19 Şubat 2015 Perşembe

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi 40 - 46. Ayeti Kerimeler...


TEFSİR DERSLERİBakara Sûresi'nin
40 - 46. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
  • Ayet
     Ey İsrailoğulları ! Size verdiğim nimeti hatırlayın. Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Yalnız benden korkun.  ﴾40﴿
  • Tefsir
     Sûrenin buraya kadar olan bölümünde müşrikler ve münafıklar hakkında açıklamalar yapılıp uyarılarda bulunulduktan sonra buradan itibaren 123. âyete kadar devam eden bölümünde, yer yer başka konulara da değinilmekle birlikte, ağırlıklı olarak İsrâiloğulları’nın eski durumlarıyla dinî ve ahlâkî bakımdan bozulmaları, İslâm’a karşı tutumları hakkında buyruklar, bilgi ve eleştiriler yer almaktadır.
     Arap yarımadasındaki yahudilerin önemli bir kısmı Medine ve civarında yaşadığı için Medine’de inen uzun sûrelerin ilki olan Bakara sûresinde Allah (cc.) onları İslâm’a davet etmekte, İslâm’ın hak din olduğunu kanıtlayan deliller göstermekte; bu arada onların dinlerinin mahiyeti ve atalarının tarihi hakkında bilgi vermektedir.
     Yahudilik, İslâm’dan önceki semavî dinler arasında –tahrife uğramış da olsa– şeriatı ve kutsal kitabı halen yaşamakta olan en eski dindir. Hıristiyanlık’tan farklı olarak bir şeriat dini olması da Kur’ân-ı Kerîm bakımından bu dinin önemini arttırmaktadır. Ayrıca Medine ve çevresinde, Romalılar’ın baskısı sebebiyle milâdî I. yüzyıldan itibaren Filistin’den buralara göç etmiş olan geniş bir yahudi topluluğu yaşamakta ve doğal olarak bunlarla müslümanlar arasında ilişkiler bulunmaktaydı. Bu sebeplerle Kur’an’da Hz. Mûsâ’nın ismi otuz dört sûrede 136 defa anılmış; birçok sûrede Yahudilik ve Tevrat hakkında bilgiler verilmiş; özellikle Bakara sûresinin bu bölümüyle A‘râf (7/103-176), Yûnus (10/75-93), Tâhâ (20/9-97), Şu’arâ (26/10-66), Kasas (28/3-44) ve Mü’min (40/23-54) sûrelerinde Hz. Mûsâ’nın öğretileri, tebliğ faaliyetleri, İsrâiloğulları’nın ve başta Firavun olmak üzere Kårûn ve Hâmân’ın bu faaliyet karşısındaki olumsuz tutumları gibi konulara ilişkin olarak ayrıntılı açıklamalar ve değerlendirmeler yapılmıştır.
     Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâil kelimesi iki âyette (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58) Hz. İbrâhim’in Hz. İshak’tan torunu olan Hz. Ya‘kub’un ismi olarak geçmekte; kırk âyette ise yahudiler “Benî İsrâil” (İsrâiloğulları) diye anılmaktadır (bk. M. F. Abdülbâkî, Mu‘cem, “İsrâil” md.). Kelimenin etimolojisinin ve asıl anlamının belirsiz olduğu ileri sürülmekle birlikte (bk. A. Haldar, “Israel, Names and Associations of”, The Interpreter’s Dictionary of the Bible, II, s. 765-766) “Allah’ın güçlü kıldığı” anlamının kuvvetle muhtemel olduğu kabul edilmektedir. İslâmî kaynaklarda da İsrâil kelimesinin Hz. Ya‘kub için kullanıldığı ifade edilmekle birlikte, yahudi kaynaklarında bu kelimenin anlamı konusunda verilen bilgiler İslâm’ın ulûhiyyet ve peygamberlik inancıyla bağdaşmadığı için müslüman bilginler bu hususta farklı açıklamalar getirmişlerdir. Meselâ Taberî’nin Tarîhu’lümem ve’lmülûk’ünde (I, 192) İsrâil kelimesinin “gece vakti Allah’a giden” anlamına geldiği ifade edilir. Aynı ismin İbrânîce’de “Allah’ın kılıcı”, “Allah yolunda cihad eden”, “Allah’ın seçkin kıldığı insan” veya “Allah’ın kulu” anlamına geldiği de bildirilmektedir (bk. Taberî, I, 248; Zemahşerî, I, 64-65; Elmalılı, I, 334; Reşîd Rızâ, I, 289). On iki yahudi kabilesi de İsrâil adıyla anılır. Hz. Süleyman’dan sonra yahudi ülkesinin ikiye bölünmesi üzerine İsrâil kelimesi, kuzeyde kalan bölümü oluşturan kabilelerin krallığını nitelemek üzere kullanılmıştır. Bununla birlikte sonraları İsrâil tabiri, yahudilerin tamamını ifade eden etnik bir kavram haline gelmiştir.
     Yahudi inancına göre Hz. Ya‘kub’a İsrâil ismi Tanrı tarafından verilmiştir; Yahudilik millî bir din, Yahova da millî bir tanrı kabul edilmiştir. Aynı telakkiye göre İsrâiloğulları da seçkin bir kavimdir. Söz konusu kavim, Filistin’e yerleşmeden önce İbrânî, Filistin’de İsrâilî, sürgünden sonra ise İsrâiloğulları diye anılmaktaydı. Bununla birlikte bu kavim için İbrânî ve yahudi terimlerinin kullanımı da yaygındır (bk. Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, s. 178-179).
     Kur’ân-ı Kerîm’de Benî İsrâil isminin ilk defa geçtiği konumuz olan âyette özellikle, başta din bilginleri olmak üzere, Hz. Peygamber dönemindeki yahudilere hitap edilmekte ve Allah’ın (cc.) kendilerine verdiği nimet hatırlatılmakla beraber bu nimetin ne olduğu o zamanki yahudilerce bilindiği için bu hususta açıklama getirilmemektedir. Taberî bu nimeti, Allah Teâlâ’nın geçmişte İsrâiloğulları arasından peygamberler göndermesi, onlara kitaplar indirmesi, onları Firavun ve onun zalim halkından çektikleri pek çok sıkıntı ve belâlardan kurtararak mukaddes topraklara yerleştirmesi vb. şeklinde sıralamıştır (I, 249). Bunlara daha başka nimetleri ekleyenler de vardır (bk. Zemahşerî, I, 65; İbn Âşûr, I, 451-452). Bu nimetleri anmaktan maksat, onlara şükretme görevlerini hatırlatmaktır.
     “Bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, söz vermek” veya “ittifak, anlaşma, sözleşme” gibi mânalara gelen ahid kelimesi Kur’an’da yerine göre, hem insanların birbirine söz vermesi hem de Allah (cc.) ile kulları arasındaki bir tür sözleşme için kullanılmaktadır. Ahid kelimesinde “söz verme”nin yanında “yemin” anlamı da vardır. Kur’an’da yer yer aynı anlamda mîsâk, vaad gibi başka kelimelerin kullanıldığı da görülür. Tanrı ile İsrâiloğulları arasındaki anlaşmanın hükümlerini, Allah (cc.) tarafından belirlenen yükümlülükleri ihtiva ettiği için yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Eski Ahid ve Yeni Ahid denilmiştir.
     Bu iki kutsal kitapta Allah’ın (cc.) muhtelif peygamberler ve ümmetlerle ahidleştiğine, bu arada İsrâiloğulları’ndan da söz aldığına dair bilgiler bulunmaktadır (geniş bilgi için bk. Abdurrahman Küçük, “Ahid”, DİA, I, 532-533). Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde de Allah’ın (cc.) İsrâiloğulları’ndan değişik konularda, meselâ Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (Bakara 2/63), namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına, muhtaçlara Allah (cc.) rızası için borç vereceklerine (Mâide 5/12), kendilerine indirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (Âl-i İmrân 3/187) dair söz aldığı bildirilmektedir.
     Müfessirlerin çoğu konumuz olan âyetteki ahdi genel anlamda yorumlamışlardır. Taberî ise buradaki ahdi, özellikle Allah’ın (cc.) yahudilere, onların kutsal kitaplarında kendisi hakkında bilgi verilmiş bulunan Hz. Muhammed’in (sav.) peygamberliğini tanıyıp ona inanmalarını, bu gerçeği insanlara da açıklamalarını emretmesi ve bu hususta onlardan söz almış olması şeklinde yorumlamaktadır (I, 250).
     Ancak bu ahid hakkında el-Menâr’da (Reşîd Rızâ, I, 290) verilen bilgiler daha mâkul görünmektedir. Buna göre Allah (cc.) İsrâiloğulları’ndan “Allah’a kulluk edip O’na ortak koşmayacaklarına, doğru olduklarına ilişkin kanıtlar getiren peygamberlere iman edeceklerine, Allah’ın hükümlerine ve kanunlarına boyun eğeceklerine”, özellikle kendi milletlerinden olan Hz. İsmâil’in soyundan gelen Hz. Muhammed’e (sav.) inanacaklarına ilişkin söz almıştır.
     Ayrıca buradaki ahdin içine, fıtratın gereği olarak bütün beşerden alınmış olan “aklın ölçülerine göre düşünme ve hareket etme sorumluluğunu yerine getirme vaadi” de girer. Âyetin, “Ben de size vaad ettiklerimi vereyim” kısmındaki vaad ise tefsirlerin çoğunda (meselâ bk. Taberî, I, 250; İbn Âşûr, I, 453) Allah’ın (cc.) onlara yardım edeceği, iyiliklerine karşı sevap verip cennetine kabul edeceği yönünde vaadde bulunması şeklinde açıklanmıştır.

