8 Ocak 2012 Pazar

Adalet Bakanlığı 5544 Sözleşmeli Personel Alım İlanı

T.C. ADALET BAKANLIĞI
Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Taşra Teşkilatına
Sözleşmeli (657 sk. 4/B) Personel Alımı Sınav İlânı

1. 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4'üncü maddesinin (B) fıkrası, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun 114'üncü maddesi, 06.06.1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına Ekli Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslarda yer alan Ek 2'nci maddesi ve Adalet Bakanlığı Memur Sınav, Atama ve Nakil Yönetmeliği'nin değişik 5'inci ve devam eden maddelerine göre, EK-2 listede yeri sayısı unvanı ve niteliği belirtilen ceza infaz kurumları için sözleşmeli 4008 infaz ve koruma memuru, 285 büro personeli (ceza infaz kurumu katibi), 295 destek personeli (şoför), 108 teknisyen, 500 diğer sağlık personeli (sağlık memuru), 48 destek personeli (aşçı) 38 destek personeli (kaloriferci), Denetimli Serbestlik ve Yardım Merkezi Şube Müdürlükleri için sözleşmeli 184 infaz ve koruma memuru, 5 teknisyen, 38 destek personeli (şoför) olmak üzere toplam 5500 sözleşmeli pozisyonlara personel alımı yapılacaktır. Ayrıca 2009 ve 2010 yıllarına ait boş kalan 19 infaz ve koruma memuru, 3 teknisyen, 19 büro personeli (ceza infaz kurumu katibi) ve 3 destek personeli (şoför) olmak üzere toplam 44 boş sözleşmeli pozisyon için de personel alımı yapılacaktır.

2. Bu pozisyonlara ilk defa yerleşecekler merkezi sınava (KPSS) girip en az 70 puan alıp başvuranlar arasından, en yüksek puandan başlamak üzere sözleşmeli infaz ve koruma memuru, teknisyen, destek personeli (şoför, aşçı, kaloriferci) adaylarının beş katı; sözleşmeli büro personeli (ceza infaz kurumu katibi) için pozisyon katı aranmaksızın aday çağrılacaktır.

3. Başvurularda, lisans mezunları için 2010 KPSSP3, önlisans mezunları için 2010 KPSSP93, ortaöğretim mezunları için 2010 KPSSP94 puanı esas alınmak kaydıyla Kamu Personeli Seçme Sınavından 70 ve daha yukarı puan almış olma şartı aranacaktır.

4. Sözleşmeli Pozisyonlara Yerleşebilmek İçin Gereken Şartlar;
I. Genel Şartlar:
a) Türk Vatandaşı olmak,
b) Kamu haklarından mahrum bulunmamak,
Türk Ceza Kanunu'nun 53'üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan mal varlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak,
c) Askerlikle ilgisi bulunmamak veya askerlik çağına gelmemiş bulunmak veya askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş veya yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
d) Güvenlik soruşturması olumlu sonuçlanmak,
e) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı veya bedensel özürlü olmadığını; şaşılık, körlük, topallık, işitme kaybı, çehrede sabit eser, uzuv noksanlığı, kekemelik ve benzeri engeller bulunmadığını; Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğünce bölge hastaneleri olarak belirlenen Sağlık Bakanlığına bağlı tam teşekküllü Devlet hastanelerinden alacakları sağlık kurulu raporu ile belgelemek,
f) Merkezi sınavdan (KPSS) en az 70 puan almak.
g) Yapılacak sınavın son başvuru tarihi itibariyle 18 yaşını doldurmuş, merkezi sınav (KPSS) tarihi itibariyle 35 yaşını bitirmemiş olmak, (lisans mezunları için 10 Temmuz 1975 ve sonrası, önlisans ve ortaöğretim mezunları için 28 Kasım 1975 ve sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.)
h) Hizmet göreceği sınıfla ilgili özel kanun veya diğer mevzuatta aranan şartları taşımak.

II. Özel şartlar:
A- İnfaz ve Koruma Memurluğuna Sözleşmeli Yerleşebilmek İçin ;
a) En az lise veya dengi okul mezunu olmak,
b)Yapılacak sınavın son başvuru tarihi itibariyle 18 yaşını doldurmuş olmak; merkezi sınav (KPSS) tarihi itibariyle 30 yaşını bitirmemiş olmak, (lisans mezunları için 10 Temmuz 1980 ve sonrası, önlisans ve ortaöğretim mezunları için 28 Kasım 1980 ve sonrası doğumlu olanlar sınava müracaat edebilecektir.)
c) Erkeklerde 170 cm., kadınlarda 160 cm.'den kısa boylu olmamak,
d) Boy uzunluğunun santimetre cinsinden son iki rakamı ile kilosu arasındaki fark 13'ten fazla, 17'den az olmamak,

B- Sözleşmeli büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a. Fakülte veya yüksek okulların bilgisayar bölümü, adalet yüksekokulu, meslek yüksekokullarının adalet bölümü, adalet ön lisans programı, adalet meslek lisesi veya diğer lise ve dengi okulların ticaret veya bilgisayar bölümlerinden mezun olmak, (Bu maddede sayılan öğrenim kurumlarından mezun olanlardan veya örgün eğitim yoluyla verilen bilgisayar ya da daktilografi dersini başarıyla tamamladığını resmi olarak belgeleyenlerden daktilo ya da bilgisayar sertifikası istenmeyecektir.)
b. En az lise veya dengi okul mezunu olup, başvuru tarihinde Millî Eğitim Bakanlığınca onaylı veya kamu kurumu ve kuruluşlarınca düzenlenen kurslar sonucu verilen daktilo ya da bilgisayar sertifikasına sahip bulunmak,
c. Meslek liselerinde okutulan daktilografi ders kitabından seçilip yazılı olarak verilen bir metinden daktilo veya bilgisayar ile üç dakikada yanlışsız en az doksan kelime yazmak, (bu bend'e göre yapılacak uygulamalı sınavda başarılı sayılabilmek için;verilen metne sadık kalınıp kalınmadığı, yanlış yazılan kelime sayısı ile yazı içerisindeki kelime ve cümle tekrarları nedeniyle metnin anlam bütünlüğünün bozulup bozulmadığı göz önünde bulundurulacak.)

C- Sözleşmeli destek personeli (şoför) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) En az lise veya dengi okul mezunu olmak,
b) Hizmetin özelliğine göre E sınıfı sürücü belgesine sahip olmak,
c) Araç kullanma becerisine sahip olmak.

D- Sözleşmeli teknisyen pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) Meslek liseleri veya teknik liselerin ilgili bölümlerinden mezun olmak,
b) Atanacağı kadronun gerektirdiği teknik bilgiye sahip olmak.

E- Sözleşmeli diğer sağlık personeli (sağlık memuru) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) Meslek liselerinin hemşirelik veya toplum sağlığı bölümlerinden mezun olmak ya da bu bölümlerin lisans veya önlisans programlarından mezun olmak,

F- Sözleşmeli destek personeli (aşçı ve kaloriferci) pozisyonlarına yerleşebilmek için;
a) En az lise veya dengi okul mezunu olmak,
b) Halk eğitim müdürlüklerinin veya diğer resmî kurum veya kuruluşların ilgili branşta düzenlediği kurslardan mezun olmak veya ilgili branşta sertifika sahibi olmak,
gerekmektedir.

5. Başvuru tarihi :
Başvurular 06 Şubat 2012 günü başlayıp, 17 Şubat 2012 günü mesai saati bitiminde sona erecektir.

6. Başvuru yeri ve şekli:
Adaylar, yapılacak olan sözlü sınav ve uygulamalı sınava, adalet komisyonu başkanlıklarından veya Bakanlık internet sitesinden temin edecekleri EK-1 başvuru formunu doldurup, öğrenim belgesi ve sınav sonuç belgesinin aslı veya bilgisayar çıktısı yada komisyon başkanlığınca onaylı örneği ile birlikte en son başvuru günü mesai bitimine kadar ilgili adalet komisyonu başkanlığına veya mahalli Cumhuriyet başsavılıklarına başvuracaklardır.
Başvurulara ilişkin evrak; masrafı ilgilisinden alınmak suretiyle aynı gün acele posta servisi (APS) ile ilgili adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığına gönderilecektir. Usulüne uygun olarak başvuru süresi içinde mahallî Cumhuriyet Başsavcılıklarına başvuran ve APS masrafını da ödeme suretiyle evrakını teslim eden adayların başvuruları kabul edilecektir.
Adaylar bir unvan için sadece bir adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlığının yapacağı sözlü sınava katılabileceklerdir. Aynı unvan için birden fazla komisyona başvurulması durumunda başvurular geçersiz sayılacak, bu şekilde sınava girenler kazanmış olsalar dahi yerleştirme işlemleri yapılmayacaktır.
Adaylar değişik unvanlar için aranan şartları taşımaları halinde ayrı ayrı bu unvanlar için de başvuru yapabileceklerdir.

