28 Nisan 2013 Pazar

İSLAM TARİHİ / Habeş Necâşisi'nin İslâma Dâvet Edilmesi

İSLAM TARİHİ

     Habeş Necâşisi'nin İslâma Dâvet Edilmesi
     (Hicret’in 7. senesi, Muharrem ayı)

     Peygamber Efendimiz, ilk önce Amr b. Ümeyye’yi, eline şu mektubu vere­rek Habeş Necâşîsi Ashame’ye gönderdi.

     “Bismillahirrahmânirrahîm!
     “Allah Resûlü Muhammed’den, Habeş Meliki Necâşîye!
     “Ey Melik! Müslüman olmanı dilerim!
     “Ben, senin nâmına, Lâ ilâhe İllâ Hû, Melîk, Kuddûs, Selam, Mü’min, Mü­heymin (sıfatlarını hâiz) olan Al­lah’a hamdü senâ ederim.
     “Ve şehâdet ederim ki Meryem’in oğlu İsa, Allah’ın kulu ve kelimesidir. Al­lah, o kelimeyi —ki İsa’ya vücut veren, “Kün!” hitabıdır— ve o ruhu çok te­miz ve afif olan ve dünya hayatından tamamıyla çekilmiş bulunan Meryem’e nef­het­ti. Bu suretle Meryem, İsa’ya hamile kaldı. Böylece Allah, İsa’yı yarattı. Nasıl ki Âdem’i de Allah, kudret eliyle (ve bir mucize olarak) yaratmıştır.
     “Ey Melik! Seni, eşi, ortağı olmayan tek bir Allah’a imana ve O’na ibadete, bana uymaya ve Allah tarafından ba­na gönderilenlere inanmaya davet ediyo­rum. Çünkü ben, Allah’ın bunları tebliğe memur elçisiyim. Seni ve halkını, Azîz ve Celîl olan Allah’a (imana) davet ediyorum.
     “Şimdi ben size (İslam umdelerini) tebliğ ettim ve nasihatte bulundum; siz de nasihatimi kabul ediniz.
     “Selam, hidayete tâbi olanlara olsun!” [1]
     Medine’den Habeşistan’a gitmek üzere yola çıkan elçi Amr, ayrıca şu vazi­feleri de yerine getirecekti:
     a) Daha evvel oraya hicret etmiş bulunan Müslümanları Medine’ye gön­der­mesini Necâşîden istemek,
     b) Müslüman muhacirler arasında bulunan dul hanım Hz. Ümmü Ha­bi­be’nin Pey­gam­be­ri­mize nikâhlanmasını Necâşîden ta­lep etmek...
     Habeşistan’a varan elçi Amr (r.a.), Necâşîye, Peygamber Efendimizin mü­ba­rek mektubunu takdim etti.
     Necâşî, Kâinatın Serveri Efendimizin mektubunu hürmetle eline aldı, gözle­rine sürdü ve öpüp başına koydu; sonra da adamlarına okutturdu. Mektubun okunması sona erince, hemen tahtından indi, mütevazı bir eda ile yere oturdu. Sonra şehâdet getirerek Müslümanlığını açıkladı ve “Eğer, yanına kadar git­meye imkân bulsaydım, muhakkak giderdim!” [2] dedi; bilâhare ilave etti: “O, ehl-i kitap olan Yahudi ile Nasranîlerin, geleceğini bekleyip durdukları Üm­mî Peygamberdir. Mûsa Peygamber ‘Merkebe biner’ diyerek İsa Peygamberin ge­leceğini müjdelediği gibi, İsa Peygamber de ‘De­veye biner’ diyerek Muham­med Peygamberin geleceğini öylece müjde vermiştir. [3] Keş­ke şu saltanata be­del Muhammed-i Arabî’nin (a.s.m.) hiz­metkârı olsaydım! O hizmetkârlık, sal­tanatın pek fevkindedir.” [4]
     Mektubun Bir Kutu İçine Konması
     Necâşî Ashame, daha sonra fil kemiğinden yapılmış bir kutu getirtip, Efen­dimizin mektubunu içine koydu ve “Bu mektuplar, kendilerinde bulundukça Habeşlilerde hayır ve bereket eksilmeyecektir!” [5] dedi.
     Resûl-i Ekrem Efendimizin bu mektubuna benzeyen bir mektubun, halen Şam’da bir şahsın elinde olduğundan bahsedilmektedir. Mezkûr şahıs, bu mektubu bir Habeş pazarından aldığını söylemiştir.
     Verilen bilgilere göre, mektup, takriben 23x33 ebadında bir deri üzerine kah­verengi mürekkeple yazılmıştır.
     Mektubun 17. satırının sonunda yuvarlak mühür izi vardır. Bu mühür 2,5 cm. çapındadır ve aşağıdan yukarıya doğru “Muhammed” bir satır, “Resûl” bir satır, “Allah” da bir satır olmak üzere üç satır halindedir. [6]
     Amr b. Âs’ın, Necâşîden İsteği
     Ku­reyş’in siyaset dâhîsi Amr b. Âs, o sırada Habeşistan’da bulunuyordu. Amr b. Ümeyye’nin Necâşînin huzuruna girip çıktığını gördü. Buna çok kız­dığı gibi, fırsatını bulup Hz. Amr’ın vücudunu ortadan kaldırmayı bile tasar­ladı. Bu maksatla bir gün Necâşînin huzuruna çıktı. “Ey Hükümdar! Senin ya­nına birinin girip çıktığını görüyorum ki o, bize düşman bir adamın elçisidir. Onu bana teslim et de öldüreyim!” diye konuştu.
     Bu teklif, Necâşîyi fena halde kızdırıp hiddete getirdi. Elinin tersiyle Amr’ın bur­nuna kuvvetlice bir darbe indirdi. O anda Amr, burnunun kırıldığını zan­netti!
     Necâşî, daha sonra, “Sen, Mûsa Peygambere gelmiş olan Namus-u Ekber’in [Cebrail] kendisine vahiy getirdiği bir zâtın elçisini öldürmek için sana ver­me­mi istiyorsun, öyle mi?” diye hiddetli hid­det­li konuştu.
     Amr, “Ey Hükümdar!” dedi. “Gerçekten o, bir peygamber midir?”
     Necâşî şu cevabı verdi:
     “Yazıklar olsun sana ey Amr! Sen, benim sözüme kulak ver de ona hemen tâ­bi ol! Çünkü yemin ederim ki o, hak üzeredir ve kendisine karşı koyanları mağ­lup edecektir; Mûsa Peygamberin Firavuna ve ordusuna galebe çaldığı gibi!”
     Artık Amr’ın hidayete erme zamanı gelmişti. Necâşîye, “Sen, benim ona İs­lamiyet üzere bîatımı alır mısın?” diye teklifte bulundu.
     Necâşî, teklifini kabul etti. O da, Pey­gam­be­ri­miz nâmına Ne­câşîye, İslami­yet üzere bîat etti. Fakat bu imanını arkadaşlarından gizli tuttu. Hicret’in 7. yı­lında Habeşistan’da İslami­yetle şereflenen Amr b. Âs, bir sene sonra Hicret’in 8. senesinde Medine’ye gelip Hz. Re­sû­lul­lah’ın huzurunda bu imanını izhar edecektir.
     Müslüman olduğunu çekinmeden açıklayan Habeş Ne­câ­şîsi As­ha­me, elçi Amr b. Ümeyye’ye bir mektup verdi. Mektupta, Hz. Re­sû­lul­lah’ın isteklerini ye­rine getirdiğinden bahsediyordu. Ayrıca kendisine kıymetli hediyeler de gönderdiğini haber veriyor, arzu ettikleri takdirde kendisinin de yanına gele­bileceğini açıkça ifade edi­yor­du. [7]

     Ümmü Habibe’nin Pey­gam­be­ri­mize Nikâhlanışı
     Ümmü Habibe (r.anha), Ku­reyş’in reisi Ebû Süfyan’ın kızı idi. Dininin gerekle­rini serbest yaşayabilmek için kocası Ubeydul­lah b. Cahş’la Mekke’den Habe­şistan’a hicret etmişti. Ubey­dullah, sonradan Hıristiyanlığa girdiği halde, o di­ninde sebat etmişti. Bir müddet sonra da Ubeydullah ölünce dul kalmıştı. Bu esnada rüyasında, Ubeydullah’ın kendisine “Ey Ümmü’l-Mü’minîn!” diye seslen­diğini görmüştü. Bunu da, “Hz. Re­sû­lul­lah’ın kendisiyle evleneceği” şeklin­de te’vil etmişti. [8]
     Bilindiği gibi, Arap kadınları, dengini bulmadıkça evlenmez­lerdi. Hz. Üm­mü Habibe de, gurbet diyarda dengini bulup evlenemediğinden zor du­rumda kalmıştı. Böyle, dini uğrunda vatanından uzak, akraba ve taallûkatın­dan ayrı olarak kimsesiz kalan şerefli bir kadının taltifi, elbette gerekiyordu. Bunun için de Resûl-i Ekrem Efen­dimiz, sonunda onunla evlenmeye tâlib ol­muştu.
     Peygamber Efendimiz bunu gerçekleştirmeyi Necâ­şî­den istemişti. Necâşî de, Efendimizin bu arzusunu yerine geti­rip Hz. Üm­mü Habibe’yi ona nikâh et­tir­di. [9]

     Müslüman Muhacirlerin Medine’ye Gönderilişi
     Hz. Re­sû­lul­lah’ın, Hükümdar Ashame’den bir arzusu da, “Müslüman mu­hacirleri Medine’ye göndermesi”ydi. As­hame, bu isteği de yerine getirdi. Baş­larında Hz. Cafer’in bulunduğu muhacirleri, gemilere bindirerek Medine’ye gönderdi. [10]
_______________________________________________________________________________
Dipnotlar:
[1] Taberî, Tarih, c. 3, s. 89; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 3, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 293.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 258.
[3] Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 159.
[4] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 71; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 294.
[5] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 258; Halebî, a.g.e., c. 3, s. 293.
[6] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c. 1, s. 201.
[7] Taberî, Tarih, c. 3, s. 89; İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, c. 2, s. 71-72.
[8] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 97.
[9] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 97-98.
[10] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 259; Taberî, Tarih, c. 3, s. 89-90.