  • Ayet
     Elinizdeki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğimize (Kur'an'a) iman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin ve bana karşı gelmekten sakının. ﴾41﴿
  • Tefsir
     “Elinizdeki” ifadesinden maksat Tevrat, onu “tasdik edici” olan da Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an’ın Tevrat’ı tasdik etmesinin anlamı, tevhid inancı, geçmiş peygamberlere iman, iyiliklerin yapılması, kötülüklerin terkedilmesi gibi Tevrat’ta yer alan temel öğretilerin Kur’an tarafından da tanınmasıdır. Bunun mantıkî sonucu, Kur’an’ın da Tevrat gibi Allah’tan (cc.) geldiğini kabul edip ona inanmak olduğu için yahudiler ve özellikle kutsal kitabın muhtevası hakkında geniş bilgisi olan yahudi din bilginleri Kur’an’a inanmaya, böylece müslüman olmaya davet edilmekte; Kur’an’ı herkesten önce alelacele inkâr etmek yerine, öğretilerinin kendi kutsal kitaplarıyla ne kadar uyuştuğunu iyi düşünmeleri gerektiğine işaret edilmektedir.
     Bunu yaptıklarında, müşrikler gibi hemen onu inkâr etmeyip, tam tersine, ellerindeki kutsal kitabı tasdik ettiği için vakit kaybetmeden ona inanıp müslüman olmaları gerektiğini anlayacaklardır. İbn Abbas’a nisbet edilen bir rivayete göre Medineli bazı yahudi bilginlerine fakir halktan hediyeler geliyor, onlar bu hediyelerden mahrum kalacakları korkusuyla İslâm’ı kabul etmekten kaçınıyorlardı (Râzî, III, 42). Ancak tefsirlerin çoğunda yer alan daha genel bir açıklamaya göre âyette yahudilerden, nimetlerin en büyüğü olan hak dini reddedip âhiret kurtuluşundan mahrum kalma pahasına, bunlarla mukayese edildiğinde hiçbir değer ve anlam ifade etmeyen dünya malı, dünyevî mevki ve itibar peşinde koşmamaları istenmektedir.
     Ayrıca “Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın” meâlindeki ifade, Allah’ın (cc.) yüce ve kutsal kitabını ve dinini kişisel ve maddî çıkarlar için kullanıp yanlış yorumlayanlara, haramları helâl, helâlleri haram göstermeye kalkışanlara karşı kesin bir uyarıdır. Bazı bilginler, âyetin söz konusu bölümüne dayanarak, Kur’an öğretme karşılığında para almanın câiz olmadığını ileri sürmüşlerse de bu para, Kur’an’ın değil, harcanan emek ve zamanın bedeli olduğu için, İslâm bilginlerinin çoğu bu görüşe itibar etmemişlerdir (genişbilgi için bk. Ateş, I, 155-156; İbn Âşûr, I, 467-469).
     İbadet olan fiillere karşılık ücret almak câiz olmamakla beraber bu hüküm konumuz olan âyetten çıkarılmış değildir.
 
  • Ayet
     Hakkı bâtılla karıştırıp da, bile bile hakkı gizlemeyin. Namazı kılın, zekatı verin. Rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. ﴾42-43﴿
  • Tefsir
     Yukarıda, yahudiler Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmeye çağırıldıkları için burada da, bu imanın gereklerinden olmak üzere, onlara Kur’an’ın önem verdiği prensiplerden söz edilmekte; özellikle hakkı tanımaları ve korumaları, namaz kılıp zekât vermeleri emredilmektedir. Böylece Kur’an yahudilere ve dolaylı olarak müslümanlara, hatta bütün insanlığa, maddî ve dünyevî menfaatlerin, egoist arzu ve eğilimlerin etkisine kapılarak doğru ve gerçek olan ile eğri, yanlış ve asılsız olanı kasıtlı olarak birbirine karıştırmamaları, hakkı örtüp saklamaktan kaçınmaları gerektiği yönünde son derece önemli bir uyarıda bulunmuştur.
     Yahudiler de dahil olmak üzere muhatap kitle bakımından temel gerçek Kur’an-ı Kerim'in hak kitap ve Hz. Muhammed’in (sav.) hak peygamber olduğudur. Bu sebeple âyette öncelikle bu husus kastedilmiş; inkârcıların hak ile bâtılı birbirine karıştırıp hakkı gizlemekten vazgeçmeleri, müslümanlarla birlikte namazı kılıp zekâtı vermeleri, Allah’ın (cc.) hükmüne boyun eğmeleri istenmiştir.
     Burada, pek çok dinî hükümler içinden özellikle namaz ve zekâtın emredilmesi, bunlardan ilkinin bedenî ibadetlerin, ikincisinin de malî ibadetlerin en önemlisi olmasından ileri gelmektedir (Râzî, III, 44). 42. âyette yahudilerin gerçek Tevrat’a onda bulunmayan ilâveler yapmalarına (bk. Taberî, I, 255) veya Hz. Muhammed’in (sav.) geleceğinin Tevrat’ta haber verildiği gerçeğini saklamalarına (Reşîd Rızâ, I, 292) işaret edildiği de söylenmiştir.
  • Ayet
     Siz, kitabı (Tevrat'ı) okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz? ﴾44﴿
  • Tefsir
     Sözlükte “iyilik, doğruluk” anlamına gelen birr kelimesinin, dinî ve ahlâkî bir terim olarak, iman ve ibadetten başlamak üzere her türlü iyilik, ihsan, itaat, doğruluk, günahsızlık gibi mânalarda kullanıldığı görülür (ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/ 177; Âl-i İmrân 3/92).
     Bu âyetten, asıl muhatapların yahudi din bilginleri olduğu anlaşılmaktadır. Başka benzerleri gibi yahudi din bilginleri de halka kutsal kitaba inanıp onunla amel etmelerini, gerek sözleri gerekse davranışlarıyla Allah’ın (cc.) rızâsına uygun şekilde yaşamalarını emrederlerdi. Ancak âyet bize, başkalarına iyiliği emrederken kendilerini unuttuklarını yani onların kendi yaşayışlarının bilgileri ve sözleriyle çeliştiğini, sonuç olarak samimi dindarlık hislerini kaybettiklerini göstermekte; “Aklınızı kullanmıyor musunuz?” ifadesiyle bu çelişkili tutumlarının, yalnızca dinin hükümlerine değil, akla da aykırı olduğuna işaret etmektedir.
     Kur’an’ın geçmiş ümmetlerin tarihine ilişkin verdiği bilgilerde de sonraki nesiller için mesajlar ve dersler vardır. Bu bakımdan, söz-davranış uyumu şeklinde özetlenebilecek evrensel ahlâk kurallarından birini ihlâl etmeleri sebebiyle yahudileri eleştiren söz konusu âyet, bir yandan yahudi din bilginlerinin bu çelişkili tutumları ve samimiyetsizlikleri hakkında bilgi verirken, bir yandan da genel olarak İslâm ümmeti, özellikle müslüman din önderleri ve bilginleri için de bir uyarı anlamı taşımaktadır.
     Şu halde kendilerini din bilgini, din adamı ya da din önderi konumunda görenlerin veya öyle tanımlananların bu uyarıyı hiçbir zaman hatırdan çıkarmamaları gerektiği açıktır. Zira başkalarına iyiliği öğütleyenlerin kendi yaşayışlarında bunun aksine davranmaları Kur’an’ın kesinlikle reddettiği bir tutumdur. Nitekim Saf sûresinde “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niye söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında çok sevimsiz bir davranıştır!” (61/2-3) buyurulmaktadır.
  • Ayet
     Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin. Şüphesiz namaz, Allah'a derinden saygı duyanlardan başkasına ağır gelir. Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten ona döneceklerini çok iyi bilirler. ﴾45-46﴿
  • Tefsir
     Ahlâkın ve tasavvufun temel kavramlarından olan sabır, “acıya katlanma, sıkıntıya göğüs germe; Allah’a(cc.) tevekkül ederek O’ndan gelen sıkıntılara katlanma; insanın kendisini, aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü işleri yapmaya veya yapılmasını yasakladığı, uygun bulmadığı davranışlardan uzak durmaya zorlaması; kişinin hayırlı amacına ulaşma yönündeki direnci” gibi anlamlarda kullanılır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “sbr” md.).
     Gazzâlî, sabrı “inanç gücünün bencil istek ve tutkulara karşı koyması” şeklinde oldukça kapsamlı bir ifadeyle tanımlar. İnkârcılık da bir tür inançtan kaynaklandığı için inkârcılarda görülen sabrı da, bu anlamda değerlendirmek mümkündür.
     Buna göre sabrın değeri arkasındaki inancın keyfiyetine göre değişir. Gazzâlî bu erdemin, bütün yaratılmışlar içinde sadece insana verilmiş bir ayrıcalık olduğunu belirtir. Çünkü hayvanlar akıl gücüne sahip olmayıp sadece içgüdüleriyle davrandıkları; melekler de –zaten yetkin varlıklar olmaları sebebiyle– sabrı gerektiren bir durumla karşılaşmadıkları için, sabır gösterme imkânları ve buna ihtiyaçları yoktur (İhyâ, IV, 56).
     Kur’ân-ı Kerîm’de, rahatlık ve bolluk kadar sıkıntı ve darlık da bir hayat gerçeği olarak gösterilmiş (Bakara 2/155), Hz. Peygamber’e hitaben, “Azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret” buyurulmuş (Ahkåf 46/35); Allah (cc.) yolunda cihad eden müminlerin yiğit, sebatkâr ve kararlı tutumlarından verilen örnekle (Bakara 2/249-250) sabrın, zorluklar karşısında âcizlik gösterip sıkıntılara teslim olmak anlamına gelmediğine; aksine, Allah’ın (cc.) inâyetine güvenerek güçlükleri aşma iradesini göstermek olduğuna işaret edilmiştir.
     Yukarıdaki âyetlerde yahudiler ve özellikle onların din önderleri, eski anlayış ve yanlışlarını terkederek Allah’a (cc.) verdikleri sözü tutmaya,Hz. Muhammed’in (sav.) risâletini tanımaya, Kur’an’a inanmaya, dolayısıyla İslâmiyet’i kabul etmeye davet edilmiş; hakka saygı duyup onu bâtılla karıştırmamaları, namazı kılıp zekâtı vermeleri, başkalarına buyurdukları iyilikleri kendilerinin de yapmaları istenmiştir. Fahreddin er-Râzî’ye göre yahudilerin, gerektiğinde mallarını ve itibarlarını tehlikeye atma pahasına, eski inanç ve alışkanlıklarından sıyrılarak bu yeni inanç ve hayat düzenini yani İslâmiyet’i kabul edip uygulamaları onlara güç ve meşakkatli geldiği için âyette bu güçlüğü sabredip namaz kılarak yenmeleri öğütlenmiştir (III, 48-49).
     Kuşkusuz bu isabetli tesbit, her zaman için ve aynı konumda bulunan her kişi veya zümre hakkında da geçerlidir. Zira insanların din değiştirmek gibi çok önemli kararlarında sadece aklî olarak bu dinin doğruluğunu kavramaları yeterli değildir. Bunun yanında pek çok psikolojik ve hâricî baskılar insanların eski yanlış inanç ve tutumlarını sürdürmelerinde etkili olmaktadır.
     Kur’an-ı Kerim; bu güçlüğün aşılmasında belirtilen baskılara sabır denilen psikolojik ve ahlâkî irade ile direnmeyi, ayrıca bu iradeyi namazla da fiilî olarak destekleyip güçlendirmeyi öğütlemektedir. Namaz, Allah (cc.) ile kul arasındaki ilişkiyi bir ömür boyu amelî olarak sürdüren en canlı ve sürekli bir ibadet olduğu için âyette bu ibadetin, insanın inancını ve inancı doğrultusunda oluşturacağı kararlarını güçlendirip eylemlerini dinî ve ahlâkî hükümler çerçevesinde geliştirmesine yardımcı olacağına işaret edilmektedir.
     Nitekim “Kuşkusuz namaz hayasızlık ve kötülükten meneder” meâlindeki âyette de (Ankebût 29/45) namazın bu tesiri açıkça ifade edilmiştir. Terim olarak huşû “Allah’a gönülden saygı duyup bağlanmak, boyun eğip itaat etmek” demektir. Sabrın ve özellikle namazın yukarıdaki olumlu tesirinden nasibini alacak olanlar, ancak Allah’a (cc.) huşû ile bağlanan, boyun eğenlerdir. 46. âyete göre onların Allah’a (cc.) olan bu içten bağlılık ve saygılarının en başta gelen sebebi ise rablerine kavuşacaklarına, sonunda mutlaka O’na döneceklerine olan kesin inançlarıdır.
     Ancak bu inanç sayesindedir ki insan, rabbine kavuşmayı ve dolayısıyla âhiret kurtuluşunu dünyanın bütün nimetlerinden daha önemli görür ve bu uğurda her türlü meşakkate rıza gösterir. Esasen İslâm akaidinde, âhiret inancının, Allah’a (cc.) iman ve peygamberlere imanla birlikte– “usûl-i selâse” (üç ilke) denilen en önemli itikad esasları arasında yer alması da bu inancın belirtilen dinî ve ahlâkî fonksiyonundan ileri gelmektedir.