7. Sınav yeri:
EK-2 listede belirtilen adli yargı ilk derece mahkemesi adalet komisyonu başkanlıklarıdır.

8. Sınava alınacak aday sayısı ve ilânı:
Sınava girecek adaylar bayan ve erkek olmak üzere ayrı ayrı belirlenerek sözlü sınavdan önce 02 Mart 2012 tarihinde komisyonlarda, varsa Cumhuriyet Başsavcılığı internet sayfalarında yayınlanacak olup, ayrıca yazılı bildirim yapılmayacaktır. Sınava katılma hakkını elde edemeyen başvuru sahiplerine herhangi bir bildirimde bulunulmayacaktır.

9. Boy kilo ölçümü:
İnfaz ve koruma memurları için ilan edilen pozisyon sayının beş katı aday içerisinden boy ve kilo şartını taşıyanlar sözlü sınava katılmaya hak kazanacaktır. Sözlü sınava katılmaya hak kazanan infaz ve koruma memuru adaylarının boy ve kilo ölçümleri 05-06 Mart 2012 tarihlerinde yapılacaktır.

10. Sözleşmeli büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği) uygulama sınav tarihi:
07 Mart 2012 günü adayların daktilo veya bilgisayar ile vuruş hesabı yapılmadan üç dakikada yanlışsız olarak en az doksan kelime yazıp yazmadıklarının tespiti için uygulama sınavı yapılacaktır. Belirtilen günde uygulama sınavının bitirilmemesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

11. Sözlü sınav tarihi:
İnfaz ve Koruma Memurluğu için 12-13-14 Mart 2012, Ceza İnfaz Kurumu Katipliği için 15 Mart 2012, Teknisyen ve Şoför için 16 Mart 2012, Sağlık Memurluğu için 19 Mart 2012, Aşçı ve Kaloriferci için 20 Mart 2012 tarihlerinde sözlü sınav yapılacaktır. Belirtilen tarihlerde sınavın bitirilememesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

12. Sınav şekli:
Sözlü ve uygulamalı olarak yapılacaktır.

13. Sözlü sınav konuları:
a) İlgilinin atanacağı kadronun gerektirdiği mesleki bilgi (40 puan),
b) Atatürk ilkeleri ve inkılâp tarihi (20 puan),
c) Genel kültür (20 puan),
d) Bir konuyu kavrama ve ifade yeteneği (20 puan),
konularından oluşmaktadır.
Adayın sözlü sınavda başarılı sayılabilmesi için 100 tam puan üzerinden en az 70 puan alması gerekecektir.

14. Nihai Başarı Listesi:
Nihai başarı listesi adayların merkezi ve sözlü sınavda aldıkları puanların aritmetik ortalamasına göre en yüksek puandan başlayarak sıralanması suretiyle düzenlenecektir. İnfaz ve koruma memuru ve büro personeli (ceza infaz kurumu katipliği) kadrolarına atanacaklara ilişkin nihai başarı listesi düzenlenirken öncelikle hukuk fakültesi, adalet meslek yüksekokulu, yüksekokulların adalet programı ve adalet önlisans programı mezunları en yüksek puan alan adaydan başlamak suretiyle sıralanacak olup diğer adaylar bu sıralamayı takiben kendi aralarında en yüksek puandan başlayarak sıralanacaktır.

15. İlânda belirtilen nitelikleri taşımadıkları sonradan anlaşılan adaylar hakkında yapılan tüm işlemler iptal edilecektir.

16. Sınav sonucunun tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde belgelerini teslim etmeyen veya yerleştirme onayının tebliğinden sonra 15 gün içerisinde görevine başlamayan ya da aranılan şartları taşımadığı sonradan anlaşılanların sözleşmeleri iptal edilecek ve yerlerine puan sıralamasına göre yedek adayların yerleştirme işlemi yapılacaktır.

17. İlan metninde belirtilmeyen hususlar hakkında, ilgili mevzuat hükümlerine göre işlem yapılacaktır.

18. Sözleşmeli olarak istihdam edilecek personelin yerleştirilmeleri ihtiyaç durumu dikkate alınarak belirlendiğinden; söz konusu pozisyonlara müracaat edeceklerin sınava başvuru tarihinden önceki mazeretleri kurum içi istihdama esas alınmayacak olup, ilgililerin ileride mağduriyete uğramamaları açısından (eş, sağlık, öğrenim gibi mazeretler) durumlarına en uygun adalet komisyonuna başvurmaları gerekmektedir.

6 Ocak 2012 Cuma

İSLAM TARİHİ ... HİCRETİN İLK 4-5 SENESİ YAŞANANLAR

İ S L A M   T A R İ H İ
 
   Dûmetü'l-Cendel Gazâsı
     Hicret’in 5. senesi Rebiülevvel ayı / Milâdî 626)
     Birkaç Arap kabilesi, Medine’ye on beş gece uzaklıkta bulunan Şam belde­lerinden biri olan Dûmetü’l-Cendel’de toplanarak, gelen giden yolcuları rahat­sız ediyor, onlara zulmediyorlardı. Ayrıca İslam devletinin başşehri Medine üze­rine yürümeye de hazırlanıyorlardı. [1]
     Pey­gam­be­ri­miz, bu durumu haber aldı. Vakit geçirmeden bin kişilik ordu­suyla yola çıktı. Efendimiz, bu tarz gazâlarda daima düş­manı yerinde ve ânın­da bastırmak tarzını tercih ederdi. Ordusuyla adı geçen mevkiye vardı­ğında or­talıkta kimseler görünmüyordu. Düşman, İslam ordusunun üzerlerine gel­mek­te olduğunu duy­muş ve kaçmıştı! Yalnız bir kişiye rastladılar; o da da­vet üze­rine Müslüman oldu. [2]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, birkaç geceyi burada düşmanı beklemekle geçir­dikten sonra Medine’ye geri döndü.

   İçkinin Haram Kılınması
     İçki, Hicret’in 4. yılında, Benî Nadîr Yahudilerinin yurt­larından sürgün edi­lip çıkarıldıkları sırada haram kılınıp yasaklandı. İçki, üç safhada inen ayetlerle haram kılındı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Medine’ye teşrif ettikleri za­man Müslümanlar arasında da içki içiliyor, kumar oyna­nı­yor­du.
     Peygamber Efendimiz gelince, ondan içkinin ve kumarın hükmünü sordu­lar. O sırada Hz. Ömer de, “Yâ Rabbi! İçki hakkında bize, açık ve kesin bir be­yanda bulun!” diye dua etti.
Bir müddet sonra, “Sana, içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: ‘Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faydalar vardır. Günahları ise, faydalarından daha büyüktür’” [3]meâlindeki ayet-i kerime nâzil oldu.
     Bunun üzerine, Müslümanlardan bir kısmı zararından dolayı içkiyi bıraktı, bir kısmı ise içmeye devam etti.
     Ancak içenler arasında bu arada bazı nâhoş durumlar meydana geldi. Hatta ashaptan biri, akşam namazını kıldırırken, kıraati yanlış ve ters mana çıkacak şekilde karıştırdı.
Hz. Ömer tekrar, “Allahım! İçki hakkında bize açık ve ke­sin bir beyanda bu­lun!” diye dua etti.
     Çok geçmeden, “Ey iman edenler! Siz sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bilin­ceye ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna gusledinceye kadar namaza yaklaşmayınız!” [4] meâlindeki ayet-i kerime nâ­zil oldu. Bu da, yasağın ikinci safhasını teşkil ediyordu.
     Bunun üzerine Müslümanlar, “Yâ Re­sû­lal­lah! Biz, namaz vakti yaklaşınca içki içmeyiz!” dediler. Peygamber Efendimiz, onlara cevap vermeyip sustu. Haliyle, Müslümanlar arasında içki içenlerin sayısı da bir hayli azaldı. Namaz kılınacağı zaman da, Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, “Hiçbir sarhoş namaza yaklaşmasın!” diye nidâ edilirdi. Buna rağmen Müslümanın biri akşamleyin içki içip na­ma­za geldi. Hz. Ömer tekrar, “Allahım! İçki hakkında bize açık ve kesin bir be­yanda bu­lun!” diye dua etti. O zaman şu ayet-i kerime nâzil oldu:
     “Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları, şeytanın murdar, kötü bir işinden başka bir şey değildir. Bunun için onlardan kaçınınız ki kork­tuklarınızdan kurtulup umduklarınıza ere­bilesiniz! Şeytan, içki ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah’ı anmaktan ve namazı kılmaktan alıkoymak ister. Artık bunlardan vaz­geçtiniz, değil mi?” [5]
     Bundan sonra Müslümanlar, “Artık içkiden, kumardan vazgeçtik Rabbi­miz!” dediler.
Bu da, içki yasağının üçüncü safhasıydı. Ve böylece, içki, bütün Müslü­manlara haram kılınıyordu.
     Bu ayetlerin nâzil olması üzerine Resûl-i Kibriya Efendimizin emriyle, mü­nâdî, “Haberiniz olsun ki içki haram kılınmıştır!” diyerek Medine sokaklarında nidâ etti.
Bu emri duyan Müslümanlar, evlerinde bulunan bütün içkileri derhal dök­tüler. Dökülen içkiler, Medine sokaklarında sel gibi aktı.
     Konuyla ilgili birkaç hadisi de nakledelim:
     “Muhakkak ki Allah, içkiye, onu yapana, yapılan yere, onu içene, içirene, taşıyana, taşıtana, satana, satın alana, onun bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir.” [6]
     “Her sarhoş edici şey içkidir ve her sarhoş edici içki haramdır. Kim dün­yada devamlı içki içer ve tevbe etmeden ölürse, ahirette o kimse, ahiret şerbeti içemez!” [7]
     “İçkiden uzak durunuz; çünkü o, her kötülüğün anahtarıdır.” [8]
     “İçki, ümmü’l-hebaistir [bütün murdarlıkların, kötülüklerin ana­sıdır].” [9]
     “Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.” [10]

