10 Ekim 2012 Çarşamba

İSLAM TARİHİ - UHUD MUHAREBESİ


İSLAM TARİHİ
İslam Ordusunun Dağılması!
(Uhud Muharebesi)

     “O, Cehennemliktir!”
     Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu. Gariptir ki Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efen­dimiz “O, cehennemliktir” derdi. Sahabeler, bunun sır­rını bir türlü çözemi­yor­lardı.
     Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hatta İs­lam ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve “Ölmek, kaç­maktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpı­şınız” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.
     Sahabeler hâlâ Efendimizin, “O, cehennemliktir” sözünün manasını anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuz­man, nasıl cehennemlik olabilirdi?
     Ancak Hz. Re­sû­lul­lah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenab-ı Hakk’­ın bildir­me­siyle biliyordu.
     Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı, sahabeler, “Tebrikler ey Kuz­man! Cenneti müjdeleriz sana!” diyerek tebrik ettiler.
     Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: “Ne diye be­ni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şe­hâ­de­te ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Ku­reyşliler, Medine hurmalıklarına zarar ver­mesin diye çarpış­tım!”[58]Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti. [59]
     Sahabeler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün hakikatini anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile Medine’deki hurmalıkla­rını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
     “Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü” haberini alan Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şüp­hesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da, “Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâ­cir bir adamla da teyit eder!”[60]diye buyurdu.
     Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yani, amelin Allah’ın rı­zası gözetilerek yapılmış olmasıdır. İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte, bunun apa­çık bir misâli Kuzman hadisesidir.

     Resûl-i Ekrem’in, Kavmine Duası
     Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendi­sini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu: “Allahım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çün­kü onlar ne yaptık­larını bilmiyorlar.” [61]

     Hazin Netice
     Müşrikler, daha fazlasını yapamayacakları kanaatine varınca, derlenip to­parlanan mücahitler karşısında tekrar bir hezimetle karşı karşıya gelmemek için, en uygun yolun geri çekilmek olacağını hesapladılar ve mağrur bir eda ile geri çekildiler. Netice, gerçekten hazin, ibretli ve düşündürücü idi. Harpte, mücahitlerden yetmiş şehit düşmüştü. Bunlar arasında Hz. Hamza, Hz. Mus’ab b. Umeyr gibi çok güzide sahabeler de bulunuyordu. Ebû Dücâne, Nesibe Hâtun gibiler, Resûl-i Kibriya’yı muhafaza etmeye çalışırlarken vü­cudları delik deşik olmuştu.
     Harbin ilk safhasında mücahitlere gülen parlak muzafferi­yet, Hz. Re­sû­lul­lah’ın emir ve tâlimatına riayet etmeyen okçulardan bir kısmının yerlerini terk etmeleriyle bir anda hazin ve acı bir mağlubiyete inkılâb etmiş, Uhud, Müs­lü­manların kanıyla boyanmıştı. Pey­gamber Efendi­mizin, “O bizi sever, biz de onu severiz” buyur­duğu Uhud’u bir hüzün bulutu kaplamıştı.

     Pey­gam­be­ri­mizin Kayalığa Doğru Çıkması
     Peygamber Efendimiz yaralıydı, yorgundu. Kendi başına yürüyecek kuv­veti kalmamıştı. Sa’d b. Muaz ve Sa’d b. Ubâde’­ye dayanarak, Müslümanların sığındığı Şi’b’deki kayalığa doğru çıktı. Burada dinlenmek, yorgunluğunu gi­dermek isti­yordu. Bir müddet yürüdükten sonra, bu takatten de mahrum kal­dı. Üzerindeki iki zırh ise, oldukça ağırlık yapıyordu. Bu sırada Talha b. Ubey­dul­lah yere çöktü. “Buyur yâ Re­sû­lal­lah... Ben kuvvetliyim” diyerek Pey­gam­ber Efendimizi sırtına aldı ve kayalığa kadar taşıdı.
     Resûl-i Ekrem, kanlar içinde kalan yüzünü gözünü burada suyla yıkadı ve başına su döktürdü.

     Pey­gam­be­ri­mizin, Ubey b. Halef’i Öldürmesi
     Bedir Harbi’nden önceydi. Resûl-i Kibriya Efendimiz harp sahasında dolaşırken, “Burası Ebû Cehil’in, burası Utbe’nin, burası Ümeyye’nin, buralar da filan ve filanın öldürülecekleri yerlerdir. Ubey b. Halef’i de, ben kendi elimle öldüreceğim!” buyurmuştu. Bedir’de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye b. Halef, mücahitler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Ubey b. Halef kal­mıştı. Bu adam Ku­reyş’in ileri gelenlerinden biri idi. Pey­gam­be­ri­mize her kar­şılaşmasında, “Ey Muhammed! Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı ye­di­rip besliyorum. Bir gün gelir, onun sırtında olduğum halde seni öldürürüm!” der­di.
     Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu olu­yordu: “Belki, inşallah, ben seni öldürürüm!” [62] İşte, Ubey b. Halef, Bedir’de mücahitler tarafından canı cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye’nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek Uhud’a çıkıp gelmişti.
     Hz. Re­sû­lul­lah’ın Şib’e doğru çıktığı sırada idi. Übey’in gelmekte olduğu görüldü. Mekke’de günde on altı okka darıyla beslediği atının üzerindeydi. İntikam dolu bakışlarla Pey­gam­be­ri­mize yaklaşı­yordu. Bunu fark eden sahabeler, önüne çıkıp hesabını görmek istediler. Ancak Hz. Re­sû­lul­lah, “Bı­rakın, gelsin” di­yerek, mücahitlerin karşı çıkmasına mani ol­du. Resûl-i Ekrem’e oldukça yaklaşan bu azgın müşriğin ağzından, “Ey Mu­hammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” lâfları dökülüyordu.
     Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriya Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla, heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übey, bir anda şaşkına döndü. Hz. Re­sû­lul­lah’ın heybet ve haşyet verici tavrı karşı­sında duramayıp geri kaçmaya başladı. Peygamber Efendimiz peşini bırak­mı­yor ve arkasından, “Nereye kaçıyorsun ey yalancı?” diye sesleniyordu.
     Bu kaçışla Übey kendini kurtaramadı. Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übey, sığır böğürmesi gibi böğürerek atın­dan yere yuvarlandı. Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler, Yarasından kan ak­mı­yordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, “Vallahi, Mu­hammed beni öldürdü!” diyordu. Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki Übey, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına, “O bana (Mek­ke’de) ‘Seni öldüreceğim’ demişti. Val­lahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür!” [63] dedi.
     Ubey b. Halef, bir gün bile yaşamadan “Susadım, susadım!” çığ­lıkları ara­sında ölüp gitti. Resûl-i Kibriya’nın, Allah’ın izniyle, istikbâlden haber verdiği bir mucizesi de böylece tahakkuk etmiş oldu.

