7 Mart 2012 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER ... Hz. PEYGAMBERE SALAVAT

HADİS-İ ŞERİFLERÜÇÜNCÜ BÂB: DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER
İKİNCİ FASIL: Hz. Peygambere Salavat

1. (1896)- Ebû Mes'ud el Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Biz Sa'd İbnu Ubâde'nin meclisinde otururken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza geldi. Kendisine, Beşîr İbnu Sa'd: "Ey Allah'ın Resûlü! Bize Allah Teâla Hazretleri, sana salât okumamızı emretti. Sana nasıl salât okuyabiliriz?" diye sordu.
     Efendimiz şu cevab verdi:
     "Şöyle söyleyin: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ salleyte alâ İbrahîme ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammedin kemâ bârekte alâ âl-i İbrahime inneke hamîdun mecîd. (Allah'ım! Muhammed'e ve Muhammed'in âline rahmet kıl, tıpkı İbrahim'e rahmet kıldığın gibi. Muhammed'i ve Muhammed'in âlini mübârek kıl. Tıpkı İbrahim'in âlini mübârek kıldığın gibi." (Resulullah ilâveten şunu söyledi): "Selam da bildiğiniz gibi olacak."
     [Müslim,Salât 65, (405), Kasru's-Salât 67,(1,165,166); Tirmizî,Tefsir, Ahzâb,(3218); Ebû Dâvut, Salât 183, (980,981); Nesâî, Sehv 49, (3, 45, 46).]
     Tirmizî dışındaki Kütüb-i Sitte kitaplarında, Ebû Humeyd es-Sâidî (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivayet şöyle:
     "Ashab sordu: "Ey Allah'ın Resûlü sana nasıl salât okuyalım?" Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): Şöyle söyleyin, dedi: "Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ salleyte alâ İbrâhime ve bârik alâ Muhammedin ve alâ ezvâcihi ve zürriyyetihi kemâ bârekte alâ İbrâhime inneke hamîdun mecîd. (Allahım! Muhammed'e zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, tıpkı İbrahim'e rahmet kıldığın gibi. Muhammed'i, zevcelerini ve zürriyetini mübârek kıl, tıpkı İbrahim'i mübarek kıldığın gibi. Sen övülmeye layıksın, şerefi yücesin)."
     [Buhârî, Daavât 33, Enbiya 8; Müslim, Salât 69, (407); Muvatta, Kasru's-Salât 66, (1, 165); Ebû Dâvut, Salât, 183, (979); Nesâî, Sehv 54, (3, 49).]

     Ka'b İbnu Ucre'den gelen bir rivâyet de şöyle: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza gelmişti: "Ey Allah'ın Resûlü, dedik, sana nasıl selam vereceğimizi öğrendik. Ama, sana nasıl salât okuyacağız (bilmiyoruz)? " "Şöyle söyleyin! dedi:
     "Allahümme salli alâ Muhammed'in ve alâ âl-i Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme inneke hamîdun mecîd. Allahümme bârik alâ Muhammedin ve alâ âl-i Muhammed, kemâ bârekte alâ âli İbrâhîme inneke hamîdun mecîd."
     [Buhârî, Daavât 33: Müslim, Salât 66, (406); Ebû Dâvud, Salât 183, (976);Nesâî, Sehv 51, (3, 47); Tirmizî Vitr,20, (483).]

2. (1897)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim bana (bir kere) salât okursa Allah da ona on salât okur ve on günahını affeder, (mertebesini) on derece yükseltir."
     [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]
     Yine Nesâî'de Ebû Talha (radıyallâhu anh)'dan gelen bir rivâyet şöyle: "Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine:
"Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!" dedik. "Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: "Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: "Sana salavât okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?"
     [Nesâî, Sehv 55, (3, 50).]

3. (1898)- İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissâlatu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü bana insanların en yakını, bana en çok salavât okuyandır."
     [Tirmizî, Salât 357 , (484).]
     Yine Tirmizî'de Hz. Ali (radıyallâhu anh)'den kaydedilen bir rivâyette şöyle denir: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Gerçek cimri, yanında zikrim geçtiği halde bana salavât okumayandır. "
     [Tirmizî, Daavât 110, (3540).]

4. (1899)- Hz. İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissâlatu vessalâm) buyurdular ki: "Yeryüzünde Allah'ın seyyâh melekleri vardır. Onlar ümmetimin selâmını (ânında) bana teblîğ ederler."
     [Nesâî, Sehv 46. (3, 43).]

     AÇIKLAMA:    
1- Bu bâbda yer alan dört hadis, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e okunması gereken salât u selâmla ilgilidir. Gereği, sevabı, okunması gereken salât-u selâmın metni vs.
Biz bu mevzu ile ilgili bâzı noktaları toptan açıklayacağız:

     SALÂT U SELÂMIN HÜKMÜ
     Hemen şunu belirtelim ki, Resûlullah'a salât-u selam okumak bizzat Rabbülâlemîn'in emridir: "Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salât (ve tekrîm) ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin" (Ahzâb 56).
     Bu emir bir farz mıdır, yoksa vâcib veya müstehap mı ifâde eder?
     Bu sorunun cevabında ulemâ on ayrı görüş beyan etmiştir:
1- Taberî'ye göre "müstehabtır."
2- İbnu'l-Kassâr'ın nakline göre "vacibtir ve bu hükümde icma edilmiştir."
3- Ömürde bir kere salavât okumak vacibtir. Namazda da olsa, namaz dışında da olsa vacib yerine gelir. Tıpkı kelime-i tevhid gibi. Hanefîlerden Ebû Bekr er-Râzî, İbnu Hazm bu görüştedir. Kurtubî de: "Ömürde bir kere de olsa salavât okumanın vücûbunda ihtilâf yoktur. Ancak o, müekked sünnetler gibidir, onların vacib olduğu zamanlarda o da vacibtir" der.
4- Namazda son oturuşta, teşehhüdle namazdan çıkış selâmı arasında vacibtir. Şafiî ve kendisine tâbi olanlar bu görüştedir.
5- Teşehhüdde vacibtir. (Şa'bî ve İshak'ın görüşü). Teşehhüdde salât okunması, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel'e göre farz ise de, Hanefîlere, Mâlik ve Cumhûr'a göre sünnettir. Farz diyenlere göre, salavât terkedilecek olsa, namaz iptal olur, yeniden kılınması gerekir. Bu görüşünden dolayı, Şâfiî tenkîd edilmiştir.
6- Ebû Cafer el-Bâkır'ın: "Teşehhüd diye kayıtlanmaksızın namazın herhangi bir yerinde okunması vacibtir" dediği nakledilmiştir.
7- Ebû Bekr el-Mâlikî: "Sayı ile tahdît edilmeksizin çokça okunması vacibtir" demiştir.
8- "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zikri geçtikçe, hatırlandıkça söylenmelidir" diye hükmedenler de olmuştur. Tahâvî, bir kısım Hanefîlerle, Halîmî ve bir kısım Şâfiîler gibi Zemahşerî ve Mâlikîlerden İbnu'l-Ârabî: "Böyle yapmak ihtiyata uygun olanıdır" demiştir.
9- Zemahşerî'nin naklettiğine göre: "Bir mecliste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zikri bir çok kere geçse de bir kere salât u selâm okunması yeterlidir, her seferinde okumak müstehabtır."
10- Yine Zemahşerî'nin nakline göre "her dua esnasında" vacibtir.
Şu halde ulemâ, salât u selâm okumanın vacib olduğu husûsunda ihtilâf etmemiştir. Hangi şartlarda vâcib olduğunda ihtilâf varsa da, en uygunu Resûlullah'ın ismi zikredildikçe okumaktır. Hutbe dinlerken, Kur'an okurken  salavât getirmek vacib değildir.

