30 Ekim 2015 Cuma

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: ÜCRET - (1)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
ÜCRET (1)

     Alm. Lohn (m), Gehult (n); Sold (m); Honorar (n), Fr. Paie, paye (f); salaire (m); solde (f); coût (m), İng. Pay; wage; salary; price.

     Bir kimseye bir iş veya hizmet karşılığında işveren veya üçüncü kişiler tarafından sağlanan nakdî ve para ile ölçülmesi mümkün aynî menfaatler toplamı. Ücret; emeği mukâbilinde çalışan insanların başlıca gelir kaynağını teşkil eder. Bilhassa sanâyileşmenin gelişmesiyle birlikte ücretle geçimini temin eden insanların sayısında hissedilir bir artış görülmüş, ileri derecede sanâyileşmiş memleketlerde, ücretle çalışan kesimin toplam nüfus içindeki oranı yüksek nispetlere ulaşmıştır. Bu sebeple, genel ücret seviyesi; gerek millî gelirin muhtelif gelir grupları arasındaki dağılışı bakımından ve gerekse sanâyinin gelişmesine tesir eden bir mâliyet unsuru olması bakımından mühim bir gösterge olarak ortaya çıkmaktadır.

     Zamânımızda ücretlerin sosyal ve ekonomik bakımdan iki cepheli bir uygulama arzettiği görülmektedir.

     Sosyal yönüyle ücret Uygulaması, iş kânunlarıyla sağlanmıştır. Millî gelirin dağılımında, gelir grupları arasında adâletli gelir dağılımının sağlanması için mâlî yönden zayıf durumda bulunan işçiyi koruyucu kânun hükümlerine yer verilmiş ve ayrıca “Asgarî Ücret” dediğimiz ihtiyaca göre ücret tespiti cihetine gidilmiştir. Kanun; asgarî ücreti, “işçilerin normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin gıdâ, mesken, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi önemli ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerindeki asgarî seviyede karşılamaya yetecek ücret” olarak târif etmiş ve en geç iki yılda bir tespit edilmesi yaş ve cinsiyet farkı gözetilmemesi esâsını getirmiştir.

     Asgarî ücretten ayrı olarak iş kânunlarında, ücreti koruyucu bâzı hükümlere de yer verilmiştir. Bunlardan, haftada bir gün tâtil yapılarak ücret alınması, dînî bayramlarda ve genel tâtil günlerinde çalışılmadan ücret ödenmesi, doğum, ölüm ve evlenmelerde belirli süreli ücretli izin yapılması, yılda bir defâ olmak üzere yaptığı hizmet süresiyle mütenâsib, yıllık ücretli izin kullanması ve bu ücretinin peşin ödenmesi, gündüz belli bir saatten fazla çalışmalarda zamlı mesai ücreti ödenmesi, gece çalışmalarının farklı ücrete tâbi tutulması gibi kânun hükümleri, sosyal muhtevâlı bir ücret uygulamasını kabul etmiştir.

     Ekonomik yönüyle ücret uygulaması:

     Yapılan hizmete göre yâni verime göre ücret ödenmesini ifâde eder. Bu iktisâdî bir kavramdır. Herkesin yaptığı işin değerine ve zahmetine göre ücret almasıdır. İş kânunları bu tip ücretlerin hizmet akitleriyle veya sendikalar vâsıta kılınarak toplu iş sözleşmeleriyle tespit edilmesini hükme bağlamıştır.

     Ücretin Ekleri:

     Prim, ikrâmiyeler ve sosyal haklar olarak ifâde edilir. Prim uygulaması, ya işçiyi daha fazla üretim yapmaya teşvik etmek veya işçinin başarılı çalışmasını mükâfatlandırmak için verilebilir. İş kânunlarında prim ücretlerden sayılmaz, işçiler için tazminatlar açısından ve diğer bakımlardan mükteseb hak teşkil etmez. İkrâmiyeler, yılın belirli zamanlarında belirli maaş şeklinde, dînî bayramlarda belirli bir miktar olarak veya yakacak yardımı, giyim yardımı, yemek yardımı, çocuk yardımı, vâsıta yardımı şeklinde ödenmektedir. Genel olarak bu tip ikrâmiyeler iş kânunları bakımından mükteseb hak teşkil eder ve tazminatlarda dikkate alınır. Bu ödemeler geniş mânâda ücretin târifi arasına girerler.

     Ücret Çeşitleri:
1) Saat ücret,
2) Günlük ücret (yevmiye),
3) Haftalık ücret,
4) Aylık ücret (maaş) genel olarak bu ücretlere zamana göre ücret de denir.
5) Götürü ücret,
6) Fason ücret,
7) Parça başı (akord) ücreti,
8) Komisyon ücreti,
9) Kâra katılma şeklinde ücret,
10)Yüzde usûlüyle ücret.

     Bu ücretlerin her biri işe ve işyerine, iş koluna ve işçiyle işveren arasındaki anlaşmaya göre tespit edilerek uygulanabilmektedir. Fason ücret genellikle tekstil iş kolunda ve konfeksiyon îmâlâtında sık görülmektedir. Ana ham maddeyi bir taraf, yardımcı işletme girdilerini de diğer taraf üstlenmek sûretiyle uygulanan bir ücret nevidir. Fason iş yapan kişiler ayrıca ücretli işçi de çalıştırmakta ve diğer ücret sistemlerinden birini uygulamaktadırlar. Yüzde usûlüyle ücret uygulaması genellikle hizmet veren müesseselerde meselâ lokantalarda görülmektedir. Komisyon ve kâra katılma şeklindeki ücret tarafların anlaşmalarıyla olur. Zamâna göre ücret eskiden beri her iş kolunda uygulanabilen ücret çeşitleridir.