     Pey­gam­be­ri­mizin Vücudunu Ortadan Kaldırmak İçin And İçenlerin Belâlarını Bulmaları
     Müslümanların bozulup dağılmaya yüz tuttukları bir sıradaydı. Azılı müşriklerden Abdullah b. Şihâb-ı Zührî, Utbe b. Ebî Vak­kas, Abdullah İbni Kamîe ve Ubey b. Halef, bir araya gelerek, Peygam­ber Efendimizin haya­tına son vermek için sözleşip ant içmişler­di. [64]
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu dört azılı müşrik hakkın­da, “Allahım, onların hiçbirisi senesine ulaşmasın!” di­ye dua etti.
     Sa’d b. Ebî Vakkas der ki: “Vallahi, Re­sû­lul­lah’ı vuran veya yaralayanlardan hiçbirinin üze­rinden yıl geçmedi.” Bunlardan biri olan İbni Şihab’ı, Mekke yolunda ak benekli, dişi bir yılan ısırıp öldürdü. Ubey b. Halef’i, Peygamber Efendimiz bizzat kendi eliyle öldür­dü. Utbe b. Ebî Vakkas’ı, Hâtıb b. Ebî Beltea öldürdü.
      Resûl-i Kibriya Efendimizin yüzünü yaralayan İbni Kamîe ise, Uhud’dan Mekke’ye döndükten sonra davarları­nın yanına gitti. Da­ğın en yüksek tepe­sin­de davarını bul­du. Önünü kesip tutmak isteyince, bir koç üzerine yürüyerek onu boynuzlarıyla toslaya toslaya didik didik edip parçaladı. [65]

     Ebû Süfyan’ın Seslenişi
     Müşrik ordusu, harp sahasından yavaş yavaş çekiliyordu. Kumandan Ebû Süfyan, muharebe meydanında bir tur attıktan sonra, kayalıklara çıkmış bulu­nan mücahitlerin yanına geldi ve “Müslümanlar arasında Muhammed var mı?” diye seslendi. Bu sorusunu üç kere tekrarladığı halde Peygamber Efen­di­miz, “Cevap vermeyiniz” buyurdu. Bu sefer Ebû Süfyan, “Aranızda Ebû Be­kir var mı?” diye sordu. Hz. Re­sû­lul­lah yine cevap verilmesine müsaade et­me­di. Ku­reyş reisi bu sefer, “Aranızda Ömer yok mu?” diye sordu. Peygamber Efen­dimiz yine cevap verilmesini istemedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan adam­larına dönerek, “Herhalde bunların hepsi öldürülmüş. Sağ olsalardı elbette ce­vap ve­rirlerdi” diye bağırdı.
     Son konuşması karşısında Hz. Ömer dayanamadı ve ayağa kalkarak yüksek sesle, “Yalan söylüyorsun, ey Allah’ın düşmanı, vallahi yalan! Söylediklerinin hepsi sağdırlar ve işte buradadırlar” dedi.
     Bundan sonra Ebû Süfyan ile Hz. Ömer arasında şu konuşma geçti:
     Ebû Süfyan: “Hübel’in şânı yüce olsun!”
     Hz. Ömer (Pey­gam­be­ri­mizin emriyle): “En büyük ve en yüce olan, Al­lah’tır!” “Bizim Uzzâ’mız var, sizin yok!” “Bizim Mevlâmız Allah’tır. Sizin Mevlânız yok!” “Bir gün yenildik, bir gün yendik! “Bir gün üzüldük, bir gün güldük! Hanzala’yı Han­za­la’ya karşı, filanı filana karşı öldürdük!” “Biz sizinle bir değiliz. Bizim öldürülenlerimiz cennet­te, sizinki­ler ise ce­hennemdedir.”
     Bu sefer Ebû Süfyan tekrar asıl maksadına geldi ve Hz. Ömer’e, “Ey Ömer! Allah aşkına doğru söyle! Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu.
     Hz. Ömer: “Hayır... Vallahi, onu öldürmediniz. O şimdi söyledik­le­rinizi dinliyor!” di­ye cevap verdi.
     Hz. Ömer’e itimadı olan Ebû Süfyan, Pey­gam­be­ri­mizin hayatta olduğuna inanmıştı artık... Ayrılıp gidecekleri sırada ise şöyle bağırdı: “Gelecek yıl, sizinle Bedir’de buluşup çarpışmaya söz veriyoruz!”
     Hz. Ömer, Allah Resûlüne baktı. Kanaatini beyan etmesini bekledi. Kendi­sin­den, “Olur! İnşallah, orası bizimle sizin buluşma yeri­miz olsun” emri gelin­ce, Hz. Ömer, “Olur!” diye cevap verdi. [66]

     Pey­gam­be­ri­mizin, Şehitler Arasında Dolaşması
     Düşman kuvvetler, harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru hareket edince, Peygamber Efendimiz mücahitlerle birlikte çıktığı kayalıktan indi. Cesetleriyle yerde yatan, fakat ruhlarıyla yüksek âlem­ler­de pervaz eden şe­hitler arasında dolaştı.
     Gönlü hüzünle doluydu. Kadere teslimiyetin verdiği inşirah olmasaydı manzara seyredilecek gibi değildi. En güzide sahabelerini kaybetmişti. Ku­reyş müşrikleri şehitler hakkında vahşîce muamelelerde bulunmuş­lardı. Çoğunu parça parça ederek tanınmaz hale getirmişlerdi. On­ların arasında durdu. İçler parçalayıcı manzarayı bir müddet hü­zünle sey­ret­tikten sonra, “Ben, kıyamet gününde, şu şehitlerin Allah yolunda canlarını feda ettiklerine şahitlik edeceğim” buyurdu.
     Daha sonra ashabına dönerek: “Bunları, kanlarıyla sarıp gömünüz! Allah yolunda çarpışa­rak yara alanlar, kıyamet gününde mah­şere ya­raları ka­nayarak gele­ceklerdir. Kanla­rının rengi kan rengi, ama ko­kuları misk ko­kusu gibi olacak­tır” diye ferman etti. [67]

     Pey­gam­be­ri­miz, Hz. Hamza’nın Cesedi Başında
     Şehitler arasında Efendimizin amcası kahraman sahabe Hz. Hamza da var­dı. Karnı yarılmış, ciğeri çıkarılmış, bur­nu ve kulakla­rı kesilmiş, cesedi parça par­ça edilmişti. Zor tanınıyordu. Onun mübarek cismini gören Resûl-i Kibriya Efendimiz, öylesine üzüldü, öylesine elem duydu ki bir anda gözlerinden yaşlar boşandı. O âna kadar öylesine mahzun olduğu görülmemişti. “Seyyidü’ş-Şüheda [Şehitlerin Efendisi]” olan bu ce­saret âbidesi sahabenin cesedi başın­da durdu.
     Gözyaşları arasında ona şöyle seslendi: “Ey Hamza! Hiçbir zaman, hiçbir kimse senin gibi böyle bir musibete uğ­ramamış ve uğramayacaktır! Benim için bundan daha büyük bir musibet ola­maz! “Ey Re­sû­lul­lah’ın amcası Hamza! Ey Allah’ın ve Resûlünün arslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Re­sû­lul­lah’a koruyucu olan Hamza! Allah, sana rahmet etsin! Eğer senden sonra yas tutmak gerekseydi, sevinmeyi bırakıp sa­na yas tutardım!” [68]

     Uhud dağı ve Uhud şehitliği
     O esnada, Medine tarafından, tozu dumana kata kata birinin gelmekte ol­duğu görüldü. Yaklaşan, bir kadın idi. Hz. Hamza’­nın anne baba bir kardeşi olan Hz. Safiyye idi bu... Kardeşinin durumunu öğrenmek istiyordu. Önüne ge­lene Hz. Hamza’nın nerede ol­du­ğunu, kendisine nelerin yapıldığını soru­yordu.
     Hz. Re­sû­lul­lah, yaklaşmakta olduğunu görünce, oğlu Hz. Zübeyr b. Av­vam’a, “Annene söyle; geri dönsün, kardeşinin cesedini görmesin” diye em­ret­ti.
     Hz. Zübeyr, annesini karşıladı. “Anneciğim! Re­sû­lul­lah, ‘Geri dönsün’ diye emretti!” dedi.
     Hz. Safiyye, “Eğer ona yapılanı görmemek için dönecek­sem, ben zaten kar­de­şimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmişim. O, bu musibete Allah yo­lun­da uğramıştır. Biz, Allah yolunda bundan daha beterine de râzıyız. Seva­bını Al­lah’tan bekleyeceğiz. İnşallah sab­redip katlanacağız”[69]diye kahramanca ce­vap verdi.
     Hz. Zübeyr, gelip durumu haber verince, Efendimiz, Hz. Safiy­ye’­nin, kar­deşi Hz. Hamza’yı görmesine müsaade buyurdu.
     Hz. Safiyye, Şehitlerin Efendisi olan kardeşinin yanına vardı, başucunda oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Yanında duran Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu manzara karşısında gözyaşlarını tutamadı. Bu hazin ve ibretli manzaraya Hz. Fâtıma da gelip gözyaşlarıyla katılınca, ortalığı bir başka duygulu, içli ve acıklı hava kapladı. Allah’ın kaderine gönülden tereddütsüz teslim olmuş Hz. Safiyye, musibete karşı sabrın ifadesi olan “İnnâ lillah ve innâ iley­hi râciûn” ayet-i kerimesini okudu, aziz kardeşine de Allah’tan rahmet ve mağrifet dile­ğinde bulundu. [70]
     O esnada Hz. Cebrail geldi; Peygamber Efendimize, Hz. Hamza’nın gök­lerde, “Allah’ın ve Re­sû­lul­lah’ın Arslanı” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem, bu müjdeyi Hz. Safiyye’ye iletti. [71]