17 Şubat 2015 Salı

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ UCB

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
UCB

     Bir insanın kendisini üstün ve faziletli sanıp başkalarını daha aşağıda görmesine "kendini beğenme" ya da dinî tabirle "ucb" denir. Çok kötü bir huy olan kendini beğenme, kibir ve gururun sonucudur; sahip olduğu nimetlerin Allah'tan geldiğini ve yine bir gün yok olup gidebileceğini düşünmemektir; insanın, aciz ve zayıf bir kul olduğunu unutmasıdır.
     Kendini beğenenler, diğer insanların aklını, fikir ve düşüncelerini, davranışlarını, hatta giyim ve kuşamlarını beğenmez, nefislerinden başka bir şey düşünmez, inatçılıktan da geri kalmaz. Onlara göre kendileri değerli, başkaları değersizdir. Her yaptıkları iyi, her eksiklikleri fazilettir. Her yüksek makama onlar layıktır.
     Kendini beğenmek, kibirle aynı anlamda gibi görünüyorsa da aralarında bir fark vardır. Mesela, bir adam dünyada tek başına kalsa, bu kişinin kibirlenmesi düşünülemez, ancak kendini beğenmesi düşünülebilir.
     Kendini beğenme ilk defa şeytanın yaptığı bir iştir. Bu yüzden cennetten kovulmuş ve rahmetten uzaklaştırılmıştır. Halbuki Hz. Âdem (a.s) tövbesi ve tevazuu sebebiyle Allah Teâla'nın merhametine nail olmuş ve övgüsünü kazanmıştır.
     Kendini beğenenlerin yaptıkları akıl dışı davranışlardan biri de, bol bol öğünmeleridir. Böyle bir huya yakalananların, bu durumdan kurtulmalarI için, faziletli ve ahlaklı kişiler ile düşüp kalkmaları gerekir. Öyle kişileri kendilerine ayna edinerek, kusurlarını görmek ve güzel huylar kazanmaya çalışmak zorundadır. Kendi kusurlarını görmeyen bir kişinin, olgun bir ahlaka sahip olması çok zordur. Bu durumu ifade eden şöyle bir söz söylenmiştir: "Kişinin irfanını noksanını bilmesi ile olur."
     Kur'an-ı Kerim'de bu konuyla ilgili olarak şöyle bir olay anlatılmaktadır: "And olsun ki Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de boğularak arkanıza, döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti. Bozgundan sonra Allah, peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur" (Tevbe, 9/25-26)
     Bu ayetlerde anlatılan olay, şu şekilde geçekleşmiştir: Hz. Peygâmber (a.s), Mekke'yi fethettikten sonra, bazı Arap kabileleri duydukları, endişe ve korkudan dolayı kıpırdanmaya başlamışlar ve birleşerek güçlü bir ordu kurmaya teşebbüs etmişlerdi. Bunun üzerine Resulullah (a.s) 12.000 kişilik bir ordu hazırlamış ve düşmana karşı yola çıkılmıştı. Ordu içinde bulunan bazı kişiler, düşmanların teşkil ettikleri sayıların azlığı ve kendilerinin çokluğu sebebiyle böbürlenmişler, yani kendilerini beğenmişler ve gerçek kudret ve kuvvetin Allah'ın olduğunu bir an unutmuşlardı. Bu düşüncelerle savaşa girişen İslâm ordusu, ilk anda yenilgiye uğramış, ancak Hz. Peygamber (a.s)'in duası ve askerî dehası kısa sürede, dağılan İslâm ordusunu toparlamaya yetmişti. İlk anlarda mağlub olan ordu, kısa zamanda savaşın kaderini değiştirmiş ve üstünlük sağlamıştı. Bu arada, Allah (cc.); peygamberi (sav.) ve müminler üzerine sükunet, güven, kalp yatışkanlığı indirmişti.
     Ahlâk kitaplarının birinde, kendini beğenme ile ilgili şöyle bir olay anlatılır: Hükümdarlardan Muizüddevle Ahmed b. Tüveyh'in veziri Mihleb, bir gün güzel bir elbise giymiş ve kendini beğenmişlik edası içinde iki tarafı süzerek yoluna devam ederken, bir kişi yanına gelip:
     "Allah (cc.) ve Resulunun (sav.) sevmediği biçimde yaptığın bu yürüyüş, nasıl bir yürüyüştür?" diye sorunca,
     Mihleb; "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" demiştir.
     Bunun üzerine diğeri; "Bilirim, senin evvelin (yani yaratılışın) bir damla bulanık su, sonun ise bedeninin kurtlara gıda olmasıdır" diye cevap vermişti ve Mihleb, bir söz bulamayıp çekip gitmişti...
     Kendini beğenmenin bir takım sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, kişinin münafıklığı âdet haline getirmiş olması ve etrafındakilerin övgüleri ile şişirilip uçurulmasıdır.
     İnsan; kendini beğenmeyi terkederse ve onun sebeplerinden uzak durursa, onun yerine tevazu gönlüne yerleşir. Bu ise, insanların sevgisine ve samimi teveccühlerine en kuvvetli vesiledir.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Mefail HIZLI

11 Şubat 2015 Çarşamba

RİYAZÜS SALİHİN *** 7) Sağlam İman ve Allah’a Güvenip Dayanmak (2)

RİYAZÜS SALİHİN
7) Sağlam İman ve Allah’a Güvenip Dayanmak (2)
79. Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre o, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Necid taraflarında bir gazvede bulunmuştu. Dönüşte Resûlullah ile birlikteydi. Öğle vakti ağaçlık, çalılık bir vadiye geldiklerinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem orada mola vermiş, mücâhidler ağaçlar altında gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ise, semure denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirahate çekilmiş kılıcını da ağaca asmıştı.
     (Câbir dedi ki:) birazcık (uyku) kestirmiştik ki, Resûlullah’ın bizi çağırdığını işittik ve hemen yanına koştuk. Bir de baktık, Resûlullah’ın yanında (müşriklerden) bir bedevi, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   – “Ben uyurken bu bedevi kılıcımı almış, uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette bunun elindeydi. Bana:
   – Seni benim elimden kim koruyup kurtaracak? dedi. Ben de üç defa:
   – “Allah” cevabını verdim.
(Câbir diyor ki) Resûlullah adamı cezalandırmamıştı, yanında oturuyordu.
[9]

* (Buhârî’deki) bir başka rivayette [10] Câbir radıyallahu anh şöyle demiştir:

    Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte zâtü’r–rikâ’ denilen gazvede bulunuyorduk. Gölgeli bir ağaç bulduğumuzda onu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bırakmayı âdet edinmiştik. (Bu defa da öyle yaptık.) Ancak müşriklerden bir adam gelerek Resûlullah’ın (ağaçta asılı olan) kılıcını alıp çekmiş ve:
   – Benden korkuyor musun? diye seslenmiş. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Hayır” cevabını vermiş. Adam:
   – Peki seni benim elimden kim kurtaracak? demiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de;

   – “Allah” buyurmuştur.

* Ebû Bekir el–İsmâîlî’nin “Sahîh”inde yer alan bir rivâyette olayın bundan sonraki kısmı şöyle anlatılmaktadır:
   Adam:
   – Seni benim elimden kim kurtarır? dedi.
   Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Allah” cevabını verdi. Bunun üzerine adamın elinden kılıç düştü. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kılıcı aldı ve:

   – Peki şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? buyurdu. Adam:
   – İyi bir cezalandırıcı ol! dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
   – “Allah’tan başka ilâh olmadığını ve benim Allah’ın elçisi olduğumu kabul ve itiraf eder misin?” dedi.
   Adam:
   – Hayır, kabul etmem. Ancak seninle çarpışmamaya, seninle savaşacak herhangi bir topluluk içinde bulunmamaya söz veririm, dedi.

     Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem adamı serbest bıraktı. O da arkadaşlarının yanına döndü ve onlara:
   – En hayırlı kişinin yanından geliyorum, dedi.

   * Müslüman Allah’a dayanıp güvenmesini bildikten ve uyguladıktan sonra onun hakkından kim gelebilir. Gerçek güç ve kuvvet Allah’a aittir. Allah’ın herşeye gücü yeter. Burada Rasûlullah (s.a.v.)’in bu şahsı cezalandırmaması cezalandırmasından daha fazla etkili olmuş ve kendisini kışkırtan insanlar olan toplumunun yanına vardığında insanların en hayırlısının yanından geliyorum demiştir. Sonra bu kimse kabilesiyle birlikte müslüman olmuştur. Böylece Rasûlullah (s.a.v) insanların müslüman olmaları için her olay ve şarttan yararlanmayı bilmiştir. [11]

80. Ömer İbnü’l–Hattâb radıyalluha anh’den rivayet edildiğine göre “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim” demiştir:
     “Eğer siz Allah’a gereği gibi güvenseydiniz, (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları halde akşam dolu kursaklarla dönerler.” [12]

 81. Ebû Ümâre Berâ İbni Âzib radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   – “Ey falân! Yatağına yattığında şöyle dua et:
     Allah’ım! Kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana çevirdim. İşimi sana ısmarladım, işimde sana güvendim. (Rızânı) isteyerek, (azâbından) korkarak sırtımı sana dayadım, sana sığındım. Sana karşı yine senden başka sığınak yoktur. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere inandım.
     Eğer bu duayı yapıp yattığın gece ölürsen, iman üzere ölürsün, ölmez de sabaha çıkarsan hayra kavuşursun.”
[13]

* Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde (gösterilen yerlerde) yine Berâ İbni Âzib’den rivayet edildiğine göre Berâ, “Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle buyurdu” demiştir

   – “Yatağına yatacağın zaman, namaz kılmak için abdest alıyor gibi abdest al, sonra sağ tarafına yat ve –yukarıdaki duayı aynen zikrederek– böyle dua et!” Sonra da şunu ilâve etti:
   – “En son sözün bu dua olsun!”