     Hz. Zeyneb bint-i Huzeyme’nin Vefatı
     Pey­gam­be­ri­mizin zevcesi Hz. Zeyneb, İslamiyetten önceki devirde, yoksul ve muhtaçlara çok acıdığı, şefkat ve merhametli davrandığı, onlara devamlı ye­mekler yedirdiği ve sadakalar verdiği için “Ümmü’l-Mesakin [Miskinler, Düş­künler Annesi]” diye bilinir ve yâd edilirdi. Resûl-i Kib­riya Efendimizle evliliği Hicret’in 3. yılı Ra­ma­zan ayın­da olmuştu. Hicret’in 4. yılı Rebiülâhir ayı so­nunda ise, otuz yaşında iken vefat etti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, namazını kıldırdıktan sonra onu, Bâkî Kab­ris­ta­nı’na defnetti. Efendimizin hayatında Hz. Hatice-i Küb­ra ile Hz. Zeyneb’den başka zevcesi vefat et­memiştir!

   Hz. Ali’nin Validesi Fâtıma Hâtun’un Vefatı
     Fâtıma bint-i Esed, Nebiyy-i Muhterem Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in zev­cesi idi. İlk sıralarda Müslüman olmuş ve Medine’­ye hicret etmişti. Pey­gam­ber Efendimize çocukluğunda büyük hizmetlerde bulunmuştu. Onu ço­cuk­larından daha çok sever ve ihtimam gösterirdi. Peygamber Efendimiz de her zaman onu saygıyla anar, hal ha­tırını sorar, onu ziyaret ederdi.
     İşte, yüksek ahlâk sahibi bu İslam kadını, Hicret’in 4. yılında Medine’de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Resûl-i Kibriya Efendimiz ona olan sevgi ve say­gısından dolayı, “Bugün, annem vefat etti” dedi.
     Hz. Ali (r.a.), “Annem Fâtıma bint-i Esed vefat ettiği zaman, Re­sû­lul­lah (a.s.m.), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı ve cenaze namazını kıldırdı” demiştir.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu mübarek ve muhterem kadının kabrine de indi ve bir müddet kabrin içinde uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşlarla doluydu. Müslümanlar, “Yâ Re­sû­lal­lah!, biz, senin buna yapmış ol­duğun şeyi, başkasına yaptığını görmemiştik” dediler.
     Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, şu cevabı verdi:
     “Ebû Tâlib’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan bir başka kimse olmamıştır. Ona, cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı kendisine mülâyim ve kolay gelsin diye de ka­birde yanına uzandım.” [11]
     Bundan sonra da Resûl-i Zîşan Efendimiz, şu duayı yaptı: “Allah, sana merhamet etsin ve hayırla mükâfatlandırsın! Allah, sana rahmet etsin, ey annem! Sen, benim annemden sonra annem idin! Kendin aç durur, beni doyururdun! Kendin giymez, beni giydirirdin! En iyi nimetlerden nefsini alıkoyar, bana tattırırdın! Bunu da ancak Allah rızâsını ve ahiret yurdunu umarak yapardın. Allah ki diriltendir, öldürendir; Hayy ve Kayyûm’dur O! Allahım! Annem Fâtıma bint-i Esed’i af ve mağrifet et; ona hüccet ve deli­lini anlat; onun kabrini genişlet! Ben Resûlünün ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, duamı ka­bul buyur, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Yüce Allah!”

   Pey­gam­be­ri­mizin Torunu
   Hz. Hüseyin’in Dünyaya Gelişi
     Hicret’in 4. yılı Şâban ayında, Resûl-i Ekrem Efendimizin torunu, Hz. Ali’nin ikinci oğlu Hz. Hüseyin, Hz. Fâ­tı­ma’­dan dünyaya geldi. Doğumunun yedinci gününde, Peygamber Efendimiz, bu nurtopu torunu için akîka kurbanı olarak iki koç kestirdi; kulağına ezan okuyup ismini koydu ve saçını kestirdi. Torunu Hz. Hasan gibi, Hz. Hüseyin de Nebiyy-i Muhterem Efendimize ben­zerdi. Bu her iki torunu için Efendimiz, “Allahım! Ben, bunları seviyorum; sen de sev bunları...” [12] diyerek dua etmiştir.
     Bir gün, Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.), Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna girerken, Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i, önünde oynuyorlar görmüştü: “Yâ Re­sû­lal­lah, sen onları çok mu seversin?” diye sorun­ca, Peygamber Efendimiz şu karşılığı vermişti: “Nasıl sevmiyeyim ki? Bunlar, benim, dünyada kokladığım iki reyhanım­dır!” [13]

   Zeyd b. Sâbit Hazretlerinin
   Arap, İbranî ve Süryanî Yazısını Öğrenmesi
     Zeyd b. Sâbit (r.a.), Hicret’ten önce Evs ve Hazreç kabileleri arasında Buas Günü vuku bulan çarpışmalarda ba­ba­sının ölmesiyle yetim kalmıştı. O sırada altı yaşında idi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Bedir’de esir alınan Ku­reyş müşriklerinden malî durumu fidye-i necat ödemeye müsait olmayan her birisinin, ensar çocukla­rından on çocuğa iyice okuma yazma öğrettiği takdirde serbest bırakılacakla­rını bildirmişti. İşte, Zeyd b. Sâbit de, o zaman okuma yazma öğrenmiş olan ensar çocuklarındandı.
     Hz. Zeyd b. Sâbit, son derece zeki idi. Hicret’in 4. senesinde Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisine Yahudi yazısını, yani İbranîceyi öğrenmesini emretti ve “Ben, yazılarımı, onların değiştirmeye­ceklerinden emin değilim!” [14] buyurdu. Bunun üzerine, Hz. Zeyd, on beş gün içinde İbraniceyi öğrendi; hatta onda maharet sahibi oldu. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bundan sonra Yahudilere bir şey yazacağı zaman, onu Hz. Zeyd’e yazdırır, Yahudilerden gelen yazıları da ona okuturdu. [15]
     Yine bir gün, Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyd’e, “Süryanîce güzelce okuyup yazabilir misin? Çünkü bana, Süryanîce yazılar geliyor” dedi. Hz. Zeyd cevaben, “Hayır, iyi okuyup yazamam” deyince, Peygamber Efen­dimiz, “O halde, sen onu iyice öğren” buyurdu. Bu emir üzerine Hz. Zeyd b. Sâbit, on yedi günde Süryanîceyi öğrendi. [16]

   Hz. Osman’ın Oğlu Abdullah’ın Vefatı
     Hz. Osman, Habeşistan’a hanımı Hz. Rukiyye ile birlikte hicret etmişti. Orada bir çocukları dünyaya gelmiş ve ismini Abdullah koymuşlardı. Abdullah altı yaşında bulunduğu sırada bir horoz yüzünü gözünü gaga­ladı. Yüzü gözü şişti. Fena halde hastalandı. Bu hastalıktan kurtulamayarak da Hicret’in 4. senesi Cemaziyelevvel ayında vefat etti.
Bu torununun cenaze namazını bizzat Peygamber Efen­dimiz kıl­dır­dı. Kab­rine ise, onu, babası Hz. Osman in­dirdi. [17]
     Abdullah’ın mezar taşını diken Resûl-i Kibriya Efendimizin gözlerinden yaşlar döküldü. Şöyle buyurdular: “Allah Teâlâ, kullarından, merhametli ve yufka yürekli olanlara rahmet eder!” [18]
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 62.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 62.
[3] Bakara, 219.
[4] Nisâ, 43.
[5] Mâide, 90-91.
[6] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 292.
[7] Müslim, Sahih, c. 6, s. 100.
[8] Hakim, el-Müstedrek, c. 4, s. 145.
[9] Dare Kutni, Sünen, c. 4, s. 247.
[10] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 294.
[11] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 4. s. 1891.
[12] Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 661.
[13] Tirmizî, a.g.e., c. 5. s. 657.
[14] Taberî, Tarih, c. 3, s. 42; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 186.
[15] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 286; Tirmizî, Sünen, c. 5. s. 67-68.
[16] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 5. s. 182.
[17] İbn Sa’d, Tabakat, c. 3, s. 53-54.
[18] Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 401.
Salih SURUÇ

2 Ocak 2012 Pazartesi

HADİS-İ ŞERİFLER ... DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER - İSTİÂZE


HADİS-İ ŞERİFLER
ÜÇÜNCÜ BÂB: DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER
BİRİNCİ FASIL: İSTİÂZE
1.(1874)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle istiâze ederlerdi: "Allah'ım! Aczden, tembellikten, korkaklıktan, düşkünlük derecesine varan ihtiyarlıktan, cimrilikten sana sığınırım. Keza, kabir azabından sana sığınırım. Hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım." [Buhâri, Da'avât 38, 40, 42, Cihâd 25; Müslim, Zikr 52, (2706); Tirmizî, Da'avât 71, (3480, 3481); Ebû Dâvud, Salât 367, (1540, 1541); Hurûf 1, (3972); Nesâî, İstiâze 6, (8, 257, 258).]