     Abdullah b. Cahş’ın Başına Gelenler
     Muharebenin şiddetli gününde Abdullah b. Cahş ile Sa’d b. Ebî Vakkas Haz­retleri, bir kenara çekilip Cenab-ı Hakk’a dua etmişlerdi. Sa’d, “Yâ Rabbi! Bir büyük düşmana rastgelip cenk ederek ona galip ve muzaffer olayım!” diye dua etmişti. Abdullah b. Cahş (r.a.) ise, onun duasına “Âmin” dedikten sonra, “Ben de bir büyük düşmanla karşılaşayım, onunla çarpışayım ve sonunda şe­hit olayım. Bur­num ve kulaklarım kesilsin. Yarın mahşer gününde Cenab-ı Hak bana, ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ diye sorunca, ‘Yâ Rabbi! Se­nin ve Resûlünün yolunda kesildi’ diye cevap vereyim” şeklinde dua etmişti.
     Şehitler arasında Abdullah b. Cahş da vardı ve aynen, dua ettiği gibi burnu ve kulakları kesilmişti. Bunu gören Sa’d b. Ebî Vakkas hayretini gizleyemedi.

     Pey­gam­be­ri­miz, Mus’ab b. Umeyr’in Cesedi Başında
     Şehitler arasında İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’­ab b. Umeyr de var­dı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun yanına vardı, “Mü’­minlerden öyle yi­ğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bazıları şehit oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehit olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler” meâlin­de­ki ayet-i kerimeyi okudu. [72]
     Hz. Mus’ab’a kefen olacak bir şey bulamamışlardı. Üzerinde kaf­tanı vardı. Sahabeler, bu kaftanını baş tarafına örttüklerinde ayak tarafı açılıyor, ayak ta­rafına çektiklerinde ise baş tarafı açılıyor­du. Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu du­rumu görünce, “Baş tarafını kaftanı, ayaklarını ise ızhır otu (bir çeşit kokulu ot) ile örtünüz” diye emretti.
     Allah yolunda, Re­sû­lul­lah ve İslam uğrunda her fedakârlığı göstermek, her meşakkati göze almak ve sonunda şehit olmak, şehit olduktan sonra ise örtüle­cek kefenden bile mahrum kalıp ottan kefene sarılmak! İbret ve şeref dolu bir sahne!
     Bütün bunlardan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, şehitlerin namazlarını kıl­dı. O zaman, Uhud şehitlerinin namazlarının kılın­ma­dığı, defnedildikten se­kiz sene sonra kılındığı da rivayet edilmiş­tir. [73]
     Daha sonra Peygamber Efendimiz, üzerlerindeki silah ve zırhları çıkarıl­dık­tan sonra şehitlerin kanları ve kanlı elbiseleri ile gömülmelerini emretti. Sa­ha­be­ler, “Yâ Re­sû­lal­lah, önce hangilerini def­nedelim?” diye sordular. Resûl-i Ek­rem, “En çok Kur’an bileni ön­ce defnediniz” buyurdu. [74]

     Hz. Ali’nin Keşfe Gönderilmesi
     Resûl-i Ekrem, müşriklerin Medine üzerine yürüyüp, kadınlarla çocukları yok etmelerinden endişe duyuyordu. Bunun için düşmanın gerçekten Mekke’ye gidip gitmediğini öğrenmek istiyordu. Hz. Ali’yi huzuruna çağırdı ve “Git, müşrikleri takip et! Gör bakalım, ne yapıyorlar, ne yapmak istiyorlar? Eğer onlar develerine biniyor, atlarını ise yedeklerine alıyorlarsa, Mekke’ye dön­mek istiyorlar de­mekti; şayet, atlara biniyor, develeri sürüyorlarsa, niyet­le­ri Medine’ye yürümektir” diyerek kendisini keşfe me­mur kıldı.
     Müşrikleri takibe çıkan Hz. Ali, develere bindiklerini, atlarını ise yedekte gö­türdüklerini gördü. Gelip durumu Resûl-i Ekrem’e haber verdi.

     Pey­gam­be­ri­mizin Harp Sonrası Duası
     Şehit sahabeler defnedildikten sonra, Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahit­lerle birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Harre mevkiine geldi­ğinde, ordusunu durdurarak Rabb-i Rahîm’ine şu içli niyazı yaptı:
     “Allahım! Hamd ve senâ ancak sanadır.
     “Allahım! Senin açıp yaydığını dürecek, senin dürdüğünü de açıp yayacak, hiçbir kuvvet yoktur. Senin dalâlette bıraktığını hidayete erdirecek yok, senin hidayete erdirdiğini de saptıracak yoktur. Senin vermediğini kimse veremez ve senin verdiğini de kimse engelleyemez.
     “Allahım! Rahmet ve bereketini, fazl ve keremini bize aç, yay üzerimize!
     “Allahım! Ben, yoksul olduğum günde senden nimet, korkulu olan günde de emniyet dilerim!
     “...
     “Allahım! İmanı sevdir bize! Kalplerimizi imanla süsle! Küfür, isyan ve tuğ­yandan nefret ettir bizi! Din ve dünyamıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğ­ru yola erenlerden eyle bizi!
     “Allahım! Bizleri, Müslüman olarak yaşat, Müslüman olarak öldür! Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine kat; ki onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenler ve ne de dinlerinden dönenlerdir.
     “Allahım! Senin Peygamberini yalanlayan, senin yolun­dan yüz çeviren, Pey­gamberinle savaşan kâfirlerin cezalarını ver, onlara hak ve gerçek olan aza­bı indir!” [75]
     Fahr-i Kâinat’ın bu içli, hazin ve düşündürücü duasına mücahit­ler de “âmin”lerle katılıyorlardı.
     Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu duasını kabul buyuracak, İslam dininin düşmanlarını kısa zamanda mahv-ü perişan edecektir!

     Medine’ye Dönüş ve Karşılanış
     Ensar kadınları Medine sokaklarına dökülmüşlerdi; gelen orduyu seyredi­yorlar, Hz. Re­sû­lul­lah’ın sağ salim gelip gelmediğini öğrenmek ve görmek is­tiyorlardı. İslam ordusu 7 Şevvâl Cumartesi günü akşamüzeri Medine’ye giri­yordu. Kadınlar, şehit olan erkekleri için ağlıyorlardı. Bunu duyan Resûl-i Ek­rem’in de gözlerinden yaşlar aktı.