     İktisâdî yönden ücret çeşitlerini, îtibârî (nominal) ücret, reel (hakîkî) ücret, aynî ücret, nakdî ücret, net ücret, brüt ücret, asgarî ücret, azamî ücret olarak da saymak mümkündür.

     Ücretin Ödenmesi:

     İşçi ücretlerinin, Türk parası ile en geç ayda bir ödenmesi mecbûridir. Bu ödeme, hizmet akitleri ve toplu iş sözleşmeleriyle bir haftaya kadar indirilebilir. İşveren, hizmet akitlerinde ve toplu iş sözleşmelerinde belirtilen sebepler dışında işçiden ücret kesintisi yapamıyacağı gibi, işçinin meydana getirdiği zarara karşılık on günlük ücretinden fazla ücret kesintisi de yapamaz. Bu kesintiyi de on haftada eşit taksitlerle yapmak mecbûriyetindedir. Aylık ücretlerin dörtte birinden fazlası da haczedilemez. Ücret ödemeleri sırasında işyerinin işçiye, (ücret hesap pusulası) denen ve brüt ücretle kânûnî kesintileri ve net ücreti gösteren bir belge vermek mecburiyeti de vardır.

     İktisâdî Bakımdan Ücretin İzahı:
     İktisâdî yönden ücretler, ücret seviyesi, ücretin bünyesi ve ücret sistemleri (çeşitleri) bakımından genelde tahlile tâbi tutulmuşlardır.

     Ücret Seviyesi:

     Emek arzı ile emek talebinin piyasada karşılaşmasıyla yâni arz ve talep kânunuyla teşekkül etmektedir. Batılı Avrupa iktisatçılarına göre ücretler, uzun dönemde kendi hâline bırakılırsa asgarî geçim haddine göre teşekkül ederler. Emeğin fiyatını (ücreti) tâyin eden husus, arz ve talebin mekanik hareketleridir. Emeğin kıymeti, herhangi bir emtianın fiyatı gibi, nihâî olarak istihsal masraflarına tâbidir. Emeğin tabiî fiyatı ise, işçilerin geçimlerini temin edecek bir mevcudiyetini idâmeye kâfi gelecek olan fiyattır şeklinde ifâde etmişlerdir. Yine aynı nazariyeye göre, emeğin bir tabiî, bir de piyasa olmak üzere iki türlü fiyatı mevcuttur. Tabiî fiyat, asgarî geçinme ücretini, piyasa fiyatı ise arz ve talebin karşılaşmasından meydana gelen ücreti temsil etmektedir. Tabiî fiyat (ücret), piyasa ücretini aştığı takdirde, işçilerin yaşama şartları inkişâf eder ve ücretli çalışanların mâlî durumlarında düzelmeler meydana gelir. Tersi durum ise ücretlilerin yaşama şartlarını güçleştirir, denmiştir. Bu nazariyeye, (tunç kânun)da denir. Diğer bir nazariye (ücret fono nazariyesi)dir. Buna göre, ücret seviyesi ekonominin tamamından tahsil edilen toplam ücret fonuna karşılık çalışmakta olan işçi miktarı arasındaki nispete göre meydana gelen ücrettir. Ayrılan fonun azlığı veya çokluğu, işçi miktarının azalıp çoğalması, genel ücret seviyesini azaltıp çoğaltmaktadır.

     Ücretin Bünyesindeki Farklılıklar:
     Liberal ekonomik yapı içinde ücretlerin çeşitli etkiler altında farklılık gösterdiği görülmektedir. Emeğini arz edenle emeği talep eden arasında pazarlık yapılması, ihtisas isteyen işlerin olması, kalifiye eleman güçlüğü gibi sebepler belirli bir ücret seviyesinin tespitini güçleştirdiği gibi müessiriyeti aynı olan ve aynı işi yapan şahıslar arasında ve işletmeler arasında farklı ücret uygulaması, ücret farkları gibi sebepler de genel bir ücret seviyesinin tespitini güçleştirmektedir. Ayrıca rekâbet şartlarının her iş kolunda değil bâzı iş kollarında ve hattâ bir iş kolunun bâzı kısımlarında veyâhut belli bir coğrafî bölgede görülmesi gibi sebeplerle emeğin arz ve talebiyle genel bir ücret seviyesinden bahsetmek mümkün olmamaktadır.

     İslâm hukûkunda, bir malın kendini değil de menfeatını yâni kullanılmasını satmaya kirâ veya ücret; ücretle çalışan işçiye (ecîr), işverene (müstecir) denir.

     Hadîs-i Şerîfte; 
“İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz” şeklinde emredilmiştir. Emeğin karşılığında elde edilen ücret, helâl kazançların başında sayılmıştır. İslâmiyette iktisâdî genel prensiplerden biri de kâra katılma şeklinde kendini gösteren, kâra katılma ücretiyle çalışma şeklidir. Bu şekilde millî gelir dağılımında bütün mala sâhip bir sınıfın doğmasının engellenmesi, helâl ve adâletli gelir dağılımının sağlanması gâyesi esas alınmıştır.