Eser: KAİNATIN EFENDİSİ, MUHAMMED (sav) HAYATI
Yazar: Salih Suruç

27 Nisan 2013 Cumartesi

İSLAM İLMİHALİ / ZEKÂT / ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (3)

İSLAM İLMİHALİ
Dokuzuncu Bölüm
ZEKÂT
Dördüncü Konu
ZEKÂTA TÂBİ MALLAR (3)

Sitemizde daha önce yayınladığımız
A) ALTIN ve GÜMÜŞ,    B) TİCARET MALLARI
C) TOPRAK ÜRÜNLERİ,    D) BAL ve DİĞER HAYVAN ÜRÜNLERİ
Konularını okumak isterseniz yukarıdaki mavi renkli başlıklara tıklayabilirsiniz...

     E) MADENLER ve DENİZ MAHSULLERİ
     "Sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak ediniz..." (el-Bakara 2/267) ifadesi ile genel olarak ziraî mahsullerden zekât yükümlülüğüne işaret edilmiş olduğuna ve âyetteki "infak ediniz" emrinin, fakihlerin çoğunluğu tarafından "zekâtını veriniz" anlamında tefsir edildiğine yukarıda temas edilmişti. Allah Teâlâ topraktan çeşitli mahsuller bitirdiği gibi, O'nun yarattığı çok çeşitli madenler de yine topraktan çıkarılmaktadır. Bu sebeple, fakihler zikredilen âyetin umumi anlamı gereğince madenlerde de ödenmesi gerekli bir hakkın bulunduğunu düşünmüşlerdir.
     Hz. Peygamber'in hadislerinde ve sahâbe uygulamasında yer altında bulunan define ve madenlerin vergilendirildiğine dair çeşitli rivayet ve bilgiler bulunur. Fıkıh literatüründe "rikâz" madenleri, diğer yer altı zenginliklerini ve yer altında gömülü antika, hazine ve benzeri eşyayı ifade eden geniş bir kapsama sahiptir. Bu itibarla konu rikâz, madenler, deniz mahsulleri olmak üzere üçlü bir ayırım içinde ele alınabilir.

     a) Rikâz
     Rikâz terimi, maden, define ve hazine gibi kendiliğinden yer altında bulunan veya insanlar tarafından yer altına gömülüp gizlenen her türlü kıymetli maden ve eşyayı ifade eder.
     Hz. Peygamber'in "Rikâzda humus (1/5 nisbetinde vergi) vardır" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, nr. 856-860) buyurduğu, Hz. Ömer'in Medine dışında bulunan 1000 dinar altın paranın 200 dinarını devlet adına beytülmâle aldığı, Hz. Ali'nin de madenleri rikâz diye isimlendirip, çıkarılan maden parçalarından ve bulunan eski devirlere ait paralardan 1/5 nisbetinde vergi aldığı rivayet edilir (Ebû Ubeyd, a.g.e, nr. 871, 874-875).
     Rikâzla ilgili hadis ve sahâbe tatbikatını değerlendiren fakihler, bu terimin kapsamı üzerinde görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
     İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre rikâz eski devirlerde yer altına saklanan ve İslâmî devirde bulunan kıymetli eşya, hazine ve definedir. Madenler rikâzın kapsamına girmez. Hatta İmam Şâfiî rikâzı sadece Câhiliye devrinde gömülmüş olan altın ve gümüşe hasreder.
     Hanefî fakihleri ise hem madenleri ve hem de eski devirlerde yer altına gömülüp gizlenen her nevi kıymetli eşyayı rikâz mefhumu içinde mütalaa ederler.
     Rikâz; eski devirlerde yer altına gömülen veya herhangi bir sebeple yer altında kalan kıymetli eşyayı ifade ettiğinde,
     1. Mevât (işlenmemiş, sahipsiz) topraklarda veya sahibi bilinmeyen topraklarda bulunmuş ise 1/5?i vergi olarak alınır, kalan 4/5?i bulana verilir. Mülk arazide bulunmuş ise Hanefîler'e göre 4/5?i mülk sahibi veya vârislerine ait olur. Bu eşyayı gayri müslim tebaadan biri veya çocuk da bulsa durumda bir değişiklik olmaz.
     2. Bulunan altın-gümüş ve kıymetli eşyanın İslâmî alâmet (mühür, yazı gibi) taşıması halinde "lukata" hükümleri uygulanır. Bu halde bulunan eşya bir sene müddetle -usulüne uygun- ilân edilir, sahibi çıkmazsa beytülmâle teslim edilir.
     3. Bu nevi bulunan eşyanın vergilendirilmesi için cumhura göre nisab da aranmaz. İmam Şâfiî nisab şartını ileri sürmüştür.
     4. Fakihler rikâzın 1/5 nisbetinde vergiye tâbi olabilmesi için, bulunduktan sonra üzerinden bir sene geçmesinin şart olmadığında görüş birliğindedir.

     Rikâz ile ilgili hadislerde, alınan 1/5 nisbetindeki verginin zekât verilecek kimselere mi, yoksa fey kapsamında düşünülüp zekâtın dışında kalan muhtelif devlet giderleri için mi harcanacağı hususunda açıklık yoktur. Bu sebeple fakihler rikâzın dağıtımı hususunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
     İmam Şâfiî rikâzdan alınan 1/5 nisbetindeki verginin zekât verilecek kimselere sarfedileceğini, Ebû Hanîfe, -bir görüşe göre- İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise bu gelirin fey hükümlerine tâbi olup zekât dışında, kamu hizmetlerine harcanacağını savunmuşlardır.
     Rikâz, yer altına gömülmüş altın, gümüş, hazine yani kenz ve define anlamına alındığında önemli bir devlet geliri sayılmamalıdır. Çünkü bu çeşit hazine ve antik eşyanın bulunup çıkarılması sık sık rastlanan bir olay değildir. Ancak, Hanefî fakihlerine göre madenler rikâz mefhumu içinde mütalaa edildiğinden, rikâzın vergilendirmesi büyük önem taşımaktadır. Hemen aşağıda izah edeceğimiz gibi, bu durumda hem kapsamı genişlemiş olacak ve hem de maden vergi nisbetleri 1/5 olarak kabul edildiğinden devlet gelirleri içinde önemli bir yekün tutacaktır.

     b) Madenler
     Arap yarımadasında İslâm'ın ilk devrinde maden işletmeciliği ve ticareti pek gelişmemiş, bunun sonucu olarak maden vergi hukuku tatbikatı da sınırlı sayıdaki uygulama örneğine münhasır kalmıştır. Bu sebepten dolayı da müctehidler hangi nevi madenlerin zekâta tâbi olduğu, hangilerinin olmadığı konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
     Hanefî fakihlerinden Serahsî (ö. 490/1090), maden vergi hukuku yönünden önemli olan aşağıdaki taksim şeklini verir.
     Yer altından çıkarılan madenler üç kısımdır:
     1. Katı olup eritilebilen ve dökümü yapılabilen madenler; altın, gümüş, demir, bakır gibi.
     2. Eritilmeye elverişli olmayan katı madenler; mermer, kireç, kömür gibi.
     3. Sıvı olup katılaşmayan madenler; cıva, petrol gibi.