82. Ebû Bekir es–Sıddîk, Abdullah İbni Osman İbni Âmir İbni Ömer İbni Kâ’b İbni Sa’d İbni Teym İbni Mürre İbni Kâ’b İbni Lüey İbni Galib el–Kureşî et–Teymî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre –ki Allah kendilerinden razı olsun, kendisi, babası ve annesi sahâbîdir– o şöyle demiştir:

     (Hicret yolculuğunda) biz Resûlullah ile mağaradayken, tepemizde dolaşıp duran müşriklerin ayaklarını gördüm ve:
   – Ey Allah’ın elçisi! Eğer şunlardan biri eğilip aşağıya bakacak olsa mutlaka bizi görür, dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   – “Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi sen ne zannediyor (ve haklarında neler düşünüyor) sun, Ebû Bekr?”
[14]

 83. Asıl adı Hind Binti Ebû Ümeyye Huzeyfe el–Mahzûmiyye olan Ümmü Seleme radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem evinden çıkacağı zaman şöyle dua ederdi:
     “Allah’ın adıyla çıkıyorum, Allah’a güveniyorum. Allah’ım sapmaktan, saptırılmaktan, kaymaktan kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan, haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhatap olmaktan sana sığınırım.” [15]

 84. Enes radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
   “Kim, evinden çıkarken:
   “Allah’ın adıyla çıkıyor, Allah’a güveniyorum. Günahlardan korunmaya güç yetirmek ve taate kuvvet bulmak, ancak Allah’ın tevfik ve yardımıyladır” derse kendisine:

   “Doğruya iletildin, ihtiyaçların karşılandı, düşmanlarından korundun, diye cevap verilir. Şeytan da kendisinden uzaklaşır.” [16]

Ebû Dâvûd’un rivayetinde şu ilâve vardır:

     Şeytan, diğer şeytana: Hidâyet edilmiş, ihtiyaçları karşılanmış ve korunmuş kişiye sen ne yapabilirsin ki? der.
[17]

85. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:

     “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem zamanında iki kardeş vardı. Bunlardan biri (ilim öğrenmek için) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir, diğeri de (geçimlerini temin için) çalışırdı. (Bir gün) çalışan kardeş, ötekini Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şikâyet etti. Peygamber aleyhisselâm da:
     – “Belki de sen, onun yüzünden iş buluyor, rızıklandırılıyorsun” buyurdu. [18]

* İlâhî yardım ve rızıklanmanın pek çok yolları vardır. İlim öğrenmek te bu yollardan biridir. Din ve ilim yoluna düşenlerin geçimini Allah kolaylaştırır. İlim işine yardımcı olanlar da bunun karşılığını mutlaka görürler. Din kardeşinin yardımında olan kimseye Allah mutlaka yardım eder. Rızık konusunda ayet-i kerîmeler çoktur. Bunlardan bir kısmı için bkz. Bakara: 2/212; Âl i İmrân: 3/37; En’âm: 6/151; İsra: 17/31; Tâhâ: 20/132; Hacc: 22/58; Nûr: 24/38; Neml: 27/64; Ankebût: 29/60; Sebe’: 34/24; Fâtır: 35/3; Mü’min: 40/40; Talak: 65/2-3.
[19]

Dipnotlar: [9] Buhârî, Cihâd 84, 87, Meğâzî 31, 32; Müslim, Fezâil 13, 14, Müsâfirîn 311. [10] bk. Meğâzî 31. [11] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 37. [12] Tirmizî Zühd 33. Ayrıca bk. İbni Mâce, Zühd 14. [13] Buhârî, Vudû 75, Daavât 6; Müslim, Zikr 56–58. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 98.
   Bu hadisin benzeri 814 ve 815 de tekrar gelecektir. Bir değişik şekli de 1463 numarada yer alacaktır.
[14] Buhârî, Tefsîru sûre (9), 9; Fezâilü’l–ashâb 2; Müslim, Fezâilüs–sahâbe 1. [15] Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34; İbni Mâce, Duâ 18. [16] Ebû Dâvûd, Edeb 103; Tirmizî, Daavât 34.

[17] Ebû Dâvûd, Edeb 104.[18] Tirmizî, Zühd 33.[19] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 38.

10 Şubat 2015 Salı

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi 34 - 39. Ayeti Kerimeler...


TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
34 - 39. Ayeti Kerimeler Arasının Tefsiri

Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
 
     Ayet
     Hani meleklere, "Adem için saygı ile eğilin" demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu. ﴾34﴿

 
     Tefsir
     Terim olarak secde ayaklar, dizler, eller ve alın yere konarak yapılan özel bir ibadet şekli olup namazın en önemli kısmıdır ve ibadetin ruhuna en uygun davranış biçimidir. Bu şekildeki bir hareketin, ibadet maksadıyla Allah’tan başkasına yapılması, hak dinlerin hiçbirinde câiz görülmemiştir.
     İbadet maksadı taşımaksızın insanların birbirine, saygı göstermek üzere secde etmeleri, İslâm’dan önceki bazı dinlerde ve kültürlerde câiz görülmüş ve uygulanmıştır. Nitekim Hz. Yûsuf’un babası ve annesiyle diğer aile fertleri ona kavuştuklarında secde etmişlerdi (Yûsuf 12/100).
     Meleklerin Âdem’e secde etmeleri Allah’ın emriyle olmuş, bu bir tek hareketle melekler iki şey yapmışlardır:
     a) Allah Teâlâ’ya ibadet,
     b) yeryüzünde O’nun halifesi olmak üzere yaratılmış ve birçok üstün vasıflarla donatılmış Âdem’e saygı ve onun hilâfete liyakatini tasdik.
     Âdem için yapılan secde şeklindeki saygı hareketi, Allah’ın emriyle olduğu ve Âdem’e ibadet maksadı taşımadığı için şirk şâibesinden de uzak bulunmuştur. Meleklerin arasında bulunan ve onlar Allah’ın emri üzerine Âdem’e secde ettikleri halde bu emre karşı koyan İblîs’in “melek mi, cin mi” olduğu konusu tartışılmıştır. Bazı rivayetler yanında özellikle bu âyette geçen “... İblîs hariç melekler secde ettiler” ifadesine dayanan bazı tefsirciler onun önde gelen bir melek olduğunu, bu isyandan sonra meleklik sıfatını kaybettiğini ve kendisine Allah tarafından farklı özellikler verildiğini ileri sürmüşlerdir.
     Yine bazı rivayetler yanında özellikle “O, cinlerdendi; rabbinin emrinden dışarı çıktı” (Kehf 18/50) meâlindeki âyeti delil olarak kullanan tefsirciler de İblîs’in melek değil, cin türünden olduğunu, hatta nasıl Âdem insanlığın babası ise onun da cinlerin babası olarak yaratıldığını savunmuşlardır.
     Her ne kadar “İblîs hariç” şeklindeki istisna, İblîs’in meleklerden olduğu kanaatini veriyorsa da, bir toplulukla beraber bulunan, fakat onların cinsinden, türünden olmayan varlıklar için de istisna ifadesi kullanıldığı (istisnâ-i munkatı‘), meselâ “Koyun sürüsü geldi ancak çoban gelmedi” denilebildiği, ayrıca meleklerin yaratılış özellikleri arasında “Allah’ın emrine karşı çıkmamak ve buyurulanı yerine getirmek” (Tahrîm 66/6) vasfının da bulunduğu göz önüne alındığında İblîs’in melek türünden olmadığı tesbiti ve yorumu ağır basmaktadır.
 
     Ayet
     Dedik ki: "Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." ﴾35﴿
     Tefsir
     İnsanın atasının cennete konması ve oradan yere indirilmesi hadisesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç yerde anlatılmıştır:
     1. Yukarıda meâli verilen âyetlerde.
     2. A‘râf sûresinde (7/19-27). Burada hadiseyle ilgili olarak daha fazla açıklamalar yapılmış, şeytanın Âdem’le eşini kandırmak üzere kafalarına vesvese soktuğu, kendisinin iyi niyetli olduğuna yemin ederek yasak ağaçtan yedikleri takdirde melekler gibi olacaklarını ve cennette ebedî kalacaklarını söylediği, Âdem’le eşi yasak ağaçtan yiyince ayıp yerlerinin ortaya çıkıp göründüğü, bunları örtmek için cennet ağaçlarının yapraklarını üstlerine örtmeye çalıştıkları ve rablerinin ikazı üzerine “Ey rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz” (A‘râf 7/23) diyerek Allah’a tövbe ettikleri, bunun üzerine orada yaşamak, ölmek ve oradan çıkarılmak üzere yeryüzüne indirildikleri anlatılmıştır.
     3. Tâhâ sûresinde (20/117-123). Burada daha öncekilere nisbetle farklı olan ve bazı karanlık noktaları aydınlatan ilâve açıklamalar vardır. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ Âdem’le eşini, şeytanın kendilerine düşman olduğunu, onları cennetten çıkarmasına fırsat vermemelerini bildirerek ikaz etmiş, cennette kalmaları halinde acıkmayacaklarını, çıplak kalmayacaklarını, susamayacaklarını ve sıcaktan bunalmayacaklarını ifade buyurmuştur.
     İlk insanın nerede ve nasıl yaratıldığını anlatan âyetlerle cennete konması ve oradan çıkarılmasını açıklayan âyetler birlikte göz önüne alınıp yorumlandığında şu sonuçlar çıkmaktadır: İlk insanı Allah Teâlâ özel bir topraktan yeryüzünde yaratmış, ondan eşini de var etmiş, sonra bunları cennete koymuştur. Bu cennetin ve içindeki hayatın yeryüzünde mevcut herhangi bir bölgede olabilecek insan hayatından farklı olduğu açıkça ifade edilmiştir.
     Şu halde bu cennet kulların ödüllendirileceği, içinde ebedî olarak mutlu yaşayacakları cennettir. Cennetin çeşitli bölgeleri ve dereceleri vardır. “İçinde devamlı kalınan” cennete (huld) giren bir daha çıkmazsa da diğer bölgelerine girenlerin çıkmayacağı konusunda bir açıklama yoktur. Ayrıca ölümden sonra devamlı kalmak üzere cennete girmek ile insanoğlunun dünya hayatı başlamadan bir imtihan için cennete konulması arasında fark vardır; imtihan cennetinden de imtihan dünyasından da çıkmak mümkündür.
     İnsanların atasının önce cennete konması, sonra oradan yeryüzüne indirilmesinin birçok hikmeti düşünülebilir. Bunlardan biri de kullara, ebedî ve ana yurdun cennet olduğu düşünce ve duygusunun verilmesi, bu düşünce ve duygunun ilâhî irşada uyma konusunda bir teşvik unsuru olmasıdır. Ebedî mutluluk yurduna dönmek ve orada eşi bulunmaz nimetlere mazhar olmak isteyenler, atalarının düştüğü gaflete düşmemeli, Allah’ın uyarılarını ve O’na ezelde verdikleri sözü unutmamalı, şeytana ve nefse uymamalıdırlar. Âdem’in ve eşinin ürününü yedikleri ağacın ne ağacı olduğu konusunda çeşitli rivayetler vardır; ancak hiçbiri sağlam bir bilgi kaynağına dayanmamaktadır. Burada önemli olan yenilen ağacın ürününden ziyade Allah’ın yasağının çiğnenmiş olmasıdır. Cennette yasağın çiğnenmesi, emre uyulmaması nasıl insanlığın atasını oradan çıkardı, nimetlerle külfetlerin, acı ile tatlının, mutlulukla mutsuzluğun yan yana bulunduğu imtihan dünyasına indirdiyse bu dünyada ilâhî emirlerin ve yasakların çiğnenmesi de insana imtihanı kaybettirecek ve onun ebedî mutluluk yurduna geri dönmesine engel olacaktır.

