yiyin. Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir." (499)
     Hz. Ömer, konu ile ilgili bir hatırayı şöyle anlatır: "Sabahleyin Resûlullahın huzuruna geldiğim zaman, onu ve Hz. Ebû Bekir'i oturmuş ağlıyor gördüm. 'Yâ Resûlallah, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Sizi ağlatan şeyi bana söyler misiniz? Eğer ağlanacak bir durum varsa ben de ağlayayım. Ağlanacak bir durum yoksa, ikinizin ağlamasına yine katılırım' dedim. "Resûlullah, 'Senin arkadaşlarının esirlerden aldıkları kurtuluş fidyelerinden dolayı vay benim başıma gelene! Uğrayacağınız azabın şu yakınınızdaki ağaçtan daha yakın olduğu bana gösterildi' buyurdu" (500)


   Peygamberimiz mücahidlerle, esirlerden bir gün önce Medine'ye geldi.     Bir gün sonra Medine'ye gelen esirleri Ashabı arasında dağıttı ve şöyle buyurdu: "Siz esirler hakkında birbirinize iyilik ve hayır tavsiye ediniz." Esirler arasında bulunan Musab bin Umeyr'in (r.a.) kardeşi Ebû Aziz der ki: "Esirler, Bedir'den Medine'ye getirildikleri zaman, ben de Ensardan bir âilenin yanına düşmüştüm. Resûlullah, biz esirler hakkında Müslümanlara tavsiyelerde bulunmuştu. Bu sebeple de onlar, sabah ve akşam yemeklerinde ekmeği bana verirler, hurmayı kendileri yerlerdi. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse, onu bana verirdi. Ben de utandığımdan o ekmek parçasını veren kimseye iâde ederdim. Fakat, o yine ekmeğe dokunmadan tekrar bana verirdi." (501)
     Esirler arasında bulunan Peygamberimizin amcası Abbas oldukça zengin bir zattı. Resûl-i Ekrem, "Ey Abbas! Kendin, kardeşinin oğlu Âkil bin Ebî Talib ile Nevfel bin Hâris için kurtuluş fidyeni öde! Çünkü sen, servet sahibisin" dedi. Hz. Abbas, müşriklerle Bedir'e çıkıp gelirken beraberinde asker için sarfetmek üzere 800 dirhem altın alıp getirmişti. Harp esnasında bu da elinden alınmış ve ganimet malları arasına katılmıştı.
Bunun için Peygamber Efendimize, "Bari harp esnasında elimden alınan o altınları kurtuluş fidyesi say" diye teklif etti.
     Peygamberimiz, "Hayır, o bizim aleyhimizde sarfetmek için taşıdığın ve Allah'ın sonunda bize nasib ettiği bir maldır. Onu sana geri veremeyiz" buyurdu.
     Hz. Abbas, "Benim ondan başka param yok! Yâ Muhammed, beni avuç açırıp da dilendirecek misin?" dedi.
     Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, "Ey Abbas, ya o altınlar nerede kaldı?" diye sordu.
     Abbas, "Hangi altınlar?" dedi.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ferman etti:
     "Hani sen, Mekke'den çıkacağın gün, hanımın Ümmü Fadl'a teslim ettiğin altınlar! onları teslim ederken, yanınızda ikinizden başka da kimse yoktu. Sen Ümmü Fadl'a 'Bu seferde başıma ne geleceğini bilmiyorum. Şayet herhangi bir felâkete uğrayıp da dönemezsem, şu kadarı senin içindir! Şu kadarı Fadl içindir! Şu kadarı Abdullah içindir! Şu kadarı Ubeydullah içindir! Şu kadarı da Kusem içindir' demiştin. İşte o altınlar!"
     Abbas, hayretle, "Bunu sana kim haber verdi?" diye sordu.
     Peygamber Efendimiz, "Allah haber verdi" buyurdu.