     Sadâkatin Böylesi
     Atı üzerinde bulunan Peygamber Efendimize bir kadın yaklaştı. Bu kadın, Efendimizin atının dizginini elinde tutan Sa’d b. Muaz’ın annesi Ubeyd kızı Keb­şe idi. Uhud’da oğlu Amr b. Muaz’ı şehit vermişti. İçi acıyla buruk bu­ruktu. Resûl-i Ekrem’e iyice yaklaştı, onun nurani simasına başını kaldırıp bak­tı ve “Babam anam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Seni sağ sâlim gördüm. Sen sağ sâlim olunca hangi felâkete uğrarsam uğrayayım bana hiç gelir!” diye ko­nuş­tu.
     Bu cümleler, gerçek imanın ve Resûl-i Ekrem Efendimize sonsuz sadâkatin ifadesiydi. Şehit düşen oğlunu sormuyor, Hz. Re­sû­lul­lah’ın sağ salim dönme­sinden dolayı hadsiz sevinç duyuyordu. Resûl-i Ekrem de, bu kahraman İslam kadınına şehit olan oğlundan dola­yı taziye diledi ve “Ey Sa’d’ın annesi (Sa’d b. Muaz)! Sana ve onun ev halkı­na müjdeler olsun ki onlardan şehit düşenlerin hepsi cennette toplandılar ve bir­birlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halklarına da şefaat edeceklerdir” bu­yur­du; sonra da, Keb­şe Hâtun’un arzusu üzerine, ev halkına şu duada bu­lundu:
     “Allahım! Onların kalplerinde bulunan üzüntüleri yok et; geri kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı kıl!” Kalbi, nübüvvet iksiriyle temas halinde olan sahabenin, Allah ve Resûlü için göze alamayacağı fedakârlık, zahmet ve meşakkat yoktu. Öz evladını da kay­bet­se, bu yolda yine sabırlı, yine mütehammil olurdu. Zira, İslam davasının an­cak fedakârlıklar, feragat ve meşakkatlerle yücelebileceğini gayet iyi bili­yordu. İslam uğrunda, Re­sû­lul­lah uğrunda gösterilecek fedakârlıkların, Allah katında en makbul fedakârlık olduğunun derin şuurunda idiler. Onun içindir ki Kâina­tın Efendisi, onlar hakkında şöyle buyurmuştur: 
     “Cenab-ı Hak, ashabımı —nebi ve resûller hâriç— bü­tün âlemin üze­rine üs­tün ve seçkin kıldı!” [76]

     Pey­gam­be­ri­miz Hâne-i Saadetinde
     Uhud’dan dönen sahabeler, mağlubiyetin kalplerinde meydana getirdiği acı ve buruk bir hava içinde evlerine dağılırken, Peygamber Efendimiz de hâne-i saa­detine gitti. Kızı Hz. Fâtı­ma’ya kılıcı Zülfikâr’ı uzatarak, “Yavrucuğum, al bu­nun kınını yıka. Vallahi, o, bu­gün yapacağı vazifeyi bîhakkın yaptı!” bu­yur­du.[77]
     Kâinatın Efendisi, ümitli idi. Tattığı bu acı mağlubiyetten dolayı asla me’yus değildi. Hak ve hakikatin er geç şerre ve bâtıla galip geleceğini çok iyi biliyordu. Kızı Hz. Fâtıma’ya söylediği, “Allah, fethi bize nasip edinceye ka­dar, müşrikler bizi bir daha böyle bir musibete uğratamayacaklardır”[78]sözü bu gerçeği aksettiriyordu.
     Medine’ye gelen Pey­gam­be­ri­miz, hâlâ müşrik tehlikesinden emin değildi. Yarı yoldan dönüp şehre ani baskın yapma tehlikesi her an muhtemeldi. Bu se­beple bütün gece Müslümanlar, hâne-i saadetin kapısında nöbet tuttular.

     Pey­gam­be­ri­mizin Bir Yetimi Evlat Edinmesi!
     Uhud mağlubiyeti neticesinde birçok Müslüman kadın dul kalmış, birçok anne ciğerpârelerini kaybetmiş ve birçok çocuk da yetim kalmıştı. Hepsi de, acılarını dindirmek, üzüntülerini giderip ruh­larını teselliye kavuşturmak için Pey­gamber Efendimize koşuyorlardı. O da, onların dertlerine derman olmaya çalışıyordu.
     Büceyr isminde melek yüzlü bir çocuk da, yarasının sarılması için Efendi­mize koşanlar arasındaydı. Uhud’da babası Ak­rabe şehit olmuştu. Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzuruna babasız kalmanın verdiği ızdıraptan ağlayarak girmiş, onun şefkat ve merhamet duygularını coşturmuştu.
     Resûl-i Ekrem, Büceyr’in derdine derman oldu. “Ey sevimli çocuk! Ne diye ağlayıp duruyorsun? Sus, ağlama! Baban ben, annen de Âişe olursa râzı olmaz mısın?” dedi.
     Bu teklif karşısında henüz şefkate muhtaç yaşta bulunan Büceyr’in gözleri­nin içi güldü. Üzüntüsünü, kederini unuttu ve babasız kalmanın verdiği ezik­lik duygusundan kurtularak, “Babam anam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Râ­zı olurum el­bet!” [79] diyerek sevincini izhar etti.
     Resûl-i Ekrem, şefkatli elleriyle sevimli çocuğun başını okşadı ve “Adın ne?” diye sordu.
     Çocuk, “Büceyr...” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Hayır! Sen, Beşir’­sin!” buyurarak ismini değiştirdi.
     Pey­gam­be­ri­mizin kendisine verdiği yeni ismiyle Beşir, sonradan şöyle diye­cektir:
     “Başımda Re­sû­lul­lah’ın elinin değdiği yerlerdeki saçlarım siyah kaldı, diğer taraftaki saçlarım ağardı. Dilimde pelteklik vardı; peltek­liğim de o andan itiba­ren geçti gitti!” [80]
_________________________________________________
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 171-172; Taberî, Tarih, c. 3. s. 26.
[59] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 172; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[60] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[61] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 24.
[62] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 89.
[63] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89.
[64] İbn Sa’d, a.g.e., c. 4, s. 125.
[65] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 89; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 324; İbn Seyyid, a.g.e., c. 2, s. 13.
[66] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 99-100; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 48; Taberî, Tarih, c. 3, s. 24.
[67] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14.
[68] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102; İbn- Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 13-14; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 360.
[69] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103.
[70] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 101-102.
[71] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 103-104; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s.13-14.
[72] Ahzab, 23.
[73] Buharî, Sahih, c. 2, s. 26.
[74] Ebû Dâvûd, Sünen, c. 2, s. 174; Nesaî, Sünen, c. 4, s. 83.
[75] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, c. 3, s. 424.
[76] Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 2, s. 119.
[77] İbn Hişam, Sîre, c. 3, s. 106.
[78] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 106.
[79] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 1, s. 176.
[80] İbn Hacer, el-İsabe, c. 1, s. 154.
_________________________________________________
Bu notlar; Salih Suruç'un kaleme aldığı
Dünya Siyer Birinciliği Ödülü almış olan
Sevgililer Sevgilisi - Kainatın Efendisi Kitabından alınmaktadır

8 Ekim 2012 Pazartesi

Altıncı Bölüm: NAMAZ Onüçüncü Konu: NAFİLE NAMAZLAR



İSLAM İLMİHALİ
Altıncı Bölüm: NAMAZ
Onüçüncü Konu: NAFİLE NAMAZLAR - 1

     Nâfile; farz ve vâcip olan ibadet yerine getirildikten sonra, onlar dışında daha fazla sevap elde etme amacıyla yapılan ilâve ibadeti ifade eder. Bunun ötesinde aşağıda görüleceği gibi nâfile kapsamında yer alan sünnet namazları mümkün oldukça kılmak, kılmaya çalışmak, Peygamberimiz'e olan muhabbeti ve bağlılığı pekiştirme bakımından son derece yerinde bir tutum olur.