Rehber Ansiklopedisi

28 Ekim 2015 Çarşamba

RİYAZÜS SALİHİN ♥ ✿ܓ ♥ HAYIR YOLLARININ SAYISIZLIĞI (1)

13- باب في بَيان كثرةِ طرق الخير
HAYIR YOLLARI (1)
  • Âyetler
     {قال اللَّه تعالى : { وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
1. “Her ne hayır işlerseniz, Allah onu mutlaka bilir.” Bakara sûresi (2), 215

     {وقال تعالى : { وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللّهُ
2. “Ne iyilik ederseniz Allah onu bilir.” Bakara sûresi (2), 197

     Bu iki âyet, yapılacak herhangi bir hayır ve iyiliğin asla meçhul kalmayacağını, onların Allah Teâlâ tarafından bilindiğini haber vermektedir. Bu âyetler, iyiliklerin kayıt ve zabt garantisidir. Çünkü insan, yaptığı iyiliğin zayi olmasını istemez. Bu sebeple âyetler büyük bir teşvik unsurudur. Nasıl mı?

     {وقال تعالى : { فَمَنيَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ
3. “Kim zerre kadar hayır işlerse, onu(n karşılığını) görür.” Zilzâl sûresi (99), 7

     وقال تعالى : { مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ } . والآيات في الباب كثيرة
4. “İyilik işleyenin faydası kendisinedir.” Câsiye sûresi (45), 15

     İyiliğin zerresinin bile karşılığı görülecektir. Zira her yapılan iyiliği Allah bildiğine göre, artık ortada en küçük bir kayıp ihtimali yoktur. Bu kesinlik içinde bir başka gerçek de, “hayrın faydasının onu işleyene ait olduğudur.” O halde kendi kendisine iyilik etmek isteyen, öz nefsinin hayrını isteyen, küçük-büyük demeden iyilik yapmalı, hayır işlemelidir. Zira iyiliğin peşin faydasını başkaları görse de, nihâî faydası, mânevî kazancı onu işleyene aittir. Bu noktada da herhangi bir yanlışlık ve haksızlık söz konusu değildir. Kimsenin hayır ve iyiliğinin sevabı başkasına yazılmaz.
     Konuyu değişik açılardan aydınlatan âyetler, konu başlığında da belirtildiği üzere pek çoktur. Hadisler de oldukça fazladır. Burada onlardan bir demet sunulacaktır.
  • Hadisler
118-  الأوَّل : عن أَبِي ذرٍّ جُنْدَبِ بنِ جُنَادَةَ رضي اللَّه عنه قال : قلت يا رسولَ اللَّه، أيُّ الأعْمالِ أفْضَلُ ؟ قال : « الإِيمانُ بِاللَّهِ ، وَالجِهَادُ فِي سَبِيلِهِ » . قُلْتُ : أيُّ الرِّقَابِ أفْضَلُ ؟ قال : « أنْفَسُهَا عِنْد أهْلِهَا ، وأكثَرُهَا ثَمَناً » . قُلْتُ : فَإِنْ لَمْ أفْعلْ ؟ قال : « تُعينُ صَانِعاً أوْ تَصْنَعُ لأخْرَقَ » قُلْتُ : يا رسول اللَّه أرَأيتَ إنْ ضَعُفْتُ عَنْ بَعْضِ الْعملِ ؟ قال : « تَكُفُّ شَرَّكَ عَن النَّاسِ فَإِنَّها صدقةٌ مِنْكَ على نَفسِكَ » . متفقٌ عليه .
     « الصانِعُ » بالصَّاد المهملة هذا هو المشهور ، ورُوِى « ضَائعاً » بالمعجمة : أيْ ذَا ضياع مِنْ فقْرِ أوْ عِيالٍ ، ونْحو ذلكَ « والأخْرَقُ » : الَّذي لا يُتقنُ ما يُحاوِلُ فِعْلهُ .
118. Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde radıyallahu anh şöyle dedi:
- Ey Allah’ın Resûlü! Hangi amel daha üstündür? dedim.
- “Allah’a iman ve Allah yolunda cihaddır” buyurdu. Ben:
- Hangi (esir veya) köle (yi âzat etmek) daha faziletlidir? dedim.
- “Sahiplerine göre en kıymetli ve bedeli en yüksek olanı” buyurdu.
- (Cihad ve köle âzâdını) yapamazsam? dedim.
- “(Bir) iş yapana yardım edersin veya işini beceremeyenin işini görürsün” buyurdu.
- Ey Allah’ın Resûlü! Bunlardan hiçbirini yapamazsam? dedim.
- “İnsanlara zarar vermezsin. Zira bu da kendi kendine iyilik etmen demektir”  
buyurdu.
     Buhârî, Itk 2; Müslim, Îmân 136
  • Açıklamalar
     İnsana en büyük sevabı kazandıracak amel, hiç şüphesiz merak edilecek bir konudur. Ebû Zer hazretleri bu merâkını Resûlullah’a arzetmiş, aldığı cevap “Allah’a iman ve Allah yolunda cihad” olmuştur. Allah’a iman, her hayrın başıdır. O olmadan hiç bir işin kıymeti yoktur. İman, “kalb ile tasdik” anlamında kalbin; “dil ile ikrar” anlamında da dil’in amelidir. Bu sebeple imana amel denilebilir. Hadisimiz bunun delilidir.
     “Allah yolunda cihad”ın iman ile birlikte zikredilmesi; onun, hayırlı işlerin ve amellerin en başında, imandan hemen sonra geldiğini göstermektedir. “İ’lây-ı kelimetullah” (İslâm’ı yaymak) niyetiyle yapılacak her türlü faaliyet bir nevi cihad olduğuna göre, bu en üstün amelden herkesin nasip alma imkânı bulunduğu anlaşılır.
     Âzat etmek, hürriyetine kavuşturmak için hangi esir, köle ve câriyenin daha üstün olduğu sorusuna Hz. Peygamber’in verdiği, “sahiplerine göre en değerli ve fiat olarak en pahalı olanı” cevabı, “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe büyük hayra ulaşamazsınız” [Âl-i İmrân sûresi (3), 92] âyetini hatırlatmaktadır. “Her işin en kıymetlisi, en kalitelisidir” mesajını vermektedir. Nitekim “efdalü’l-a’mâl ahmezühâ” yani “Nefse en ağır gelen amel, amellerin en üstünüdür” buyurulmuştur. Değerli ve fiyatı yüksek olan köle veya esiri âzat etmek pek öyle kolay iş değildir. Bu yapılırsa üstün nitelikli bir iş yapılmış olur. İnsanları hürriyetlerine kavuşturmak, haklarına sahip kılmak aslında başlı başına büyük bir hayırdır. 1290 ve 1362 numaralarda kısmen tekrarlanacak olan hadisimiz, en üstün hayrın hangisi olduğunu bize öğretmektedir.
     Bugün belki köle-câriye yok ama, esir ve esir muamelesine tabi tutulan hür görünümlü insanlar hatta milletler vardır. O halde onların gerçek hürriyet ve haklarına kavuşturulmaları en kıymetli hayırlardandır.
     Hürriyete kavuşturmada sayı mı, kalite mi önde gelir? Bu tartışılmıştır. Bu biraz da duruma göre değişir. Zira bir insan vardır, bir kabileye veya bir alaya bedeldir. Onun kurtarılması bir topluluğu kurtarmak yerine geçer. Normal halde ise ne kadar fazla insan, hak ve hürriyetlerine kavuşturulursa, o kadar büyük hayır işlenmiş olur.
     Cihada, köle veya esir âzadına gücü yetmeyenler için de bir san’atkâra yardım etmek veya beceriksiz bir kimsenin işini görmek bir başka hayır yoludur. Hadiste geçen sâni’, zâyi’ (fakir, garip) olarak kaydedilmektedir. Her iki halde de böylesi kişilere yardımcı olmak elbette bir hayırdır. Ancak hadisin bu ifadesinden, belli bir mesleği ve sanatı olanlara yardımın, sanat sahibi olmayanlara yardım etmekten daha önde geldiği, daha üstün bir iyilik olduğu anlaşılmaktadır. Bu da Hz. Peygamber’in sanat ve meslek sahibi olmaya teşvik ettiğini gösterir.
     Son olarak hadisimiz insanlara ve topluma zarar vermemeyi, hiçbir iyilik yapamayanlar için başlı başına bir iyilik olarak önümüze koymaktadır. İnsan iyilik yapamıyorsa, bâri kötülük yapmamalıdır. Bu da neticede kendisi için bir iyiliktir. Kötülük yapmamayı bile bir iyilik olarak değerlendiren dinimiz, hayır ve iyilik idealine ne kadar önem verdiğini ortaya koymaktadır. Bütün bunlar gösteriyor ki, müslüman toplumu iyiler ve iyilikler toplumudur. Ondan da önce zararsızlar toplumudur. Artık hem iyilik yapmayıp hem de kötülük işlemekten geri durmayanlar düşünsünler...

  • Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Dinimizde Allah’a imandan, insanlara kötülük yapmamaya kadar uzanan binlerce hayır ve iyilik yolu bulunmaktadır.
2. Yardıma muhtaç olan herkesin yardımına koşmak iyilik ve hayırdır.
3. Her türlü amel ve iyiliğin temeli Allah’a imandır. İman olmadan yapılacak hiçbir işin kıymeti yoktur.
4. İslâm toplumu iyiler ve iyilikler toplumudur.
5. Hadiste sayılan hususların her biri “iyilik” olarak başlı başına birer değerdir. Herkes durumuna göre bu iyiliklerden bir veya bir kaçını yapmaya çalışmalıdır.


119- الثاني : عن أَبِي ذرٍّ رضي اللَّه عنه أيضاً أنَّ رسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : يُصْبِحُ على كلِّ سُلاَمَى مِنْ أَحَدِكُمْ صدقَةٌ ، فَكُلٌ تَسبِيْحةٍ صَدقةٌ ، وكُلُّ تحْمِيدَةٍ صدقَةٌ ، وكُلُّ تهْلِيلَةٍ صَدَقةٌ ، وكلُّ تَكْبِيرةٍ صَدَقَةٌ ، وأمْرٌ بالمعْرُوفِ صدقَةٌ ، ونَهْيٌ عَنِ المُنْكَرِ صدقَةٌ . ويُجْزِئُ مِنْ ذَلكَ رَكعَتَانِ يرْكَعُهُما مِنَ الضُّحى » رواه مسلم . « السُّلاَمَى » بضم السين المهملة وتخفيف اللام وفتح الميم : المفْصِلُ .
119. Yine Ebû Zer radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
     “Her birinizin her bir eklemi (ve kemiği) için bir sadaka gerekir. Binaenaleyh her tesbih sadakadır, her hamd sadakadır, her tehlil sadakadır, her tekbir sadakadır. İyiliği tavsiye etmek sadakadır, kötülükten sakındırmak sadakadır. Kulun kuşluk vakti kılacağı iki rek’at namaz bütün bunları karşılar.”
     Müslim, Müsâfirîn 84, Zekât 56. Ayrıca bk. Buhârî Sulh 11, Cihâd 72, 128; Ebû Dâvûd, Tatavvu’ 12, Edeb 160