     Ayet
     Derken, şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de, "Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır" dedik. Derken, Adem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb'ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz o, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır. "İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafımdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir" dedik. İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar cehennemliktir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. ﴾36-39﴿

     Tefsir
     Yeryüzünde insan tek başına değil toplu olarak yaşayacaktır; Rabbi onu sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Topluluk halinde yaşayan insanların arzu ve ihtiyaçlarının çatışmaması mümkün değildir. Çatışan arzular ve ihtiyaçlar; anlaşmazlıklar ve düşmanlıkları beraberinde getirecek, insanlar birbirinin kurdu olacaklardır. Onları ıslah edecek, uygarlaştıracak, ihtiyaç ve arzuların kültür ve medeniyete kaynaklık etmesini sağlayacak bir nizama ihtiyaç vardır. İşte hak dinler bu nizamı koymak üzere gönderilmiştir. Ona uyanlar dünyada korkudan kurtulacak, hür ve güvenlik içinde yaşayacak; dileyen mümin, dileyen kâfir, isteyen sâlih, isteyen fâsık olabilecek; âhiret hayatında da sâlihler hüzün ve kederden kurtulup mutluluğa kavuşacak, kâfirler ise dünyada ettiklerinin cezasını çekeceklerdir.
     Kur’an’ın açık ifadesine ve buna dayalı İslâm inancına göre; Hz. Âdem’in işlediği, bağışlanmamış, dünyaya taşınmış, nesline miras kalmış ve Hz. Îsâ’nın kurban edilmesine sebep teşkil etmiş bir “aslî günah” yoktur. Hz. Âdem’in davranışı ya günah değildir ya da Allah tarafından kendisine öğretilen ve onun da yerine getirdiği tövbe sayesinde temizlenmiştir.
     Ayrıca bütün hak dinlerin de adı olan İslâm’a göre kimse kimsenin günahını yüklenmez (Fâtır 35/18), suç ve günah şahsîdir. Yine yahudi ve hıristiyan kaynaklarından İslâmî geleneğe geçmiş bulunan kadın hakkındaki olumsuz telakki, yani “kadının şeytanlığı, fettanlığı, Âdem’in şeytana kanmasına ve cennetten çıkarılmasına sebep oluşu, bu yüzden ‘aslî günahın’ asıl sebebinin kadın olduğu, dünyada ondan uzak kalınması gerektiği...” inanç ve anlayışı da Kur’an’ın lafız ve ruhuna aykırıdır.
     Kur’ân-ı Kerîm bu macerada Hz. Âdem’le eşini birlikte (tekil değil, ikil olarak) anmakta, gerek Allah’ın uyarısına ve gerekse şeytanın saptırmasına birlikte muhatap olduklarını; ayak kaydıranın da kadın değil şeytan olduğunu açıklamaktadır. Bir insan ve Allah’ın bir kulu olarak kadının erkekten farkının bulunmadığı, kemal yolculuğu ve yarışında erkek ile eşit fırsata sahip bulunduğu ise pek çok âyette açık ve kesin olarak ortaya konmuştur (meselâ bk. Bakara 2/228; Ahzâb 33/35; Hucurât 49/13).
  

14 Ocak 2015 Çarşamba

KELİMELER ~ KAVRAMLAR //✿\\ TUĞYAN

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
TUĞYAN

     Haddi aşma, zulüm, azgınlık, sapıklık; isyan, küfür. "Tuğyan" kelimesi "tağâ" (azdı, taştı, zulmetti) fiilinin masdarı olarak Kur'an'da dokuz yerde geçer. Ayrıca haddi aşıp azgınlık yapan kişi ve topluluklar manasında (taği) altı yerde; insanları yoldan çıkaran, azdıran "şeytan", "put" ve "kâhin" anlamında (tağut) sekiz yerde geçer. Masdar ve diğer türevleriyle birlikte bu kelime Kur'an'da toplam otuzdokuz yerde zikredilir.

     Hadiste: Hızır'ın öldürdüğü çocuğun (bk. el-Kehf, 18/74, 80) inkarcı bir tabiata sahip olduğu, eğer yaşasaydı ebeveynini "tuğyan"a ve küfre sürükleyeceği (Müslim, Kader, 29; Ebu Davud, Sünen 16, Hadis No: 4705) bildirilmektedir. Yine hadiste malın "tuğyan"ı olduğu gibi ilmin de "tuğyan"ı olduğu bildirilmiştir. Yani ilim, sahibini, şüpheli hususlarda ruhsat kullanması suretiyle, helâl olmayan yollara sevk eder. İlmi dolayısıyla kendisinden aşağıda olan kimselere büyüklük taslar ve mal sahibinin yaptığı gibi ilmiyle amel etmeyerek ilminin hakkını veremezse bu ilmin tuğyanı olur (bk. İbn Manzur, Lisanu'l Arab, "Tağa" md.).

     "Tuğyan" ile aynı kökten gelen "tağut" kelimesi, azgın, insanlara zorla hükmeden kâfir, zorba kişiyi ifade eder.

     Kur'an'da Allah müminlerin dostu ve yardımcısı, "tağut" da kâfirlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş; "müminlerin Allah yolunda savaştıkları" kâfirlerin ise, "tağut yolunda savaştıkları" ifade edilmiştir:

     "Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları azgın putlar (tağut) dır. Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır" (el-Bakara, 2/257).

     "İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytan (tağut) yolunda harbederler. Şeytanın dostlarıyla savaşın. Esasen şeytanın hilesi zayıftır" (el-Nisâ, 4/76).

     Kur'an-ı Kerîm'de Âd, Semûd ve Nuh kavmi gibi azgın toplulukların, Allah'ın emriyle yine azgın, köpürüp kuduran tufan; her şeyi yerinden söküp atan "dondurucu rüzgâr" (el-Hâkka, 69/6) ve korkunç ses (sayha) (Hud, 11/67) ile helâk edildikleri anlatılmaktadır. Böylece sanki onlara, amelleri cinsinden bir ceza verilmiştir. Haddi aşıp isyan eden, azarak kendinden başka güç tanımayan insana Allah'ın emrine boyun eğen tabii hadiseler (tufan, fırtına, zelzele vb.) yoluyla haddi bildirilir. Akıl sahibi ve şerefli olarak yaratıldığı halde başkaldırıp isyan eden, her istediğini yapabileceğini zanneden azgın insan, akıl sahibi olmadığı halde her emre boyun eğen "Allah'ın askerleri" tel-Fetih, 48/7) tarafından mağlub ve perişan edilir.

     Tuğyan, insanın tabiatında vardır. Vahye kulağını tıkayan, aklını yegane rehber kabul ederek kendini beğenen "bencil" insan bir de çok mal sahibi olup kendini ihtiyaçtan uzak görmeğe başladı mı, "tuğyan" içine düşmüş olur: "şüphesiz, insanoğlu kendini müstağni sayarak azgınlık eder" (el-Alak, 96/6).

     "İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek vahyettiği zaman artık Allah'ı unutur; gerçek kudret, ilim ve dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olanın yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyana açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak-hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah'a ortak koşmaya, nefsini onun yerine geçirip heva ve heveslerinin peşinden gitmeye girişir. İşte bu hal, tuğyan halidir ve bu tür insanlar da Kur'an'ın diliyle Tağidir" (Ali Ünal, Kur'ân'da Temel Kavramlar, 355-356).

     Allah, insanların azıp sapmamaları için her şeyi ölçü ile yaratmış, rızkı da belli bir ölçü ile insanlara vermiştir: "Eğer Allah rızkı kullarının hepsine bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Ama O, dilediğini bir ölçüyle indirir" (eş-Şûrâ, 42/27).

     İnsanın açık bir düşmanı olan şeytan” (Yusuf, 12/5) ve "kötülüğü çok emreden nefis" (Yusuf, 12/53) insanı azgınlığa ve sapıklığa teşvik eder. Bunun için Kur'an, nefis ve şeytana karşı insanı sık sık uyarır ve onların vesvese ve saptırmalarına karşı uyanık bulunmalarını emreder. Allah'ın bu uyarısı insanlara olan lütuf ve merhametinin bir eseridir. Allah insanı başıboş bırakmamıştır (Kıyame, 75/36). Başıboş bıraksaydı kendi aleyhlerine olurdu; azıp saparlardı. Bununla beraber insanların çoğu bilgisizlikleri ve akılsızlıkları yüzünden iman etmemişlerdir.