     A) REVÂTİB SÜNNETLER
     Bir vakti bulunan nâfile namazlara revâtib sünnetler denir. Bunlar belli bir düzen ve tertip içinde, beş vakit farz namazlarla birlikte kılındığı için bu şekilde adlandırılmıştır. Bunların bazıları müekked, bazıları gayr-i müekked sünnettir. Hanefî literatüründe, sünnet-i müekkede olan nâfile namazlar kısaca "sünnet" diye, gayr-i müekked olanlar ise "müstehap" veya "mendup" diye adlandırılmıştır. Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan teravih namazı da, sünnet-i müekkede türündendir ve ramazan ayına mahsus olmak üzere teravihten sonra düzenli olarak kılındığı için aynı zamanda revâtib kapsamında yer alır.

     a) Vakit Namazlarıyla Birlikte Düzenli Olarak Kılınan Sünnetler
        (Farzlara Tâbi Olan Nâfile Namazlar)
     Farzlara tâbi nâfile namazlar; sabah namazının farzından önce iki, öğle namazının farzından önce dört, farzından sonra iki, ikindi namazının farzından önce dört, akşamın farzından sonra iki, yatsının farzından önce dört, farzdan sonra iki olmak üzere toplam 20 rek`attır. Cuma namazının farzından önce ve sonra kılınan dörder rek`atlık nâfile namazlar da farzlara tâbi nâfile kapsamında yer alır. Bunların bir kısmı müekked, bir kısmı gayr-i müekkeddir.

     aa) Müekked Sünnetler
     Sabah, öğle, akşam ve cuma namazının sünnetleri ile yatsının son sünneti müekked sünnettir. Hz. Peygamber bunları daima kılmış, ender olarak terketmiştir. Mümkün oldukça bunlara riayet etmelidir.
     Şâfiî mezhebine göre müekked sünnetler, sabahın farzından önce iki, öğlenin farzından önce ve sonra ikişer, akşamın farzından sonra iki ve yatsının farzından sonra iki olmak üzere toplam 10 rek`attır. Cuma namazının farzından önce ve sonra kılınan ikişer rek`at sünnet de müekked sünnettir.

     bb) Gayr-i Müekked Sünnetler
     İkindi namazının sünneti ile yatsı namazının ilk sünneti gayr-i müekkeddir. Peygamberimiz bunları bazan kılmış bazan terketmiştir. Bunları da kılmaya çalışmalı, kılmamayı alışkanlık haline getirmemelidir.
     Şâfiî mezhebine göre, öğlenin sünnetlerini dörder rek`at kılmak, ikindinin farzından önce dört rek`at, akşamın farzından önce iki rek`at namaz kılmak gayr-i müekked sünnet sayılmıştır. Cuma namazının sünnetlerini dörder rek`at olarak kılmak da böyledir.
     Hanefîler'den farklı olarak Şâfiîler'de, yatsının farzından önce dört rek`at sünnet yoktur, buna mukabil yine Hanefîler'in tersine olarak akşam namazından önce iki rek`at sünnet vardır.
     Nâfile namazların en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. Bu yüzden bütün nâfile namazlar oturarak kılınabildiği halde, sabah namazının sünnetini mazeret olmaksızın oturarak kılmak câiz görülmemiştir. Aynı şekilde, cemaat imamla birlikte namaza başladıktan sonra mescide gelen kişinin nâfile namaz kılması câiz değilken, sabah namazı bundan istisna edilmiştir. Buna göre, sabah namazının farzı kılınırken, imamın selâm vermesinden önce farza yetişebileceğini kestiren kişi önce sabah namazının sünnetini, gerekirse en kısa şekilde kılar, sonra imama uyar. Sabah namazının sünnetinin ilk rek`atında Fâtiha'dan sonra Kâfirûn, ikincisinde İhlâs sûresini okumak sünnettir.

     Sabah namazının sünnetinden sonra en kuvvetli sünnet, bazı âlimlere göre akşamın sünnetidir ve bundan sonra öğle namazının ilk sünneti gelir. Kimi âlimler ise sabah namazının sünnetinden sonra en kuvvetli sünnetin öğle namazının ilk sünneti olduğunu, geri kalanların aynı kuvvette bulunduğunu söylemişlerdir.

     İlgili olduğu farz namazın vaktinde kılınamayan sünnetler, daha sonra kazâ edilmezler. Fakat sabah namazının kazâya kalması durumunda, henüz başka bir vakit namazının vakti girmediği için, farzıyla birlikte sünneti de kuşluk vaktinde kazâ edilebilir. O gün öğle namazından önce kuşluk vaktinde kılınamamışsa sabah namazının sünneti artık kazâ edilmez.

     Başlanmış nâfile namazın tamamlanması gerekir. Başlanmış nâfile namaz herhangi bir nedenle bozulacak olursa kazâ edilmesi Hanefîler'e göre vâcip, Mâlikîler'e göre farzdır. Şâfiîler'e göre ise bozulan nâfile namazın kazâ edilmesi gerekmez.

     Mekruh vakitler dışında olmak üzere gece-gündüz istenilen vakitte nâfile namaz kılınabilir. Nâfile namazların evde kılınması daha faziletlidir.

     Nâfile namazların bütün rek`atlarında kıraat farzdır. Şâfiîler'e göre nâfile namazlarda iki rek`atta bir selâm vermek sünnet iken, Hanefîler'e göre iki veya dört rek`atta bir selâm verilebilir. Gündüz kılınan nâfilelerde dört, gece kılınan nâfilelerde sekiz rek`attan fazlasını tek selâm ile kılmak mekruhtur.

     Diğer dört rek`atlı nâfilelerden farklı olarak ikindinin sünneti ile yatsının ilk sünnetinin birinci oturuşunda Tahiyyât'tan sonra Salli-Bârik ve ayağa kalkınca namaza yeni başlıyormuş gibi Sübhâneke okunur.

     Nâfile namazlarda mutlak niyet yeterlidir. Yani bir belirleme yapmaksızın namaz kılmaya niyet edilebilir. Farz namazlarla kazâ namazlarında ve vâciplerde hangi namazın kılındığının belirlenmesi ve ona niyet edilmesi gerekir.

     Nâfile namazlar, farz namazlardan farklı olarak binek üzerinde kılınabileceği gibi binek üzerinde olmaksızın istenirse oturarak da kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha faziletlidir. Hz. Âişe'nin anlattığına göre Peygamberimiz gece namazını hiçbir zaman oturarak kılmamış, fakat yaşı ilerleyince, nâfile namazlarda kıraati oturarak yapmış, rükûa gitmek istediğinde ayağa kalkarak otuz kırk âyet kadar ayakta okuduktan sonra rükû yapmıştır. Zaten nâfile namazın oturarak kılınabileceği hükmü, kıraatin oldukça uzun tutulma geleneği dikkate alınarak verilmiş bir hükümdür. Yoksa normal şartlarda, Fâtiha'dan sonra Kevser ve İhlâs sûresinin okunacağı iki rek`at nâfile namazın oturarak kılınması tabii ki uygun değildir. Nâfile namazlarda uzun kıraat esprisi, teravih namazında da söz konusudur. Nitekim rivayetlere göre Hz. Peygamber'in sekiz rek`at olarak kıldırdığı teravih namazı, bazan gecenin ilk üçte birlik kısmını, bazan yarısını kaplamış ve bir keresinde bu sekiz rek`atlık namaz sahur vaktine kadar sürmüştür. Bu bakımdan teravih namazında sünnet olan sekiz rek`at kılmaktır derken, bu sekiz rek`atın ne kadar sürdüğünün de dikkate alınması uygun olur.