     SALÂT NEDİR?
     Râgıb'a göre salât, lügat olarak dua, tebrîk, ta'zîm mânâlarına gelir. Dînî ıstılah olarak dua mânasında kullanıldığı gibi ibadet mânasına da gelir. Kelime, kulun Allah'a salâtını ifâde ediyorsa, dua, namaz, ta'zîm mânalarına gelir, ancak Allah ve Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in insanlara salâtını ifâde ediyorsa, bu durumda aynı kelime "tezkiye" ve "İlâhî rahmete mazhar kılma" mânâlarına gelir. Melekler salât ediyorsa bu, dua ve istiğfardır. Şu halde yukarıda kaydettiğimiz âyette, Allah ve meleklerin Hz. Peygamber'e salât etmesi, meleklerin Resûlullah lehinde istiğfar etmesi, Cenâb-ı Hakk'ın da rahmetine mazhar kılması demektir. Seyid Şerîf'e göre "salât" Allah'tan rahmet, meleklerden istiğfar, mü'minlerden hayır duadır. İbnu Hacer'e göre ise "salât" Allah'tan paygamberine olursa bu, rahmetin artmasıdır, başkalarına olursa rahmet ve tezkiyedir. Mücâhid'e göre Allah'tan salât, tevfik ve ismettir, meleklerden avn ve nusret (yardım), ümmetten ittibâdır. Bâzı âlimler de, "Rabb'in, Peygamberine salâtı, O'nun şerefini yüceltme ve tekrim (kıymet verme); meleklerin salâtı, onun mükerremiyetini izhârdır; ümmetin salâtı da onun şefa-atini talepdir" demiştir.
     Bâzı âlimlere göre de meleklerden "salât"ın mânası atf'dır, yani esirgeme, Cenâb-ı Hakk'a nisbet edilince, ya kullarını melekleri nezdinde senâ etmesi demek olur -ki bu, Allahu Teâla'nın peygamberlerine salâtının tefsirine daha uygun düşer- yahut kemâl-i rahmeti mânasınadır. Salât, Allah'tan başkasına nisbet edilince mânâsı hayır ile dua olur. Beyzâvî'ye göre: "Resûlullah'a salât, onun şerefini izhâra ve şânını tâzim ve tekrime îtinâdır."
     İbnu Hacer, burada kaydedilmeyen bâzı ulemâdan benzer bir kısım nakillerden sonra şunu söyler: "Bu kaydedilen görüşlerin en uygunu Ebû'l-Âliye'den kaydettiğimizdir: "Hz. Peygamber'e Allah'ın salâtının mânâsı, O'na senası ve şânını yüceltmesidir (tâzîmi). Melâikenin ve insanların salâtı ise, bunu onun için Allah'tan taleptir. Öyle ise bu talepden murad, artmayı taleb etmektir, salâtın aslını taleb etmek değil..." İbnu Hacer bu te'vilin en uygun oluşuna gerekçe olarak salât kelimesinin bütün kullanışlarda (salât Allah'tan veya melâikeden veya insandan da olsa) hep aynı mânâyı taşımasını gösterir.
     Resûlullah'a salât ve selâmı mü'minlere emreden âyet-i kerîmede Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vessalâm)'ın tâzîmi ve başkalarından farklı olarak tebcîlinin emredildiği husûsunda  ulemâ icma etmiştir. Halîmî, salât okuyarak yerine getirilen bu ta'zîmin mahiyetini açıklamak üzere şöyle der: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okumanın mânâsı, O'nun tâzim edilmesidir (yüceltilmesi). Öyle ise, Allahümme salli alâ Muhammedin (ey Allahım, Muhammed'e salât et) demenin mânâsı: "Muhammed'i büyük kıl"    عَطِّمْ مُحَمَّدًا   demektir. Büyük kılınması, hem dünya ve hem  ahirettedir. Dünyada büyük kılınması, zikrinin yüceltilmesi, dininin izhârı ve şerîatının ibkasıyla gerçekleşir. Ahirette büyük kılınması ise, sevâbının bol kılınması, ümmetine şefaatçi yapılması, Makâm-ı Mahmûd'la fazîletinin ebedîleştirilmesiyle olur. Bu duruma göre, âyet-i kerîmede gelen: "Ey iman edenler, siz de ona salât edin!" emrinin mânâsı "Salât okuyarak onun için Rabbinize dua edin (bu söylenen büyüklük vasıtalarını ona vermesini taleb edin)" demektir.

     BÂRİK:
     "Bereket ver" demektir. Burada bereket, hayır ve kerâmetin artması mânâsındadır. "Ayıplardan temizleme ve tezkiye mânâsınadır" diyen de olmuştur. "Maksad bunun sâbitleşip devam etmesidir, nitekim,    بَرَكَتِ اْ“بِلُ    "deve yere çöküp sâbitleşti" demektir" yorumunu getiren de olmuştur.