     Kur'an 'da "Firavn", "tuğyan"ın simgesi olarak takdim edilmiştir. O, bütün gücün kendi elinde olduğunu vehmediyor, insanları küçük görüyor, onları öldürüyor ve en "kötü işkence"ye maruz bırakıyordu (el-Bakara, 2/49; ibrahim, 14/6). Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu kölesi; "Mısır ve nehirler" onun mülkü idi: "Firavun milletine şöyle seslendi: Ey milletim! Mısır hükümdarlığı ve memleketimde akan bu ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?" (Zuhruf, 43/51).

     O, bunun bir istidrac (küfrünü artıran, cezasını artıran bir imtihan) olduğunu anlayamamıştı. Eğer ona Musa ve Harun gibi iki mübarek Peygamber gidip de "tuğyan"ını hatırlatmasa ve onu Allah'a çağırmasa idiler, belki o Allah'a karşı özür beyan etme sevdasına kapılabilir, "Ya Rabbi bana bir uyarıcı gelmedi ki" diyebilirdi. Çünkü azgınlığının farkında değildi; İnsanları köle olarak çalıştırmayı onlara işkence etmeyi ve öldürmeyi tabii hakkı olarak görüyordu. Saltanatı onu mağrur etmişti.

     Tuğyanın temelinde "kibir" ve "benlik" yatar. Şeytanın azgınlığınının sebebi kibir ve benlik idi. Bu bakımdan Nisa sûresinin 51. ayetinde "Tağut" şeytan olarak yorumlanmıştır.

     Tuğyan kelimesine küfür, şirk ve zulüm olarak iki şekilde mana vermek gerekir:
     "Doğrusu şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 31/13). Çünkü şirk, bile bile hakkı inkâr etmek, niyeti görmemek ve onu verene isyan etmektir. Bu, iman noktasından bir "tuğyan" dır. İman açısından tuğyan içinde bulunan kimsenin uygulama bakımından da "zalim" olması tabiidir. Firavunun tuğyanı buna örnektir. Uygulama açısından "tuğyan" ise "zulüm" ve "haksızlık" tır. Özellikle yetki sahibi bir kimsenin, kendisini haklı gösterecek bazı gerekçelerle adaletten ayrılması ve emri altındakilere zulmetmesidir. Böyle kişilerin hakkı korkusuzca söyleyen âlimler tarafından uyarılması gerekir. Hadiste böyle zulüm yapan yöneticiye (sultanun cairun) karşı hakkı söyleyen âlim övülmektedir: "Cihadın en-üstünü zalim hükümdara karşı hak sözü söylemektir" (İbn Mâce, Fiten, 20).

     İslam tarihi, zalim sultanlara ve kötü hükümdarlara karşı gelen güçlü bilginlerle doludur. Çoğu kez bu muhalefet, dil ve kalemden mızrak ve kılıca dönüştü. Tıpkı Abdurrahman b. el-Eş'as ve beraberindeki fakih ve muhaddislerin, Haccac'ın tuğyanına (taşkınlığına) ve Emevî devletinin sapmasına başkaldırmaları gibi.

     Medine'nin ünlü fakihi Saîd b. Müseyyeb, Hulefa-i Raşidin'in yolundan gitmeyen, mal, mevki ve nüfuz peşinde koşan Emevi emir ve valilerinin, kendi itibarından yararlanmak için yaptıkları mal ve mevki tekliflerini reddediyor ve onların kötü emellerine alet olmuyordu. Velid b. Abdülmelik'e biatı reddeden Saîd b. Müseyyeb'e 60 değnek ceza vuruldu.

     Tabiin dönemi âlimlerinden Saîd b. Cübeyr, Haccac'ın zulmünü önce vaaz ve nasihatle önlemeye çalıştı, bu fayda vermeyince ona karşı ayaklandı ve şehid edildi.

     Halife Mansur'un zulmüne boyun eğmeyerek onun gayri meşrû isteklerine alet olmamak için teklif edilen kadılık görevini reddeden Ebu Hanife de işkenceyle şehid edilmiştir (Beyyumi, tuğyana Karşı Ulema, 17 vd.).

     Malik b. Enes de Halife Mansur'dan haksızlık ve zulüm gördü. Hz. Ali (r.a) taraftarlarının isyanına fetva vermesi üzerine ona işkence yapıldı (Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi III, 92-93).

     Örneklerden de anlaşıldığı gibi "tuğyan" (zulüm), mümin olsun, kâfir olsun, maddî gücü ve siyasî iktidarı elinde bulunduran yöneticilerin yakalandıkları bir hastalıktır. Yöneticiler bu hastalıktan ancak yanlarına müttaki alim yardımcılar (müşavirler) almak ve adalete sarılmak suretiyle kurtulabilirler. Çünkü mutlak Hakim, Cebbar ve Kahhar olan Yüce Allah adaleti emretmektedir (en-Nisa, 4/58; en-Nahl, 16/90). Adalet, yöneticinin iktidarında uzun süre kalmasını ve adının hayırla anılmasını sağlayan temel bir özelliktir. Zulüm ise bunun tersidir. Zalim bir yönetici kısa sürede iktidarını kaybeder ve herkes tarafından lanetle anılır.

     Tuğyan, siyasî iktidarı elinde bulunduran kişilerin sırf kendi iktidarını devam ettirmek ve rakiplerini etkisiz bırakmak için, çevresindeki kötü kişilerin telkin ve tahriklerine kapılarak zulme sapmalarıdır. Onları bu geçici iktidar sarhoşluğundan kurtarıp zulümlerini önleyecek olan, dünya malına ve makamına değer vermeyen gerçek alimlerdir. Yönetici ancak böyle cesur alimlerin uyarı ve tavsiyeleriyle ve sorumluluğunun şuurunda olarak Allah'tan korkmak suretiyle adaleti yerine getirebilir Hz. Ömer'in her gün kendisine: "Ey Ömer Allah'dan kork!” uyarısı yapmak üzere bir kişiyi görevlendirdiğine; zulme sapmaktan korkan bazı yöneticilerin de kendilerine: "Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var" ikazını yaptırdıklarına tarih şahidlik etmektedir.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Halit ÜNAL

12 Ocak 2015 Pazartesi

RİYAZÜS SALİHİN'DEN HADİS-İ ŞERİFLER ✿ 7) Sağlam İman ve Allah’a Güvenip Dayanmak

RİYAZÜS SALİHİN
7) Sağlam İman ve Allah’a Güvenip Dayanmak (1)


     Bu bölümdeki yedi ayet ve onbir hadîs-i şerîften; Müslümanların Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’in doğru söylediklerine inanıp ona göre yaşadıkları takdirde bu durumunun Allah’a olan teslimiyetlerini artırdığını, "Allah bize yeter" diyen mü’minlere Allah’ın ikram ve nimetler vereceğini, sadece ölümsüz olan ve devamlı diri olan Allah’a güvenip dayanma gerektiğini, bir işe azmedince sadece Allah’a güvenmek gerektiğini, Allah’a güvenene Allah’ın kâfi olduğunu, gerçek mü’minlerin sadece Rablerine güvenip dayandıklarını, büyü yapıp-yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve sadece Rablerine güvenenlerin hesapsız, azapsız cennete gireceklerini, Rasûlullah (s.a.v.)’in dualarında hep Allah’a güvenip sığındığını, İbrahim (a.s.)’ın ateşe atıldığında Allah bana yeter O ne güzel vekildir dediğini, cennete girecek nice insanların kuşlar gibi tevekkül sahibi olmalarından dolayı cenneti kazandıklarını, Allah’a tevekkül edilirse O’nun her zaman ve her yerde tevekkül edenleri koruyacağını, kuşlar gibi tevekkül sahibi olmamız istendiğini, dualarımızda da Allah’a güvenip dayanmamız gerektiğini, belki de rızık sebebimizin aile ve akraba içerisinden başka kimseler olduğunu öğreneceğiz. [1]
  • “Mü’minler, düşman bölüklerini gördüler mi; “İşte bu Allah ve peygamberinin bize vâdettiğidir, Allah ve peygamberi doğru söylemiştir” dediler. Bu onların inançlarını ve teslim oluşlarını artırmıştır.” (Ahzâb: 33/22)
  • “O inananlar ki, başka insanlar tarafından “Bakın size karşı bir ordu toplanmış, onlardan korkun ve korunun” denince bu söz onların imanını artırdı ve “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diye cevap verdiler.” (Âl-i İmrân: 3/173)
  • “Öyleyse, hep diri olup, hiç ölmeyecek Rabbine güvenip dayan.” (Furkân: 25/58)
  • “İnananlar, sadece Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (İbrahim: 14/11)
  • “Sonra bir hareket şekline karar verince de, Allah’a güven.” (Âl-i İmrân: 3/159)
  • “Kim Allah’a güvenip dayanırsa, Allah ona yeter.” (Talâk: 65/3)
  • “Gerçek mü’minler o kimselerdir ki, her ne zaman Allah’tan söz edilse, kalpleri korkuyla titrer ve kendilerine, her ne zaman O’nun ayetleri ulaştırılsa, imanları artar ve Rablerine daima güvenip, dayanırlar.” (Enfâl: 8/2)

75. Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “(Geçmiş) ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç–beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler. Baktım; (çok) büyük bir karaltı. ‘İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız–azabsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır’ dediler.”
     (İbni Abbas diyor ki) Söz buraya gelince Peygamber aleyhisselâm kalkıp evine gitti. Oradaki sahâbîler bu hesapsız–azabsız cennete girecek yetmiş bin kişinin kimler olabileceği hakkında konuşmaya başladılar: Kimileri, “Bunlar peygamberin sohbetinde bulunanlar olmalıdır” derken, kimileri, “Bunlar İslâm geldikten sonra doğup, şirki tanımamış olanlardır” dediler. Daha başka birçok görüş ileri sürenler oldu.
     Onlar bu meseleyi tartışırken Peygamber aleyhisselâm çıkageldi.
– “Ne hakkında konuşuyorsunuz?” diye sordu.
– Hesapsız–azabsız cennete gireceklerin kim oldukları hakkında konuşuyoruz, dediler.
     Bunun üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem:
– “Onlar büyü yapmayan, yaptırmayan, uğursuzluğa inanmayan ve Rablerine güvenenlerdir” buyurdu.
     Ukkâşe İbni Mihsan yerinden fırladı ve:
– Beni de onlardan kılması için Allah’a dua et (Yâ Resûlallah)! dedi.
     Peygamber aleyhisselâm da:
– “Sen onlardansın!” buyurdu. Sonra bir başka kişi daha kalktı ve:
– Beni de onlardan kılması için dua buyur, dedi.
Peygamber aleyhisselâm bu defa:
– “Fırsatı değerlendirmekte Ukkâşe senden önce davrandı” buyurdu.
 [2]