     Ebû Hanîfe ve arkadaşlarına göre, katı olup eritilebilen ve dökümü yapılabilen altın, gümüş, demir, bakır gibi madenler vergiye tâbidir. Eritilmeye elverişli olmayan yakut, zümrüt, mermer, kireç gibi madenlerle, sıvı olup katılaşmayan civa, petrol gibi madenlerden vergi alınmaz.
     Şâfiî'ye göre, sadece altın ve gümüş madenleri zekâta tâbidir, bunların dışında kalan madenler zekâta tâbi değildir.
     Hanbelî fakihleri ise, altın ve gümüş ile diğer madenler arasında herhangi bir fark gözetmemişler ve Bakara sûresinin 267. âyetinin genel anlatımından hareket ederek, cinsi ne olursa olsun bütün madenlerin zekâta tâbi olduğu görüşünü savunmuşlardır. Hanbelî mezhebine göre, yerden çıkan bütün madenler zekâta tâbidir. Bu madenlerden ister altın, gümüş, demir, bakır gibi eritilip dökümü yapılabilir cinsten olsun, ister yakut, zümrüt, sürme gibi sert olup eritilemeyen madenler olsun, isterse zift, neft, petrol gibi sıvı halde bulunan madenlerden olsun, bir ayırım gözetilmeksizin hepsinden zekât alınır.
     Günümüzde özellikle petrol gibi yer altı zenginlikleri sadece şahıslar değil ülke ekonomileri açısından da büyük bir önem ve değer taşımaya başlamıştır. Klasik dönem fakihlerinin madenlerin zekât veya vergiye tâbi olup olmadığı konusundaki görüşleri, dönemlerinde bilinen ve elde edilen madenlerin o günkü ekonomik değeriyle ve toplum için taşıdığı önemle yakından bağlantılıdır. Zekâtı ve vergilendirmenin temelinde servetten pay alınıp ihtiyaç sahipleri ve toplum yararına harcanması olduğuna, fakihler de daima bu ilkeyi korumaya çalıştıklarına göre, onların madenlerin zekâtıyla ilgili görüşlerinin günümüze aktarılması, bu ilke ve çerçeve dahilinde yapılmalıdır. Bu itibarla Hanbelî mezhebinin görüşü doğrultusunda hareket edip, günümüzde bütün madenlerin zekâta tâbi tutulması gerektiğini ifade etmek, diğer mezheplerin görüşleriyle de esasta çelişmez. Bu anlayış zekâtın ruhuna daha uygundur. 20 miskal altını olanı zekâta tâbi tutup milyarlarca dolarlık kazanç elde eden maden ve petrol işletmecisini zekâttan muaf tutmak İslâm'ın daima öngördüğü ve önem verdiği adalet ölçüsüyle bağdaşmasa gerektir.
     Madenlerden alınacak zekâtın nisbeti konusu fakihler arasında tartışmalıdır. Hanefî mezhebi fakihleri madenleri rikâz mefhumu içinde mütalaa ettiklerinden, rikâzla ilgili hadise istinaden vergi nisbetinin 1/5 olacağı, İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel ise madenlerden 1/40 (% 2.5) nisbetinde zekât alınacağı görüşünü benimsemişlerdir.
     Madenlerin zekâta tâbi olabilmesi için belli bir nisaba ulaşması ve üzerlerinden bir sene geçmiş olması şart mıdır?
     Hanefî mezhebine göre madenlerde nisab aranmaz. Bulunan veya işlenen maden az da olsa çok da olsa vergiye tâbidir. Çünkü maden rikâzdır. Rikâzda da 1/5 nisbetinde alınması gerekli bir "hak" olduğu hadisle belirtilmiştir. Buna göre sahipli arazide eritilebilen ve dökümü yapılabilen altın, gümüş, demir, bakır gibi bir maden bulunursa devlet 1/5 nisbetinde vergisini alır, kalanı yani 4/5'i o arazi sahibine verilir.
     İmam Mâlik, İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise madenlerin zekâta tâbi olabilmeleri için nisab miktarına ulaşması gerekir. Bu da hadislerle gösterilen altın ve gümüş nisabıdır. Madenler bu kıymetlere ulaşmadıkça zekâta tâbi olmazlar.
     Bütün fakihler madenlerin zekâta tâbi olabilmeleri için üzerinden bir sene geçmesinin şart olmadığı görüşünde birleşmişlerdir.
     Maden, sahibi bilinmeyen arazide veya devlete ait topraklarda bulunursa yine devlet 1/5 payını alır, kalan 4/5'i bulana ait olur.
     Hanefîler'e göre madenlerden alınan 1/5 nisbetindeki vergi fey hükmüne tâbidir, dolayısıyla kamu yararına olmak üzere devlet giderleri içinde sarfedilir.
     Diğer mezhep imamlarına göre ise alınan vergi zekâttır ve Tevbe sûresinin 60. âyetinde gösterilen zekât sarf yerlerine harcanır.

     c) Deniz Ürünleri
     Bu konuda Hz. Ömer'den bir uygulama örneği aktarılır: Hz. Ömer Ya`lâ b. Ümeyye'yi deniz kıyılarına âmil olarak tayin eder. Ya`lâ deniz kıyısında bulunan bir anber hakkında Hz. Ömer'den yazılı görüş ister. Hz. Ömer de ashapla istişareden sonra şöyle görüş bildirir: "Şüphesiz anber, Allah'ın nimetlerinden biridir. Anberde ve onun gibi denizden çıkarılan diğer kıymetlerde 1/5 (nisbetinde vergi borcu) vardır" (Ebû Yûsuf, el-Harac, s. 76).
     İslâm vergi hukukunun klasik dönemdeki önemli müelliflerinden Ebû Ubeyd de Emevî Halifesi Ömer b. Abdülazîz'in Umman âmiline, denizden çıkarılan balıkların değeri gümüş nisabına ulaşırsa, onlardan zekât tahsil etmesini emrettiğini rivayet eder (el-Emvâl, nr. 888) ve adı geçen müctehid halifenin denizden çıkarılan her türlü kıymetli eşyanın zekâta tâbi bulunması görüşünde olduğunu bildirir.
     Dönemlerinde denizden elde edilen ürünlerin önemli bir yekün tutmadığı için olmalı, fakihler deniz mahsullerinin zekâta tâbi mallardan olmadığı görüşündedirler. Ebû Yûsuf ise denizden çıkarılan inci, mercan gibi kıymetli süs eşyaları ile anber gibi kokuların 1/5 oranında vergiye tâbi tutulması gerektiğini ileri sürer.

25 Nisan 2013 Perşembe

CENNETİN NEVİLERİ VE MERTEBELERİ

CENNETİN
NEVİLERİ VE MERTEBELERİ

  • 1- Cennetü'n-Nâim: "Beni Cennetü'n-Nâim'in varislerinden kıl... " (Şuârâ, 26/85) Ayrıca (bk. el-Mâide, 5/65; et-Tevbe, 9/21; Yunus, 10/9).
  • 2- Cennetü'l-Adn: "Şüphesiz ki, iman edenler ve güzel amel işleyenler yok mu, işte onlar mahlûkatın en hayırlısıdırlar. Onların mükâfâtı Rableri katında And Cennetleridir ki onların altlarından nehirler akar, orada onlar ebedî kalıcıdırlar, Allah onlardan razı olmuştur, onlar da ondan razı olmuşlardır. Bu Rabb'inden korkanlar içindir. " (Beyyine, 98/8, Ayrıca bk. et-Tevbe, 9/72; er-Ra'd, 13/23; en-Nahl, 16/31)
  • 3- Cennetü'l-Firdevs: "Şüphesiz, iman edip güzel amel işleyenler için barınak olarak Firdevs Cennetleri. vardır " (el-Kehf,18/107 ve el-Mü'minun, 23/11).
  • 4- Cennetü'l-Me'vâ: "Iman edip güzel amel işleyenlere gelince, onlar için Me'vâ Cennetleri vardır. " (Secde, 32/19 ve En-Necm, 53/15).
  • 5- Dârü's-Selâm: "Halbuki Allah Dârü's-Selâm'a çağırıyor ve O, dilediği kimseleri dosdoğru bir yola hidâyet buyurur. " (Yunus, 10/25 ve el-En'âm, 6/127).
  • 6- Dârü'l-Huld: "O Rab ki, fazlından bizi durulacak yurda (Cennet'e) kondurdu." (Fâtır, 35/35).

     Her ne kadar Ibn Abbâs Cennet'in tabakalarını yedi ile sınırlandırmışsa da, ayetlerden anlaşıldığına göre, Cennet'in bir çok tabakası vardır. Burada Ibn Abbâs'ın haber verdiği ve ayetlerde adları geçen Cennet tabakaları, Cennet'in en yüksek tabakalarıdır. Çünkü bu tabakalarda da bir çok tabaka vardır. Nitekim Allah Teâlâ'nın Nâim Cennetleri veya "Firdevs Cennetleri" şeklindeki çoğul ifade eden ayetleri buna delildir. Ayrıca Ümmü Hârise Hadisinde bu gerçek Hz. Peygamberin dilinden ifade olunmuştur. Ümmü Harise Bedir'de şehit olan çocuğu hakkında Hz. Peygamber'den bilgi almak üzere gelmiş ve ona Rasûlullah bir çok Cennet olduğunu belirterek, çocuğunun da "Firdevs-i Â'lâ'da" olduğunu söylemek suretiyle teselli etmiştir (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâcü' el-Câmi' li'l-Usul, fi Ahadisi'r-Rasûl, Istanbul (t.y.), V, 4033).