AÇIKLAMA:
İstiâze: Sığınma, korunma taleb etmek mânasına gelir. Her çeşit şerlerden, kötülüklerden, günahlardan, Allah'ın yasaklarından cehennemden vs. Allah'a sığınmak O'nun korumasını taleb etmek İslâm'da ubûdiyetin en mühim, en parlak şubelerinden biridir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hadîste Allah'a sığındığı kötü haller şunlardır:
* Acz: Kudretsizliktir. Yani kişinin, ihtiyaçlarını te'minde düşmanlarını defetmeden muhtaç olduğu güç ve kuvvetten mahrum olmasıdır. Aslında bütün insanlar acz-i mutlak içindedir. Bunun idraki insanı gerçek kulluğa yani sonsuz olan ihtiyaçlarını Allah'tan istemeye, hadsiz olan düşmanlarına karşı Allah'a dayanmaya sevkeder. Bu ise, hakikî ve gerçek kulluktur. Bir kısım maddî güç ve imkânlar, kişiyi gaflete sevkederek, aczini anlamasına engel olur, bu kişiyi istiğnaya, o da tuğyana ve azgınlığa sevkeder. Âyet-i kerîme'de, "İnsanoğlu kendini müstağni görünce tuğyan edip azar" buyurulmuştur (Alak 6-7).
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın istiâze ettiği acz, bu değildir. Yaşamak için zarûrî olan aslî ihtiyaçları iyi niyetine rağmen te'min edemeyecek, kendi ihtiyaçlarını kendi başına göremeyecek duruma düşmesidir.
* Tembellik acze benzeyen bir durumdur, ama ciddi bir fark vardır. Acz, ferden yapılması gerekli olan şeyleri yapmaya kudretin olmamasıdır. Tembellik ise, güç ve kuvvetin olmasına rağmen ameli terketmektir. Demek ki, işin yapılmaması her seferinde güçsüzlükten ileri gelmemekte, güç ve kuvvete rağmen terkedilebilmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tembellikten de Allah'a sığınarak, bu ruh hâline karşı mü'minlerin dikkatini çekmiş olmaktadır.
* Korkaklık ve cimrilik de acz ve tembellik gibi birbirine benzeyen iki haldir. Zîra ikisi de faydalanmama halini ifâde eder. korkaklık, bedenî kabiliyetlerden istifâde etmemek, cimrilik de maldan istifâde etmemektir.
* Düşkünlük veya aşırı ihtiyarlık, az önce temas ettiğimiz aczin yaşa bağlı olarak ârız olmasıdır. Hadislerde herem veya erzel-i ömr diye geçer. İnsan hayatında arzettiği ciddiyet sebebiyle olacak ki bu yaş safhasına Kur'an-ı Kerim de bir kaç kere yer verir: "Sizi Allah yarattı. Sizi yine O öldürecek. İçinizden kimi bildikten sonra (çocuk gibi) bir şey bilmesin diye en aşağı ömre kadar geri götürülür..." (Nahl 70, Hacc 5). Düşkünlük hâlinin bâriz vasıflarından biri, "bildikten sonra bilmemek" olarak ifâde buyurulmuştur. Bundan, yaşlılıktaki unutkanlık kinâyedir. Beyzâvî'ye göre, bu safhadaki yaşlılık, dermansızlık ve akıl noksanlığı sebebiyle kişiyi bir çocuğa çevirir. Seleften gelen bazı rivâyetler, Kur'an okumaya devam edenin bu hâle giriftar olmayacağını belirtir. Bu pek tabiî bir netice olmalıdır, zîra "işleyen demir ışıldar" fehvasınca, Kur'an okumak zihnî melekelerin zinde kalmasını sağlayacak, hâfıza gücünü canlı tutacaktıır. Dilimizde ibadet dirisi tâbiri, dindar yaşlılar için söylenmiştir. İbadetini devam ettiren insanlar bedenen dinç kaldığı gibi, Kur'an-ı Kerim'i okuyanlar da zihnen dinç kalacaklar demektir.
* Kabir azabının varlığı pek çok nassla sâbit olan bir gerçektir. Dünya hayatı ile kıyametin kopmasına kadar geçen zaman içinde berzah denen ara bir devre vardır, buna kabir hayatı da denebilir. Hayat kelimesini dünya şartlarındaki yaşayışımız için kullanınca kabir hayatı tâbiri ilk nazarda garip gelir ise de, dinimizin vaz'ettiği nasslar açısından kabir hayatı'ndan bahsetmek bir zarûret olur. Oradaki şartlara göre bir başka safha mevcuttur. Şurası muhakkak ki, orada, dünyada yapılanlar dışında yeni bir ibtila (imtihan), yeni bir amel, yeni bir iktisab yoktur. Ama dünyadaki yaptıklarına bağlı olarak iyilik ve kötülükte artmalar vardır. Kişi sadaka-i câriye sâhibi ise mânevî artışa mazhar olacaktır. Ölümünden sonra da insanlara kötülükte örnek olan, saptırmaya devam eden bir çığır açanlar da, sebep oldukları için o kötülükten nasiplerini alarak, mânevî düşüşlerini artıracaklardır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ne zaman haksız yere bir kan dökülse, bundan bir hissenin ilk kan dökme çığırını açmış olması sebebiyle Hz. Âdem (aleyhisselâm)'in oğlu Kâbil'e gideceğini haber vermektedir.
Resûlullah, ayrıca kabirdeki hesaptan bahsetmiş; verilen hesaba göre kabrin iyi amel sahipleri için cennet bahçelerinden bir bahçe veya kötü amel sahipleri için de cehennem çukurlarından bir çukur olacağını bildirmiş. Bu çeşitten bir kısım açıklamalarla kabir hayatını kısmen aydınlatmıştır (5). Şu halde sadedinde olduğumuz hadîs kabir azabından istiâze sûretiyle, mü'minlerin dikkatini kabir hakikatine çekmekte, onları kabir azabından kurtuluş çarelerini aramaya teşvik etmektedir.
Bir kere daha hatırlatalım ki, duanın bir fonksiyonu da kişiyi, yapacağı işler husûsunda şuurlandırmak, programe etmek ve dua sûretiyle tesbit edilmiş, belirlenmiş olan hedefin, gâyenin gerçekleşmesi için dâîyi tedbire, amele sevketmektir.
* Hayat ve memat (ölüm) fitnesine gelince: Bunlar hadiste mahyâ ve memat diye zikredilir. Mahyâ, hayat zamanı demektir. Memat da can verme (nez') ânından sonraki ölüm zamanı demektir.
Şu halde, hayat fitnesi ile, sağ olduğu müddetçe karşılaşılan imtihanlar kastedilmektedir. Cehaletler, nefsânî arzular, zulümler, günahlar vs. Ölüm fitnesi ile bazı âlimler, ölümden önceki fitneyi anlamışlardır. Yani daha hayatta iken nez' (can çekişme) hâlinde iken karşılanan fitne, ölüme izâfe edilmesi, ölüme yakınlığı sebebiyledir. Bu görüşü destekleyen husus  kabir fitnesinden ayrıca bahsedilmiş olmasıdır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ismetine, geçmiş ve gelecek günahlarının affedilmiş olmasına rağmen bu istiâzelere çokça yer vermesi, ümmetine örnek olmak içindir ve Allah'a kullukta eksiklik bırakmamak içindir. Kul olmak haysiyetiyle herkes ibadetle mükelleftir. İbadet, istiğfar, dua, namaz vs. bütün çeşitleriyle bir kulluk vazifesidir; günahkârlara mahsus bir vazife değildir.

2. (1875)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "Allah'ım! Cüzzâmdan, barastan (alaten), delilikten ve hastalıkların kötüsünden sana sığınırım." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1554); Nesâî, İstiâze 36, (8, 271).]