     * Peygamberimiz (s.a.v.)’e ilâhî vahyin dışında da bazı şeyler bildirildiği beyan edilen bu hadiste Allah’a tam güven tevekkülün aslı bildirilmektedir. Bu da büyü ve sihir dediğimiz bazı tılsımlı ifade ve şekillerle hastalık ve şerlerden korunmayı zannetmektir. Bu da Allah’a tevekkül inancına ters düşer. Gerçekten Allah’a tam güvenen müslümanı Allah; gerçek imana kavuşturur ve bu tip asılsız endişe ve korkuların, stres ve bunalımından kurtarır ve böylece kişi Allah’ın kaza ve kaderinin önüne geçilebileceği inancına saplanmaz ve bu davranışlara başvurmaz. İnsanların kuşların hareketlerinden ve benzeri şeylerden uğursuzluk çıkarmaları gibi adetlerin hiç birisi İslâm’da yoktur. Bu konuda söylenenlerin hepsi bâtıl ve hurâfe olup boş şeylerdir. Müslümanın şifa ayetlerini ve Kur’ân’dan bazı bölümlerini okumak suretiyle tedavi olması metodu meşru olup bu konu hakkında hadis kitaplarının dua ve zikirler bölümüne bakılabilir.
     Rasûlullah (s.a.v.)’in eğitim metoduna bir örnek de hadisin sonundaki Ukkâşe senden evvel davrandı sözüdür. Çünkü Rasûlullah (s.a.v) müslümanlardan hiç kimseyi kırmayı sevmez ve onların hoşlanmayacağı ifadeyi de kullanmazdı. [3]

76. Yine Abdullah İbni Abbas radıyalluha anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle söylemeyi itiyat edinmişti:
     “Allah’ım! Sana teslim oldum, ben sana inandım, sana dayandım. Yüzümü gönlümü sana çevirdim, senin yardımınla düşmanlara karşı mücâdele ettim.
     Allah’ım! Beni saptırmandan yine sana, senin büyüklüğüne sığınırım, –ki senden başka ilah yoktur–. Ölmeyecek diri yalnız sensin. Cinler ve insanlar ise, hep ölümlüdürler!” [4]
77. Yine Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
     “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” sözünü, ateşe atıldığında İbrahim aleyhisselâm söylemiştir. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de bu sözü “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çaresine bakınız!” dediklerinde söylemiştir. Nitekim bu haber müslümanların imanını arttırmıştı ve onlar hep birlikte “Allah bize yeter, o ne güzel vekildir” demişlerdi.

     * Buhârî’nin Abdullah İbni Abbas radıyallahu anhümâ’dan naklettiği bir başka rivayette Abdullah şöyle demiştir:
     “Ateşe atıldığı zaman İbrahim aleyhisselâm’ın son sözü:
     “Allah bana yeter, o ne güzel vekildir” demek olmuştur. [5]
     * Bu hadîs-i şerîfte de İbrahim (as) ve Muhammed (as)’ın tevekkül konusundaki örneklikleri gözler önüne serilmiştir. Çünkü tüm peygamberler biz müslümanlar için en güzel örneklerdir. Bunun için bkz. (Ahzâb: 33/21; Mümtahine: 60/4-6.) [6]

78. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Cennete girecek bir kısım insanlar vardır ki, onların kalpleri kuş kalbi gibi (rakîk ve güven içinde)dir.” [7]

     * Ölüm tehlikesinin başı sayılabilecek açlık ve gıdasızlık meselesinde kuşlar gibi olup yanına stok yapılmaması konusunda kuşların örnek alınması bize tavsiye ediliyor. Çünkü herkesin rızkını veren Allah’tır. Bu konuda bkz. (Mâide: 5/114; En’âm: 6/151; Yûnus: 10/31; Hûd: 11/6; Ra’d: 13/26; Hıcr: 15/20; Nahl: 16/71; İsra: 17/31; Tâha: 20/132; Ankebût: 29/60; Sebe’: 34/24; Sad: 38/54; Zâriyât: 51/57 58.) [8]

Dipnotlar:
[1] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 35.
[2] Buhârî, Tıb 1, Rikak 50, Libâs 18; Müslim, Îmân 374. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 16.

[3] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 36.
[4] Müslim, Zikir 67. Ayrıca bk. Buhârî, Teheccüd 1, Tevhîd 7, 8, 24, 35; Müslim, Müsâfirîn 199; Ebû Dâvûd, Salât 119; Tirmizî, Daavât 29; Nesâî, Kıyâmü’l–leyl 9; İbni Mâce, İkâmet 180.
Bu hadis 1481 numarada tekrar gelecektir.
[5] Buhârî, Tefsîrû sûre (3), 13.
[6] Abdullah Parlıyan, Açıklamalı Tam Riyazu’s-Salihin Tercümesi: 36.
[7] Müslim, Cennet 27. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 331.

5 Ocak 2015 Pazartesi

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi'nin 30, 31, 32 ve 33. Ayeti Kerimelerinin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
30, 31, 32 ve 33. Ayeti Kerimelerinin Tefsiri
Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla

     Ayet
     Hani, Rabbin meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar, "Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz." demişler, Allah da, "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" demişti. ﴾30﴿