  • Açıklamalar
     İnsan vücudundaki her mafsal (eklem) için bir sadaka vardır. Bir başka hadise göre de vücutta 360 eklem bulunmaktadır. O halde herkesin hergün bu kadar sadaka vermesi gerekmektedir. İlk bakışta, çok yüklü gözüken bu sadaka borcu, hadisimizdeki açıklama ile oldukça kolaylaşmaktadır. Söylenecek her sübhânellah (tesbih), elhamdülillah (tahmid), lâ ilâhe illallah (tehlil) ve Allahu ekber (tekbir) kelimeleri ayrı ayrı birer sadakadır. İyiliği emretmek, bir kötülükten nehyetmek, evet bunların her biri birer sadakadır. Görüldüğü üzere dinimizde hayır yolları pek çok olup sayılamayacak kadar sınırsızdır.
     Hele böyle tek tek hayır ve iyilik olan konuların yanında bir de toptan hayır olanlar vardır ki, bunlar işi daha kolaylaştırmaktadır. Hadisimizde işte bunlardan biri, kuşluk (duhâ) vakti kılınan namaz olarak bildirilmiştir. Halkımızın “Kuşluk Namazı” dediği bu ibadet, iki rekât ile sekiz rekât arasında değişen nâfile bir ibadettir. Bu namaz, hadiste sayılan sadakaları topluca ödeme imkânıdır. Çünkü namaz, bedenin bütün organlarıyla yapılan bir ibadettir. Namaz kılmakla her organ kendi şükrünü yerine getirmiş olur. Öte yandan her türlü tesbih ve tahmid, tehlil ve tekbir namazda bir arada bulunmaktadır. Namaz, nefse hayrı emretmek ve onu münkerden nehyetmektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede, “Namaz her türlü kötülük (fahşâ ve münkerden) alıkor” [Ankebût sûresi (29), 45] buyurulmuştur.
     1142 ve 1435 numaralarda tekrarlanacak olan hadisimizde insan vücûdundaki mafsalların sayılmasındaki maksat, anatomi dersi vermek değildir. Öte yandan “sadakadır” diye belirtilenlerin tamamı, “maddî” yönü olmayan hususlardır. “Sadaka” deyince, akla hemen mâlî iyilikler gelir. Oysa hadisimiz her hayırlı işin sadaka olduğunu bize öğretmektedir. Oturup kalkarken, uzanıp yatarken bile insanın “sadaka” niteliğinde iyilikler yapabileceğini bildirmektedir.
     “Kuşluk Namazı”, güneşin doğuşundan yaklaşık kırk beş dakika sonra başlayıp zevâl vaktine yarım saat kalıncaya kadar devam eden zaman içinde kılınır. Gündüzün dörtte biri geçtikten sonra kılınması daha uygundur. Bu namazın bu kadar faziletli oluşu, muhtemelen, bu zaman kesiminin herhangi bir namazın vakti olmaması dolayısıyla çoğu kişinin ibadeti düşünmemesindendir. Zira bizim gibi ılıman iklim kuşağında bulunan ülkelerde öğle öncesi yoğun iş saatleridir. Meşgale veya gaflet zamanında yapılan ibadetlerin fazileti daima farklıdır. Bu sebeple gecenin seher vakti de aynı üstünlüğe sahiptir (Kuşluk namazı hakkında geniş bilgi için bk. 1141-1145 numaralı hadisler).
  • Hadisten Öğendiklerimiz
1. İyilik ve hayır yapmaya gayret gösterilmeli, mâlî ve fiilî olarak yapılamazsa, tesbih, tekbir gibi sözlü olarak yapılmalıdır. Sadaka ve hayır yollarının çeşitli olduğu unutulmamalıdır.
2. “Kuşluk Namazı” önemli, şükür ve sadaka niteliği yüksek bir nâfile ibadettir. Hz. Peygamber bu namazı hem kılmış hem de kılınmasını teşvik etmiştir. İki rek’at olarak kılınması da yeterli olmaktadır.