 AÇIKLAMA:
* Baras, deride beyaz lekeler hâsıl eden bir hastalıktır. Ala ten de denir. Bu hastalığa yakalananlara dilimizde Arapça aslı abras'tan bozma olarak abraş da denir.
* Delilik (cünûn): Her çeşit hayrın, tekâmülün kaynağı olan aklın gitmesidir. Cüûndan ne kadar Allah'a sığınılsa yeridir. Zîra akıl, insanlığımızın yegâne gereğidir. Dinimiz aklı olmayanın dini olmaz düsturundan hareketle, her çeşit sorumluluk ve mükellefiyet için aklın varlığını şart koymuş, aklın korunmasını dînin belli başlı gâyelerinden biri yapılmıştır.
* Cüzzâm: Vücudda kapanmayan yaralar açan bulaşıcı bir hastalıktır. Eski devirlerde tedâvisi bilinmediği için oldukça korkutucu bir hastalık idi.
* Hastalıkların kötüsü: (Seyyiül-askâm) belli bir hastalık değildir, tedavisi olmayan, uzun müddet devam eden müzmin hastalıklar hep bu tavsife girer.
Bazı şârihler, Resûlullah'ın hastalıklardan istiâze ederken, görüldüğü üzere, bazılarını zikretmiş olmasını nazar-ı dikkate alarak, bütün hastalıklardan istiâzeyi münasip görmemişlerdir. "Bazıları hafiftir, sabredilme hâlinde büyük sevaba medardır, yeter ki müzminleşmemiş olsunlar" derler. Humma, baş ağrısı, göz ağrısı gibi her zaman gelebilen hastalıkları misâl verirler. Bu söylenenler mezkur hastalığa yakalananların tedâvi yollarını aramamalarını veya ilaç almamalarını gerektirmez. Hadis ciddî şekilde tedbir alınması gereken ağır hastalıklarla, hafifler arasında bir tefrik yapmış olmaktadır. Resûlullah, müzmin hastalıktan istiâze etmektedir. Zîra bu çeşit hastalıklar, en samimî dostların bile kaçmasını, kişinin ünsiyet edeceği kimselerin iyice azalmasını ve hatta tedavi edicilerin bile ürkerek tükenmelerini netice verir, vücutta kalıcı çirkinlikler hâsıl eder.

3. (1876)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-As (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu duayı okurlardı: "Allah'ım, huşû duymaz bir kalbten sana sığınırım, dinlenmeyen bir duadan sana sığınırım, doymak bilmeyen bir nefisten, faydası olmayan bir ilimden, bu dört şeyden sana sığınırım." [Tirmizî, Da'avât 69, (3478); Nesâî, İstiâze 2, (8, 255).]

AÇIKLAMA:
1- Hadis birbirinden ayrı gibi görünen dört meseleye temas etmektedir:
* Huşû, saygıya götüren korkudur. Kalbin huşû duyması, Allah'tan korkup saygıyla dolmasıdır. Şârihler, zikrullahla sükûnet ve itminana ermesi olarak açıklarlar. Şu halde huşû duymayan kalp, Allah'ı zikretmekten zevk almayan, itminan bulamayan kalptir.
* Dinlenmeyen dua, kabûl görmeyen, icâbete mazhar olmayan duadır. Bu ise Allah'ın rahmet nazarını kestiği kimselere mahsus bir durumdur, el-iyâzu billah.
* Doymayan nefis: Allah'ın kendisine verdikleriyle yetinmeyen, nasibine düşen rızka kanaat etmeyen, mal toplamaktan usanmayan, hırsına zebûn olmuş kimse demektir. Çok yemekle doymayan da denmiştir. İbnu Melek mevkî ve makama doymayanı da buraya dâhil etmiştir. Kısacas nefsin maddî ve dünyevî hevesâtının peşinde koşan, durak bilmeyen nefisler bu gruba girer.
* Faydası olmayan ilim: Amel edilmeyen, halka öğretilmeyen, ahlâkın, ef'âlin, konuşmanın güzelleşmesinde işe yaramayan bilgilerdir. İhtiyaç duyulmayan veya öğrenilmesi için şer'î izin vârid olmayan ilimler de buraya girer. Gerek dünyanın ve gerek âhiretin kazanılmasında ilme büyük yer veren, ilk emri "oku" olan dinimizin "faydasız ilim" diye bir mefhum getirmesi ve bu nefhuma giren ilimleri yasak etmesi, üzerinde durulması gereken bir husustur.
Şunu hemen belirtmek isteriz: Ne faydasız ilmi kınayan hadisler, ne de bunları şerheden âlimler herhangi bir ilmin ismini zikrederek örnek göstermezler. Demek ki bu, izâfi bir durumdur. Yâni, dinimiz açısından hiçbir ilim "faydasız" değildir. Ancak zemine, zamana ve ferdlere göre baz ilimler faydasız olabilir. Kişi ferasetiyle bunu tâyin edecektir. Âyet-i kerime'de: "Senin için, hakkında bir bilgi hâsıl olmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, kalb bunların her biri bundan mes'uldür" (İsrâ 36) buyurulmuştur. Kişi dünyevî ve uhrevî meselelerine veya meslekî ihtisasına girmeyen şeylerle meşgul olurken, ilmini yaparken faydalık, gereklilik süzgecinden geçirmekle mükelleftir. Dünyevî ve uhrevî sorumluluklarına giren mevzûlarda eksiklikleri varken ihtisasına giren sahâlarda öğrenmesi gereken bilgiler varken, lüks bilgiler, afakî mâlumât ve meşguliyetler bu lüzumsuz sınıfa girebilir.
Kendi tarih ve coğrafyamızın câhili iken diğer millet ve coğrafyalarda teferruat bilgiler, hayata hazırlanma safhasında (büluğdan önceki devrede) din bilgisi, meslek bilgisi gibi zarûrî bilgiler varken bunları bırakıp genel kültür diye öğretilen, öğrenilen âfakî ve lüks bilgiler hep bu "faydasız ilim" sınıfına girer.
2- Hadisle ilgili olarak şârih Tîbî'nin yaptğı açıklama bu dört şeyi belli esaslar çerçevesinde birleştirmektedir. Der ki: "Bu dört arkadaşa yakından bakacak olursak, herbirinin, belli bir gâye için mevcut olduğunu görürüz. Yâni o şey bu gâye için vardır, varlığı, ona dayanmaktadır. Sözgelimi, ilimlerin tahsili, onlardan istifâde içindir. Eğer bu ilimden istifâde edilmezse bu bir ihtiyaç olmaz, bilakis vebal olur ve dolayısiyle ondan istiâze gerekir.
Kalbe gelince, o yaratıcısından korkup O'na karşı saygı duymak için yaratılmıştır. Göğüs bu haşyete açılmalı, içerisine haşyet nuru girmelidir. Kalb böyle değilse katılaşmış demektir. Katı kalpten Allah'a sığınmak gerekir. Zîra âyet-i kerime: "...Kalpleri Allah'ın zikrinden (başıboş ve) kaskatı kalmış olanların vay hâline! Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler" (Zümer 22) buyurulmaktadır.
Nefse gelince, aldanma evi olan dünyadan uzaklaşıp, ebediyet evi âhirete meylettiği ölçüde îtibar edilir. Eğer nefis dünyaya düşkün ve maddiyata karşı doymak bilmez bir hırs içinde ise kişinin en büyük düşmanı demektir. Onun istiâze etmesi gereken yegâne şey artık nefsidir.
Duanın icâbet görmemesine gelince, bu hal, dua eden kimsenin ilim ve amelinden istifâde etmediğini, kalbinin Allah'a karşı haşyet duymadığını ve dahi doymak bilmez, harîs bir nefse sahip olduğunu gösterir."

4. (1877) - Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Belanın ezmesinden, helâkın gelmesinden, kötü kazadan, düşmanların şamatasından Allah'a istiâze edin." [Buhârî, Kader 13, Da'avât 28; Müslim, Zikr 53, (2707); Nesâî, İstiâze 34, (8, 269, 270).]