     Nitekim Müslim'in Ebû Sâid el-Hudrî'den rivayet ettiği hadiste de, Allah yolunda cihat edenlerin, cihatları sebebiyle Cennet'te yüz derece yükselecekleri, her derecenin arasının ise, yer ile gök arasındaki mesâfe kadar olduğu, Hz. Peygamber tarafından haber verilmektedir (Müslim, Imâre, 116). Hadiste sözü edilen dereceler konusunda ise şu ihtimaller öne sürülmüştür. Bu dereceleri zahiriyle anlamak mümkündür. Gerçekten söz konusu derecelerin, zahirinden anlaşıldığı üzere, birbirinden daha yüksek menziller (tabakalar) olması muhtemeldir. Buna karşılık, yükseklikten kasdın, Cennet'teki nimetlerin çokluğu, insanın veya bir başka yaratığın hiç aklına bile gelmemiş, gönlünden dahi geçmemiş iyiliklerin büyüklüğü veya çokluğu anlamında olması muhtemeldir. Zira Allah Teâlâ'nın mücâhide lutfettiği iyilik veya cömertlik türleri birbirinden çok farklıdır, birbirinden üstündür. Buna göre, nimetlerin fazilet (üstünlük) konusundaki farklılıkları uzaklık açısından yer ile gök arasındaki mesafe gibidir. Fakat el-Kadî Iyad (544/1149) birinci görüşü tercih etmiştir (en-Nevevi, Şerhu Müslim, Kahire (t.y.), XIII. 28).
     Yine Buhârî'nin bir rivayetinde Hz. Peygamber, Allah yolunda savaşan mücâhidler için Cennet'te yüz derece (tabaka) hazırlandığını ve iki derecenin arasının yerle gök arası gibi olduğunu haber vermekte ve sözlerine devamla "Allah'dan istediğiniz zaman Firdevs'i isteyin... Çünkü Firdevs, Cennet'in ortası ve Cennet'in en yükseğidir (...). Firdevs'ten Cennet nehirleri doğar" buyurmaktadır. (Buhârî, Cihad 4)
     Aynî, "Firdevs, Cennetin ortasıdır (vasatıdır)." cümlesini, Cennet'in en iyi yeri veya üstünü (efdali) olarak yorumlar ve bu görüşüne "Böylece sizi en hayırlı bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143) ayetinde geçen "vesetan" kelimesini delil getirir (el-Aynî, Umdetü'l-Kârî fî Şerhi Sahihi'l-Buhârî, Istanbul 1309, VI, 539). Çeşitli rivayetlerde Firdevs Cenneti'nin güzellikleri dile getirilmiştir. Diğer taraftan hadiste söz konusu edilen Cennet dereceleri arasındaki mesafelerin çeşitli rivayetlere göre "yüz senelik mesafe", "Beş yüz senelik mesafe" şeklinde değiştiğine işaret edelim (el-Aynî, aynı yer).
     Bütün bu ayet, hadis ve âlimlerin yorumlarından Cennet'in birçok tabakası olduğu anlaşılmaktadır. Bu tabakalardan bazılarının daha yüce ve nimetlerinin daha güzel veya daha efdal olması sebebiyle isimleri bize bildirilmiştir. Firdevs Cenneti mertebece en yüksek olan Cennet tabakasıdır. (Ayrıca bkz. et-Taberi, Tefsir, Mısır 1954, XVI. 37-8)


KELİMELER - KAVRAMLAR / SETR-İ AVRET

KELİMELER - KAVRAMLAR
SETR-İ AVRET

     Müslüman erkeklerin ve kadınların değişik ortam ve farklı kişilerin yanında vücutlarının ne şekilde örtülmesi gerektiğini ifade eden bir fıkıh ıstılahı. "Setere" fiilinden türeyen "setr", örtmek, kapatmak, "Avret" ise örtünmesi gereken yerler demektir. Setr-ı avret, namazın farzlarından biridir. Erkeklerin avret yerleri ile kadınların avret yerleri farklı olduğu gibi, mahrem (yakın) olan akrabalar karşısında kapatılması gereken avret yerleri ile yabancılar karşısında kapatılması gereken avret yerleri de farklıdır. Kadınların yanında kapatılacak yerlerle erkeklerin yanında kapatılacak yerler yine farklıdır.
     Erkeklerin avret yeri: Hz. Peygamber (s.a.s) erkeklerin avret yerini şöyle açıklamıştır: Erkekler için kapatılması gereken yerler, göbekten diz kapağına kadar olan kısımdır. Erkekler, belirtilen yerlerini açamaz, başka erkeklere ve kadınlara gösteremezler.
     "Kardeşinin edep yerlerine bakan lanetlenmiştir" buyuran Rasûlüllah bir diğer hadisinde; "Yemin ederim ki, bir insanın edep yerlerine bakmaktan yahut da başkasının edep yerlerimi seyretmesine razı olmaktansa, gökten yere düşerek iki parça olmayı tercih ederim" (el-Mebsut, Kitabul-İstihsan). Başka bir hadisinde ise "Dikkat, çıplaklıktan sakının. Çünkü tuvalette bulunduğunuz, eşinizle buluştuğunuz vakitler hariç, yanınızdan hiç ayrılmayan ve daima sizinle olan birisi vardır" buyurmaktadır.
     Erkeklerin zikredilen bu avret yerleri, kendisine mahrem olsun yabancı olsun, ister erkek ister kadın, herkes için aynıdır. Bir erkek edep yerlerini ancak hanımının yanında açabilir. Hukuken hiç bir günahı yoktur, istedikleri yere bakabilirler. Ancak haya duygusunun yok olmamasını isteyen İslam, karı-koca arasındaki ilişki anında bile tamamen açılıp saçılmayı hoş görmemiştir. Rasûlüllah şu tavsiyeyi yapmıştır: "Eşinize yaklaştığınız zaman örtünmelisiniz. Eşekler gibi çıplak olmayın" (İbn Mâce, Cinsi münasebetteyken Örtünme babı). Ancak bu tavsiyenin kesin bir hüküm olmadığı bir başka hadisten anlaşılmaktadır: "Edeb yerlerini koru. Ancak ailen ya da elinin altında bulunan (cariyen) hariç" (Müslim, Ebû Davûd, Tirmizî, İbn-i Mâce). İslâm âlimleri cinsel yakınlaşma anında eşlerin birbirinin tüm organlarına bakabileceğini; ancak, haya-utanma gibi duyguların tamamen yok olmaması için en azından erkeklik ve kadınlık organlarına bakılmamasını; birleşmenin bir örtünün altında yapılmasını uygun görmüşlerdir. Hayanın imandan olduğunu bildiren İslâm peygamberi, insanın yalnız başına olduğu zaman bile tamamen çıplak olmasını yasaklamıştır. Çünkü tuvalette ve eşiyle birleşme anının dışında her zaman insanın iki omuzunda kirâmen kâtibin * melekleri ve her yerde hazır olan Allah onu görmektedir. Kendi avret yerlerini göstermedikleri gibi başkalarının avret yerlerine de bakmamaları gereken müslümanların plaj ve hamam gibi haya duygusundan yoksun insanların kendilerini teşhir ettikleri yerlerden uzak durmaları bundan dolayıdır. Diğer bir husus da, hastalık hallerinde doktorun bakabileceği durumlar vardır. Zaruret hallerinde doktor bir müslümanın avret yerine bakabilir, gerekirse eliyle değebilir. Ancak günümüzün kadın-erkek ilişkilerinin kontrolsüz olduğu bir ortamda erkek doktor varken kadın doktorlara görünmemek gerekir. Ancak erkek doktor, bulunamadığı hallerde sağlığın tehlikede olduğu bir durumda kadın doktora da görülebilinir.
     Avret yerinin göbekle diz kapağı arası olması, müslüman erkeklerin bu kıyafette dolaşabilecekleri anlamına gelmez. Onlar yine, vücutlarını kapatmakla yükümlüdürler; giyilecek elbiseleri olduğu halde bu kıyafetle dolaşamazlar. Bu kadarı, farz olan örtünmedir. Bunun dışında, giyinmenin sünneti, adabı vardır ki, Rasûlüllah bu konuda bir örnektir.
     Kadınların avret yerleri Kuran-ı Kerim'in Nur süresi 31. ve Ahzab süresi 59. âyetleri müslüman kadınların yabancı erkekler karşısında ve sokağa çıktıkları zaman "kendiliğinden görünen kısımlar" dışında bütün vücutlarını kapatmalarını; "cilbab"larının başlarından aşağı yaka ve omuzlarına sarkıtmalarını; süslerini açıp göstermemelerini; gizledikleri süslerin de başkaları tarafından bilinmesi için uygunsuz hareketler yapmamalarını istemekte; Ahzâb 32. âyette de Peygamber'in hanımlarının şahsında tüm müslüman kadınlardan, yabancı erkeklerle konuştukları zaman sözü yumuşak bir eda ile söylememeleri, ciddi ve gerektiği kadar konuşmaları istenmekte; bütün bunlardaki amacın ise kalbinde kötülük duygusu olan fasıkların ümitlenmemesi ve kıyafetinden hayalı bir müslüman kadın olduğu bilinsin de rahatsız edilmemesi içindir.
     İslâm âlimleri, "kendiliğinden görünen kısımlar" dan kadınların nerelerinin kastedildiği, "cilbab"ın Hangi tür örtü olduğu üzerinde değişik görüşler ortaya koymuşlardır. Kendiliğinden görünen kısımlar bazı âlimlere göre vücudu örten dış elbiseler şeklinde anlaşılırken, bazılarına göre el ve yüz olarak anlaşılmış; elin ve yüzün de ne kadar açılabileceği hakkında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu görüşler özetle şunlardır:
     a) Bütün vücut örtülmelidir. Ancak bu dış örtüler görülebilir.
     b) Yüz ve eller ile eldeki kına, yüzük, gözdeki sürme gibi süsler açık tutulabilir.
     c) Yüz kapatılmalıdır. Yalnız el açılabilir, eldeki yüzük, bilezik gibi şeyler de elle birlikte açılabilecek kendiliğinden görünen süslerdir.
     d) Eller açılabilir; yüz ise tamamen olmasa da göz bölgesi asgari seviyede açılabilir.