25 Ekim 2015 Pazar

TEFSİR DERSLERİ ✿ܓ✿ ♥ܓ Bakara Sûresi'nin 97. ve 98. Ayet'i Kerimelerinin Tefsiri

TEFSİR DERSLERİ
Bakara Sûresi'nin
97. ve 98. Ayet'i Kerimelerinin Tefsiri
  • Ayet
     Söyle (yahudilere): Cebrâil’e kim düşmansa bilsin ki, Allah’ın izniyle önce gelen kitapları doğrulayıcı, müminler için bir hidayet rehberi ve müjdeci olarak Kur’an’ı senin kalbine indiren odur. ﴾97﴿
     Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mîkâil’e düşman ise bilsin ki Allah da inkârcıların düşmanıdır. ﴾98﴿
  • Tefsir
     Cebrâil kelimesi İbrânîce veya Keldânîce’de “Tanrı’nın güçlü adamı” anlamına gelen Gabriel (Gavriel) isminin Arapçalaştırılmış şekli olup İslâm inançlarına göre ilâhî emirleri peygamber ve meleklere ulaştıran vahiy meleğinin adıdır.
     Kur’ân-ı Kerîm’de Cibrîl, Rûhulkudüs, Rûhulemîn, Ruh ve Resul şeklinde beş değişik isimle anılır. Necm sûresinde (53/5-6) işaret edildiğine göre Cebrâil, karşı konulamayan müthiş bir güce ve kesin bilgilere sahiptir. Hz. Peygamber onu bir kere “açık ufuk”ta, bir kere de “sidretü’l-müntehâ”da aslî hüviyetiyle görmüştür. Cebrâil hadislerde de Hz. Peygamber’e vahiy getiren, Kur’an’ı öğreten ve değişik konularda hükümler bildiren, Resûl-i Ekrem’e, hatta bazan sahâbîlere insan şeklinde görünen bir melek olarak sık sık anılır. Medine’de Hz. Peygamber’in huzurunda oturduğu yer, daha sonra “makam-ı Cibrîl” diye anılmıştır. Özellikle ramazan aylarında geceleri Resûlullah’a gelerek daha önce nâzil olmuş âyetleri ay sonuna kadar bir defa baştan sona kadar onun ağzından dinlerdi (Buhârî, “Savm”, 7; Müsned, I, 288).
     İslâmî kaynaklara göre Cebrâil, Arş’ı taşıyan ve “mukarrebîn” diye anılan meleklerden olup nurdan yaratılmıştır. Makamı yedinci kat gökteki sidretü’l-müntehâdır. En son ölecek ve âhirette ilk diriltilecek varlıklardandır. Hz. Muhammed’den önceki peygamberlere de vahiy getirmiş ve başka bilgiler öğretmiş; yine onlara birçok konuda yardımcı ve destek olmuştur.
     Mîkâil de İbrânîce’deki Mikhael’in Arap telaffuzundaki şekli olup büyük meleklerden birinin ismidir. Bu isim Kur’an’da sadece konumuz olan 98. âyette geçer. Bazı hadislerle diğer İslâmî kaynaklarda Mîkâil’in yağmur yağdırmak, bitki bitirmek gibi tabiat olaylarını düzenlemekle ve yaratıkların rızıklarını yönetmekle görevli olduğu belirtilir. Bir hadiste Hz. Peygamber’in, cehennemin bekçisi Mâlik ile Cebrâil ve Mîkâil’i rüyasında gördüğü (Buhârî, “Bed’ü’l-halk”, 7), başka bir hadiste de Mîkâil’in Hz. Peygamber’e Kur’an’ı yedi harfe göre okuttuğu ifade edilir (Müsned, III, 224).
     Cebrâil’in Hz. Peygamber’e vahiy getirdiğini bildiren ve Medine yahudilerinin bu melek hakkındaki yanlış kanaatlerine işaret eden yukarıdaki âyetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak müfessirlerin verdiği bilgilere göre Fedek yahudilerinden bir grup Hz. Peygamber’e gelerek, dört konuda soruları olduğunu, bunlara doğru cevaplar verirse müslüman olacaklarını ifade etmişlerdi. Üç sorunun cevabını bekledikleri gibi aldılar. Dördüncü soruları Hz. Peygamber’e vahiy getiren meleğin isminin ne olduğu idi. “Cebrâil” cevabını alınca yahudiler, “Cebrâil bizim düşmanımızdır; çünkü o savaş, kıtlık ve kuraklık meleğidir. Eğer sana vahiy getiren melek Mîkâil olsaydı iman ederdik; çünkü Mîkâil rahmet, bolluk ve yağmur meleğidir” dediler.
     Diğer bir rivayete göre Hz. Ömer yahudilere, Hz. Muhammed’i yalanlamak için böylesine çaba göstermelerinin sebebini sorduğunda, “Çünkü ona vahiy getiren Cebrâil bizim düşmanımızdır” demişlerdi. Bazı tefsirlerde, yahudilerin, Bâbil Kralı Buhtunnasr’ın (Nebukadnezzar) Kudüs’ü işgal edip (m. ö. 586) yahudi krallığına son vermesi sırasında Cebrâil’den yardım gördüğünü ileri sürerek bu yüzden onu kendilerine düşman bildikleri de kaydedilmektedir (bk. İbn Atıyye, I, 183).
     İşte yukarıdaki iki âyette, yahudilerin bu düşmanlıklarının yersiz ve haksız olduğuna işaret edilmektedir. Çünkü Cebrâil, daha önceki kitapları ve bu arada Tevrat’ı doğrulayan, inananlar için bir rehber ve mutluluk vesilesi olmak gibi yüce değerler taşıyan Kur’an’ı Hz. Peygamber’e getiren, âyetteki ifadesiyle onun kalbine indiren bir melektir; bu görevini de Allah’ın izniyle yapmıştır; yani sadece Allah’ın kendisine verdiği bir görevi ifa etmiş, Allah ile peygamberleri arasında bir elçilik yapmıştır. Şu halde bundan dolayı ona düşmanlık duygusu beslemek, gerçekte onun getirdiği vahye ve vahyi gönderene karşı düşmanlıktır. Bu sebeple 98. âyette, Cebrâil’e düşman olmanın bir bakıma Allah’a, peygamberlere ve diğer meleklere, bu arada yahudilerin çok sevdiklerini söyledikleri Mîkâil’e düşman olmak anlamına geleceğine işaret edilmekte; bu yüzden Allah’ın da bu kâfirlerin düşmanı olduğu belirtilmektedir.

Not: Bu sayfadaki notlar  sisteminden alınmaktadır...