AÇIKLAMA:
* Belanın ezmesi diye tercüme ettiğimiz cehdü'lbelâ'yı, Münâvî, "ölümü temenni ettiren, sıkıntı ve meşakkat" diye târif eder. "Öyle ki, der, kişi sıkıntısının tahammül edilmezliği sebebiyle ölmeyi, sıkıntılı yaşamaya tercih eder." Bu hâl müzmin, ızdıraplı bir sıhhat bozukluğundan olabileceği gibi, aşırı fakirlik vs.'den de olabilir. İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)'in bunu "mal azlığı ve evlad çokluğu" diye tefsir ettiği rivâyet edilir. Bela kelimesi her çeşit imtihan için kullanıldığına göre, ölümü aratan her çeşit musîbet buraya dahil edilebilir.
* Helâkın gelmesi diye tercüme ettiğimiz derku'şşekâ ile dünyevî musibet anlaşıldğı gibi uhrevî helâket de anlaşılmıştır. Şekâ, şekâvet yâni bedbahtlık demektir. Şakî olmak, saîd olmanın zıddıdır. İbnu Hacer şekâyı helâk olarak açıklamıştır. Münâvî cehennem tabakalarından birine şekâ denmiş olduğunu kaydeder. Şu halde, Arapça ibârenin taşıdığı iki ihtimale binâen, "Şekâvetin bize ulaşmasından" veya "bizim cehenneme ulaşmamızdan" istiâze etmemiz gerekmektedir.
* Kötü kaza (sûi'lkaza) ile kötü hüküm, kötü kader anlaşılmalıdır. Bu da dünyevî olabileceği gibi, uhrevî de olabilir. Kaza ve kaderi Allah'ın takdîri olarak kötü kelimesiyle tavsif uygun değildir. Bunu, Münâvî'nin de belerttiği üzere, makzî yâni hükmedilmiş olan şey olarak anlamak gerekir. Nasıl ki hayrı da şerri de halk eden (yaratan) Allah'tır, halkda çirkinlik yoktur. Çirkinlik kulun kesbindedir, öyle de kazada çirkinlik yoktur, çirkinlik, kesbimize, irademize uygun olarak Allah'ın hükmettiği şeydedir ki buna makzî diyoruz. Makzîdeki çirkinlik onu hak edene aittir. Kötü kazadan istiâze, bir bakıma Cenab-ı Hakk'tan lütfunu, affını taleb etmek, hak ettiğimiz kötü makzîlere hükmetmemesini, bağışlamasını dilemektir.
* Düşmanın şamatası, kişinin uğradığı belalar, kötü haller sebebiyle düşmanın gülmesi, ferahlamasıdır.

5. (1878) - Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua ederdi: "Allahım, şikak ve nifaktan ve kötü ahlâktan sana sığınırım." [Ebû Dâvud, Salât 367, (1546); Nesâî, İstiâze 21, (8, 264).]
Bir rivâyette şöyle denmiştir: "Allahım! Açlıktan sana sığınırım, çünkü o pek fena yatak arkadaşıdır. Hıyânetten de sana sığınırım, çünkü o ne kötü huydur."

AÇIKLAMA:
* Şikak bölünmek, ayrılmak demektir, ancak hadiste hakka muhalefet etmek sûretiyle haktan ayrılmaktır. Âyet-i kerimede, .......................................... "İnkâr edenler kendini beğenme ve ayrılık içindedirler" (Sâd 2) buyurulmuştur. Şikak kelimesi farklı yorumlara mazhar olmuştur.
* Nifak, içi başka dışı başka olmaktır. Dinî mânâsıyla zahiren Müslüman göründüğü halde bâtınen küfür içinde olmaktır. Tîbî, "Arkadaşına, içinde gizlediğin şeyin hilâfını izhar etmendir" diye daha umumî bir tarif sunmuştur. Bazı âlimler: "Amelde nifak, çok yalan söylemek, emânete hıyânet etmek, sözünden dönmek, biriyle dâvaya düşünce, karşı tarafın hukukunu çiğnemeye çalışmaktır" diye tarif etmişlerdir.
* Kötü ahlâk dinin reddettiği her çeşit menfî hallerdir. Tîbî bu hadiste zikredilmiş olan şikak ve nifakın ahlâkların en kötüsü olarak takdim edilmiş olduğunu belirttir. "Çünkü, der, bu iki fena hasletin zararı başkalarına da sirâyet eder."
* Açlık: Midenin yiyecekten boşalmasıyla hâsıl olan histir. İnsanların hastalanmalarına ve hatta ölümlerine bile sebeple olabilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Allah'a istiâze etmesini gerektirecek kadar insan için ciddî neticeler hâsıl edebilecek bir duygudur. Tîbî: "Açlık insandaki kuvvetleri zayıflatır, dimağı teşviş eder, kötü fikirler ve fâsid hayaller ortaya çıkarır. İbadet ve murâkabe vazifelerini ihlâl eder. Bu sebeptendir ki kişiyi geceleyin de bırakmayan yatak arkadaşına benzetti ve savm-ı visali yasakladı" der. Daci' yatak arkadaşı demektir. Açlık, insanı geceleyin yatakta bile bırakmayan bir duygu olduğu için daci' denmiştir. Sindî hadisi şöyle anlar: "Secde ve rükû gibi ibadet vazifelerine mâni olan açlık ne kötü arkadaştır."
Âlimler, belli bir disiplinle yapılmayan açlığın ibâdet olmayacağına bu hadîsten delil getirmişlerdir. Sünnete uygun olan açlık, ibadet sayılan oruçtur. Aksi takdirde savm-ı visâl tâbir edilen üst üste birkaç gün aç kalmak dinen tecviz edilmemiştir.
Hıyânet, emânetin zıddıdır. Tîbî, bunu hakka muhalefet etmek, ahdi bozmak olarak açıklar. Bu muhâlefet bütün şer'î teklifleri içine alır. Çünkü bir âyette: "Biz emâneti ...arzettik..." (Ahzâb 72) dendiği gibi, bir başka âyette: "Ey iman edenler Allah'a ve o Peygamber'e ihânet etmeyin! Siz kendiniz bilip dururken kendi emânetlerinize hainlik eder misiniz? (Enfal 27) buyurulmuştur. Âyetlerde emânet bütün teklifleri içine aldığı gibi, ikinci âyetteki ihânet kelimesi de hepsi hususunda ahde vefasızlığı ve hakka muhâlefeti ifâde eder.
Hadiste geçen bitâne kelimesini huy olarak çevirdik. Çünkü dâhilî haslet demektir. Bitâne kelimesini, Mutarrızî, el-Muğrib'de birinin yakın ve samimî arkadaşı diye açıklar. Bu mâna da hıyânetin kötü bir arkadaş olduğunu noktalar.

6. (1879) - Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mirac gecesi cinlerden bir ifrit gördüm. Elinde ateşten bir şûle olduğu halde beni tâkip ediyordu. Nazarımı her atışımda onu görüyordum. Cibrîl (aleyhisselâm) bana: "İstersen sana bir dua öğreteyim, onu okursan, şûlesi söner ve ağzının üstüne düşer" dedi." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Pekâla!" dedi. Cibrîl (aleyhisselâm) de "Şunu oku!" buyurdu:
"Allah'ın kerîm olan rızası için, eksiksiz, mükemmel kelimâtullah hakkı için -ki hiç kimse muttakî olsun, fâcir olsun onu aşıp daha güzelini söyleyemez- (bela olarak) semadan inen, semaya yükselen, (ve ceza gerektiren) şerlerden, yeryüzünde yarattığı şerden, yer(in altın)dan çıkan şerden, gece ve gündüz fitnelerinden, gece ve gündüz gelen musibetlerden Allah'a sığınırıım. Ey Rahman, hayır getiren hâdiseler hâriç." [Muvatta, Şi'r 10, (2, 950, 951).]

AÇIKLAMA:
1- Zükânî hadisin Beyhakî'nin el-Esmâ ve's-Sıfât'ta kaydettiği bir hadiste, hâdisenin Mirac gecesinde değil, Cin gecesinde geçtiği şeklinde farklı olduğunu belirttikten sonra, "Bu gece, Resûlullah'ın cinlerle karşılaştığı ayrı bir gecedir. Miraç'la hiçbir ilgisi yoktur, bu ayrı bir hâdise olabilir" diye te'lif eder.
2- Zürkâni, ifritin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı tâkib edişinin sebebini "Eziyet etmek maksadıyladır, bir başka maksadla değil" diye açıklar.
3- Kelimâtullah tabirindeki kelimât ile farklı mânalar anlaşılmıştır.
a) Allah'ın zâtıyla kâim olan kelâm sıfatı.
b) İlm,
c) Kur'an,
d) Bütün peygamberlere indirilmiş olan kitaplar. Çünkü kelimât şeklinde yâni, cemî olarak gelip izâfet teşkil etmiş ve mâna âmm olmuştur. "Allah'ın bütün kelâmları" demek olur.
4- et-Tâmmât: Kâmil, noksanlık ve ayıp nüfûz edemeyen mükemmel mânasına geldiği gibi, faydalı, şifa verici mânaları da anlaşılmıştır.
5- Hadisin bir başka vechinde, rivâyet: "(Bu duayı okur okumaz) ifrit ağzının üzerine düştü, ışığı da söndü" cümlesiyle sona ermiştir.