     Bunun üzerine Abbas, şehâdet getirerek kemâl-i îmânı kazanıp Müslüman oldu. Kurtuluş fidyesini ödedikten sonra da Mekke'ye döndü.
     Hz. Abbas, Mekke'ye dönünce Müslümanlığını izhar etmeyip hep gizli tuttu. Mekke'de bulunduğu zaman zarfında müşriklerin tutum ve davranışlarını Peygamber Efendimize yazar ve Mekke'deki Müslümanlara yardım ederdi. (502)
     Bedir esirleri arasında Peygamber Efendimizin damadı Hz. Zeyneb'in kocası Ebû Âs bin Rebi' de vardı.
Hz. Zeyneb (r.a.) kocası Ebû Âs'ın kurtuluş fidyesi olmak üzere boynundaki gerdanlığı çıkarıp Medine'ye gönderdi. Bu gerdanlığı Hz. Zeyneb'e evlendiği sırada annesi Hz. Hatice hediye etmişti.
Resûl-i Kibriyânın bu güzide kerimesinin gerdanlığını kurtuluş fidyesi olarak göndermesi Ashab-ı Kirama fazlasıyla tesir etti.
     Peygamber Efendimiz de onu görünce son derece rikkate geldi ve "Eğer münasip görürseniz, Zeyneb'in esirini salıveriniz, bedelini de geri çeviriniz" buyurdu. Bunun üzerine Sahabîler Ebû'l-Âs'ı serbest bırakıp gerdanlığı da geri çevirerek Resûl-i Kibriya Efendimizin mübârek kalbini memnun ettiler. (503)
     Bedir Zaferi, gerek Medine içinde ve gerekse dışında müsbet-menfi akisler uyandırdı. Her şeyden önce Medine içindeki Yahudî ve putperestlerin gözleri yıldı. Hattâ Yahudilerden bazıları, "Evsafını kitaplarımızda okuduğumuz zât budur. Artık ona karşı durulmaz. Galip olacak hep odur" diyerek îmâna geldiler... Bir kısmı ise, korkularından îmân etmiş gibi göründüler. Ama fitne ve fesad çıkarmaktan yine de vazgeçmediler.
Habeş Necaşisi de Peygamberimizin bu muzafferiyetini haber alanlar arasındaydı. O da ülkesinde bulunan muhacir Müslümanlara, "Allah, Resûlüne Bedir'de yardım etmiştir. Bundan dolayı hamdederim" diyerek memnuniyet ve sevincini izhar etti.
     Medine'de Müslümanlar arasında bayram havası yaşanırken, Mekke'de müşrikler ise tam bir matem havasına bürünmüşlerdi...Bedir galibiyeti ile, civardaki kabilelere de göz dağı verilmiş oldu.
   Ebû Leheb'in Ölümü
     Ebû Leheb, Bedir'e katılmamış ve yerine Âsî bin Hişâm'ı göndererek Mekke'de kalmıştı.
Kureyş ordusu, İslâm ordusu karşısında büyük bir hezimete uğrayıp Mekke'ye dönünce, Ebû Leheb, Ebû Süfyan bin Hâris'i yanına çağırarak, "Ey kardeşimin oğlu, halkın işi nasıl oldu, bana anlat" dedi.
Ebû Süfyan bin Hâris, "Vallahi" dedi, "biz o cemaâtle karşılaşınca, bozguna uğradık. Onlar da kimimizi öldürdüler, kimimizi de esir ettiler. Fakat, ben halkı kınamam ve ayıplamam. Zira kır atlara binmiş, ak benizli bir alay süvarî ile karşılaştık ki, onlara karşı koymak mümkün değildi!"
     O sırada Hz. Abbas'ın zevcesi Ümmü Fadl ile kölesi Ebû Rafi' de orada bulunuyorlardı. Ebû Refi', "Vallahi, o gördüğün süvâriler, melekler idi" deyince Ebû Leheb hiddetlenip yüzüne şiddetli bir tokat indirdi. Sonra da üzerine çöküp dövmeye başladı.
     Ümmü Fadl, gayrete geldi, "Biçâre köleyi, efendisi burada yok diye dövüyorsun" diyerek bir çadır direği ile Ebû Leheb'in başını yardı.
     Ebû Leheb, zelil ve perişan bir halde kalkıp gitti. Hemen sonra da Bedir mağlubiyetinin gam ve kederinden ağır hasta oldu. Bir hafta sonra da Resûlullah ve Müslümanlara yaptığı şiddetli düşmanlığın hesabını vermek üzere ölüp gitti.  Oğulları ölüsünü, iki veya üç gün beklettiler. Evinde cesedi kokmaya başladı. Hastalığının bulaşmasından korktukları için kimse yanına yaklaşmak istemiyordu.
     Kureyşlilerden biri bir gün oğullarına, yazıklar olsun size, babanız evinde koktuğu halde, onun yanına uğramaktan utanıyor musunuz?" diye sordu. Onlar, "Biz, onun hastalığından korkuyoruz" deyince adam, "Haydi gelin ben size yardım edeyim" dedi birlikte gittiler. Fakat yanına yaklaşılacak gibi değildi.
Onu ne yıkadılar ve ne de el sürdüler. Uzaktan üzerine su serptiler. Sonra sürükleyerek götürüp Mekke'nin yukarı taraflarında bir yere gömdüler. Üzerini taşla kapattılar. (504)

Notlar:
497. Tabakât, 1/286
498. Tabakât, 2/22; Müsned, 1/246
499. Enfâl Sûresi, 67-69
500. Müslim, 5/157
501. Sîre, 2/300
502. Tabakât, 413-15; Mektûbat, s.112
503. Sîre, 2/308
504. Tabakât, 4/74; Taberî, 2/288

Kainat' ın Efendisi (ASM), Salih Suruç

25 Mart 2011 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MUTTAKİ


 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
M U T T A K İ

     Allah korkusuyla kendini günahlardan uzak tutarak Allah'ın azabındân korunan ve böylelikle Allah'tan gereğince sakınan, O'na saygıda kusur etmeyen kimse.
"Muttakî", "vekâ" fiilinin ifti'al babındaki: "ittika" kelimesinin ism-i fâilidir. "İttika" ve "takva" kelimelerinin kökü, "veka" fiilinin masdarı olan "vikâye"dir. Yine aynı fiilin "vakyen", "vakıyeten", "tevkıyeten" ve "vikaen" şeklinde "vikaye" ile aynı mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi "bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak, çekinmek" manâsındadırlar (Rağıb el-Isfahanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, İstanbul, sh. 833).
     Bu masdarlar aynı zamanda "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak" mânâsını da taşırlar (İbn Fâris, Mu'cemu Mekayısı'l-Luğa, VI, 131). İbn Side,."İttikanın esas mânâsı iki şey arasına engel koymaktır". "İttikahu bi't-türsi -Ondan kalkan ile ittika etti denir. Bunun mânâsı, o bahsedilen şey ile kendi arasına kalkanı engel yaptı şeklinde anlaşılır" der (İbn Sîde, el-Muhassas, V, 93).
     "İttika", vikâyeyi kâbul etmek, diğer bir ifâde ile vikâyeye girmek, yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice koruma altına almak mânâsınadır. Buna göre, ittika ve onun ismi olan takva, lügat itibariyle, kuvvetli bir himayeye girmek, korunmak, kendini muhafaza altına almak demek olur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I,168).
     Aynı mânâyla ilgili olarak, "takî" ve "muttaki" isimleri de takva fiilini işleyen, onunla muttasıf olan kimse demektir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XV, 401, Ebu'l-Bekâ, Külliyât, 219, el-Matbaatü'l-Âmire, 1287 (M. 1870).
     Cahiliyye devrinde takvâ kelimesinin özü, "hayvan olsun, insan olsun canlı varlığın, dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı (Tashihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 20) mânâsında idi. Kur'ân'ın inmesiyle beraber bu kelimenin anlamı genişleyerek kullanıldı. Bununla birlikte Kur'ân'da lügat manâsıyla kullanıldığı da olur:
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerdir" (el-Haşr, 22/9; et-Teğâbun, 64/16).
"Allah'ın dilediğinden başkası Kur'ân'ın öğüdünü alamaz. O Allah, (azabından) korunulmaya ve mağfiret etmeye ehil (layık) olandır" (el-Müddessir, 74/56);
"Allah bu (âhiret) gününün şerrinden onları korumuştur" (el-İnsan, 76/11);
"Mü'minler, mü'minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa ona Allah'dan hiçbir (yardım) yoktur. Ancak o kafirlerden (gelebilecek bir tehlikeden dolayı) sakınmak için (zâhiren dostluk göstermeniz) müstesnâ" (Âlu İmrân, 3/28);
"Hiç bir kimsenin hiç bir kimse adına birşey ödeyemeyeceği bir günden korunun" (el-Bakara, 2/48, 123).
     Yukarıdaki âyetlerden bazılarında "takvâ" kelimesi hem sözlük anlamıyla hem de terim anlamıyla kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta "ittikâ" ve onun ismi olan "takvâ" İnsanın kendisini, Allah'ın vikayesine (muhafazasına) koyarak, ahirette zarar ve eleme sebep olacak şeylerden titizlikle koruması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması, diye tarif edilmiştir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dilî, I, sh. 168-169).
"O inkar edenler kalblerine kızgınlık ve gayreti, o câhiliyye kızgınlık ve gayretini yerleştirdiği sırada Allah da Rasûlünü ve mü'minlerin üzerine huzur ve güvenini indirdi ve onları takvâ kelimesine bağladı" (el-Feth, 48/26).
"O ülkelerin halkı iman edip ittikâ etselerdi, elbette üzerine gökten ve yerden bolluklar açardık" (el-A'râf, 7/96).
"Ey iman edenler, Allah'tan, O'na yaraşır biçimde ittikâ edin " (Âlu İmrân, 3/102).