23 Ekim 2015 Cuma

KELİMELER ~ KAVRAMLAR: UZLET - 2 (Tasavvuf)

KELİMELER ~ KAVRAMLAR
UZLET (2)
(Tasavvuf)
(العزلة)

     TASAVVUF
     Sözlükte “bir kenara çekilme, alâkayı kesme, beden ve düşünce itibariyle ayrı olma” gibi anlamlara gelen uzlet, tasavvufta bir zâhidin veya sûfînin Allah’a daha fazla ve daha ihlâslı şekilde ibadet etmek için dünyevî işlerden kendini soyutlayarak bütün varlığıyla Hakk’a yönelmesini ifade eder. Uzlet kavramı için tebettül (el-Müzzemmil 73/8), halvet, vıhdet, inzivâ, infirâd (teferrüd), inkıtâ gibi terimler de kullanılır.
     Seyyid Şerîf el-Cürcânî’ye göre uzlet inkıtâ ve inzivâ suretiyle halka karışmaktan (ihtilât) uzaklaşmaktır. Uzletin esas maksadı nefsi terbiye ve ıslah edip Hak Teâlâ’nın yakınlığını kazanmaktır. Bu niteliği taşımayan uzlet ve halvet hayatına itibar edilmez. Allah’a ait yalnız ve tek olma (ahad-vitr) sıfatının tecellisine mazhar olanlar halk içinde iken de daima uzlette ve halvette bulunur (Muhyiddin İbnü’l-Arabî, II, 201-204). Uzlet âbid, zâhid ve ârifler arasındaki ortak bir değerdir. Ancak âbid ve zâhidler daha çok toplumdan yüz çevirip âhirete önem verirken ârifler ve âşıklar Hakk’a gönül vermek için uzlete çekilir.
     Sûfîler uzletin çeşitli şekillerinden bahsetmiştir. Sühreverdî’ye göre uzlet biri farz, diğeri fazilet olmak üzere iki türlüdür. Kötülükten ve kötülerden ayrılmak farz, gereksiz ve anlamsız davranışlardan ve bu gibi işlerle uğraşanlardan uzak durmak fazilettir. Uzlet inzivaya çekilip kendini ibadete vermekten veya halvethânede çile çıkarmaktan daha kapsamlı bir kavramdır. Bir müminin Hakk’a yakın olmak maksadıyla yalnızlığı tercih edip kendini dinlemesi, zihin ve kalp temizliğiyle uğraşması da uzlettir.
     Zâhidler ve ârifler topluma gereğinden fazla karışmanın, insanlarla içli dışlı yaşamanın ruhsal ve zihinsel bozukluğa yol açtığına, bunun da mümini âhirete öncelik veren bir hayat sürmekten ve Allah’a gönül vermekten uzaklaştırdığına inandıklarından uzlete önem verirler. Bu ölçüde ve bu amaçla gerçekleştirilen uzlet mutlak ve devamlı şekilde dünyayı terketme anlamına da gelmez. Mânevî-ruhî bir eğitim metodu olarak uzlete bütün din ve mezheplerde yer verilmiştir.
     Hz. Peygamber’e halvetin sevdirildiği, uzletten hoşlandığı için vahiy gelmeden önce Hira mağarasında inzivaya çekildiği, daha sonraki dönemlerde zaman zaman itikâfa girdiği bilinmektedir (Buhârî, “Bed'ü’l-vahy”, 3). Zâhid ve sûfîler hayatlarında uzleti önemli kabul ederken Resûl-i Ekrem’i örnek almışlardır. Serî es-Sakatî derdinin, sıkıntısının azalmasını, beden ve kalp rahatlığını ve dininin selâmette kalmasını isteyenlerin uzlete çekilmesini tavsiye ederken Hâris el-Muhâsibî insanlarla gereğinden fazla birlikte olmanın sakıncalarına dikkat çekmiş, bütün düşmanlıkların ve günahların bundan kaynaklandığını söylemiştir. Uzlete çekilen kimsenin halktan zarar görmemek amacıyla değil halka zarar vermemek amacıyla uzlete çekilmesi esastır. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî bütün hayırları açlık, sükût, uyanıklık ve uzlet diye sıraladığı dört fazilette görüldüğünü, abdalı abdal yapan şeyin bu dört fazilette bulunduğunu söyler (Ebû Tâlib el-Mekkî, I, 195).
     Sûfîler, bir müridin toplumda bulamadığı mânevî haz ve zevki uzlette ve halvette de bulamadığı sürece gerçek bir mürid sayılmayacağını, uzlet ve halvet hayatının zor bir hayat olduğunu, onun için bu hayatı tercih edenlerin kuvvetli bir yakîn haline erişmesi gerektiğini belirtir. Tüsterî’ye göre bir velînin halk içinde bulunması zillet, tek başına yaşaması izzettir. Uzlet iradeyi kuvvetlendirirken halk içinde bulunmak iradeyi zayıflatır, hırsı arttırır. Bu sebeple sûfîler gerektiği kadar toplum içine karışır, geri kalan zamanlarında uzlete çekilir, zamanlarını ibadet, zikir, dua, teemmül ve tefekkürle geçirirler. Genellikle tasavvufta tavsiye edilen uzlet ve halvet bu niteliktedir. Melâmet yolunu tutan sûfîler dışında başta Halvetîlik olmak üzere birçok tarikatta uzlet bir tarikat esasıdır; halvethâne veya çilehâne denilen dar ve karanlık yerlerde kırk gün kalınmak suretiyle uygulanır. Buna erbaîn veya çile çıkarmak denir. Sohbetlere, toplu zikirlere, cuma ve cenaze namazına, cemaatle kılınan farz namazlara devam etmek uzlete ve halvete mani teşkil etmez.
     Gazzâlî tâbiîn döneminden itibaren âlimlerden bir kısmının halkla birlikte olmayı, bir kısmının uzlet ve halveti daha faydalı bulduğunu, her iki grubun da âyetten ve hadislerden delillere dayandığını belirtir. Gazzâlî’ye göre kendini ibadete verme, tefekküre dalma, günah işlememeye çalışma, fitne ve fesadın dışında kalma, toplumdan gelen sıkıntı ve kötülüklerden kurtulma uzletin tercih edilme sebepleridir.
     Uzlete çekilenlerin halktan bir beklentisi olmadığı gibi halkın da ondan bir beklentisinin olmaması, kötü huylu kişilerle karşılaşma imkânı bulunmaması da diğer tercih sebepleri arasında zikredilir. İlim öğrenme ve öğretme, edep ve terbiye görme, edepli ve terbiyeli bir nesil yetiştirme, hastaları ve akrabayı ziyaret ederek, bayramlaşarak, cuma namazına katılarak, davete icabet ederek, aile geçindirerek sevap kazanma, kibirden, hasetten ve cimrilikten uzaklaşıp tevazu, cömertlik ve şefkat gibi güzel huylar edinme, halkla kaynaşıp onların tecrübelerinden faydalanma, güzel davranışlarını örnek alma, görüş ve kanaatlerinden istifade etme ihtilât halinin başlıca faydalarıdır (İhyâ, II, 221-243; III, 18, 73; IV, 73, 330).
     Her iki halin birtakım zararları olduğu gibi faydalı tarafları da vardır. Bunlardan birini tercih edenlerin ondaki sakıncalı hususlardan kaçınmaları ve faydalı hususları gerçekleştirmeyi hedef edinmeleri gerekir. Sürekli uzlet veya ihtilât halinde bulunmak ifrat ve tefrittir. Bu ikisini ihtiyaçla sınırlı tutmak itidal halidir. Genellikle toplumda, özellikle tasavvufî hayatta ifrat ve tefrite sapanlara her zaman rastlanır. Bazı sûfîler aşırılığa kaçarak bütün hayatlarını dağlarda, ormanlarda, mağaralarda, viranelerde geçirirler. Târik-i dünyâ denilen, bir kısmı meczup bu tip dervişler sûfîler tarafından eleştirilmiştir (Serrâc, s. 527).
     Sûfîlere buna benzer eleştiriler İbnü’l-Cevzî ve Takıyyüddin İbn Teymiyye gibi Selef âlimleri tarafından da yöneltilmiş, ancak onlar bu konuda aşırılığa kaçmıştır. İbnü’l-Cevzî’ye göre bazı sûfîler rahipler gibi dağlarda yaptıkları zâviyelerde yalnız başlarına yaşamaya başlamışlar, cemaatten ve âlimlerin sohbetlerinden uzak kalmışlardır. Ona göre sûfîlerin uzlette iken görüp işittikleri ve Hak’tan geldiğini iddia ettikleri şeyler hayal ve vehimlerden ibarettir (Telbîsü İblîs, s. 278).
     İbn Teymiyye de halvet ve uzlet için ezan sesi işitilmeyen, cami bulunmayan ıssız yerlerin veya viranelerin ya da dağlardaki mağaraların ve mezarlıkların seçildiğini, buralarda uzlete çekilenlerin şeytan kaynaklı birtakım hallerle karşılaştıklarını söyler (Mecmûatü’r-resâil, IV-V, 251, 257, 269).