29 Aralık 2011 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜSTEŞRİK


KELİMELER - KAVRAMLAR
MÜSTEŞRİK
     Şark yani doğu ilimleri ile ilgilenen kimseye verilen ad. Bu arada İslâmî konularda araştırma yapan Batılı ilim adamlarına da müsteşrik denilmektedir. Bu insanların gerek Doğuda ve gerekse Batıda önemli ağırlıkları vardır. Bu insanlar, Doğu dil ve medeniyetlerini bilmeleri dolayısiyle özellikle Batı düşünce ve ideolojisine mensup lider kadroların özel bir ilgi ve saygısına muhatap olmuşlardır.
     Müsteşriklerin tarihi, miladın 16. yüzyılına kadar ulaşır. Müsteşriklik fikrini doğuran amiller dini, siyasî ve iktisadidir. Dinî amilin anlaşılması gayet kolaydır. Bunların maksadı hristiyanlığı yaymak ve bu daveti tebliğ etmektir. Bunun için İslâm'ın eksik ve yanlış olduğunu anlatarak hristiyanlığın müslümanlıktan üstün ve değerli olduğunu göstermeye çalışacaklardır. Böylece kültürlü ve aydın kitleler arasında hristiyanlığı teşvik edeceklerdir. Bunun için görüyoruz ki, çoğunlukla müsteşriklerle misyonerler ortak faaliyet yapmaktadırlar. Müsteşriklerin (oryantalist) çoğunluğu papazlarla büyük bir kısmı Yahudi din adamlarıdır.
     Müsteşriklik hareketinin genel anlamda siyasî etkenine gelince... Bunlar genellikle Batı devletlerinin Doğu memleketlerindeki ajanlarıdır. Görevleri ilmî güçleriyle Batının egemenliğini sürdürmek, bunun için de Şark memleketlerinin alışkanlıkları ve gelenekleri üzerine tafsilatlı bilgiler edinmek, onların hayat ve çalışma tarzlarını öğrenmek, dil ve edebiyatlarını belleyerek psikolojik yapılarını ortaya koymaktır. Bunlardan aldığı bilgilerle batılılar, doğu ülkelerindeki nüfuz ve egemenliklerini sürdürmenin yollarını öğrenmektedirler.
     Ayrıca müsteşrikler batı devletleri için problem çıkaracak ve engel olabilecek düşünce ve fikir hareketlerini kamçılayıcı veya dindirici rol oynamaktadırlar. Öyle bir ortam meydana getirmeye çalışmaktadırlar ki, kimse onlara dokunamamakta, kendi görüş ve medeniyetleri çevresinde bir nevi saygı ve kutsiyet meydana getirmektedirler. Onların yaptığı her şey mutlaka uyulması ve taklit edilmesi gereken ve memleketin gelişip kalkınması için tutulacak biricik yol olduğu izlenimini vermektedirler. Böylece Batı medeniyetinin ve düşüncesinin kafalardaki egemenliğini devam ettirmeyi hedef almaktadırlar.
     Müsteşrikler Kur'an, Sünnet, Peygamber'in hayatı, Fıkıh ve Kelâmın her konusunda araştırma yaptıkları gibi; Sahabenin, Tabiinin, Müctehid imamların, Fakihlerin, Hadisçilerin, hadis ravilerinin, Cerh ve Tadil sanatının, rivayet sahiplerinin hepsine temas eden çalışmalar yapmışlar, Sünnetin delil olup olmayacağı, tedvin şekli ve İslâm hukukunun kaynağı konularını araştırmışlardır. Bütün bu araştırmalarını şüphe davet edici bir üslup ile yapmışlardır. Yaptıkları tek şey bu konularda derin görüşleri olmayan zeki bir kişinin İslâm konusundaki görüş ve inancında büyük sarsıntılar meydana getirmektir (Ebu'l-Hasan en-Nedvi, İslam Ülkelerinde İdeolojik Savaş, İstanbul 1976, s. 226).
     Oryantalizmin üzerinde geliştiği temeli ilk kez hristiyan misyonerler atmıştı. Bu ilgi özellikle 19. yüzyılın ilk yarısıyla 20. yüzyılın ilk yıllarında zirvesine ulaştı. Bu dönemlerde, Belçikalı, Fransalı, İngiltereli, Hollandalı, İspanyalı ve Amerikalı misyonerlerin hepsi çalışmalar yaptı. S.Svemer, H. Lammens, D.B.Mac Donald, M.A.Palacious, C.De Faucault, M. Watt, K. Cragg gibi isimler çalışmalarını yayınladı. İslâm konusundaki şüpheler ortaya serildi ve onu ikinci sıradan bir konuma düşürme çabaları başladı.
     D.Mac Donald Müslüman toplumlarının Avrupa medeniyetiyle karşılaştıkları zaman İslâm inancının çöküntüye uğrayacağına inanıyordu. "Muhammed efsanesi" çöktüğünde yani "onun kişiliği ve hayatı hakikat ışığı altında incelendiğinde" "bütün inanç çökecekti". "Bu insanların, hristiyan okulları ve rahipleri tarafından kurtarılması, kazanılması gerekiyor" diyordu. Misyoner faaliyetlerinin en etkili biçimde gerçekleştirilebileceği şekil, "Muhammedizm'e cepheden saldırma değil"di. "Aksine yeni fikirlerin, bu inancın temelini aşındırmasını beklemek yeterliydi".
     Montgomery Watt vb. kimseler ise "Muhammed'in İslâm'ı çok eski bir din gibi şekillendirmeye çalıştığına" inanıyordu. Eski din, musevilikti. Müslümanların ilk kıblesi Kudüs'tü. Watt daha ileri giderek, Musevilerin Muhammed'le ilişkilerinin olduğunu, İslam'ın "Bir musevilik mezhebi olabileceğini" ileri sürdü. Gerçekten de misyoner oryantalistlerin bir tek amacı vardı. O da "Peygamberin peygamberliğini reddetmek ve Kur'an'ın vahiy olduğu konusundaki inancı çürütmekti". Bir başka deyişle İslâm konusundaki çabaları, onu anlamak için değil, gözden düşürebilmek içindi.
     Misyoner çıkarlarla ticari çıkarlar 17. yüzyıl sırasında çakışmaya başladı. İngiltere, Fransa, Almanya, Portekiz, Hollanda ve İspanyalı kişiler müslüman ve gayrı müslim topraklarda ticarî şirketler kurmaya başladılar. Müslüman ülkeler ana ilgi odağını oluşturuyordu. Çünkü Hindistan'ın büyük bir bölümü Moğol; Ortadoğu ise Osmanlı yönetimi altındaydı. Avrupalı ticaret şirketlerinin siyasî boyutlar kazanması için uzun zaman geçmesi gerekmedi. Bu bölgelerdeki kullanılmamış hammaddelerin talan edilmesi işi, tekelleştirme ve kârın devamlılığı için siyasî kontrolü gerekli kılıyordu.
     Avrupalıların bu ülkelerdeki ekonomik ve siyasi çıkarları gelişirken, bir taraftan da buraların kültür, dil ve dinleri hususunda ilgileri artmaya başladı. Gezginlerin ve ilim adamlarının yazdığı yazılar her yana yayıldı. Onlara göre Doğu egzotik ve sır dolu bir diyardı. Abraham Hgacinthe, Anguetil Duperron ve Sir William Jones gibi ilim adamları İran Zerdüştlüğünün Avestalarını, Hinduizmin Upanişadlarını Batı dillerine çevirmişler ve 1784'de Bengal Asyatik Derneğini kurmuşlardı. Bilimsel Oryantalizm denen dönemin ise Silvestre de Sacy'in 1795'te Paris'te "Oryantal dilleri Ekolü"nü kurması ile başladığı düşünülür. Napolyon'un Mısır'ı fethi sırasında pek çok ilim adamını yanında götürdüğü ve Mısır üzerine yirmi üç ciltlik bir kitap yazdırdığı bilgisi hiç de şaşırtıcı değil. Böylelikle Mısıroloji denen bir disiplin kurulmuş olmaktadır.
     "Bölgeyi içinde yüzdüğü barbarlıktan kurtarmak ve muhteşem mazisine döndürmek, Doğuya Batı hakkında bilgiler vermek" planları yapılıyordu.
     "Doğunun siyâsî olarak baş eğdirilişi sırasında kazanılan muhteşem bilgiler askeri amaçlara hizmet edecek, Doğu, formülleştirilecek, şekil verilecek, kimlik ve tanım kazandırılacak, hatıralardaki yerine oturtulacak, imparatorluk için önemi belirlenecek ve Avrupa'ya bağlı rolü irdelenmiş olacaktı." Bu tür meraklar ve çıkarlar, bir sürü çeviriler, sözlükler, seyahat kılavuzlarının yayınlanmasını sağladı. Hepsinin amacı Doğunun daha kolay anlaşılabilir hale gelmesini sağlamaktı. Ama 19. yüzyıl ile beraber bu düzensiz ve bağımsız çalışmalar, döneme hakim olan bilimsel bilincin gelişmesiyle daha bir sistemli hale geldi. Doğu çalışmalarına nasıl yaklaşılması gerektiği hususunda, Doğubilimciler arasında yavaş yavaş bir uzlaşma belirginleşmeye başlamıştı (Asaf Hüseyin, Oryantalizmin İdeolojisi, Oryantalistler ve İslamiyatçılar, Çev. Bedirhon Muhib, İstanbul 1989, s. 19).
     Kısaca müsteşrikler, kendi din ve kültürlerini Doğu toplumlarında hakim kılmak; İslâm'ı uluslar arası planda küçük düşürmek gayretinde olan ve çoğu Yahudi ve Hristiyan din adamlarından ibaret bir kesimdir. Fakat bu arada, insaf sahibi olup da Doğunun ve özellikle İslâm'ın güzellik ve üstün yönlerini görüp, bunları eserlerinde yansıtma durumunda kalanlar da -az da olsa- görülmüştür.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Prof. Sami ŞENER