     SUAL: SALÂT KELİMESİ PEYGAMBERLER DIŞINDA KULLANILIR MI?
     Bu meselede ulema ihtilâf etmiştir. "Câiz" diyenler rahmet mânasını kastederler. Nitekim bu mânada Hz. Peygamber:   اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلى آلِ اَبِى اَوْفَى   "Allahım, Ebî Evfâ ailesine rahmet ve bereket ver" diye dua etmiştir. Câiz değil diyenler daha ziyâde, salât kelimesine ta'zim mânasını verenlerdir. Allahümme salli alâ Muhammedin sözümüz, sadece "Allah'ım, Muhammed'e rahmet et" veya "Muhammed'e merhamet et" mânasına gelseydi peygamberlerden başkası hakkında kullanmak da câiz olurdu. Keza "salât" kelimesi sadece bereket ve rahmet mânâlarına gelseydi "namazda musallînin: "Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullahi ve berekâtühü" sözü ile birlikte salâtı okuması da vâcibtir" diyenlere göre teşehhüdde okunmasının vücûbu da düşerdi. Halbuki yukarıda belirtildiği üzere salâttan öncelikle kastedilen, ta'zim ve tekrim (büyük kılmak, değer vermek)'dir. Öyle ise esas olan salâtın Resûllullah'a tahsîsidir.  Ulemâ, terkîm ve ta'zim mânasında salâtın Hz. Peygamber'e has olduğunda müttefiktir.

     ÂL-İ MUHAMMED
     Resûlullah'a okunan salâtda sâdece Efendimiz'e değil, onun âline de salât ve selâm ediyoruz. Acaba âl-i Muhammed kimlerdir?
     * Bu meselede de ulemâ ihtilâf eder. Bir görüşe göre ehl kelimesinden gelen âl kelimesi, aile mânâsına gelir. Âl-i Muhammed deyince bâzı âlimler Resûlullah'ın sadaka haram olan yakınlarını anlamıştır. İmâm Şâfiî ve Cumhur bu görüştedir. Nitekim Resûlullah, Hasan İbnu Ali'ye "Biz âl-i Muhammed'iz, bize sadaka helâl olmaz" buyurmuştur. Aslında bunlar hakkında da ihtilâf edilmiştir.
     * Ahmed İbnu Hanbel: "Teşehhüd hadisindeki âl-i Muhammed'den murad ehl-i beytidir" demiştir.
     * Âl-i Muhammed'den muradın Resûlullah'ın zevceleri ve zürriyeti olduğu da söylenmiştir. Ancak, bir kısım âlimler buna itiraz ederek, âl-i Muhammed'e her üçüncü de (yâni zevceler, zürriyet ve sadakanın haram edildiği yakınları) girdiğini belirtmişlerdir. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)'den gelen bir rivâyet bu üç grubu da âl-i Muhammed olarak zikretmiştir. "Öyle ise, hadisi rivâyet eden râviler, bunlardan bazısını unutarak zikretmeyi ihmâl etmiştir. Çünkü her biri ayrı ayrı rivâyetlerde zikredilirler..."
     * Bazı rivâyetlerde Âl-i Muhammed tâbiriyle sâdece Resûlullah'ın zevceleri kastedilmiştir.
     * Bâzı rivâyetlerde, sâdece zürriyet sözüyle husûsan Hz. Fâtıma'nın nesli kastedilmiştir.
     * Âl-i Muhammed bütün Kureyş'tir diyen de olmuştur.
     * Âl'den murad "bütün ümmet"tir diyen olmuştur. Bu sonuncu görüşü İmam Malik'in, Ezherî'nin, bir kısım Şâfiîlerin benimsediğini; Şerhu Müslim'de Nevevî'nin tercîh ettiği, el-Kâdı Hüseyin ve Râgıb gibi bazılarının ittikâ ile kayıtlıyarak "ümmetten muttaki olanlar" dediklerini belirtirler... Bu görüşü te'yid eden âyet ve hadisler zikredilmiştir:    إِنَّ اَوْلِيَاؤهُ إَِّ الْمُتَّقُونَ   "Onun dostları ancak muttakîlerdir" (Enfâl 34) buyurulmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da    إِنَّ اَوْلِيَائِى مِنْكُمُ   الْمُتَّقُونَ  "Sizden benim dostlarım, müttakî olanlarınızdır" buyurmuştur.
     HZ. İBRAHİM'İN ZİKRİ
     Resûlullah'a salavât okurken: "Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in âline salât et, tıpkı İbrâhim'e ve İbrahim'in âline salât ettiğin gibi..." denmektedir. Burada Hz. İbrahim'in öncelikle zikredilmiş olması, yani, Cenâb-ı Hakk'tan Peygamberimiz için salât taleb ederken, "İbrahim'e  salât yaptığın gibi..." denmiş olması ulema arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. İbrahim ve onun âlinden de efdal olduğu halde, Hz. İbrahim ve âli daha efdal imişçesine, onlara atfen Peygamberimiz ve âli için salât taleb ediyoruz?
     Bu sorunun cevabına geçmeden hemen belirtelim ki, okunan duada Hz. İbrahim ve âlinin Cenâb-ı Hakk'ın tebciline mazhariyetleriyle ilgili ihbâr Kur'an-ı Kerîm'in bir âyetine işâret etmektedir: "...Ey ehl-i beyt, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki O, asıl hamde layık, hayr u ihsanı çok olandır" (Hûd 73). Meseleye getirilen açıklama ve cevaplara gelince, bazıları şöyledir:
     * Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu ifâdesi, kendisinin Hz. İbrahim(aleyhisselâm)' den efdal olduğunu bilmesinden önceye aittir.
     * Bunu tevazu için söylemiştir.
     * Teşbîh burada, kadr u kıymette değil, asıldadır. Nitekim Kur' an'da bunun örnekleri var: "Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı" (Bakara 183); "Nuh'a vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisa 163).
     * Burada teşbîh, nâkısı kâmile benzetme değil, meşhur olmayanı meşhur olana (bilinene) ilhak nev'indendir.
     * Burada teşbîh, Hz. Peygamber ve âline olan salâtın tamamı ile Hz. İbrahim ve âline olan salâtın tamamı arasında yapılmıştır. Hz. İbrahim'in âline pek çok peygamberin dahil olduğu düşünülecek olursa, kendisine benzetilmenin (müşebbeh bih), bu nokta-i nazardan daha kavî olduğu anlaşılır. Burada söylenmek istenen şudur: Hz. İbrahim'in neslinden pek çok peygamber gelmiştir. Hz. Peygamber'in neslinden velîler gelmiştir, ama peygamber gelmeyecektir. Peygamber'in fazîleti, velîlerin fazîletinden üstün olduğuna göre, Hz. İbrahim'in fazîleti, neslinden gelen peygamberlerin mazhar olduğu fazîletlerle birlikte toplanınca, bu daha fazla gelir. Hatta bu nokta-i nazardan, Hz. Peygamber ve âli'ni de Hz. İbrahim'in âli arasında mütâlaa edebiliriz, çünkü neslen ona dayanmaktadır. İbnu Abbâs'tan, "Muhammed, âl-i İbrahim'dendir" hadisi rivâyet edilmiştir.
     * Hz. Peygamber'in bu duadan muradı, kendine verilen nimetin tamamlanmasıdır, tıpkı Hz. İbrahim'e tamamlandığı gibi.
     Bunlardan ve kaydetmediğimiz diğer bütün görüşlerden her birinin bir haklılık yönü vardır. Meseleyi tahlîl edenler umûmiyetle, Hz. Peygamber ve âlinin fazîletleriyle, Hz. İbrahim ve âlinin fazîletlerini toplam olarak nazar-ı dikkate almak ve hattâ Hz. Peygamber'i de -kıyâmete kadar mazhar olacağı fazîletlerle birlikte- Hz. İbrahim'in fazîletleri meyânında mütâlaa ederek bu teşbihi değerlendirmek gerektiği görüşünü kuvvetli ve isabetli bulmaktadırlar. Doğruyu Allah bilir.
     SALÂTIN EHEMMİYETİ
     İslam dini, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a salât okumayı, kulluğun izharında mühim ve müessir bir vâsıta kılmıştır. Daha önceki hadislerde geçtiği üzere en makbul bir duadır, başkaca her çeşit dualarımızın makbul olma şartlarından biri salât kılınmıştır. Dualarımızın başında, esnasında (ortasında) ve sonunda salavât okunmalıdır.
     Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pek çok hadislerinde kendisine salavât okumaya teşvîk buyurmuştur. Birkaç tanesini kaydedeceğiz:
     * "Dua eden bir kimse peygambere salât okumadığı müddetçe duası perdelidir (hedefine ulaşamaz)."
     * "Her dua semaya çıkmaktan yasaklanmıştır. Bana salât getiren dua müstesna, o çıkabilir."
     * "Kim bana salât getirmeyi unutursa ona cennetin yolu unutturulur."
     * "Cebrail (aleyhisselâm)'le karşılaştığımda bana şunu söyledi: "Sana müjdeler olsun. Allah diyor ki: "Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben de ona salât (rahmet) ederim."
     * "İbnu Ubey İbni Ka'b (radıyallâhu anh), Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm)'e sordu: "Ey Allah'ın Resûlü! Ben sana çok salavât getiriyorum, buna vaktimin ne kadarını ayırayım?"
     "Dilediğin kadarını" cevabını alınca tekrar sordu:
     "Dörtte biri nasıl?"
     "Dilediğin kadar yap, artırırsan senin için daha hayırlıdır."
     "Üçte biri olsa?"
     "Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır."
     "Yarı olsa?"
     "Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır."
     "Üçte ikisi nasıl?"
     "Dilediğin kadar yap. Artırırsan senin için daha hayırlıdır."
     "Bütün vakitlerimde sana salât okusam?"
     "Bu takdirde yeter, günahın mağrifet olunur."