     Takvâ genel olarak üç mertebe de sınıflandırılmıştır.
     Birincisi ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ edip, imana sarılmaktır (Elmalılı, I, 169-170). Bu anlamda yukarıdaki verdiğimiz el-Feth Sûresinin 26. âyeti örnek gösterilebilir.
     A'raf sûresindeki âyetin örneklik teşkil ettiği ikinci mertebe ise, büyük günâhları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoyarak bunların cezasını Cehennem azabı ile çekme tehlikesine karşı farz ibâdetleri yerine getirip korunmaktır.
     Üçüncü mertebe ise, kalbi, meşgul eden her şeyden temizlenip bütün varlığı ile Allah'a yönelip bağlanmaktır (Lütfullah Cebeci, Kur'ân'a Göre Takvâ, İstanbul 1985, sh. 48-49, 50). Buna da Kur'ân-ı Kerim'den örnek, yine yukarıda geçen Alu İmrân Suresinin 102. ayetidir-. Ayrıca bu üçüncü mertebe, şu hadislerden de çıkarılmaktadır:
"Kişi, mahzurlu şeyleri yapma tehlikesine düşmeyeyim diye mahzuru olmayan şeyleri de terk etmedikçe (gerçek) muttakiler derecesine ulaşamaz" (Tirmizi, Kıyâmet, 19,4,634; İbn Mâce, Zühd, 24 (2/1409).
"Kul, vicdanı rahatsız eden şeyi terk etmedikçe "."takvâ"nın hakikatine eremez" (Buhârî, İman. (1/6)).
     Risâlet tarihi boyunca tüm Rasûllerin insanları ilk davet ettikleri husus, Allah'tan ittikâ etmek olmuştur.
"Kardeşleri Lût onlara: (Allah'tan) ittikâ etmez misiniz? dedi. " (eş-Şuarâ, 26/106).
"Kardeşleri Hûd, onlara: (Allah'tan) ittikâ etmez misiniz? dedi. " (eş-Şuarâ, 26/124)
"Kardeşleri Salih, onlara: (Allah'tan) ittikâ etmez misiniz? dedi" (eş-Şuara, 26/142).
"Şuayb onlara. "Allah'tan ittikâ etmez misiniz? dedi" (eş-Şuara, 26/177).
     Kur'ân-ı Kerim'de "Sıdkı (doğru olan Kur'ân-ı) getiren ve onu doğrulayan, işte onlar muttakilerdir. " (ez-Zümer, 39/33) âyetinde muttaki hülasa olarak "sıdkı getiren ve onu doğrulayan" olarak tanımlanırken "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz bir (iyilik) değildir. Asıl; birr (iyilik, takvâ, taat), Allah'a, âhiret gününe, meleklere, Kitâba ve nebilere iman eden, mala olan sevgisine rağmen akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)'lara mal veren, namazı kılan, zekâtı veren, ahidleşince ahdini yerine getiren, sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenlerin (yaptıklarıdır). İşte sadık olanlar onlardır ve muttakiler de onlardır" (el-Bakara, 2/177) âyetinde muttakilerin vasıfları uzun bir şekilde belirtilerek tanımlanmaktadır. Muttakilerin vasıfları ifade edilirken bu âyeti eksen olarak ele almak gerekir.
     Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde sıdk ile takvâ birbiriyle çok sıkı ilişkili olarak kullanılmıştır. Öyle ki sıdkı tasdik etmek başlıbaşına muttakinin tanımı olmuştur. "Kim verir ve ittikâ ederse ve o en güzeli tasdik eder(doğrular)'sa; biz onu en kolay olana müyesser kılacağız. " (el-Leyl 92/5-7).
"Ey iman edenler Allah'tan ittikâ edin ve sadıklarla beraber olun" (et-Tevbe, 9/119) âyetlerinde bu sıkı ilişki çok bariz bir şekilde görülmektedir. Âlû İmrân sûresinde de muttakilerin vasıfları arasında "onlar sadıklardır" (âyet,15) vasfı yer alır. Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde yer alan muttakilerin vasıflarına gelince: Yukarıda geçen Bakara, 177'deki toplayıcı sıfatları şöyle sıralamak mümkündür:

     1- İman:
     "Fakat asıl birr (iyilik) Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman edenlerinkidir."
     Muttakinin ilk ve temel vasfı imandır. Çünkü iman, takvanın esası, takvâ ise imanın binasıdır. Temelsiz bina kurulamayacağı gibi, sadece temele de bina denilemez. Aksi taktirde eksik olmaktan kurtulamaz
     Allah'a iman; insanlık hayatında çeşitli kuvvetlere, muhtelif eşyaya, muhtelif değerlere ubudiyetten kurtulup hürriyete ulaştığı, bir tek ma'budun huzurunda, tek saf halinde, diğer kimselerle eşit düzeye yüceldiği ve nihâyet, her değerin ve her eşyanın üstüne yükseldiği bir dönüm noktasıdır. Allah'a iman aynı zamanda buhranlardan nizama, bataklıktan selâmete ve ayrılıktan yön birliğine geçiş noktasıdır. İnsanlık bir tek Allah'a iman edip bağlanmadıkça ne doğru yolu bulabilir, ne de ciddiyet ve eşitlik ölçüsü içinde varlık aleminin birleştiği gibi el ele verip münasebet ve hedeflerini bir noktada toplayabilir.
     Âhiret gününe iman ise ceza ve mükâfat konusunda Allah'ın adâletini kayıtsız şartsız kabul etmektir. Âhiret gününe iman yeryüzündeki hayatın başıboş ve hiç bir ölçüye bağlı olmadığı fikrini reddedip herşeyin ölçü içerisinde cereyan ettiğini kabullenmektir. Ceza ve mükâfatların yeryüzünde tam olarak yerini bulmadığını gören insanoğlu, âhirete imanı sayesinde, iyiliğin er geç mükâfatının verileceğine inanır ve huzurla yaşar. Meleklere imana gelince bu insan idrakiyle hayvan idrakinin, insanın varlıklar hakkındaki düşüncesiyle hayvan düşüncesi arasındaki farkların ayrılış noktası olan gayp âleminden bir cüz'e imandan ibârettir.
     İnsan, duygusallığının ötesindeki varlıklara da iman eder. Fakat, hissin elinde bağlı olan hayvan, bu mertebeye ulaşamaz. Kitaplara ve peygamberlere iman ki; bununla bütün peygamberler ve bütün risâletlere iman kastedilmektedir. Bu iman beşeriyetin birliğine, yaratanın birliğine, tekbir dine ve Allah nizamının birliğine iman etmekten ibarettir. Geçmiş peygamberlerin ve risâletlerin miraslarına varis olan mü'minin bu şuuru ayrı bir değer taşımaktadır.
     Muttakilerin iman özelliği diğer âyetlerde de birçok defa yer almakta, hatta bazen iman edenler ile muttakiler birbirleri yerlerine kullanılmaktadır. "İşte bu kitap, kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler için hidâyet (yol gösterici) 'dir. Onlar (muttakiler) ki gayba iman ederler " (el- Bakara, 2/1-2)
"Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler âhirete de yakînen iman beslerler" (el-Bakara, 2/4).

     2- İnfak:
     "Muttaki malını seve seve yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, isteyen ihtiyaç sahiplerine ve kölelere (veya esirlere) infak eden kimsedir.
     Buhârî ve Müslim'de Rasûlullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: En faziletli sadaka senin sağlıklı ve eli sıkı zengin olmayı ümid edip fakirlikten korktuğun zamanda verdiğin sadakadır. Bu hadisi şerifi yüce Allah'ın: "Malını seve seve yakınlarına veren..." buyruğu münasebetiyle hatırlıyoruz. Ona olan sevginiz dolayısıyla nefsinizin ona karşı bir duygu beslediğini gördüğünüz bir lokmayı, bir yemeği, bir malı veya başka bir şeyi nefsinizi zorlayarak infak edebiliyor iseniz, sizler bu âyette sözü geçen makama ehil kimselersiniz demektir. Nefsi, çok şey vermek istemeyen kimse, az şey vermeye kendisini zorlamalıdır.
     Tirmizi ve İbn Mace, Rasûlullah (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet eder: "Şüphe yok ki malda zekâtın dışında bir hak vardır. " Ondan sonra:
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz "birr" değildir..." buyruğunu okudu.
"Yakınlarına, yetimlere, miskinlere, yolculara, dilenenlere ve köleleri, esirleri kurtarmak için seve seve ve övünerek malı vermenin kıymet ölçüsü nedir?
"Ve onlar (muttakiler) kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler"(el-Bakara, 2/4).
"Onlar (muttakiler) bollukta ve darlıkta infak ederler" (Alu İmran, 3/134).
"Kim (fakirlere) verirse ve ittika ederse ve en güzeli (İslâm'ı) doğrularsa, Biz de onu en kolaya müyesser kılarız" (el-Leyl, 92/5-7).
"Ve Allah rızası için malını verip temizlenen etkâ (en muttaki kimse) ondan (cehennem'den) uzak tutulacaktır"(el-Leyl, 92-117,118).
"Mallarınız ve evlatlarınız sizin ipin bir fitnedir. Büyük mükâfat ise Allah katındadır. O halde gücünüz yettiğince ve Allah'tan ittika edin, dinleyin, itaat edin ve kendiniz için mal infak edin. Kim nefsinin (koyu) cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir" (et-Teğâbun, 64/I5-16).

     3- Namaz:
     "Ve (asıl birr, iyi takva) namazı kılanınkidir."
Muttakilerin en belirgin özelliklerinden biri de namaz kılmalarıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de müteaddit defalar muttakilerin, mü'minlerin bu özellikleri vurgulanır: "Bu (Kur'ân) kendisinde hiç şüphe olmayan ve muttakiler için hidayet rehberi kitabtır. Onlar gaybe iman eden ve namazı kılanlardır" (el-Bakara, 2/2-3).
"Sen yüzünü muvahhid olarak dine çevir. Hepiniz O'na dönün, O'ndan ittika edin; namazı kılın, müşriklerden olmayın?" (er-Rum, 30/30-31).
"Âlemlerin Rabbine teslim olayım (diye) ve namaz kılın ve o (Allah'a)na ittika edin diye emrolunduk" (el-En'âm, 6/71,72)

     4- Zekât Verme:
     "Ve (asıl birr, iyilik) zekâtı vereninkidir. "
Zekât, Allahü Teâlâ'nın zenginin servetinden fakire hak olarak tanıdığı ve İslâm'ın sosyal vergisi olarak ödenmesi gereken bir farizedir. Mal ve mümkün asıl sahibi Allahü Teâlâ olduğundan kullarına servet ihsan ederken bu servetten fakirlere zekât ismi altında bir hak ayırmalarını da şart koşmuştur. Daha önceki konularda zekatla sadaka mutlak olarak zikredildiği halde buradaki ayet-i kerime de önce Allah yolunda verilecek sadaka, sonra da zekât beyan edilmektedir. Bu konuda açıkça anlaşılıyor ki sadaka zekâtın yerini tutmadığı gibi, zekât da sadakanın yerini tutamamaktadır. Zekât farz kılınan bir vergi, sadaka ise gönülden kopan bir yardımdır. "Birr" denen hayır ancak kişinin icrasıyla gerçekleşir. Her ikisi de İslâm'ın emirlerindendir. Kur'ân-ı Kerim, sadakadan hemen sonra zikrettiği zekâtı farz olarak bildirmiştir. Zekât farizasını yerine getirmekle sadaka vermekten kurtulmuş olamayacağımız gibi; sadaka vermekle de zekâtı yerine getirmiş olamayız."