     Hz. Peygamber'in farzların evvelinde ve sonrasında, kaçar rek`at nâfile kıldığı net olarak tesbit edilememiştir. Bununla birlikte bazı farzların öncesinde, bazılarının sonrasında, bazılarının ise hem öncesinde ve hem sonrasında düzenli olarak nâfile kıldığı bilinmektedir. Bu noktayı her zaman göz önünde tutmalı, nâfile namazların rek`at sayısındaki ihtilâfları bir tarafa bı-rakarak, vaktin müsaadesine göre bu revâtib sünnetleri kılmaya çalışmalıdır. Önemli olan farzlara bağlı nâfile namazlarının kılınması olup rek`at sayıları ikinci planda gelir. Meselâ Peygamberimiz, öğle ve yatsı namazlarının ikişer rek`at olan son sünnetlerini bazan dört, akşam namazının sünnetini de altı rek`at olarak kılmıştır. Bu sebeple Hanefî mezhebine göre, öğle ve yatsının son sünnetlerine iki rek`at daha ilâve edilerek dörder rek`at kılmak ve akşam namazının sünnetini altı rek`at olarak (evvâbîn) kılmak mendup sayılmıştır.

     Nâfile namazların kılınışına ilişkin olarak Peygamberimiz'den nakledilen bilgiler, bu namazlarda uzun sûrelerin okunması, kıyam şartının aranmaması ve binek üzerinde kılınabilmesi gibi noktalarda toplanmaktadır. Bu hükümler toplu olarak değerlendirildiğinde, nâfile namazın anlamı da daha belirgin hale gelmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, uzun okuma, okuduğu üzerinde düşünme, tefekkür ve tezekkür etme işi özellikle nâfile namazlarda yapılmaktadır. Belki de bu uzun okuma, tezekkür ve tefekkür etme sebebiyle, oturarak kılınabileceği söylenmiştir. Hal böyle olunca nâfile namazlar, yeterli vakti ve imkânı bulunan insanlar için âdeta özel bir ibadet ve münâcât halidir. Bu namazlarda kişinin dilediği dilde dilediği duaları yapabilmesini, okuduğu Kur'an âyetleri üzerinde uzun uzun düşünmesini câiz gören ve tavsiye eden âlimler de bu noktadan hareket etmişlerdir.

     b) Teravih Namazı
     Teravih, Arapça tervîha kelimesinin çoğulu olup "rahatlatmak, dinlendirmek" gibi anlamlara gelir. Ramazan ayına mahsus olmak üzere yatsı namazından sonra kılınan sünnet namazın her dört rek`atının sonundaki oturuş, tervîha olarak adlandırılmış, sonradan bu kelimenin çoğulu olan terâvih kelimesi ramazan gecelerinde kılınan nâfile namazın adı olmuştur.

     Teravih, sünnet-i müekkededir. Kadın ve erkek için orucun değil ramazan ayının sünnetidir. Teheccüt namazı 12 rek`atı geçmediği halde, teravih namazı yirmi rek`attır. Yatsı namazı kılındıktan sonra ve vitirden önce kılınır. Teravihin cemaatle kılınması kifâî sünnettir. Teravih on selâm ile kılınır ve beş tervîha (dinlenme) yapılır. Yani her iki rek`atta bir selâm verilip, her dört rek`atta bir istirahat edilir. Beşinci tervîhadan sonra yine cemaatle vitir namazı kılınır.

     Peygamberimiz ramazan gecelerini ihyaya daha fazla önem vermiş olmakla birlikte, rivayetlerden anlaşıldığına göre bu, o gecelerde Peygamberimiz'in daha çok sayıda nâfile namaz kıldığı anlamına değil, gecenin her zamankine göre daha büyük bir bölümünü ibadetle geçirdiği anlamına gelmektedir.

     Teravih namazının 20 rek`at olduğu çoğunluk tarafından kabul edilmekle ve müslümanlar arasında yerleşik teamül de bu yönde olmakla birlikte, zaman zaman bunun 20 rek`at kılınmasının sünnete aykırı olduğu, 8 rek`at kılınmasının daha doğru olacağı iddiaları gündeme gelmektedir. Bu sebeple teravihin rek`at sayısını tesbit amacıyla teravih uygulamasının tarihçesine bir göz atmak istiyoruz.

     Hz. Peygamber, teravih namazını birkaç gece dışında sürekli olarak tek başına kılmış ve arkadaşlarını "Kim ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah'tan bekleyerek kılarsa onun geçmiş günahları bağışlanır" diyerek bu namaza teşvik etmiştir (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 1; Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 174).

     Bu husustaki rivayetlerden birisi şöyledir: Hz. Peygamber ramazanda Mescid-i Nebevî'de itikâf için hasırdan bir hücre edinmişti. Ramazanın son on gününde birkaç gece (Âişe'nin rivayetine göre iki veya üç gece) buradan çıkıp cemaatle hem yatsı namazını hem de teravih namazını kılmıştı. İnsanların yoğun ilgisini görünce bir gece yatsı namazını kıldırıp hücresine çekilmiş ve teravihi kıldırmak için çıkmamıştı. İnsanlar Hz. Peygamber'in çıkacağını umdukları için beklemişler, hatta uyuduysa uyansın diye öksürmeye başlamışlardı. Hz. Peygamber (sabah namazı vaktinde) dışarı çıkıp, orada bekleyenlere şöyle demiştir: "Sizin teravih kılmak hususundaki arzunuzun farkındayım, bu namazı size kıldırmam için bir engel de yoktur, fakat teravihin size farz kılınmasından endişe ettiğim için çıkıp kıldırmadım. Şayet farz kılınacak olsa bunu hakkıyla yerine getiremezsiniz. Haydi evlerinize gidiniz. Farz namazlar dışında, kişinin kıldığı en faziletli namaz evinde kıldığı namazdır" (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 2; Müslim, "Salâtü'l-müsâfirîn", 178).

     Ebû Zerr'in bir rivayeti ise şöyledir: Hz. Peygamber ramazanın bitmesine bir hafta kalıncaya kadar bize farz dışında hiçbir namaz kıldırmadı. Ramazanın 23. gecesinde gecenin ilk üçte biri geçinceye kadar bize namaz kıldırdı. Ramazanın bitmesine altı gece kalınca bize namaz kıldırmadı. Beş gece kalınca, gecenin yarısı geçene kadar bize namaz kıldırdı. Ben, "Ey Allah'ın resulü, gecenin kalan yarısında da bize namaz kıldırsaydınız" deyince, Hz. Peygamber cevaben "İmam namazı bitirinceye kadar onunla namaz kılmak bütün geceyi ihya etmeye eşdeğerdir" buyurdu. Ramazanın bitmesine dört gece kala, gecenin üçte birine kadar beklediğimiz halde, Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı. Ramazandan üç gece kalınca Hz. Peygamber ehlini, kadınlarını ve arkadaşlarını topladı, bize bütün gece namaz kıldırdı. Namaz o kadar uzadı ki biz sahuru geçireceğiz sandık. Ramazanın geri kalan gecelerinde Hz. Peygamber bize namaz kıldırmadı (Ebû Dâvûd, "Salât", 318).

     Kuvvetli rivayetler, Hz. Peygamber'in ramazanın son birkaç günü mescidde teravih namazı kıldırdığını göstermektedir. Bu rivayetlerde, teravihin kaç rek`at olduğu belli değildir. Yine teravih namazına ilişkin bu rivayetlerin sunuluş şekli ve içeriğine bakılarak teravih namazının, sadece Hz. Peygamber'in son ramazan ayında söz konusu olduğu gibi bir izlenim de edinilmektedir. Çünkü teravih uygulaması, birkaç ramazan devam etmiş olsaydı, hiç değilse sayısı konusunda bir netlik elde edilmiş olurdu.