5 Mart 2012 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜTEVÂTİR HABER

KELİMELER - KAVRAMLAR
MÜTEVÂTİR HABER

     Yalan üzerine anlaşma ihtimali olmayan bir topluluğun verdiği ve ilim vasıtalarından biri sayılan haber.
     Mütevâtir, lügatte "arkası kesilmeksizin birbirini takip etmek, birbirinin peşisıra gelmek" (Cevherî, es-Sıhâh Kahire 1399/1979, II, 843) manâsındaki "tevâtür"den ism-i fâildir. Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de "Sonra birbiri peşinden peygamberlerimizi gönderdik" (el-Mü'minûn, 23/44) buyurulmuştur. Ayetteki "tetrâ" kelimesi aynı köktendir.
     Mütevâtir haber, yalan üzere birleşmelerini aklın tasavvur edemeyeceği bir topluluğun, mümkün ve mahsûs olan bir şeye dair verdiği haberdir (Abdülkâhir b. Tâhir el-Bağdâdî, Usûlü'd-Dîn, İstanbul 1346,12; İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, Ankara 1981, 34).
     Bir haberin mütevâtir olmasının şartlarını şöylece özetlemek mümkündür:
1) Haber, yalan üzerinde kasıtlı veya kasıtsız birleşmelerini aklın kabul etmediği kalabalık bir cemaat tarafından nakledilmelidir.
2) Haber, aklen mümkün olan, görülen ve işitilen şeylerden olmalıdır. Dolayısıyla, doğruluğu nakle değil burhana muhtaç olan veya muhal olan şeyleri nakledenler ne kadar çok olursa olsun tevâtür sayılmaz. Meselâ, Allah'ın varlığını inkâr edenlerin sayısı ne olursa olsun bu hakikati ifade etmez (Şerafeddin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelâm, Konya 1988, s. 78; Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1976, Mukaddime s. 102).
     "Yukarıdaki şartları taşıyan mütevâtir haber, ilm-i zarûrî ifade eder; yani onu işiten red ve inkârı mümkün olmayan, aksine tasdik ve kabulü zorunlu olan bir bilgi hasıl olur. Bu bilgi dine taalluk eden bir bilgi olduğu zaman, ona inanmayı, amele taalluk ediyorsa onunla amel etmeyi gerektirir. Hz. Peygamber'in hadisleri arasında yukarıda belirtilen şartları bir araya toplamış olanlara "Mütevâtir hadis" denir" (Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara 1980, s. 346-347).
     Mütevâtir haberin kat'î ve kesin bilgi ifade etmesi, nakledenlerin çokluğu sebebiyledir. Onun için, herkes tarafından haber verilen şey hakkında insan aklı, bu kesinlikle doğrudur, hükmünü verir (Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, İstanbul 1968, s. 91-92). Halkı kâfir olan bir, şehir halkının verdiği haber hakkında bile ilm-i yakînî hasıl olur (Nureddin Itr, Menhecü'n-Nakd fi Ulûmi'l-Hadîs, Dımaşk 1392/1972, s. 382). Nitekim görülmeyen ve ulaşılmayan, şimdiki ve tarihteki birçok ülke ve şahıs hakkındaki haberler mütevâtir haberlerdir. Bu tür bilgilerin doğruluğundan şüphe edilmez; ilim sebeplerinden ve vasıtalarından sayılır (Gölcük, Toprak, a.g.e., s. 78; Aydın, a.g.e., s. 92).
     Mütevâtir haber İslâm hukukunda da kesin bir delil olarak kabul edilmiştir. Mecelle'de bu meyanda şu maddeler yer almıştır:
     "Tevâtür, ilm-i yakîn ifade eder. Binaenaleyh tevâtürün hilâfına beyyine ikame olunmaz" (Madde, 1733).
     "Tevâtürde muhbirlerin aded-i muayyeni yoktur. Ancak akıl, onların kizb üzere ittifaklarını tecvîz etmeyecek mertebede bir cemm-i ğafîr olmaları lâzımdır" (Madde, 1735) (Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, s. 407).