     Tüm bu görüşler müslümanlar tarafından benimsenen âlimler tarafından ileri sürülmüştür. İbn Mes'ud, İbrahim en-Nehâî, Hasan-ı Basrî, İbn-i Abbâs, Evzaî, Mücahid, Ata, İbn-i Ömer, Enes, Dahhak, Said b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Hz. Aişe, Katade ve Hanefi, âlimleri yukarıdaki görüşlerden birini benimsemişlerdir.
     "Cilbab" kelimesinin bütün vücudu örten örtü şeklinde anlaşılması sebebiyle Hz. Peygamber zamanında ve daha sonra müslüman kadınların birçoğu ellerini eldivenle, yüzlerini de peçe ve yaşmak adı verilen örtülerle kapatmışlardır. Ancak yukarıdaki farklı görüşlere dayanarak yüz ve ellerini açan müslüman kadınların sayısı da az değildir. Bu konuda Hicab adlı eserinde Ebul-A'la el-Mevdudi şunları söylemektedir: "Kadın bizzat düşünür, hesabını yapar, elini mi açacağını, yüzünü mü göstereceğini tespit eder. Nerede hangisi uygunsa onu yapar. Hatta öyle durumlar ve yerler olur ki, elini bile göstermemesi gerekir... Bir kadın, durumuna göre, bazen evinden dışarı çıkmak mecburiyetinde kalabilir. Çalışması gerekebilir. O zaman, elbette ki hem ellerini hem de yüzünü açacaktır. Çünkü böyle hallerde yüzün ve ellerin açılması kesin bir zorunluluk belirtir. Fakat söz konusu şartların dışında kalan kadınlar, sırf zevk olsun diye şüphesiz bu şekilde hareket edemezler.
     Buna göre, "şerîatın gayesi güzelliğin görünmesini önlemektir. O halde güzelliğin teşhiri için açılmak suçtur..." Kadınların örtünmesinin amacı, yabancı erkeklere kadınlıklarını hatırlatmayacak, erkeklerin kalbine kötü duygular getirmeyecek bir ortam oluşturmaktır. İslâm toplumunda, sokağa çıkıp erkeklerin arasına karışan müslüman kadınlar, süslü ve kokulu olmayan sade bir dış örtüyle kendilerini örterler; yürüyüşlerine, konuşmalarına dikkat ederler; ağırbaşlı olurlar. Bu şartlara uyan müslüman bir hanım toplumun ahlâkî yapısını da dikkate alarak el ve yüzünü ihtiyaç oranında açabileceği gibi, fitnenin yaygınlaştığı zamanlarda gerek görürse tamamen kapanır, hatta zorunlu olmadıkça sokağa dahi çıkmaz. İslâm toplumunun erkekleri de, "Yabancı bir kadına arzu ile bakan bir kimsenin gözlerine, kıyamet günü erimiş kurşun dökülür" hadisini akıllarından çıkarmaz ve elleri-yüzü açık olan müslüman bir hanıma şehvetle bakmaz.
     Yabancı erkekler karşısında bu örtünme biçimine uymak zorunda olan müslüman kadınlar, bazı durumlarda dış elbiselerini giymek zorunda değildirler. Bunlar;
     a) Kendisi ile evlenmesi ömür boyu haram olan erkeklerin yanında,
     b) Şehvet duygularını yitirmiş olan yaşlı ve hunsa erkeklerin yanında,
     c) Evinde hizmetçi olarak kullandığı köle ve cariyelerinin yanında,
     d) Henüz kadınların özel yerlerinden haberdar olmayan küçük çocukların yanında dış elbiselerini giymeyip ev kıyafetiyle durabilir. Ancak bu, onların yanında açılıp saçılmasını gerekli kılmaz. Aynı evi paylaşmanın getirdiği zorunluluklar sebebiyle kadın sürekli olarak her tarafını kapatamayacağı için bu izin verilmiştir. Haya duygusunu yitirmemiş bir müslüman hanım babasının, kardeşinin yanında bile kollarını, bacaklarını, başını, boynunu açmamalıdır. Ancak zorunlu hallerde veya hava şartlarının neticesinde bazı hafif yerlerinin açılmasında bir sakıncanın olmadığını da bilmelidir. Haram olmayan bir şeyi haram gibi görmemelidir.
     e) Kadınların yanındaki giyimi için iki değişik durum vardır. Müslüman olan, haya duygularını koruyan, Allah'tan korkan kadınların yanında kapatması zorunlu olan avret mahalli, göbekle diz kapağı arasıdır. Müslüman olmayan veya müslüman olduğu halde iffet duygusu zayıf olan kadınların yanında yabancı erkekler karşısında nasıl örtünüyorsa öyle örtünmesi gerekir. Çünkü onlar, o müslüman hanımın vücudunu birlikte oldukları erkeklere anlatabilir, yabancı erkekler sanki onu görmüş gibi zihinlerinde onun hayalini çizerler. Bir müslüman hanımın iffetli vücudu yabancı erkeklerin hayallerini süslememelidir; o kadın bu gibi sonuçları doğuracak durumlardan kendini korumalı rastgele her kadının yanında "kadındır" diye açılmamalıdır.
     f) Evlenmek isteyen bir erkek, sözkonusu kadına tekrar tekrar dikkatlice bakabilir. Ancak bakışlarına şehvet duygusu karıştırmamak ve bu izni suistimal etmemekle yükümlüdür. Aynı ölçüler içinde kadın da erkeğe bakabilir.
     g) Hac anında kadın el ve yüzünü kapatamaz. Mutlaka açması gerekir.
     h) Bir hastalık anında kadın doktorun bulunmadığı ya da elverişli olmadığı zaman tedavî için gerekli olduğu kadarıyla yabancı bir erkek doktor veya müslüman olmayan ya da günahkâr bir kadın doktor müslüman bir kadının vücuduna bakabilir. Ancak öncelik sırasına dikkat edilmeli; önce müslüman bir kadın doktor, o olmazsa günahkâr bir kadın doktor, ardından sırasıyla, müslüman olmayan kadın doktor, İslâm'a bağlı ahlâklı bir müslüman erkek doktor, o da olmazsa ancak o zaman başka erkek doktorlara sıra gelir.
     ı) Mahkemede şahit olarak dinlenecek bir kadının, kimliği belli olsun diye yüzünü açması gerekir.
     i) Erkeklerde hiç bir arzu uyandırmayacak kadar yaşlanmış kadınlar yabancı erkeklerin yanında dahi dış örtülerini açabilirler. Ancak örtünmeleri daha iyidir.
     Setr-i avret tabiri bir de, namaz için örtünme amacıyla kullanılır. Namazın farzları arasında, bir deyim haline gelen "setr-i avret" de vardır; namaza duracak olan bir kişinin örtmesi gereken yerleri ifade eder. Erkek ile kadının avret yerleri farklıdır.
     Erkeklerin avret yeri göbekle diz kapağı arasıdır. Kadının avret yeri ise elleri ve yüzü hariç bütün vücududur. Namazda avret yerlerinin açılması halinde namaz bozulur. Ancak bunun bazı ayrıntıları vardır.
     Hanefi mezhebine göre örtünerek namaza duran bir kişinin elbisesi kaza ile açılmışsa, namazın bozulup bozulmadığını anlamak için açılan yerin alanı ve açık kalma süresi dikkate alınır. Bir uzvun dörtte birinden az bir kısmı üç kez "sübhanellah" diyecek kadar açık kalır da sonra kapatılırsa o namaz bozulmaz; ancak bundan fazla olursa namaz bozulur.
     Hiç bir elbisesi olmayan bir kişi çıplak olarak namaz kılabileceği gibi; çalıntı olan bir elbiseyle de namaz kılınabilir. Çünkü zaruret vardır. Çıplak olarak kılınan namaz ima ile kılınır, hareket yapılmaz.
     Kalın elbise varken ince, geniş elbise varken dar elbiseyle namaz kılınmaz.
     Temiz elbise bulunamadığı zaman eğer temizlemek için zaman yoksa üzerinde pislik olan elbise ile namaz kılınabilir.
     Bütün vücudu örtecek kadar elbise yoksa öncelik avret mahalline verilir.
     Eteğin alt tarafından veya yakanın üstünden bakınca vücut görülüyorsa bu, namaza engel olmaz. Çünkü dışarıdan bakılınca normal şartlarda görünmüyorsa namaz geçerli olur. Ancak bütün bunlar giyilecek temiz, kalın ve geniş elbisesi olmayanlar için verilen izinlerdir. Namaza durmak isteyen bir müslümanın, kendisini en güzel şekilde kapatacak yeni ve temiz elbiselerini giymesi gerekir. Yüce Allah bu konuda şu ölçüyü koyuyor: "Ey Ademoğulları her mescidde ziynetlerinizi üzerinize alın" (el-A'raf, 7/31).