     5- Ahde Vefa:
     "Ve(asıl birr, iyilik) ahidleştiklerinde de ahidlerinde duranlarınkidir."
"...İslâm'ın prensip edindiği ahde vefa imanın, ihsanın ve insanlığın alâmeti olarak Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde zikredilir. Fertler, milletler ve devletler arasında itimad ve güvenin sağlanabilmesi için ahde vefa şarttır. Bu ise, Allah'la kullar arasındaki "ahd"e vefa etmekle başlar. Bu özelliğe sahip olunmadığı takdirde hayatı kararsızlık ve endişe kaplar; kimse kimsenin vaadine güvenmez ve insanoğluna itimad edilemez. İslâm'ın takip ettiği ahde vefa prensibi sayesinde insanlık en yüksek zirveye ulaşmıştır. Bu zirveye ancak İslam nizamı ve hidayeti sayesinde ulaşılır."
"Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini ve "dinledik itaat ettik" dediğiniz zamanki andınızı hatırlayın. Allah'tan ittika edin. Şüphe yok ki, Allah göğüslerin sakladığını (sırları) bilendir" (el Maide, 5/7).
"Hayır! Kim ahdini yerine getirir ve ittika ederse şüphesiz Allah da muttakileri sever" (Âlu-İmran, 3/176).
"Müşriklerin Allah ve Rasulü katında nasıl bir ahdi olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle anlaştıklarınız hariç. Onlar size dürüst davrandıkça siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz Allah, muttakileri sever" (et-Tevbe; 9/7).
"Ancak andlaşma yaptığınız müşriklerden (andlaşma şartlarından) hiç bir şeyi size eksik bırakmayan ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayanların andlaşmalarını, kendilerine tanıdığınız süreye kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah muttakileri sever" (et-Tevbe, 9/4).

     6- Sabr:
     "Ve (asıl iyilik-birr-) zorda, darda ve savaş zamanında sabredenlerinkidir"
Takva, hakka ulaştıran bir yoldur. Takva yolu çeşitli zorluk ve meşakkatlerle doludur. Bu meşakkatler ve engelleri sabrederek aşmak takvadır.
     "İbn Kesir, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'ın bir günü Übeyy b. Kab'a takvayı sorduğunu ve Übeyy'in ona şöyle dediğini anlatır:
- Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?
Hz. Ömer:
- Evet yürüdüm. Übeyy:
- Peki ne yaptın?
Hz. Ömer:
- Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesine alabildiğine gayret ettim.
Übeyy:
- İşte takva budur."
"Dikenli yolda yürümek" olarak tabir edilen takva, sabırla iç içedir. Hattâ bazen takva yerine sabır kullanıldığı olur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan ittika edin. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere mükafatlar hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10).
"Sabret. Sabrın da Allah'ın (inayeti) iledir. Onlara (kâfirlere) karşı tasalanma; onların kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı sıkıntıya da düşme. Çünkü Allah ittika edenler ve muhsinlerle beraberdir" (en-Nahl, 16/127-128).
     Bu facialar ve şiddetler karşısında insanın paniğe kapılmaması; hayatın sıkıntılı ve çetin günlerinde kendine hâkim olabilmesi için ruhların terbiye edilip hazır hale getirilmesi ile mümkündür. Allahü Teâlâ'nın her zorluktan sonra bir kolaylık lutfedeceğini bilip sabır, sebat ve tahammül göstermek gerekir. Şüphesiz ki bu, Allah'dan ümidi kesmemenin, O'na bağlanıp O'na güvenerek yeryüzünü islâh edip adaleti hâkim kılmakla vazifeli olan bir ümmetin bütün güçlükler karşısında sabır ve metanetle yoluna devam etmesi lâzımdır.
     Fakirlik ve sefalete karşı kuvvetsizlik ve hastalığa karşı sabır... Kifayetsizlik ve azlığa karşı sabır... Cihad ve muhasaraya karşı sabır... Her hale ve her duruma karşı sabır... Yüklenilen büyük vazifeyi huzur, emniyet ve itidalle hedefine ulaştırabilmek için bu sabırlar şarttır.
"Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen ne de kavmin daha önce bunları bilmiyordunuz. O halde sabret, şüphesiz akıbet (iyi sonuç) muttakilerindir"  (Hud, 11/49).
"Kim (Allah'tan) ittika ederse ve sabrederse Allah muhsinlere (iyi davrananların) ecrini (mükafatını) zayi etmez."
"Eğer sabredip ittika ederseniz, onların (düşmanların) hileleri size zarar vermez" (Âlu İmrân, 3/120).
"Yemin olsun ki mallarınız ve nefislerinizle imtihan olunacaksınız ve sizden önce kitap verilenlerden ve müşriklerden üzücü çok şey işiteceksiniz. Eğer sabreder ve ittika ederseniz işte bu büyük işlerdendir" (Âlu İmran, 3/187).
"Evet, siz sabreder ve ittika ederseniz ve bu (düşmanlar) da ansızın üstünüze gelecek olurlarsa Rabbınız size beşbin melekle imdad edecektir" (el-Enfal, 8/125).
"Ey iman edenler sabredin, (düşmanlarınızla) sabır yarışı edin, nöbet bekleşin (cihada hazır bulunun) ve Allah'tan ittikâ edin ki, felâha erişesiniz"(Alu İmran, 3/200).
     Muttakilerin Bakara sûresi 177. ayetinde sayılan vasıfları "İşte bu (vasıflara sahip olanlar) sadıklar ve işte bunlar muttaki olanlardır" (el-Bakara, 2/170) sonucuyla bağlanmaktadır.
     Muttakilerin özellikleri ayette şöyle ifade edilir: "Rabbınızdan bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan, muttakiler için hazırlanmış bulunan cennete koşun. Onlar (muttakiler) bollukta ve darlıkta infak ederler, öfkelerini yutarlar insanları affederler. Allah da ihsan edenleri sever. Ve onlar bir kötülük yaptıkları zaman yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlayarak (anarak) hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Ve onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükafatı Rablarından mağfiret ve altından ırmaklar akan, içinde sürekli kalacakları cennetlerdir. Çalışanların ecri ne güzeldir" (Alu İmran, 3/133-136).