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Nuri TOPALOĞLU

4 Mart 2012 Pazar

Yeter ki Sen Üzülme! / AbdulKadir Seven


Yeter ki Sen Üzülme!
AbdulKadir Seven
     Derdiyle dertlendiklerimize ithaf olunur...

     Bugün sana anlatmayacağım ortadoğunun ezilmiş halklarını, yoksul kamplarını, fellucenin çocuklarını. Anlatmayacağım umudunu yetirmiş suratları ve elleri kirlenmiş sokak çocuklarını. Bugün sana ezberci, sloganik içi ruhsuz klişeleşmiş sözlerden sözcükler göndermeyeceğim. Doğudan- batıdan, kuyudan-Yusuf'dan bahsetmeyeceğim. Zindanının dilini, Eyyüb'ün sabrını, Yunusun zikrini anlatmayacağım. Biliyorum, şunu iyi biliyorum ki bu anlatılanları sende çoğu defa okudun ve okuttun.
     Bugün sadece ve sadece seni anlatacağım Ey Can!
     Dinle beni ve avuçlarını aç semaya. Kalbine nur akana kadar akıt içindekilerini.
Biliyorum çok mahzunsun. Bedenin bitap düşmüş. Kavramların, okudukların, ezberlerin artık ruh alemine işlemiyor. Hayallerin, ideallerin satır aralarında gizli.
     O güzelim düşlerin, avuçlarında büyütüp göz pınarlarından boşalan yaşlarla suladığın o güllerin belki bugün kurudu. Hâlbuki o güllere nice emekler, nice bahar dolu yarınlar biçmiştin.
     Sen üzülme ve mahzun olma Ey Can!
     Hayata karşı iki katır yük taşırda, iki satır kelamla derdini yazamazsan sakın ha üzülme!
     Riyakâr bakışlar, bol süslü sözler senin etrafında belki uçuyor. Hâlbuki o kadar da ihtiyacın var ki hak ve hakkaniyet adına. Yalın ve mütevazı ama çözüme bir adım daha yakınlaştıracak nasihate.
     Ey Can!
     Dertlerin ibadetlerine mi yansıdı? Gözyaşlarınla yosunlaştırdığın seccadenin püskülleri ilmik ilmik çürürken bedeninle birlikte çürüdüğünü mü hissediyorsun? Toprak sana daha mı yakın geliyor Ey Can!
     Sevdiklerin senden birer birer uzaklaşırken kendini o kadar yalnız mı hissediyorsun? İşte dur Can! Rabbin' den sana bir kelam. Umudun ve mumun sönmeden.
     “Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte ALLAH onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. ALLAH bağışlar ve merhamet eder. (Furkân 70)
     İşte bunca olumsuz şartlara, yorgun düşmüş umutlarına karşılık tevbe edip günahlarına af diliyorsan ne mutlu kardeşim sana! Afuv ve Tevvab olana sığınabiliyorsan, sana yapılan bunca eziyete karşı ona sığınıyorsan ne mutlu sana!
     Yalnız kardeşim sen üzülme! Sana mahsus dertlerin,''hayatın her sillesine dayanırım. Yeter ki sevenlerim yanımda olsun. Vurmaktan da vurulmaktan da korkmam, yeter ki sırtımdan vuran canlar olmasın! Deyip; hayıflandığın, yapamayacağını zannettiklerin, ama yaptıkların… Ağlamaktan sızlandıkların, belki kafanı duvarlara vurdukların için sakın ha, sakın! Dertlen ama derdinde boğulma!
     Hüzünlen ama hüznünde kaybolma!
     Her yere düştüğünde direnmek ve var olduğunun idrakine varmak için hayata merhaba de. Merhaba de, doğan güneşe ve sabahın ilk ışıklarına.
     Üzülme kardeşim ve üşenme direnmekten. Ne kadarda düştüğünü hisset sen de.
     Düşüşlerin yolda oluşunun alameti…  Düşe kalka yürüyüşlerin insan oluşunun alametidir kardeşim… Düşmekten korkma!...
     O halde, korkacaksan; direnip, ayağa kalkamamaktan kork! Düşersen, ayağa kalkmaktan korkma! Düş, ama her defasında direncini ve onurunu dik tut! Ayağa kalk!
     Günahların da senin, tevbelerin de. Umutların da senin, yarınların da. Düşüşlerinle erdemli olacak ve kemale ereceksin unutma! Yanlışlarınla, hatalarınla, yetersizliklerinle kemale ereceksin ve bizlere faydan olacak. Etrafına örülmüş onca duvara, çembere, prangalara rağmen sen bizlerlesin. Bizlerin arasında hep direncinle var olacak, ümmete örnek olacaksın.
     Kardeşlerini, çevreni, dostlarını bağışla. Sana yapılanı, saldıranı ve sırtından vuranı bağışla ki bağışlanasın. Sözün özü bağışlamadıkça, bağışlanamazsın. O zaman işte hiç gücenme ve darılma. Ümitsizliğe kapılma.
Düştüğünde ayağa kalk!... Emi, kardeşim?