Şamil İslam Ansiklopedisi
Fedakâr KlZMAZ

23 Nisan 2013 Salı

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / TÖVBE - ALLAH’DAN AF DİLEMEK (4)


HADİS-İ ŞERİFLER / RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN
TÖVBE
ALLAH’DAN AF DİLEMEK (4)

    22.  Kâ’b İbni Mâlik radıyallahu anh gözlerini kaybettiği zaman onu elinden tutup götürme görevini üstlenen oğlu Abdullah’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Tebük Gazvesi’ne katılmadığına dair mâcerasını Kâ`b İbni Mâlik radıyallahu anh’den şöyle anlatırken duydum:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gittiği gazâlardan sadece Tebük Gazvesi’ne katılmamıştım. Gerçi Bedir Gazvesi’nde de bulunamamıştım. Zaten Bedir’e katılmadıkları için hiç kimse azarlanmamıştı. O vakit Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar (savaşmak için değil) Kureyş kervanını takibetmek için yola çıkmışlardı. Nihayet Allah Teâlâ müslümanlarla düşmanlarını, aralarında verilmiş herhangi bir karar olmadığı halde bir araya getiriverdi. Halbuki ben Akabe bîatının yapıldığı gece, İslâm’a yardım etmek üzere söz verirken Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydım. Her ne kadar Bedir Gazvesi halk arasında Akabe gecesinden daha meşhursa da, ben Bedir’de bulunmayı Akabe’de bulunmaktan daha üstün görmem.
     Tebük Gazvesi’ne Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gitmeyişim şöyle oldu:
     Ben katılmadığım bu gazve sırasındaki kadar hiçbir zaman kuvvetli ve zengin olamamıştım. Vallahi Tebük Gazvesi’nden önce iki deveyi bir araya getirememiştim. Bu gazvede iki tane binek devesine sahip olmuştum. Bir de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazveye hazırlandığı zaman asıl hedefi söylemez, bir başka yere gittiği sanılırdı. Fakat bu gazve sıcak bir mevsimde uzak bir yere yapılacağı ve kalabalık bir düşmanla karşı karşıya gelineceği için Resûl-i Ekrem durumu açıkladı. Savaşın özelliğine göre hazırlanabilmeleri için müslümanlara nereye gideceklerini söyledi. Resûlullahsallallahu aleyhi ve sellem ile beraber sefere gidecek müslümanların sayısı çok fazlaydı. Adlarını bir deftere yazmak mümkün değildi.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Savaşa gitmemek için gözden kaybolunduğu takdirde, hakkında bir âyet nâzil olmadıkça, işin gizli kalacağı zannedilebilirdi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bu gazveyi meyvaların olgunlaştığı, gölgelerin arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de bunlara pek düşkündüm. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müslümanlar savaş hazırlığına başladılar. Ben de onlarla birlikte savaşa hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan geri dönüyordum. Kendi kendime de “Canım, ne zaman olsa hazırlanırım” diyordum. Günler böyle geçti. Herkes işini ciddi tuttu ve bir sabah Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte müslümanlar erkenden yola çıktılar. Ben ise hâlâ hazırlanmamıştım. Yine sabah evden çıktım, hiçbir şey yapamadan geri döndüm. Hep aynı şekilde davranıyordum. Savaş henüz başlamamıştı, ama mücâhidler hayli yol almışlardı. Yola çıkıp onlara yetişeyim dedim, keşke öyle yapsaymışım; bunu da başaramadım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa gittikten sonra insanların arasına çıktığımda beni en çok üzen şey, savaşa gitmeyip geride kalanların ya münafık diye bilinenler veya âciz oldukları için savaşa katılamayan kimseler olmasıydı.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük’e varıncaya kadar adımı hiç anmamış. Tebük’te ashâbın arasında otururken:
     - “Kâ’b İbni Mâlik ne yaptı?” diye sormuş. Bunun üzerine Benî Selime’den bir adam:
     - Yâ Resûlallah! Elbiselerine ve sağına soluna bakıp gururlanması onu Medine’de alıkoydu, demiş.
     Bunun üzerine Muâz İbni Cebel ona:
     - Ne fena konuştun! demiş. Sonra da Peygamber aleyhisselâm’a dönerek, yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hep iyi şeyler biliyoruz, demiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şey söylememiş. O sırada çok uzaklarda beyazlar giymiş bir adamın gelmekte olduğunu görmüş:
     - “Bu Ebû Hayseme olaydı” demiş. Bir de bakmışlar ki, gelen adam Ebû Hayseme el-Ensârî değil mi!
     Ebû Hayseme, (bir savaş hazırlığı sırasında) bir ölçek hurma verdiği için münafıklara alay konusu olan zâttır.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Tebük’ten Medine’ye hareket ettiğini öğrendiğim zaman beni bir üzüntü aldı. Söyleyeceğim yalanı düşünmeye başladım. Kendi kendime “Yarın onun öfkesinden nasıl kurtulacağım?” dedim. Yakınlarımdan görüşlerine değer verdiğim kimselerden akıl almaya başladım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gelmek üzere olduğunu söyledikleri zaman, kafamdaki saçma düşünceler dağılıp gitti. Onun elinden hiçbir şekilde kurtulamayacağımı anladım. Her şeyi dosdoğru söylemeye karar verdim. Peygamber aleyhisselâm sabahleyin Medine’ye geldi. Seferden dönerken önce Mescid-i Nebevî’ye gelerek iki rek’at namaz kılar, sonra halkın arasına gelip otururdu. Yine öyle yaptı. Bu sırada savaşa katılmayanlar huzuruna geldiler; neden savaşa gidemediklerini yemin ederek anlatmaya başladılar. Bunlar seksenden fazla kimseydi. Hz. Peygamber onların ileri sürdüğü mâzeretleri kabul etti; kendilerinden bîat aldı; Allah Teâlâ’dan bağışlanmalarını niyâz etti ve iç yüzlerini O’na bıraktı. Sonunda ben geldim. Selâm verdiğim zaman dargın dargın gülümsedi; sonra:
     - “Gel!”, dedi. Ben de yürüyerek yanına geldim ve önüne oturdum. Bana:
     - “Niçin savaşa katılmadın? Binek hayvanı satın almamış mıydın?” diye sordu. Ben de:
     - Yâ Resûlallah! Allah’a yemin ederim ki, senden başka birinin yanında bulunsaydım, ileri süreceğim mâzeretlerle onun öfkesinden kurtulabilirdim. Çünkü insanlara fikrimi kabul ettirmeyi iyi beceririm. Fakat yine yemin ederim ki, bugün sana yalan söyleyerek gönlünü kazansam bile, yarın Cenâb-ı Hak işin doğrusunu sana bildirecek ve sen bana güceneceksin. Şayet doğrusunu söylersem, bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek Allah’dan hayırlı sonuç bekliyorum. Vallahi savaşa gitmemek için hiçbir özürüm yoktu. Hiçbir zaman da gazâdan geri kaldığım sıradaki kadar kuvvetli ve zengin olamamıştım, dedim.
     Kâ’b sözüne devamla dedi ki:
     Bunun üzerine Hz. Peygamber,
     - “İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, senin hakkında Allah Teâlâ hüküm verene kadar bekle!” buyurdu. Ben kalkınca Benî Selime’den bazıları yanıma takılarak:
     - Vallahi senin daha önce bir suç işlediğini bilmiyoruz. Savaşa katılmayanların ileri sürdükleri gibi bir mâzeret söyleyemedin. Halbuki günahlarının bağışlanması için Peygamber aleyhisselâm’ın istiğfâr etmesi yeterdi, dediler.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Beni o kadar çok ayıpladılar ki, tekrar Resûlullah’ın yanına dönüp biraz önceki sözlerimin yalan olduğunu söylemeyi bile düşündüm. Sonra onlara:
     - Bana verilen cezaya çarptırılan bir başka kimse var mı? diye sordum.
     - Evet. Seninle beraber bu cezaya uğrayan iki kişi daha var, dediler. Onlar da senin gibi konuştular ve senin aldığın cevabı aldılar.
     - O iki kişi kim? diye sordum.
     - Biri Mürâre İbni Rebî` el-Amrî, diğeri de Hilâl İbni Ümeyye el-Vâkıfî diyerek, herbiri Bedir Gazvesi’ne katılmış olan iki mükemmel örnek şahsiyetin adını verdiler. Bunun üzerine ben geri dönme düşüncesinden vazgeçerek yoluma devam ettim.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem savaşa katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşulmasını yasakladı. İnsanlar bizimle konuşmaktan kaçındılar veya bize karşı tavırlarını değiştirdiler. Hatta bana göre yer yüzü bile değişti. Sanki burası benim memleketim değildi. Elli gün böyle geçti. İki arkadaşım boyunlarını büktüler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben ise onlardan daha genç ve dayanıklı idim. Dışarı çıkarak cemaatle namaz kılar, çarşılarda dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Namaz bittikten sonra Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinde otururken yanına gelir, kendisine selâm verirdim. Kendi kendime “Acaba selâmımı alırken dudaklarını kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı” diye sorardım. Sonra ona yakın bir yerde namaz kılar ve farkettirmeden kendisine bakardım. Ben namaza dalınca bana doğru döner, kendisine baktığım zaman da yüzünü çeviriverirdi.
     Müslümanların bana karşı olan sert tutumları uzun süre devam edince, amcamın oğlu ve en çok sevdiğim insan Ebû Katâde’nin bahçesine gidip duvardan içeri atladım ve selâm verdim. Vallâhi selâmımı almadı. Ona:
     - Ebû Katâde! Allah adına and vererek soruyorum. Benim Allah’ı ve Resûlullah’ı ne kadar sevdiğimi biliyor musun? diye sordum. Hiç cevap vermedi. Ona and vererek bir daha sordum. Yine cevap vermedi. Bir daha yemin verince:
     - Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaşlar boşandı. Geri dönüp duvardan atladım.
     Birgün Medine çarşısında dolaşıyordum. Medine’ye yiyecek satmak üzere gelen Şamlı bir çiftçi:
     - Kâ’b İbni Mâlik’i bana kim gösterir? diye sordu. Halk da beni gösterdi. Adam yanıma gelerek Gassân Meliki’nden getirdiği bir mektup verdi. Ben okuma yazma bilirdim. Mektubu açıp okudum. Selâmdan sonra şöyle diyordu:
     - Duyduğumuza göre Efendiniz seni üzüyormuş. Allah seni değerinin bilinmediği ve hakkının çiğnendiği bir yerde yaşayasın diye yaratmamıştır. Hemen yanımıza gel, sana izzet ikrâm edelim.
     Mektubu okuyunca, bu da bir başka belâ, dedim. Hemen onu ateşe atıp yaktım.
     Nihayet elli gün’den kırk’ı geçmiş, fakat vahiy gelmemişti. Birgün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderdiği bir şahıs çıkageldi.
     - Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi.
     - Onu boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım? diye sordum.
     - Hayır, ondan ayrı duracak, kendisine yanaşmayacaksın, dedi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine karıma:
     - Allah Teâlâ bu mesele hakkında hüküm verene kadar ailenin yanına git ve onların yanında kal, dedim.
     Hilâl İbni Ümeyye’nin karısı Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e giderek:
     - Yâ Resûlallah! Hilâl İbni Ümeyye çok yaşlı bir adamdır. Kendisine bakacak hizmetçisi de yoktur. Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsün? diye sormuş. Hz. Peygamber de:
     - Hayır görmem. Ama katiyen sana yaklaşmasın, buyurmuş. Kadın da şöyle demiş:
     - Vallahi onun kımıldayacak hâli yok. Allah’a yemin ederim ki, başına bu iş geleli beri durmadan ağlıyor.
     Kâ`b sözüne şöyle devam etti:
     - Yakınlarımdan biri bana: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den eşinin sana hizmet etmesi için izin istesen olmaz mı! Baksana Hilâl İbni Ümeyye’ye bakması için karısına izin verdi, dedi. Ben de ona: Hayır, bu konuda Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin isteyemem. Üstelik ben genç bir adamım. İzin istesem bile Peygamber aleyhisselâm’ın bana ne diyeceğini bilemem, dedim.
     Bu vaziyette on gün daha durdum. Bizimle konuşulması yasaklandığından bu yana tam elli gün geçmişti. Ellinci gecenin sabahında, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın (Kur’ân-ı Kerîm’de bizden) bahsettiği üzere canım iyice sıkılmış, o geniş yeryüzü bana dar gelmiş bir vaziyette otururken, Sel Dağı’nın tepesindeki birinin var gücüyle:
     - “Kâ`b İbni Mâlik! Müjde!” diye bağırdığını duydum. Sıkıntılardan kurtulma gününün geldiğini anlayarak hemen secdeye kapandım.
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem sabah namazını kıldırınca, Allah Teâlâ’nın tövbelerimizi kabul ettiğini ilân etmiş. Bunun üzerine ahâlî bize müjde vermeye koşmuş. İki arkadaşıma da müjdeciler gitmiş. Bunlardan biri bana doğru at koşturmuş. Eslem kabilesinden bir diğer müjdeci koşup Sel Dağı’na tırmanmış, onun sesi atlıdan önce bana ulaşmış. Sesini duyduğum müjdeci yanıma gelip beni tebrik edince, sırtımdaki elbiseyi de çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Vallahi o gün giyecek başka elbisem yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen giydim. Peygamber aleyhisselâm’ı görmek üzere yola koyuldum. Beni grup grup karşılayan sahâbîler tövbemin kabul edilmesi sebebiyle tebrik ediyor ve “Allah Teâlâ’nın seni bağışlaması kutlu olsun” diyorlardı.
     Nihayet Mescid’e girdim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashâbın ortasında oturuyordu. Talha İbni Ubeydullah hemen ayağa kalktı, koşarak yanıma geldi, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhâcirînden ondan başka kimse ayağa kalkmadı.
     Râvi der ki, Kâ’b, Talha’nın bu davranışını hiç unutmazdı.
     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Peygamber aleyhisselâm’a selâm verdiğimde yüzü sevinçten parıldayarak:
     - “Dünyaya geldiğinden beri yaşadığın bu en hayırlı gün kutlu olsun!” buyurdu. Ben de:
     - Yâ Resûlallah! Bu tebrik senin tarafından mıdır, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum.
     - “Benim tarafımdan değil, Yüce Allah tarafından”, buyurdu. Sevindiği zaman Peygamber aleyhisselâm’ın yüzü parıldar, ay parçasına benzerdi. Biz de sevindiğini böyle anlardık.
     Resûl-i Ekrem’in önünde oturduğumda:
     - Yâ Resûlallah! Tövbemin kabul edilmesine şükran olarak bütün malımı Allah ve Resûlullah uğrunda fakirlere dağıtmak istiyorum, dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     - “Malının bir kısmını dağıtmayıp elinde tutman senin için daha hayırlı olur” buyurdu. Ben de:
     - Hayber fethinde hisseme düşen malı elimde bırakıyorum, dedikten sonra sözüme şöyle devam ettim. Yâ Resûlallah! Allah Teâlâ beni doğru söylediğimden dolayı kurtardı. Tövbemin kabul edilmesi sebebiyle, artık yaşadığım sürece sadece doğru söz söyleyeceğim.
     Vallâhi bunu Peygamber aleyhisselâm’a söylediğim gündenberi doğru sözlü olmaktan dolayı Allah Teâlâ’nın hiç kimseyi benden daha güzel mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm’a o sözleri söylediğim günden bu yana bilerek hiç yalan söylemedim. Kalan ömrümde de Cenâb-ı Hakk’ın beni yalan söylemekten koruyacağını umarım.
     Kâ’b sözüne devamla şöyle dedi:
     Bunun üzerine Allah Teâlâ şu âyet-i kerîmeleri indirdi:
     “Allah (savaşa gitmek istemeyenlere izin vermesi sebebiyle) Peygamberini bağışladığı gibi, bir kısmının kalbi kaymak üzere iken güçlük zamanında Peygamber’e uyan muhâcirlerle ensârın da tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah onlara çok şefkatli, pek merhametlidir.
     “Hani şu tövbeleri (Allah’ın emri gelene kadar) geri bırakılan üç kişinin de tövbesini kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini iyice sıkıştırmıştı. Nihayet Allah’dan başka sığınılacak kimse olmadığını anlamışlardı. Eski hâllerine dönmeleri için Allah onların tövbelerini kabul etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul edici ve bağışlayıcıdır.
     “Ey imân edenler! Allah’ın azâbından korkun ve doğrularla beraber olun” [Tevbe sûresi (9), 117-119].
     Kâ’b şöyle devam etti:
     Allah’a yemin ederim ki, beni İslâmiyet’le şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber aleyhisselâm’ın huzurunda doğruyu söylemek ve yalan söyleyip de helâk olmamaktır. Çünkü Allah Teâlâ şu yalan söyleyenler hakkında vahiy gönderdiği zaman, hiç kimseye söylemediği ağır sözleri söyledi ve şöyle buyurdu:

“O savaştan kaçanların yanına döndüğünüz zaman, kendilerini hesaba çekmiyesiniz diye Allah adına yemin ederler. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarına ceza olmak üzere varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden râzı olasınız diye size yemin de ederler. Siz onlardan râzı olsanız bile Allah fâsıklardan aslâ râzı olmaz” [Tevbe sûresi (9), 95-96].

     Kâ’b sözüne şöyle devam etti:
     Biz üç arkadaşın bağışlanması, Peygamber aleyhisselâm’ın yeminlerini kabul edip kendilerinden bîat aldığı ve Cenâb-ı Hak’dan affedilmelerini dilediği kimselerin bağışlanmasından (elli gün) geri kalmıştı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, hakkımızda Allah Teâlâ bir hüküm verene kadar bize yapacağı muameleyi tehir etmişti. Nihayet Allah Teâlâ -anlatıldığı üzere- hükmünü verdi. Allah Teâlâ’nın “tövbeleri geri kalan üç kişinin...” diye bahsettiği bu geri kalış, bizim savaştan geri kalmamız değildir; bu, Hz. Peygamber’e gelip yemin ederek mâzeretleri olduğunu söyleyenlerin özürlerini Peygamber aleyhisselâm’ın kabul etmesi, bize yapacağı muameleyi ise geriye bırakması olayıdır.
     Buhârî, Megâzî 79; Müslim, Tevbe 53. Ayrıca bk. Tirmizî, Tefsîru sûre (9)

     Diğer bir rivayet:

     “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Tebük Gazvesi’ne perşembe günü çıkmıştı. Sefere perşembe günü gitmeyi severdi” şeklindedir. Buhârî, Cihâd 103

     Başka bir rivayette ise:

     “Seferden mutlaka gündüzün kuşluk vakti dönerdi. Dönünce de ilk iş olarak Mescid’e uğrar, iki rek’at namaz kılar, sonra orada otururdu” denilmektedir. Müslim, Müsâfirîn 74; Ebû Dâvûd, Cihad 166

     Kâ’b İbni Mâlik
     Bu azîz sahâbî Resûlullah Efendimiz’in üç meşhur şâirinden biridir. Medineli olup Hazrec kabilesindendir. İkinci Akabe bîatında bulunarak Efendimiz’i Medine’ye dâvet eden bahtiyarlardan biri de odur. Tebük Gazvesi’ne katılmayan üç kişiden biri olması ve elli günlük boykottan sonra âyet-i kerîme ile aklanması onun şöhretini daha da artırmıştır. Hicretten sonra Peygamber Efendimiz Mekkeli bir muhâcir ile Medineli bir ensârı kardeş ilân ettiği zaman, onu cennetle müjdelenen on kişiden (aşere-i mübeşşere’den) biri olan Talha İbni Ubeydullah ile kardeş yapmıştı. Hadîsi şerîfte okuduğumuz üzere, haklarında ilâhî af çıkıp da Kâ’b Peygamber Efendimiz’in huzuruna girdiği zaman, sadece Hz. Talha’nın ayağa kalkıp koşarak gelmesinin ve onu heyecanla tebrik etmesinin sebebi, aralarındaki bu kardeşlikti. Kâ’b İbni Mâlik onun bu davranışını hiç unutmadı ve her fırsatta şükranla andı.
     Kâ’b sadece Bedir ve Tebük Gazveleri’nde bulunamadı. Uhud Gazvesi’nde düşmanla yiğitçe savaştı ve on yedi yara aldı. Demekki onun Tebük Gazvesi’ne gitmemesi, korkaklığı sebebiyle değildi. Kendisinden seksen kadar hadis rivayet edilmiştir.
     Kâ’b hicretin 54. yılında (674) vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar

     Bu hadîs-i şerîf İslâm âlimlerince çok önemli görülmüş, ondan elli kadar hüküm çıkarılmıştır.
     Bu uzun hadiste öncelikle tövbenin önemi belirtilmekte, ikinci olarak da genel harb ilân edildiği bir zamanda savaştan kaçmanın günâhı gösterilmektedir.
     Söze önce bu gazvenin neden bu kadar önemli olduğunu anlatarak başlayalım:
     Tebük Gazvesi hicretin dokuzuncu yılı Recep ayında (Ekim 630’da) yapıldı. O yıl Medine’de ve diğer İslâm topraklarında büyük bir kuraklık hüküm sürüyordu. Bunu haber alan Bizans kıralı Herakliyüs, müslümanlara öldürücü darbeyi indirmek üzere kırk bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Peygamber Efendimiz bu haberi tam zamanında aldı.
     Mevsim sıcak, gidilecek yer de uzak olduğu için her zaman yaptığının aksine bu defa seferin nereye yapılacağını açıkca söyledi. Müslümanların arasındaki münafıklar moral bozmak için hem aşırı sıcakları hem de gidilecek yerin uzak oluşunu hep ileri sürüyorlar ve Herakliyüs’ün kalabalık ordusu karşısına çıkmanın bir intihar olacağını söylüyorlardı. Bu propaganda bazı kimseler üzerinde gerçekten tesirli oluyordu. İşte bu sırada müslümanları uyarmak için Tevbe sûresinin 38-41. âyetleri nâzil oldu:
     “Ey imân edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda sefere çıkın dendiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhiretin yanında pek azdır.”
     Âyet-i kerîmenin devamında Peygamber aleyhisselâm’a yardım etmezlerse ona Allah’ın yardım edeceği söyleniyor, hicret sırasında nasıl yardım ettiği de anlatılıyordu. Bu âyetler üzerine müslümanlar hemen derlenip toparlandılar ve savaş hazırlığına başladılar.
     Hz. Ömer’in Hz. Ebû Bekir’i hayır yarışında geçmeyi düşünerek malının yarısını getirdiği, fakat Ebû Bekir hazretlerinin bütün malını ortaya koyarak büyüklüğünü bir daha gösterdiği olay bu savaş hazırlığı sırasında meydana gelmişti. Hz. Osman 950 deve ile 100 atı yine bu sırada bağışlamıştı. Sonunda İslâm ordusu hazırlanmış, otuz bin mücâhid Tebük yolunu tutmuştu.
     İslâm tarihine Bekkâîn (ağlayanlar) diye geçecek olan yedi fakir müslüman, maddî imkânları olmadığı ve bu sebeple savaşa katılamadıkları için hüngür hüngür ağlıyorlardı. Münafıkların çoğu bahâneler uydurup savaşa katılmamıştı. İşin fenası Bedir dışında Hz. Peygamber’in yanı başında bütün savaşlara katılmış olan Kâ’b İbni Mâlik ile diğer iki Bedir gazisi ihmâlleri sebebiyle Tebük Gazvesi’ne katılmıyorlardı. Nefisleri onları yenmişti.
     Savaş şöyle sonuçlandı: Müslümanların büyük bir kalabalıkla geldiğini öğrenen hıristiyan ordusu, onların karşısına çıkmaya cesaret edemedi. İslâm ordusu da geri dönüp geldi. Fakat müslümanlar bu savaşta çok eziyet çektiler. Görüldüğü üzere Tebük savaşı müslümanlığın kaderi açısından çok önemliydi. Ona herkesin mutlaka katılması gerekiyordu. Kâ’b İbni Mâlik’e ve arkadaşlarına iyi bir ders verilmesinin sebeplerinden biri de bu idi.
     Tekrar başa dönerek şunu belirtelim:
     Hadîs-i şerîfte samimiyetle yapılan tövbelerin Allah Teâlâ’yı son derece memnun ettiği ortaya konmakta, günahına üzülen kullarının kendisine yönelmelerinden pek hoşnut olduğu belirtilmektedir.
     Kâ’b İbni Mâlik’e müslümanların yaptığı elli günlük boykota rağmen onun din kardeşleriyle ilgiyi kesmemesi, Peygamber Efendimiz’in etrafında dolaşarak ona selâm vermeye çalışması, acaba selâmımı aldı mı diye dudaklarının hareketini gözlemesi, onun ne kadar samimi bir müslüman olduğunu ispat etmektedir. Başta Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere müslümanlardan kopmanın, onlardan ayrı kalmanın, onlar tarafından toplum dışı bırakılmanın iyi bir müslüman için ne korkunç bir ceza olduğu bu olayda bütün açıklığı ile görülmektedir. Şu hâlde bir müslüman din kardeşlerinin nefretini üzerine çekecek bir iş yapmanın çok büyük bir hata olduğunu hatırından çıkarmamalı ve onlar tarafından hor görülecek bir işi asla yapmamalıdır.
     Şu da hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimiz’in bu olayda böylesine sert davranmasının asıl sebebi, savaştan kaçmanın şahısları değil İslâm toplumunu ve müslümanların kaderini yakından ilgilendirmesidir. Zira Peygamber Efendimiz şahsını ilgilendiren hiçbir olaya böyle tepki göstermemiştir. Şahsını ilgilendiren kusurları hep hoş görmüş, hata edenleri hemen bağışlamıştır.
     Neticede şunu anlıyoruz: İnsan yanılabilir, günah işleyebilir. Yapılan suç ne kadar ağır olursa olsun, kul hatasını kabul etmeli ve Cenâb-ı Hakk’a karşı dürüst davranmalıdır. Günahları sadece O’nun bağışlayacağını bilerek hatasının affı için Allah Teâlâ’ya yalvarıp yakarmalıdır. Daha da önemlisi, insan hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemeli, günahlarım bağışlanmaz diye düşünmemelidir. Tam aksine benim Yüce Rabbim bağışlayıcıdır, diye hep ümitvâr olmalıdır.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Müslüman doğru sözlü olmalı; hata ettiği zaman da kusurunu, günahını kabul etmelidir.
2. Samimi bir mü’min günah işlediği zaman üzülmeli, pişmanlık duymalı, ben niçin böyle davrandım diye ağlayıp sızlamalıdır.
3. Hatayı kime karşı yapmışsa onun gönlünü almaya ve kendisini bağışlatmaya çalışmalıdır.
4. Bir görevi yapamadığı zaman üzüntü duymalı, ben bu görevi niçin yapmadım diye düşünüp kendisini hesaba çekmelidir.
5. Allah’a ve Resûlü’ne herkesten çok itâat etmeli, en üstün saygıyı onlara karşı beslemelidir.
6. Allah yolunda savaşa çağırıldıkları zaman, durumları ne olursa olsun, müslümanlar gönül rızasıyla hemen bu savaşa katılmalı, savaştan asla kaçmamalıdır.
7. Ashâb-ı kirâmın Peygamber aleyhisselâm’a karşı ne kadar açık sözlü olduğu, kendi aleyhlerine bir sonuç doğursa bile gerçeği söylemekten kaçınmadıkları görülmektedir.
8. İnsanların iç yüzleri Allah’a bırakılmalı ve bir şeyi niçin yaptıkları kurcalanmamalıdır. Zaten samimi davranmayanlar zamanla kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
9. Bir idareci, açıkca günah işlemekten çekinmeyen müslümanları yola getirmek düşüncesiyle, diğer müslümanların onlarla olan davranışlarını sınırlayabilir.
10. Peygamber Efendimiz’in ashâbına şefkati, onları memnun eden bir habere onlarla birlikte sevinmesi sahip olduğu ahlâkın üstünlüğünü göstermektedir.
11. Bir kimsenin münafık veya kâfir olduğu anlaşılırsa, mü’min bir kadın hayatını öyle biriyle devam ettirmemelidir.
12. Birini mutlu edecek bir haber duyunca ona müjde vermek, bir olaya sevinen birini tebrik etmek İslâmî bir âdet olduğu gibi, müjde alan kimsenin müjdeyi getirene hediye vermesi de hoş bir gelenektir.
13. Faziletli bir kimse için ayağa kalkmayı dinimiz makbul bir davranış kabul etmiştir.
14. Bir nimete kavuşan veya bir sıkıntıdan kurtulan kimse sadaka vermelidir. Fakat Allah rızası için bütün malını dağıtıp da başkalarına muhtaç duruma düşmemelidir.
15. Doğruluk ve doğru sözlülük insanı hem dünyada hem de âhirette kurtarır.
16. Allah Teâlâ’nın bir lutfuna eren kimse, buna çok sevindiğini belli etmeli ve bu nimetinden dolayı Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir.

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...