     7- Öfkelerini Yutmak:
     "Genişliği gökler ve yer kadar olan Cennetin kendileri için hazırlandığı muttakiler, bollukta ve darlıkta infak ederler ve öfkelerini yutarlar" (Alu İmran, 3/134).
     Öfke kızgınlıktan dolayı kalbin alevlenmesi halidir. Onun yenilmesi ise kişinin kendisini sabra yöneltip tutması ve öfkenin herhangi bir etkisini ortaya çıkarmamasıdır.
     "Öfkeyi yutmak insanın zarar gördüğü insanlara karşı kalbinde duyduğu yakıcı intikam hissini, intikama gücü yettiği halde tutup kalbinden taşmasını ve çıkmasını engellemek, intikam almayıp sabır ile onu hazmetmektir" (Elmalılı, M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, II, 1177).
     Rasulullah bir hususta şöyle buyuruyor: "İntikamını almaya kadir olduğu halde öfkesine hâkim olan kimseyi Cenab-ı Allah Kıyamet günü bütün mahlukatın huzurunda çağırır ve dilediği huriyi almakta onu serbest bırakır" (Tirmizi, Birr, 74).
     Yine başka bir hadiste Rasulullah:
     "İntikam almaya gücü yettiği halde öfkesini tutan kimsenin kalbini Allahu Teâlâ hazretleri emniyet hissi ve iman ile doldurur" (Ebu Davud Edeb, 3).

     8- İnsanları Bağışlamak:
     "(O muttakiler) insanları bağışlayanlardır" (Âlu İmran, 3/134). Öfkelerini yenmekle insanları bağışlamak birbirini izleyen özelliklerdir. Öfkeyi yenmenin pratik olarak görünüşü insanları affetmektir. Yani affetmek, öfkeyi yutmanın pratik bir tezahürüdür.
     İnsanları, affetmek Allah'ın kanununu çiğneme hususunda değil insanın kendi şahsına karşı yapılmış bir hatayı affetmektir. Yoksa Allah'ın dini hususunda müsamaha olmaz.
     Rasulullah (s.a.s.)'ın hayatında bunu bariz bir şekilde görmekteyiz. Mesela had gerektiren bir hırsızlık hususunda "Kızım Fatıma dahi olsa elini keserim" deyince Rasulullah (s.a.s) kendi şahsıyla ilgili bir husus olan zehirleme teşebbüsünde bulunan bir kadını affetmiştir. Bunun örnekleri Peygamber (s.a.s)'in hayatında sıkça rastlanır.

     9- Günahlardan Derhal Mağfiret Dileme:
     "(O muttakiler) çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah'ı anarak hemen günahları için mağfiret dileyenlerdir. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir?" Muttakilerin en önemli vasıflarından biri de Allah'tan istiğfar dilemektir. Bu vasıf kişinin Allah'ı unutmadığını, devamlı Allah'ın murakebesi altında bulunduğunu hissettiğini, bu dinin sahibi Allah (c.c.)'dan gerçekten ittika ettiğini gösterir. Eğer bir kişi günahlarının bağışlanmasını kendini yaratan Allah'dan istemiyor ve O'na niyazda bulunmuyorsa O'nun müttakiliği nerede kalıyor?
     Cenabı Allah bir başka ayet-i kerimede muttakilerin vasfını şöyle belirtiyor: "Takvaya erenler, şeytan tarafından bir arızaya uğratılınca (Allah'ı) hatırlar, anarlar ve hemen gerçeği görürler" (el-Araf, 7/201).
     İslam bununla ruhsatçılığa davet etmiyor. Alçak bir hayata da teşvik etmiyor. Realistlerin çağırdığı gibi iğrenç bataklığa da çağırmıyor. Sadece insan nefsinden rica duymak istiyor. Allah'tân mağfiret dilemek... Allah'tan başka kimden mağfiret dilenilebilir ki? Ayet-i kerime insana zaaflarını hatırlatıyor. Ahlâksızlığı değil, istiğfarı teşvik ediyor. Ahlaksızlığa dalıp da ısrar edenler ortadadırlar. Kapıları yüzlerine kapanmış, dışarıda kalmışlardır.
     "Ey Rabbımız, biz iman ettik, bizim günahlarımızı yarlığa ve bizi o (cehennem) ateşinin azabından koru "diyenler, sabredenler, sadıklar (Allah'a) boyun eğenler, infak edenler ve seherlerde Allah'tan mağfiret isteyenlerdir" (Âlu İmran, 3/16-17).

     10- Hatada ısrarlı olmamak:
     "(Muttakiler) bir de işledikleri (günah) üzerinde bile bile ısrar etmeyenlerdir" (Âlu İmran, 3/135).

     11- Kur'an-ı Kerim ve Rasule tâbi olmak:
     "İşte bu Kur'an indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitabdır. Artık buna tabi olun ve ittika edin umulur ki, merhamet olunursunuz" (el-En'am, 6/100).
     "Ey peygamber. Allah'tan ittika et ve kâfirlerle münafıklara itaat etme. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Rabbından sana ne vahyolunuyorsa ona uy"(el-Ahzab, 33/102).
     "Allah'dan ittika edin de aralarınızı düzeltip Allah'a ve Peygamberine itaat edin" (el-Enfâl, 8/1).
     "Kim Allah'a ve Rasulü'ne itaat eder, Allah'tan korkarsa ve O'ndan ittika ederse işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir" (en-Nur, 24/52).
     "Peygamber size ne getirdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan sakının ve Allah'tan ittika edin" (el-Haşr, 59/7).