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 9. Konu: CEMAATLE NAMAZ (B - İmamlık)

İ S L A M    İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
9. Konu: CEMAATLE NAMAZ

B) İMAMLIK

     Fıkıh literatüründe imamlık (imâmet) terimi, hem devlet başkanlığını hem de namaz imamlığını ifade eder. Bu iki farklı konumu ayırmak için, devlet başkanlığına büyük imâmet anlamında "imâmet-i kübrâ", namaz imamlığına da küçük imâmet anlamında " imâmet-i suğrâ" denilmiştir. İlmihal dilinde ise imâmet terimi namaz imamlığını ifade eder.

     a) İmamlığın Şartları:
     İmamın ergin (bâliğ), belli bir aklî olgunluk düzeyine ulaşmış (âkıl) ve tabii ki müslüman olması şarttır. Küfrü gerektirecek bir inancı bulunan, bid`at ve dalalet ehlinin arkasında namaz kılınmaz.
     İmam olacak kişinin erkek olması şart görülmüştür. Kadın, erkeklere imam olamaz. Bununla birlikte kendi aralarında cemaatle namaz kılmak istediklerinde içlerinden biri imam olabilir. Yine bir cenaze namazında sadece kadınlar bulunuyorsa, bu takdirde içlerinden biri imam olup cenaze namazını kıldırır.
     İmamlık yapabilmek için namaz sahih olacak kadar Kur'an'ı ezbere okuyabilmek (kıraat) şart olduğu gibi özürlü olmayıp sağlam olmak ve namazın sıhhat şartlarından birini yitirmiş olmamak da şarttır. Özürlü olan kimse, özürsüze imam olamayacağı gibi, necâsetten tahâret şartını veya setr-i avret şartını yerine getirmemiş kimse, bu şartları yerine getirmiş olan kişiye imam olamaz.

     İmamlığa Ehil Olma Sıralaması
     Geleneksel olarak İslâm toplumlarında, namaz da dahil olmak üzere birçok konuda insanlara önderlik etmek, yöneticilere ait kabul edildiği için namaz imamlığı da teorik olarak onlara bırakılmış ve bu bakımdan kitaplarımızda imamlığa en lâyık kişiler sıralanırken en başta o bölgenin üst düzey yöneticileri sayılmıştır. Bu sıralama şimdiki idarî yapıya göre yapılacak olursa imâmete en lâyık kişiler vali, kaymakam, emniyet müdürü ve hâkimler olur. Fakat günümüzde artık, imamlık ve müezzinlik bir meslek haline geldiği için, mülkî âmirlerin sembolik öncelikleri devam etmekle birlikte, camide namazı artık o caminin resmî görevlisi olan imam, o yoksa müezzin kıldırmaktadır.
     Cami dışında veya görevlisi olmayan bir mescidde namaz kılınacaksa bu takdirde imamlığa kimin geçeceğini belirlemek için bazı nitelikler aranabilir. Bir evde cemaat yapılacaksa evin sahibi veya onun izin verdiği kişi imam olur. Bunun dışında şöyle bir sıra takip edilebilir: Namaz hükümlerini en iyi bilip Kur'an'ı daha güzel okuyan, daha müttaki olan, yaşça büyük olan, ahlâkça daha üstün olan, daha yakışıklı olan, sesi daha güzel olan, elbisesi daha temiz olan, insanlar arasında itibarı daha fazla olan.
     Cahil kişinin, gösterişçinin (mürâi) ve ilim sahibi bile olsa fâsık yani büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişinin imam olması mekruh görülmüştür.
     Daha üstün bir kimse bulunduğu takdirde gözü görmeyenin imâmeti de mekruhtur.