     Buhârî'deki ifadeye göre "Hz. Peygamber'in gece namazı" hususunda sorulan bir soruya cevaben Âişe şöyle demiştir: "Hz. Peygamber ramazan geceleri de dahil hiçbir gece on bir rek`attan fazla nâfile namaz kılmamıştır. Öyle bir dört rek`at namaz kılardı ki, o dört rek`atın ne kadar uzun ve ne denli güzel olduğunu hiç sorma! Ardından aynı şekilde bir dört rek`at daha kılardı. Daha sonra üç rek`at daha kılardı. Ben bir keresinde `Ey Allah'ın resulü! Vitir kılmadan mı uyuyacaksın?' diyecek oldum, bana dedi ki: Ey Âişe, benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz" (Buhârî, "Salâtü't-terâvîh", 1).

     Bu rivayete göre Hz. Peygamber'in geceleyin kıldığı nâfile namaz üç rek`atlık vitir hariç tutulacak olursa toplam sekiz rek`at olmaktadır. Hz. Peygamber'in, arkadaşları ile sekiz rek`at teravih, sonra da vitir kıldığına dair olan rivayetler de dikkate alınacak olursa, teravih namazını sekiz rek`at kıldığı ortaya çıkmaktadır. Öte yandan Hz. Peygamber'in teravih namazını 20 rek`at kıldırdığına dair bir rivayet de bulunmaktadır. Hadis bilginleri bu rivayetin, öteki meşhur rivayetlere aykırı olduğu ve senedinde cerhedilmiş bir kişi bulunduğu için zayıf olduğunu söylemişlerdir.

     Teravih namazı konusunda sahâbe uygulamasına gelince; Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ebû Bekir ve kısmen de Ömer döneminde teravih namazı münferiden, yani cemaat olmaksızın kılınmaktaydı. Bir ramazan gecesi Ömer mescide çıktığında, halkın dağınık bir şekilde teravih namazı kıldığını görmüş ve dağınık bir şekilde kılmak yerine insanları bir imamın arkasında toplayıp teravih namazının cemaatle daha derli toplu ve düzenli bir şekilde kılınmasının uygun olacağını düşünmüş ve ertesi gün Übey b. Kâ`b'ı teravih imamı tayin etmiştir. Ömer insanların bu şekilde derli toplu ve düzenli olarak teravih namazı kılmalarını da "Bu ne de güzel bir yeniliktir!" diye nitelemiştir. Yenilik diye tercüme ettiğimiz bid`at kelimesi, Hz. Peygamber zamanında olmayıp, ondan sonra ortaya çıkan anlayış ve uygulamalar için kullanılmaktadır. Teravih namazı, Hz. Peygamber tarafından birkaç kez cemaatle kılındığına göre, Hz. Ömer'in "Bu ne güzel bir yeniliktir" sözü, teravih namazı kılmanın bir yenilik olduğunu göstermez. O halde Hz. Ömer bu sözle ya teravihin düzenli olarak cemaatle kılınmasını, ya Hz. Peygamber'in kıldığı sayıya ziyade yapılmış olmasını, yani sekizden yirmiye çıkarılmış olmasını, ya da her ikisini birlikte kastetmiş olacaktır.

     Öte yandan, sahâbe zamanında teravih namazının yirmi rek`at kılındığı konusunda icma bulunduğu ileri sürülmektedir. Mâlik, Muvatta adlı eserinde Hz. Ömer'in, Übey b. Kâ`b ile Temîm ed-Dârî'yi ramazanda cemaate 11 rek`at namaz kıldırmak üzere teravih imamı tayin ettiğini, imamın her rek`atta yaklaşık 100 âyet okuduğunu, kıyamın uzaması sebebiyle bir kısım cemaatin bastona dayanmak ihtiyacını hissettiğini ve fecrin doğmasına yakın bir zamanda evlere dağıldıklarını kaydetmiştir. Kimi bilginler teravih namazının 11 rek`at kılındığı rivayetinin yanlış olduğunu ileri sürerken, kimileri 11 rek`at kılma uygulamasının teravihin cemaatle kılınmaya başladığı ilk günlere ait olduğu, sonraları teravih namazının 20 olarak yerleştiği yorumunda bulunmuşlardır. Bu yorum, Hz. Peygamber'in 11 rek`at dışında gece namazı kılmadığı rivayetiyle uyumludur.

     Bu rivayetlerden anlaşıldığına göre teravih namazı sekiz rek`at olarak kıldırılıyor, fakat her bir rek`atta yaklaşık 100 âyet okunduğu için bu namaz oldukça uzun sürüyordu. Maksat belli bir sayıda namaz kılmak değil, geceyi ihya etmek olduğu için gitgide, her bir rek`atta okunan âyet sayısı azaltılmış, buna mukabil teravihin rek`at sayısı artırılmıştır. Ömer'in uygulamasıyla bu sayı 20 olarak yerleşmiş, Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ve daha sonraları bu şekilde devam etmiştir. Gerek Sünnî gerek Şiî fıkıh mezhepleri içinde teravih namazının 20 rek`attan az olduğunu söyleyen bir mezhep yoktur.

     Bu açıklamalara göre teravih namazının sekiz rek`atının Hz. Peygamber'in sünneti, geri kalan 12 rek`atının ise, teravihin 20 rek`at olduğuna dair zayıf rivayet dikkate alınmayacak olursa, sahâbenin sünneti ve İslâm ümmetinin ramazan ayını ihya gayesiyle yaşattığı geleneği olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu durumu birbirinden ayırmak için bazı Hanefîler teravih namazının ilk sekiz rek`atının râtibe sünnet, geri kalan 12 rek`atının ise müstehap olduğunu söylemişlerdir.

5 Ekim 2012 Cuma

GENÇLİK ve SPOR BAKANLIĞINA UZMAN YARDIMCISI 30 PERSONEL ALINACAK


GENÇLİK VE SPOR BAKANLIĞINDAN:
GENÇLİK VE SPOR UZMAN YARDIMCILIĞI
YARIŞMA SINAVI DUYURUSU

Gençlik ve Spor Bakanlığı merkez teşkilatında çalıştırılmak üzere, Genel İdare Hizmetleri Sınıfında 8 ve 9 uncu derecelerden boş bulunan otuz (30) adet Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı kadrosuna açıktan atama yapmak amacıyla, Gençlik ve Spor Uzman ve Uzman Yardımcılığı Sınav, Atama, Yetiştirilme, Görev ve Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik hükümlerine göre Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı Yarışma Sınavı yapılacaktır.
     Öğrenim dalları itibarıyla alınacak Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı sayıları ile uygulanacak KPSS puan türleri aşağıda gösterilmiştir:
Bölüm
Öğrenim Dalları
Sayı
KPSS  Puan Türü
  1Siyasal Bilgiler, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler, Hukuk Fakülteleri mezunları15KPSSP47
 

  2
En az dört yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumlarının; Sosyoloji Bölümü, Felsefe Bölümü, 
Psikoloji Bölümü, Tarih Bölümü, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Eğitim Bilimleri Bölümü ile
İletişim Fakültesi mezunları

10

KPSSP3
  3Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu mezunları5KPSSP3

     YARIŞMA SINAVINA KATILMA ŞARTLARI:
a) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
b) Yukarıda belirtilen öğrenim dallarından veya bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen yurt dışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olmak,
c) Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından 9–10 Temmuz 2011 ve 7-8 Temmuz 2012 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavından (KPSS); yukarıda öğrenim dallarına göre ayrılan bölümlerin karşılarında gösterilen KPSS puan türlerinden asgari yetmiş ve daha yukarı puan almak kaydıyla, müracaat edenlerin en yüksek puandan başlanarak sıralanması neticesinde; her bölüm için ayrı ayrı olmak üzere, alınacak Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı sayısının on katı aday arasına girmek (Son sıradaki adayla, aynı puanı almış aday/adaylar da sınava katılmaya hak kazanacaktır),
ç) Sağlıkla ilgili olarak görevini devamlı olarak yapmaya engel bir durumu olmamak,
d) Yarışma sınavının yapılacağı gün itibarıyla otuz beş yaşını doldurmamış olmak.
Yarışma sınavına kısımlar itibarıyla ilan edilen uzman yardımcısı kadro kontenjanı için öngörülen sayıda başvurunun olmaması halinde, kadro ve ihtiyaç durumuna göre, Sınav Komisyonunca bölümler arasında sayısal belirleme ve değişiklik yapılabilir.