28 Aralık 2011 Çarşamba

Köşe Yazısı ... EVDE TAKVA / Abdulkadir Seven

EVDE TAKVA
     Takva libasına bürünen, gönlünü ve endişesini evine bağlayan hayır sahipleri ne mutlu insanlardır.Takva yüreğini sevdaya vermektir... Korkmaktır, sakınmaktır, sakınılması gerekenden...
Hayadır takva, edeptir, edebinden setri avrete dikkat edendir "ehli takva..."
     İşlerin ve hamaliye hayatın girdabında kaybolmadan, edep ve haya'sı üzerine sinen, gözü evinin yolunda olandır "muttaki" olan. İmandan lezzet alan, ibadetlerinde zahid olandır ehli takva... Muhabbettir, eşiyle şakalaşmaktır, çocuklarıyla oyun kurmaktır... Amaç ve hedef adına, sadece O'nun rızasına...
     Kendini sürekli karşı tarafa koyarak hareket etmektir. Yokluğa, darlığa hazırlıklı olmaktır takva.
Kalbinde kir-pası arındırmanın endişesini taşıyan, gözlerini mahremi olmayandan uzak tutmanın, yolda yürürken ayaklarının ucuna bakarak tefekkürüne bir şekilde yolda yürümenin adıdır kutlu sevda. Ne mutlu o kutlu yolculara ki!  Evine helal lokma getirebilmek için kendini hırpalar. Zahiri zararı kendine yükleyip uhrevi kazanca talip olandır, ehli hal ve takva üzere olan.
     Ehli takva öyle kimsedir ki; helal lokmayı evine getirirken yorgun-bitap düşsede, kapıyı açan ehlinin alnına bir gül konduran ve ince tebessümle, yorgunluğuna aldırmayandır. Çünkü bunun öğretisini üsve-i hesene (güzel bir örnek) olan efendisinden almıştır.
     Evinde tv, net, başına geçip çocuklarını bir tarafa atmayan, onlarla oynamayı, hikmet ve irfan pınarından aktarmayı vazife bilendir muttaki olan. Görevi büyüktür erkeğin. Çünkü yarına dair ciddi sözleri vardır. Çocuklarına maddi mirastan ziyade; edep, terbiye, zorluk erlerinin çilelerini ve mücadelelerini bırakmanın hazzını tatmaktadır. Ashab-ı güzinden, hüzün yıllarından, ezilen mazlum halklarımızdan, Mescidi Aksa’mızdan  kutlu yarınlarımız adına sözleri vardır. Şehadetin anlamını ve hikmetini öğretir. Kutlu bir güne, kutlu insanlarla yolculuğu, çocuklarına öğretendir baba. Çocuklarını uyuturken onlara anlamsız masallar yerine kutlu nebilerin, davet önderlerinin hayatıyla gözlerinin kapanmasını sağlayandır muttaki baba. Çocuklarıyla evde cemaat olup namaz kılmaktır, duaya tutunmaktır, ehline imam olmaktır...
     Erkeğin takvası; hanımın kendisine ve çevresine hürmet etmektir. Saygı duymaktır duymasını istediklerine... Evinde yardımcı olmaktır, yükünü hafifletmektir, sıkıntısını paylaşmaktır... Bütün bunlar karşılıksız, karşılığı sadece izzet ve takvada aramaktır...
     Bazen eşler arasında ufak kavgalar olsada sürdürmemek ve kısa kesmektir velev ki haklıda olsa... Bizler biliriz ki haklıda olsa kişi tartışmayı önce bitirirse Efendimizin tabiriyle cennet'in ortasında köşk vardır... Haksız olduğu halde tartışmayı önce bitirirse cennetin köşesinde köşk vardır... Ne mutlu o köşk sahiplerine...
     Efendimiz hayatımızın en büyük örneği olmalı... Suni söylemlerle(kılıbık) kendimizi asla şekillendirmemeli ve beylik söylemlerden uzak olmalıyız... Rehberimiz nasıl uygulamışsa aile modelimiz o olmalıdır...
     Ne mutlu o eşlere ki gecenin bir vaktinde önce biri kalkıp teheccüd ve ibadetlerini yapıp sonra eşini kaldırmak için latifeden hafif su serperek kaldırıp daha sonra diğeride aynı şekilde onu uyandıran... Bu kullar ne halis kullardır...
     Eşine ve çocuklarına merhamet eden, evin sırlarını dışarıya taşımayan, lokma yemeden evindeki lokmayı düşünendir muttaki baba.
     Muttaki kadının ise evi sığınağıdır. Orada yüce ALLAH'ın dilediği şekliyle asıl kişiliğini bulur. Bu sayede çirkinleşmeden, sapmadan, lekelenmeden, yüce ALLAH'ın fıtratına uygun olarak hazırladığı görevinin dışındaki alanlarda boşuna çırpınıp yorulmadan tertemiz bir hayat sürdürür. Lezzet ve lütfu kocasıyla paylaşmanın hazzını taşıyandır muttaki hanım. Eşine yaren, çocuklarına anne olandır. Evin sırrını, açlık ve kederini çarşaf gibi dışarı açmayandır. Derdini sadece ilahi buyruğa, kalbini ve gönlünü mevlasına hazırlayandır hanım. Eşine karşı edebini ve sevgisini sunandır muttaki hanım.
     Muâz İbni Cebel radıyALLAH'u anhden rivayet edildiğine göre Resûlullah sallALLAH'u aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Dünyada bir kadın kocasını üzerse, o kimsenin hûrilerden olan hanımı o kadına şöyle seslenir:
     - ALLAH canını alsın! Üzme onu! O senin yanında şimdilik misa-firdir. Yakında senden ayrılıp bize kavuşacaktır
.” (Tirmizî, Radâ` 19. Ayrıca bk. İbni Mâce, Nikâh 62)
     Öyle hanımlar vardır ki hayatın tüm olumsuzluklarını bağrına basmış, hem kendi vazifesini hem de eşinin vazifesini üzerine almıştır. İnsanoğlunun dayanamayacağı sınırları zorlarlar. İlk aklımıza gelen sahabeden Ebu Talha’nın eşi ümmü süleym. Öyle mübarek insan ki kıyamete kadar tüm hanımlara örnek olmuştur.     Hz. Enes'in (ra) annesi Ümmü Süleym (rah), Resulullah'a (sav) ölü üzerine ağlayıp ağıt yapmak üzerine biat vermişti. Ümmü Süleym o sıralarda Ebu Talha ile evliydi. Ebu Umeyr künyesiyle çağırdıkları bir çocukları vardı. Bir ara Ebu Talha bazı işleri için medine dışına çıktı. Bu arada çocuk hasta oldu ve vefat etti.
     Annesi Ümmü Süleym çocuğu yıkadı, kefenledi, kokular sürdü ve üzerine birşeyler örtüp ''Bunun vefat haberini Ebu Talha'ya ancak ben söylececegim'' diyerek evin bir odasına koydu. Ebu Talha eve geldi. Ümmü Süleym ona karşı süslenip kokulandı. Akşam yemeği hazırladı.
Bir ara Ebu Talha: ''Ebu Umeyr ne yapıyor?'' diye sordu. Annesi:''Yemeğini yiyip uyudu, istirahat ediyor!'' dedi ve sonra ''ey Ebu Talha şu komşulara ne dersin, birisinden emanet birşey almışlar sahibi emaneteni isteyince yüzlerini ekşitiyor, olur mu böyle diye sordu. Ebu Talha, ''Hayır olmaz gönül hoşluğu ile emaneti sahibine vermeliler ''dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym(rah) ''Öyleyse sende oğlun için sabret çünkü ALLAH verdiği emanetini geri aldı dedi... Ebu Talha olanlara şaşırdı. Sabahleyin Resulullah'ın (sav) hanımının gece yaptıklarını ve söylediklerini anlattı. Efendimiz(sav) ''ALLAH geçen gecenizi size mübarek kılsın (doğru yapmış güzel söylemiş) buyurdu.
     İçten ve hamim bir şekilde Rabbine sığınan ebeveyne selam olsun. Onlar ki sadece Rabbimiz ALLAH’dır! diye hayatlarını ikame ederler. Nasuh bir tevbeyle Rab’lerine yalvarırlar. "Rabbim ne olur sen bizleri mağfiret eyle ve bizlerin edep yerlerini ört. Mahremimiz olmayan kullarına karşı en ufak bir kırıntı içimizde bırakma... Sen şüphesiz sana kullukta yakaranları bağışlar ve nimetlerinle donatırsın..."
Selam ve dua ile.
AbdulKadir Seven
twitter.com/AbdulkadirSeven

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...