     Tefsir
     Sûrenin 28. âyetinden itibaren hem Allah’ı inkâr mânasındaki küfrü, hem de ilâhî nimetlerin kıymetini bilmemek ve şükran vazifesini yerine getirmemek mânasındaki küfrü engelleyen deliller, işaretler ve nimetler sıralanmaya başlanmıştı. İnsana hayat verme, öldükten sonra tekrar diriltme, yeryüzünde ne varsa hepsini insan için yaratma nimetlerinden sonra 30-35. âyetlerde hilâfet, ilim, meleklerin secdesi ve cennet nimetleri sıralanmaktadır. İleride gelecek birçok âyette (meselâ bk. Nisâ 4/1; Zümer 39/6) ilk insan olan Âdem’in nasıl yaratıldığı ve diğer insanların nasıl üreyip çoğaldıkları anlatılacaktır. Burada anlatılan insanın yaratılması değil, Allah tarafından ona verilen özellikler, sorumluluklar, yetki ve nimetlerdir.
     Bunlardan biri ve belki de en önemlisi hilâfet özelliğidir. Sözlükte hilâfet, “bir kimsenin diğerinin yerini alması, onu temsil etmesi, onun salâhiyetlerini kullanması” mânasına gelir. Allah’ın yeryüzünde yaratacağı halife ya Allah’ın halifesidir ya da daha önce yeryüzünde yaşamış şuurlu varlıkların halifesidir; onların yerine gelmiş, onların yerini almıştır.
     Meleklerin, ileride insan soyunun neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna rağmen Âdem’in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah Teâlâ’nın da Âdem’in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan, Âdem’e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu, Âdem’in ve insanoğlunun yeryüzünde Allah’ın halifesi olacaklarını göstermektedir. Bir ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara “hilâfet yetkisi vermek” mânasındaki “istihlâf” vaadinin iman ve amel-i sâlih (Allah rızâsına uygun hareket, amel, davranış) şartına bağlanmış bulunması da bu yorumu desteklemektedir (Nûr 24/55). Ancak insanoğlunun bu mânadaki halifeliği, kendi mahiyeti ve sıfatlarına uygun olarak kısıtlı ve sınırlıdır. İnsan dahil hiçbir varlığın Allah Teâlâ’yı temsil etmesi, O’nun yerini alarak tasarrufta bulunması mümkün değildir. Âdem’in ve neslinin halifeliği, Allah’ın mülkü bulunan yeryüzünde O’nun iradesine uygun yaşamak ve tâlimatı doğrultusunda tasarrufta bulunmaktan ibarettir.
     İnsanların Allah’a kul olsunlar diye yaratıldıklarını ifade eden âyetle (Zâriyât 51/56) halifeler olarak yaratıldıklarını ifade eden âyetler aynı gerçeği anlatmaktadır: İnsanoğlu Allah’a kul olsun diye yaratılmış, yeryüzündeki çeşitli nimetler de bu maksadı gerçekleştirsin diye ona tahsis edilmiştir. İnsanoğlu kendisine verilen imkân ve nimetlerin Allah’ın mülkü olduğunu, bir amaca ve şarta bağlı olarak kendisine emanet edildiğini, bunlar üzerinde sahibinin irade ve rızâsına uygun bir şekilde tasarruf etmekle (hilâfet) yükümlü bulunduğunu bilecek ve bu şuur içinde davranacaktır.
     Meleklerden farklı olarak insanoğlu bu hilâfeti gerçekleştirecek fıtratta ve kabiliyette yaratılmış olup fıtratını bozmadığı takdirde bu vazifesini başarabilecektir. Allah Teâlâ meleklerin şahsında bunu insanoğluna da bildirip şuuruna yerleştirmiştir. Yukarıda işaret edildiği üzere buradaki hilâfet (genel hilâfet), yalnızca Âdem’e mahsus değildir; birçok âyet (A‘râf 7/69; Yûnus 10 /14; Neml 27/62) bu kabiliyet ve salâhiyetin bütün insanlar için söz konusu olduğunu açıkça ifade etmektedir.
     Özel (siyasî) hilâfet, Kur’ân-ı Kerîm’de bu isimle bulunmayan, Hz. Peygamber’den sonra ihtiyacın ortaya çıkardığı bir kavram ve kurumdur. Siyasî anlamda hilâfet fonksiyonunu üslenenler için Kur’an’da kullanılan tabir “ülü’l-emr”dir (Nisâ 4/59). “Hilâfet benden sonra otuz yıldır, daha sonra ısırıcı saltanat yönetimi olacaktır” meâlindeki hadiste (Müsned, V, 220-221; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 9; Tirmizî, “Fiten”, 48) zikredilen halifelik özel ve siyasî olanıdır. Hadisin sahih olması halinde, İslâmî kaynaklarda bu mânada hilâfet –bir görev ve makam adı olarak– ilk defa burada zikredilmiş olmaktadır (hadisin sıhhatiyle ilgili tereddütler ve kaynaklar için bk. Casim Avcı, “Hilâfet”, DİA, XVII, 539).
     Hz. Ebû Bekir, devlet başkanlığı bakımından Resûlullah’ın yerini aldığı için (bu sebeple) kendisine “Resûlullah’ın halifesi” denilmiş, Hz. Ömer’den “Resûlullah’ın halifesinin halifesi” diye söz edilmiş, bu zincir uzayıp gideceği için daha sonra yalnızca halife kelimesiyle yetinilmiş, bu arada siyasî halife “emîrü’l mü’minîn”, “imam” gibi unvanlarla da anılmıştır. Allah’ın kullarından, fert olarak değil de toplu olarak istediği, onları topluluk olarak yükümlü kıldığı vazifeleri yerine getirebilmek, ferdin halifeliği yanında ümmetin halifeliğini de hayata geçirebilmek için siyasî teşkilâtlanmaya ihtiyaç hâsıl olmuş; bunun zaruri sonucu olarak da fertler, yetkilerinin ve sorumluluklarının bireyi aşan tarafını –şartlı olarak– içlerinden lâyık olan birine devretmişlerdir. Halifeye verilen itaat sözü (biat), onun Allah’ın emir ve yasaklarına (hukuka, göreviyle ilgili dinî hükümlere) uygun davranması şartına bağlıdır. Asıl vatanları olan melekût âleminde daha önce yaratılmış ve insandan farklı özelliklerle donatılmış bulunan melekler, mülk âlemine dahil bulunan dünya (arz) yaratılınca burada, Allah adına hâkim olacak, her mümin için eşit derecede bağlayıcı (kanun) olan kitapta apaçık bildirilen ilâhî iradeyi temsil edecek ve gerçekleştirecek şuurlu varlıkların (halife, halâif), kendileri olacağını beklemişler, topraktan yaratılacak insanın bu kaynağa bağlı özellikleri dolayısıyla eksikleri olacağı, fesat çıkarmaya müsait bulunacağı için hilâfete lâyık olmadığını zannetmişlerdi. Yüce yaratıcı bu beklentiye uymayan iradesini, bu nimetin insan türünden olan kullarına tahsis buyurulduğunu ve bunun gerekçesini meleklere açıklamıştır. Melekler “emir, gayb, melekût” gibi isimlerle anılan âlemlere ait oldukları ve insanların, kendi bilgi vasıtalarıyla bu âlemlere ait bulunan varlıklar hakkında bilgi sahibi olmaları mümkün bulunmadığı için bu konudaki bilgiler daha ziyade vahye dayanmaktadır. Beşerî yorum ve kıyaslarla elde edilen bilgiler üzerinde ise görüş ayrılıkları vardır. Meleklerin varlıkları ve özellikleriyle ilgili bilgiler büyük ölçüde vahye dayanmakla beraber akıl, keşif ve tecrübe yoluyla da meleklerin varlıklarının ve bazı özelliklerinin bilinebileceği ileri sürülmüştür. “Akıl ve şuur sahibi (nâtık) ölümlü varlıklar yaratılmış bulunduğuna göre bunların, dünya durdukça ölümsüz olanlarının da yaratılmış olması, kezâ daha aşağı bir seviyede bulunan dünyada akıllı ve şuurlu varlıklar yaratıldığına göre daha üstün ve şerefli olan semâvât âleminde de bu özellikleri taşıyan varlıkların yaratılmış olmaları evleviyetle (aklın öncelik hükmü) sabittir” şeklindeki açıklamalar iknaya yönelik akıl delillerine örnektir.
     Özel ruhî temrinler yapan ve eğitim gören kimselerin, sıkıntı ve hastalıktan çaresiz kalıp meleklerin yardımlarından istifade edenlerin ve melekleri rüyada görenlerin nakilleri kendileri için sübjektif anlamda kesin delildir, bunları duyanlar için ise bağlayıcı değildir. Müslüman âlimlerin çoğuna göre melekler, latîf (madde yoğunluğu olmayan, görüşü engellemeyen), çeşitli şekillere girebilen ve asıl yerleri–madde ötesi– semalar olan, üreme yoluyla değil de devamlı yaratılma yoluyla çoğalan varlıklardır. Allah nezdinde yüce değerleri ve yakınlıkları, O’nun bahşettiği büyük güçleri vardır, ilâhî emir ve iradeye göre davranmak ve asla bunun dışına çıkmamak üzere programlanmışlardır. Bazı filozoflara göre ise melekler insandaki akıl türünden varlıklardır (Râzî, II, 160-161).
     Kur’an’daki açıklamalara göre melekleri, özellik ve vazifeleri bakımından şu sınıflara ayırmak mümkündür:
1. Arşı taşıyanlar (Hâkka 69/17).
2. Arşı kuşatıp Allah’ı tesbih edenler (Zümer 39/75).
3. Büyük melekler:
   a) Cebrail. Cibrîl ve Rûhulkudüs isimleriyle de anılan bu melek peygamberlere vahiy getirmekle görevlendirilmiştir. Tekvîr sûresinin 20. âyetinde onun belli başlı sıfatları şöyle sıralanmıştır: “Gerçekten değerli, güçlü ve Arş’ın sahibi katında itibarlı, orada saygın ve güvenilir bir elçi”.
   b) Mikail. Tabiat olaylarını dengelemek ile görevli melektir. Cebrâil’le birlikte adı Kur’an’da anılmış ve bunlara düşman olana Allah’ın düşman olacağı bildirilmiştir (Bakara 2/98).
   c) İsrâfil. Kıyamet ve yeniden diriliş başlarken üflenecek olan sûr, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir (Neml 27/87; Yâsîn 36/51). Bu sûra üflemekle görevlendirilmiş meleğin İsrâfil olduğu da hadislerde bildirilmiştir (Lütfullah Cebeci, “İsrâfil”, DİA, XXIII, 180-181).
   d) Azrail. Kur’ân-ı Kerîm’de hem ölüm meleğinden (Secde 32/11) hem de vefat ettirme görevini yüklenmiş meleklerden (Nisâ 4/97; Enfâl 8/50; Nahl 16/32) söz edilmiştir. Sahih hadislerde bu isim geçmemekle beraber diğer İslâmî literatürde ölüm meleği Azrâil olarak anılır (Ahmet Saim Kılavuz, “Azrâil”, DİA, IV, 350-351). Bu işle görevlendirilen melek sayısı çok olduğuna göre Azrâil’in bunların reisi olması ihtimali vardır.
4. Cennet melekleri. Cennette çok sayıda meleğin bulunduğu ve buraya girme mutluluğuna erişmiş müminlere hizmet edecekleri ifade buyurulmuştur (Ra‘d 13/23). Bu meleklerin başkanına “Rıdvan” denir.
5. Cehennem melekleri. Burada da azap çekenlerle ilgili vazifelerini yerine getiren melekler vardır (Müddessir 74/31). Bunların cins ismi “zebâni”dir (Alak 96/18), başkanları da “Mâlik” isimli bir melektir (Zuhruf 43/77).
6. Gözeten, koruyan melekler (hafaza melekleri). Bunlar insanların yanlarında bulunmakta, onları gözetme, koruma, iyiliklerini isteme, onlara iyi şeyleri ilham etme gibi vazifeler yapmaktadırlar (Kaf 50/17; En‘âm 6/61).
7. Yazıcı melekler. Bunlar da insanların yakınlarında bulunmakta ve yapıp ettikleri her şeyi yazmaktadırlar (İnfitâr 82/10-11).
8. Madde âleminde görevli melekler. Bunlar maddî kâinatta olup biten her şeyin içinde bulunmakta ve Allah’ın kanunlarının yerine gelmesini sağlamaktadırlar (37, 51, 79. sûrelerin ilk âyetlerinde bunlara işaret edilmiştir; geniş bilgi için bk. Râzî, II, 159 vd.) 
     Meleklerin, yaratılan bu yeni varlığı yani Âdem’i nereden tanıdıkları, onun yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini nasıl bildikleri konusunda çeşitli yorumlar yapılmış;
     bunu, olacakların yazıldığı levh-i mahfûzdan öğrendikleri;
     daha önce yaratılıp yeryüzüne gönderilmiş benzer varlıklar olabileceği ve bunlara bakarak bilgi sahibi oldukları;
     cinlere veya yırtıcı hayvanlara kıyas ettikleri vb. görüşler ileri sürülmüştür.
     Biz şu iki ihtimali ve yorumu akla ve vâkıaya daha yakın ve hadisenin anlatılış üslûbuna daha yatkın buluyoruz:
1. Allah Teâlâ’nın yaratacağı insanı onlara önce tanıtması, sonra da onu yeryüzüne halife yapacağını bildirmesi üzerine –bu bilgiye dayanarak– kanaatlerini açıklamışlardır.
2. Âdem’in yaratılışını müşahede etmişler, onun maddî ve mânevî özelliklerini görüp bilmişler ve bu özellikleri taşıyan bir varlığın hem iyi hem kötü işler yapabileceğini, onun yapısından ve tabiatından çıkarmışlar, buna dayanarak sorularını sormuşlardır (İbn Âşûr, I, 402-403; Tabatabâî, I, 116).
    
     Ayet

     Allah Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti. Sonra onları meleklere göstererek, "Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunların isimlerini bildirin" dedi. Melekler, "Seni bütün eksikliklerden uzak tutarız. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin" dediler. Allah şöyle dedi: "Ey Adem! Onlara bunların isimlerini söyle." Adem, meleklere onların isimlerini bildirince Allah, "Size, göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki ben bilirim, yine açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da ben bilirim demedim mi?" dedi. ﴾31-33﴿

     Tefsir
     Allah, kendinin bildiği ve meleklerin bilmediği hikmetler, gerekçeler sebebiyle Âdem’i yarattığını haber verince bu üstü kapalı ve doğrulanması inanca dayalı olan açıklama melekleri ikna için yeterli idi. Fakat yüce Allah bilginin ve imanın yalnızca kendisine güvenilen kimselerin haber ve bilgi vermesi yoluyla elde edilmesini (taklid) yeterli bulmadığı, meleklerinin şahsında insanları gözlem, deney ve düşünceye yönlendirmeyi murat ettiği için bir deneme düzenledi. Âdem’e bütün isimleri, yani maddî ve mânevî varlıkların, kavramların isimleriyle bunların özelliklerini veya isim verme, dil icat etme kabiliyetini öğretti; sonra her şeyin aslı gayb âleminde, ilâhî planda mevcut olduğu için bunları meleklerine gösterdi. Meleklerden, Âdem’in müsbet vasıflarının ve kabiliyetlerinin fazlasıyla kendilerinde mevcut bulunduğu kanaatlerinde haklı ve isabetli iseler bunların isimlerini bilip söylemelerini istedi. Melekler bu deneme sonucunda kendilerine verilen bilme ve bilgi üretme kabiliyetinin Âdem’e verilenden farklı olduğunu ve bu sebeple halife olmaya onun ehil bulunduğunu anlayıp itiraf ettiler; Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmetini, eserini görerek (ayne’l-yakîn olarak) daha üst dereceden tasdik ettiler.
   



17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...