     b) İmama Uymanın Geçerlilik Şartları:
     Cemaatle namaz kılınırken imama uymaya iktidâ, imama uyan kimseye de muktedî denilir. Bir kimsenin imama uymasının fıkhen geçerli (sahih) olabilmesi için bazı şartlar aranır.
     1. Muktedî namaza dururken hem namaz kılmaya hem de imama uymaya niyet etmelidir.
     2. Muktedî imamdan geride durup, hizasına veya önüne geçmemelidir.
     3. Kılınan namazın nevi itibariyle imam muktedîden aşağı olmamalıdır. Nâfile kılan muktedî, farz kılmakta olan imama uyabildiği halde, farz namaz kılan (müfteriz) muktedî, nâfile namaz kılan (müteneffil) imama uyamaz. Hanefîler'e ve Mâlikîler'e göre böyledir. Fakat Şâfiîler'e ve Hanbelîler'e göre farz kılan kişi, nâfile kılana uyabilir. Bunların gerekçelerinden birisi Muâz'ın Hz. Peygamber'in arkasında yatsı namazını kıldıktan sonra, gidip kendi kavmine yatsı namazını kıldırdığına ilişkin rivayettir. Şâfiîler'e göre bir vaktin farz namazını kılmış olan kimse, yeniden başkalarına aynı vakit için imamlık yapabilir. Kendi kıldığı nâfile olur.
     Dört rek`atlı bir farzın kazâsı için teşkil edilen cemaatte imam yolcu, muktedî mukim olursa, imam muktedîden durumca daha aşağı olmuş olur. Şöyle ki; iktidâ, ya ilk iki ya son iki rek`atta olacaktır. Birinci şıkka göre ka`de hususunda, ikinci şıkka göre kıraat hususunda, farz kılan nâfile kılana iktidâ etmiş olur.
     4. İmam ve muktedî, aynı farzı kılıyor olmalıdır. Meselâ biri öğle namazının farzını kazâ ediyor, öteki ikindi namazının farzını eda ediyor ise veya birisi bugünün öğle namazını, diğeri dünün öğle namazını kazâ ediyor ise birbirlerine uyamazlar.
     5. İmam lâhik veya mesbûk olmamalıdır. Yani bir kimse, imama öğle namazının son rek`atında uymuş olsa ve imam selâm verdikten sonra geri kalan üç rek`atı tamamlarken, bu durumdan habersiz birisi gelip kendi başına farz kıldığını zannederek ona uysa sahih olmaz. İktidânın sahih olması için imamın imamlık yapmaya niyet etmesi şart olmadığı için tek başına farz namaz kıldığı bilinen bir kişiye gidip iktidâ edilebilir. O kişi kendisine uyulduğunu ister farketsin ister farketmesin durum değişmez. Kendine iktidâ edildiğini farkederse sesini biraz yükseltmesi uygun olur. Farz kılmakta olduğunu belli etmek için intikal tekbirlerini yüksek sesle almasında yarar vardır.
     6. İmam ile muktedî arasında, kadın saffı bulunursa iktidâ sahih olmaz.
     7. İmam ile muktedî arasındaki mesafenin mâkul uzaklıkta olması gerekir. Aksi takdirde meselâ aralarında bir ırmak veya yol bulunması gibi, aşırı uzaklıkta iktidâ sahih olmaz. Farz dışındaki namazlar binek üzerinde kılınabildiği gibi cemaatle de kılınabilir. Farz olmayan bir namaz cemaatle kılınacaksa, birinin binek üzerinde ötekinin yaya olması veya farklı bineklerde olması durumunda iktidâ sahih olmaz.
     8. İmamın intikal tekbirlerini duymaya engel olacak bir perde, duvar bulunmamalıdır. Aradaki duvar, hoparlör ve aradaki aktarıcılar sayesinde imamın intikallerinden haberdar olmayı engellemiyorsa bu takdirde iktidâ konusunda herhangi bir problem olmaz.
     9. Bir kimse başka mezhepten birine uyabilir. Onun kendi mezhebindeki şartlara aykırı bir davranış içinde bulunup bulunmadığını araştırması gerekmez. Olağan durum budur. Fakat uyduğu kişide, kendi mezhebine göre abdesti bozan bir durumun ortaya çıktığını bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Meselâ Şâfiî bir imamın elinin kanadığını gören, daha sonra onun gidip abdest tazelemediğini de yakînen bilen kişinin o imama uyması sahih olmaz. Çünkü kan akması Şâfiî mezhebine göre abdesti bozmaz, fakat Hanefî mezhebine göre bozar. Bu durumu kesin olarak görüp bildikten sonra, ona uyması sahih olmaz. Uyacak kişi bu durumu yakînen bilmiyorsa, tahmine göre davranmayıp uyabilir. İsterse uyulan kişi, Hanefî mezhebine göre abdesti bozan bir şey yapmış olsun.
     Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre imamın namazı kendi mezhebine göre sahih olursa başka mezhepten olan ve ona uyarak namaz kılan cemaatin de namazı kendi mezheplerine uymasa bile sahih olur.
     Abdestli kişinin teyemmümlüye; abdest uzuvlarını yıkamış olan kişinin, meselâ mest üzerine veya sargı üzerine meshetmiş olan kişiye; ayakta duranın oturan kişiye iktidâsı da, bunun tersine bir iktidâ da sahihtir. Nâfile kılan farz kılana uyabilir, fakat aksi sahih değildir. İma ile namaz kılan kişiye, kendi durumunda olanlar uyabilirler.
     Mukim ile seferînin (yolcu) cemaatle namaz kılmaları câiz olup mukimin imam olması daha uygundur. Yolcunun imam olması halinde, kendisinin seferî olduğunu söylemesi şart olmamakla birlikte, onların yanılmamaları için önceden duyurması iyi olur.

     c) Cemaatle Namaza İlişkin Bazı Meseleler:
     Cemaatle kılınan namazda, imama uymuş kişilerin namazı imamın namazına bağlı olduğu için, imamın namazının bozulması durumunda ona uyanların da namazları bozulur. Dolayısıyla bir rükün veya şartın ihlâli gibi bir sebeple imamın namazı bozulacak olursa imamın o namazı iade etmesi gerektiği gibi cemaatin de iade etmesi gerekir. İmam namazının bozulduğunu farkettiğinde bu durumu cemaate bildirmelidir.
     İmama uyan kişi (muktedî), namazdaki fiilleri yaparken imama uygun davranmak durumunda olup bu fiilleri imamla birlikte yapması gerekir. Rükû ve secdede imamdan önce başını kaldıramaz, yine rükû ve secdeye imamdan evvel gidemez.
     Kıraati sadece imam yapar. İmamın okuması, cemaatin okuması yerine geçer. İmam okurken cemaat susar ve dinler; açıktan okunan namazlarda Fâtiha'nın bitiminde âmin der; kıraat dışında okunacak zikir ve tesbihleri kendisi okur.
     Muktedî rükûda üç kere "Sübhâne rabbiye'l-azîm" ve secdede üç kere "Sübhâne rabbiye'l-a`lâ" demeden imam başını kaldırırsa, muktedî bunları tamamlamaya çalışmadan başını kaldırır.
     Birinci oturuşta muktedî Tahiyyât'ı bitirmeden imam üçüncü rek`ata kalksa, muktedî isterse Tahiyyât'ı tamamlar, isterse imama uyarak kalkar. Tahiyyât'ı okumak vâcip olduğu gibi imama uygun davranmak da vâciptir. Muktedî bu iki vâcipten hangisini isterse onu yapabilir. Fakat uygun olan imama uyum göstermektir. İmam bayram tekbirlerini, birinci oturuşu, tilâvet ve sehiv secdesini ve kunut duasını okumayı terkederse ona uyanlar da terkeder.
     Son oturuşta muktedî Tahiyyât'ı bitirmeden imam selâm verecek olursa, Tahiyyât'ı tamamlayıp sonra selâm verir. Eğer Tahiyyât'ı bitirmiş ve geriye salavat ile dualar kalmışsa bu takdirde imamla beraber selâm vermelidir.
     Namazın aslında bulunmayan bir hususta muktedî imama uymaz. Meselâ imam namazda fazladan bir secde daha yapsa veya son oturuşu yaptıktan sonra selâm verecek yerde sehven kalksa bu durumlarda muktedî ona mütâbaat etmez, yani ona tâbi olmaz ve imamı uyarmak üzere "sübhânallah" der. Eğer imam son oturuştan sonra sehven yaptığı kıyamı secdeye varmadan önce farkedip hemen geri oturursa, birlikte selâm verir ve sehiv secdesi yaparlar. İmam son oturuşta selâm verecek yerde yanlışlıkla kalktığını farketmeyip, kalktığı bu rek`atı secde ile tamamlayacak olursa, muktedî artık imamı beklemeyerek kendisi selâm verir.
     Eğer imam son oturuşu unutarak fazla bir rek`ata kalkarsa, muktedî bir müddet bekler ve "sübhânallah" diyerek imamı uyarmaya çalışır. İmam durumu farkedip hemen oturursa ne âlâ; beraberce selâm verip sehiv secdesi yaparlar. Bu durumda muktedî imamı beklemeyerek kendi kendine selâm veremez. Çünkü iktidâ durumunda iken kendi başına hareket etmiş olacağından kıldığı namazın farzlığını iptal etmiş olur. İmam son oturuşu yapmadan kalktığını farketmeyip kalktığı rek`atı secde ile tamamlayacak olursa, imamın namazının farzı son oturuşu terkettiği için fâsid olduğu gibi ona uymuş olanlarınki de aynı şekilde fâsid olur.
     Muktedî son oturuşta, Tahiyyât'ı okuduktan sonra, imamın selâmını beklemeden selâm verebilir. Fakat bu davranış, vâcip olan mütâbaatı terketmek anlamına geldiği için böyle yapması mekruh olur.
İSLAM İLMİHALİ