     12- Dostluklarında samimi ve devamlı olmak:
     "Dostlar o (Kıyamet) günü birbirine düşmandır. Muttakiler müstesna" (ez-Zuhruf, 43/67).

     13- Adil olmak:
     "Ey iman edenler, Allah için adâleti ayakta tutan, adâlete şahidlik eden (kimse)ler olun. Bir kavme olan kininiz sizi adâletli olmaktan alıkoymasın. Adil olun ki, bu takvaya en yakın olandır. Ve Allah'tan ittika edin."

     14- Nasihat ve Tebliğ Etmek:
     "Ayetlerimiz hususunda (olur olmaz) sözlere dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir mevzuya dalıncaya kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturursa hatırlar hatırlamaz o zalimler topluluğun yanlarında oturup kalma. Onların hesapları ittika edenlere düşmez. Fakat (muttakilerin) üzerlerine düşen bir hatırlatma (nasihat, tebliğ)dir. Olur ki, o (zalimler bu nasihat vesilesiyle) ittiba ederler: "

     15- Salih Amel İstemek, Geceleri İbadet Etmek:
     "Şüphesiz ki, muttakiler Rablerinin kendilerine vermiş olduklarını almış olarak cennetlerde pınarlardadırlar. Çünkü onlar bundan evvel muhsinler idiler. Onlar gecenin (ancak) az bir kısmında uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi. Ve onların mallarında dilenci ve yoksulun (ayrılmış) bir hakkı vardı" (ez-Zariyât, 51/19).
     "Eğer gece namazı da bulsa, Abdullah ne iyi adam" (Buhari, Teheccüd, 2).
     "İman edip de güzel amel işleyenler ittika ettikleri ve tekrar iman edip salih amel işledikleri ve tekrar ittika ettikleri ve tekrar iman ettikleri ve ittika ettikleri ve mühsin oldukları takdirde (haram kılınmadan evvelki) taddıklarında (yediklerinde)- üzerlerine bir suç (günah) yoktur. Allah muhsinleri sever" (el-Maide, 5/93).
     "O muttakiler ki, Rabblerinden korkarlar ve onlar Kıyametten de titreyicidirler." (el-Enbiya, 24/34).

     16- Cihad Etmek:
     "Allah'a ve ahiret gününe iman edenler mallarıyla ve canlarıyla cihad etmek (ten kaçınma) hususunda senden izin istemezler. Allah muttakileri bilendir (et-Tevbe, 9/44).
     "Ey iman edenler, küfre sapanlardan size en yakın olanlarla savaşın. Siz de bir güç ve caydırıcılık görsünler. Ve bilin ki gerçekten Allah muttakilerle beraberdir (et-Tevbe, 9/123).
     Şimdiye kadar uzun uzadıya saydığımız bu vasıflara sahip olan muttakiler elbette mükâfatsız bırakılmayacaklardır.
     "Allah'a ve Rasullerine iman edin. Eğer iman eder ve ittika ederseniz size çok büyük mükâfat vardır" (Alu İmran, 3/179).
     "Muttakiler için de Rabbleri katında nimet bahçeleri vardı." (el-Kalem, 68-34).
     "Rabbinizden bir mağfirete ve genişliği göklerle yer arası kadar olan muttakiler için hazırlanmış bulunan Cennete koşun" (Alu İmran, 3/133).
     "Yoksa biz, iman edip salih amel işleyenleri yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi tutacağız? Veya muttakilerle facirleri bir mi tutacağız?" (es-Sad, 38/28).
     "İşte ahiret yurdu onu yeryüzünde böbürlenme ve fesad çıkarmak istemeyenlere veririz. Akıbet (iyi sonuç) muttakilerindir" (el-Kasas, 28/83).
     "Bu bir zikir (hatırlatma)dır. Muttakiler için güzel bir gelecek vardır: Kapıları kendilerine açılmış olan cennetler... Orada (koltuklara) yaslanarak birçok meyve ve içecek isterler. Yanlarında da bakışlarını yalnız (eşlerine) diken yaşıt dilberler vardır" (es-Sad, 38/49-52).
     "Muttakiler emin bir makamdadırlar. Bahçelerde ve çeşme başlarında ince ipekten ve parlak atlastan giysiler giyerek karşılıklı otururlar. Ayrıca onları irigözlü hurilerle evlendirmişizdir. Orada güven içinde her meyveyi yerler. Orada ilk ölümden başka ölüm tadmazlar ve Allah onları Cehennem azabından korumuştur. Rabbinizden de bir lütuf olarak. İşte o büyük kurtuluş budur "(ed-Duhan, 44-51 57).
     "Yarın ahirette insanlar Muttakiler ve Muttaki olmayan mücrim zâlim, şaki kafirler olarak ikiye ayrıldıklarında muttaki olamayan kâfirler kendileri için hazırlanan (el-Furkan, 25/11) Cehenneme bölük bölük (ez-Zümer, 39/71); (Meryem, 19/26) sevkolundukları ve o Cehenneme âtılıp yakıcı ateşinde (el-Leyl, 92/14,15) diz üstü bırakıldıkları zaman (Meryem, 19/72) muttakiler o Cehennemden uzaklaştırılıp (el-Leyl, 92/17) Rahman Allah'ın huzuruna getirilerek (Meryem, 19/25) oradan Cennete bölük bölük sevkolunurlarken (ez-Zümer, 39/173) insan bu kısımlardan hangisinde olmak ister!"