     BAŞVURU ŞEKLİ VE YERİ:
     Yarışma sınavına katılmak isteyen adaylar, yukarıda belirtilen koşulları taşımaları şartıyla; www.gsb.gov.tr adresinden temin edecekleri başvuru formunu doldurarak, istenilen belgeler ile birlikte 5/11/2012 tarihi mesai saati bitimine kadar Bakanlık Personel Dairesi Başkanlığına şahsen, elden veya posta yoluyla iletmeleri gerekmektedir.
     Postadaki gecikme nedeniyle son başvuru tarihinin mesai saati bitiminden sonra Bakanlığa ulaşan başvurular işleme alınmayacaktır.
     Başvuru formları ve eki belgelerin incelenmesi sonucu yarışma sınavına katılmaya hak kazanan adayların listesi 7/11/2012 tarihinden itibaren www.gsb.gov.tr internet adresinde ilan edilecek olup, adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.
     Yazılı sınava girecek olan adaylar, kendileri için düzenlenecek ve kimlik bilgileri, sınav yeri ile tarihinin yer alacağı fotoğraflı “Sınav Giriş Kartı”nı imza karşılığı şahsen alacaklar veya başvuru formunda belirtilmek şartıyla ikametgâh veya elektronik posta adreslerine gönderilmesini isteyebileceklerdir.
     Başvurusu kabul edilip, isimleri yarışma sınavına katılabilecekler arasında yer alanlardan, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecek ve ayrıca haklarında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.

     YARIŞMA SINAVININ ŞEKLİ:
     Yarışma sınavı, yazılı ve sözlü şeklinde yapılacaktır.
     Birinci bölümden sınava girecek adayların cevaplayacakları çoktan seçmeli soruların konu gruplarına göre dağılımı ve puanları aşağıda gösterilmiştir:
a) Alan bilgisi (yetmiş puan)
- Hukuk: Anayasa Hukuku, İdare Hukuku, Medeni Hukuk (Aile ve Miras Hukuku hariç), Borçlar Hukuku (Genel Hükümler), Ceza Hukuku
-Ekonomi: Mikro-Makro Ekonomi, Uluslararası Ekonomik İlişkiler ve Kuruluşlar, Kamu Maliyesi, Maliye Politikası
b) Genel Kültür ve Genel Yetenek (otuz puan).
     Yazılı sınava ikinci ve üçüncü bölümden girecek adayların ise, çoktan seçmeli Genel Kültür, Spor Kültürü ve Genel Yetenek sorularını cevaplandırmaları istenecektir.

     SINAV YERİ VE TARİHİ:
     Yazılı sınav tarihi, saati ve yeri yarışma sınavına girmeye hak kazanan adayların isimleriyle birlikte www.gsb.gov.tr adresinde ilan edilecek, ayrıca yazılı tebligat yapılmayacaktır.
     Yazılı sınavda başarılı olup sözlü sınava girmeye hak kazanan adaylar için sözlü sınav tarihleri, saatleri ve yeri yazılı sınavı sonuçları ile birlikte duyurulacak, adaylara ayrıca tebligat yapılmayacaktır.

     DEĞERLENDİRME:
     Adayların yazılı sınavda başarılı sayılabilmeleri için en az yetmiş puan almaları gerekmektedir.
     Sözlü sınavda başarılı sayılabilmek için; adayların sınava girdikleri bölümlere ilişkin konular ile birlikte Bakanlığın faaliyet alanı ile ilgili konular, genel kültür düzeyleri, muhakeme, kavrayış, ifade ve temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin Gençlik ve Spor Uzmanlığına uygunluğu da göz önüne alınarak, Sınav Komisyonu üyelerince her adaya ayrı ayrı verilen notların aritmetik ortalamasının yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan olması gerekmektedir.
     Yazılı ve sözlü sınav notlarının aritmetik ortalaması dikkate alınarak en yüksek puana sahip olanlardan başlamak üzere yukarıda bölümler itibarıyla belirtilen atama yapılacak kadro sayısı kadar adayın isimlerinin yer aldığı asil liste ile aynı sayıda adayın isimlerinin yer aldığı yedek liste tespit edilecek ve atamalar bu listelerdeki sıralamaya göre yapılacaktır.
     Yedek listede yer almak, adaylar için daha sonraki sınavlar için müktesep hak veya herhangi bir öncelik hakkı teşkil etmeyecektir.
     Yarışma sınavında, bölümler itibarıyla alınacak uzman yardımcısı sayısı kadar adayın başarılı olamaması halinde, kadro ve ihtiyaç durumuna göre bölümler arasında sayısal belirleme ve değişiklik yapma yetkisi Sınav Komisyonuna aittir.

     YARIŞMA SINAVI SONUÇLARININ DUYURULMASI:
     Adaylar yarışma sınavı sonucunu www.gsb.gov.tr internet adresinden öğrenebileceklerdir. Gençlik ve Spor Uzman Yardımcısı olarak atanmaya hak kazanan adaylara ayrıca yazılı tebligat yapılacaktır.
İlan olunur.

Adres:
Gençlik ve Spor Bakanlığı
Personel Dairesi Başkanlığı
Örnek Mah. Oruç Reis Cad. No:13/3
Altındağ/ANKARA
İrtibat Tel: 0 (312) 596 60 00
Faks: 0 (312) 596 63 59
e-Posta: personel@gsb.gov.tr

4 Ekim 2012 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ... NEFS-İ MUTMAİNNE

KELİMELER - KAVRAMLAR
NEFS-İ MUTMAİNNE

     Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi'nân-ı kalple Allah'ı Rab kabul edip, O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve O'na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (t.y.) III, 4).
     Sufiler, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.
1- Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.
2- Nefs-i Levvâme: Allah'ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir.
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah'ın emir ve yasaklarına uyan nefistir.
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir.
5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk'a yönelen, Allah'tan gâfil olmama şuuruna eren ve O'ndan razı olan nefistir.
6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk'a teslim olan ve böylece Allah'ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817).
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis. Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s. 222, 277, 290).
     Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır. Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814).
     Nefs-i mutmainne, Kur'anda bir yerde geçmektedir:
     Ey huzura eren nefis, sen Allah'tan ve O da senden razı olarak Rabb'ine dön!... (İyi) Kullarımın arasına gir!.. Cennetime gir!.. " (el-Fecr, 89/27, 28, 29, 30).
     "Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir. Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Resulunün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah'ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve, kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takib edip çeşitli pisliklerden korunur. Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir (Muhammed b. Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te'vil'i Ayil-Kur'an, Mısır 1954, XXX,190 vd.; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'an, Kahire 1967, XX, 57 vd.).
     Bazı âlimlere göre bu ayet, Hz. Osman (r.a) hakkında nazil olmuştur. Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b. Adiy hakkında nâzil olmuştur. Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine'ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmişti (el-Kurtubî, el-Cami', XX, 58).
     Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah'a tam manasıyle teslim olmuş bir halde yaşar. Gönül huzuruna, ruhî saâdet'e ulaşır. Gam ve kederden uzak olur. Ahirette de Allah'ın iltifâtına nail olur. Yüce Allahın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu, "Rabb'ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Alimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitâp, ya ölüm anında veya kıyâmet gününde yahutta Cennet'e girişte yapılacaktır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233).
     Samil İslam Ansiklopedisi
     Nureddin TURGAY

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...