Prof. Dr. Hayreddin Karaman
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
Prof. Dr. H. Yunus Apaydın

13 Şubat 2012 Pazartesi

İSLAM TARİHİ ... Peygamber Efendimizin, Ümmü Seleme ile Evlenmesi

 İ S L A M   T A R İ H İ
Peygamber Efendimizin, Ümmü Seleme ile Evlenmesi
 
     Asıl ismi “Hind” olan Hz. Ümmü Seleme, Mahzumoğulları kabilesinden Ümeyye b. Muğîre’nin kızı idi. Kocası Abdullah b. Ab­dü’l-Esed, İslamiyeti ka­bul etmesinden dolayı müşriklerin eza ve cefasına maruz kalınca, Habeşistan’a hicret etmişti. Birçok Ku­reyş­li­nin Müslüman olduğu şayiası üzerine Mekke’ye dönmüş, ancak haberin asılsız olduğunu öğrenince, bin bir güçlükle bu sefer Medine’ye göç etmişti.
     Habeş ülkesine her iki hicrette de, Hz. Ümmü Seleme, kocasıyla birlikte bulunmuştu.
Kocasının Uhud Harbi’nde yaralanması sonucu Hicret’in 4. yılının Cemazi­yelahir ayı sonuna doğru vefat etmesiyle birlikte, dört ço­cuğuyla Hz. Ümmü Seleme dul kalmıştı.
     Ahidleşmek İstemeleri
     Hz. Ümmü Seleme, henüz vefat etmeden, bir gün kocasına, “Duyduğuma göre, cennetlik kocası ölen cennetlik bir kadın, sonradan başka birisiyle evlen­mezse, muhakkak Allah onu cennette kocasıyla bir araya getirecektir. Aynı şe­kilde, cennetlik hanımı ölen cennetlik bir erkek de, sonradan başka bir kadınla evlenmezse, Allah, muhakkak onu da cennette karısıyla biraraya getirecektir!” dedikten sonra şu teklifi yapmıştı: “O halde gel, seninle sözleşelim: Ne sen, benden sonra evlen; ne de ben, senden sonra evleneyim!”
     Fakat Ebû Seleme bu teklifi kabul etmemiş ve “Sen, be­nim sözümü dinle: Ben öldüğüm zaman sen evlen!” demişti; sonra da şu duayı yapmıştı:
     “Allahım! Ümmü Seleme’ye, benden sonra, benden da­ha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasip et!” [1]

     Pey­gam­be­ri­mizin, Ümmü Seleme’yle Konuşması
     Hz. Ümmü Seleme, daha önce Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den gelen ev­len­me tekliflerini kabul etmemişti. Bun­dan sonra, Peygamber Efendimiz, ken­di­siyle evlenmek istediği haberini gönderdi. Hz. Ümmü Seleme, mâzur görül­me­sini di­ledi ve “Ben hem yaşlı, hem de kıskanç bir kadınım; aynı zamanda ço­luk çocukluyum. Şahit olarak da velilerimden yanımda hiç kimse yoktur” dedi.
     Teklifine bu cevabı veren Hz. Ümmü Seleme’ye bu sefer Peygam­ber Efen­dimiz gitti ve evlenme teklifini bizzat tekrarladı. Sonra da şöyle konuştu: “Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyorsun: Hâlbuki, bir ka­dına, kendisinden daha yaşlı bir erkekle evlenmesi ayıp değildir! ‘Yetimlerin annesi’ olduğunu söyledin: Bunu bil ki onların geçimleri Allah’a ve Resûlüne âittir. ‘Kıskanç bir kadınım’ diyorsun. Bunun da senden izalesi için Allah’a dua ederim. Yanında velilerinden kimse­nin bulunmadığını söylüyorsun. Onlardan hazır bulunan veya bulunmayanlardan bana râzı olmayacak hiçbir kimse yoktur!”
     Bunun üzerine Ümmü Seleme, yanında bulunan oğluna dönerek, “Kalk yâ Ömer! Beni Re­sû­lul­lah’a nikâhla” [2] dedi.
     Böylece, Cenab-ı Hak, Ebû Seleme’nin vefatından önce, “Alla­hım! Ümmü Se­leme’ye benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek, onu incit­me­yecek bir koca nasip et” [3] tarzında yaptığı duasını kabul buyurmuş ve Üm­mü Seleme’ye insanların en hayırlısına hanım olmayı nasip etmiş olu­yordu.
     Resûl-i Ekrem Efendimizle evlendiğinde 44 yaşında bulunan Hz. Ümmü Se­leme, Hicret’in 59. senesinde 84 yaşında iken vefat etti. Cenaze namazını Ebû Hüreyre (r.a.) kıldırdı ve Bâkî Kabristanı’­na defnedildi. [4]
     Okuma bilen, fakat yazmayı öğrenemeyen Hz. Ümmü Seleme, fıkhı iyi bi­lenler arasında yer alıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimizden rivayet ettiği hadis sayısı 378’dir.
____________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 88.[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 89-90.[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 88.[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 96.
Salih SURUÇ
Yazar:
Salih Suruç

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...