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Muammer ERTAN

22 Mart 2011 Salı

İSLAM İLMİHALİ ... BEŞİNCİ BÖLÜM: TEMİZLİK - 5. TEYEMMÜM

 
İ S L Â M   İ L M İ H A L İ

Beşinci Bölüm: Temizlik
V. TEYEMMÜM
        Sözlükte "bir işe yönelmek, bir şeyi kastetmek" anlamına gelen teyemmüm dinî literatürde, suyu temin etme veya kullanma imkânının bulunmadığı durumlarda hadesi yani büyük ve küçük hükmî kirliliği gidermek maksadıyla, temiz toprak veya yer kabuğundan sayılan bir maddeye sürülen ellerle yüzü ve iki kolu meshetmekten ibaret hükmî temizlik demektir.
     Abdest ve gusül normal durumlarda su ile yapılan ve maddî temizlenme özelliği de taşıyan hükmî bir temizlik iken teyemmüm istisnaî hallerde başvurulan, abdest ve gusül yerine geçen (bedel) sembolik bir işlemdir. İslâm'ın mükellefler için böyle bir imkânı getirmiş olması, hem namaz başta olmak üzere ibadetlerin ifasına büyük önem vermiş bulunmasının hem de kolaylığı ilke edinmiş olmasının sonucudur.
     Kur'an'da teyemmüm imkânıyla ilgili olarak şöyle buyurulur: "Eğer hasta olur veya yolculukta bulunursanız, yahut biriniz ayak yolundan gelirse, yahut kadınlarla temasta bulunur da su bulamazsanız, temiz toprakla teyemmüm edin. Onunla yüzlerinize ve kollarınıza meshedin" (el-Mâide 5/6). Hz. Peygamber de hicretin 5. yılında nâzil olan bu hükmü tatbikî olarak göstermiş ve açıklamış; teyemmümün cevazı ve mahiyeti hakkında, ayrıntıyla ilgili görüş farklılıkları hariç tutulursa, fakihler arasında kayda değer bir ihtilâf olmamıştır.
     A) TEYEMMÜMÜN SEBEPLERİ
     Teyemmüm abdest ve gusül yerine geçen bir bedel ve istisnaî hüküm olup ancak belli bir mazeretin bulunması halinde yapılabilir. Bu mazeretler de iki grupta toplanabilir: 1. Abdest veya gusle yetecek miktarda suyun bulunmaması. 2. Suyu kullanmayı engelleyen fiilî bir durumun veya suyu kullanmamak için dinen geçerli bir mazeretin/engelin bulunması.
     Abdest ve gusle yetecek suyun hiç bulunmaması, yürüyerek veya vasıtayla kolayca gidilip gelinebilecek bir mesafeden daha uzakta olması, su yolunda bir tehlikenin varlığı, parayla su satın alma imkânının olmayışı veya fiyatının rayiç bedelin çok üstünde olması, suyu kullanmanın sağlık açısından tehlikeli oluşu, suyu elde etme araç ve gerecinin bulunmayışı, havanın veya suyun aşırı derecede soğuk olması gibi durumlar da yukarıdaki iki mazeret halinin sık rastlanılan örnekleri olarak sayılabilir. Bu konuda mükellef kendi karar vermeli, haklı ve geçerli bir mazeretinin bulunduğuna kanaat getirdiğinde dinin bu ruhsatından yararlanmalıdır.
     B) TEYEMMÜMÜN YAPILIŞI
     Teyemmüm, hükmî temizlenme niyetiyle temiz toprağa sürülen el ayasıyla yüzü ve kolları dirseklerle birlikte meshetmekten ibarettir. Bu sebeple teyemmümün niyet, yüzü meshetmek, kolları dirseklerle birlikte meshetmek şeklinde üç farzı vardır. Diğer bir anlatımla teyemmüm bu üç fiilden oluşur.
     Teyemmüme başlarken besmele çekmek, sıraya riayet etmek yani önce yüzü sonra kolları meshetmek, bunları yaparken ara vermemek, elleri toprağa vurduğunda ileri geri hareket ettirmek ve toprağın parmak aralarına girmesini sağlamak, ellerini topraktan kaldırınca parmaklardaki toz ve toprakları silkelemek teyemmümün sünnet ve âdâbı olarak sayılır.
     Temiz, kuru ve tozlu toprakla teyemmüm edilebileceği gibi taş, kum, çakıl, tuğla, kiremit gibi maddelerle de yapılabilir. İki elin iç yüzü, yüzün meshi ve kolların meshi için ayrı ayrı toprağa sürülür. Birincide iki elin içiyle yüzün tamamı, ikincisinde sol elin içi ile sağ el ve kol, sağ elin içi ile sol el ve kol dirseklerle birlikte tamamen meshedilir. Yüzün ve kolların ekserisini meshetmeyi yeterli gören fakihler de vardır.
     Namaz vakti girmeden teyemmüm edilmesi câizdir. Su bulunmadığı, mazeret hali kalkmadığı sürece bir kimse yaptığı teyemmümle dilediği kadar farz ve nâfile namaz kılabilir. Bu Hanefî mezhebinin görüşüdür. Hanefî mezhebi dışındaki üç mezhebe göre, teyemmümün geçerli olabilmesi için namaz vaktinin girmiş olması gerekir ve bir teyemmümle birden fazla farz namaz kılınamaz. Ancak Hanbelîler birden fazla kazâ namazı kılınabileceği görüşündedir.
     C) TEYEMMÜMÜ BOZAN DURUMLAR
     1. Abdesti bozan ve guslü gerektiren durumlar teyemmümü de bozar. Çünkü teyemmüm bu ikisinden bedeldir. Cünüp olan kimse teyemmüm yaptıktan sonra abdesti bozan bir durum meydana gelse, yalnız abdesti bozulmuş olur, cünüplük hali geri gelmez.
     2. Hastalık, tehlike, şiddetli soğuk, suyu elde edecek araç ve gerecin yokluğu gibi teyemmümü mubah hale getiren bir mazeret sebebiyle teyemmüm yapılmış da bu mazeret hali ortadan kalkmışsa, teyemmüm bozulmuş olur.
     3. Yaptığı teyemmümle namaz kılan kimse namaz esnasında suyu görürse veya su bulunursa, teyemmümü bozulmuş olur. Namazı teyemmümle kıldıktan sonra su bulunursa vakit çıkmamış bile olsa kılınan bu namazın iadesi gerekmez. Şâfiîler bu durumda iadeyi gerekli görür. Namaz vakti çıktıktan sonra ise iadenin gerekmediğinde görüş birliği vardır.
 

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...