     BİBLİYOGRAFYA:
     Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “uzlet” md.; et-Tarîfât, “uzlet” md.; Muhâsibî, Bedü men enâbe ilellāh (el-Veśâyâ içinde, nşr. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1406/1986, s. 104; Serrâc, el-Lüma, s. 527; Ebû Tâlib el-Mekkî, Ķūtü’l-ķulûb, Kahire 1961, I, 194-205; Sülemî, Tabaķāt, s. 50; Gazzâlî, İhyâü ulûmi’d-dîn, Kahire 1358/1939, II, 221-243; III, 18, 73; IV, 73, 330; İbnü’l-Cevzî, Śıfatü’ś-śafve, II, 375; a.mlf., Telbîsü İblîs (nşr. M. Emîn el-Hancî - M. Abduh ed-Dımaşkī), Kahire 1340, s. 204, 278; Ferîdüddin Attâr, Teźkiretü’l-evliyâ (nşr. Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1346 hş., s. 892; Şehâbeddin es-Sühreverdî, Avârifü’l-maârif, Beyrut 1966, s. 108, 207-227, 424; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye, Kahire 1293, II, 201-204; Necmeddîn-i Dâye, Mirśâdü’l-Ǿibâd (nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1366 hş., s. 281-286; İbn Teymiyye, Mecmûatü’r-resâil, IV-V, 248-286; İzzeddin el-Kâşî, Miśbâĥu’l-hidâye (nşr. Celâleddin Hümâî), Tahran 1367 hş., s. 157-179; İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-sâlikîn, Kahire 1403/1983, I, 288, 488, 504-510; II, 30-36; Abdurrahman-ı Câmî, Nefeĥâtü’l-üns, Tahran 1370 hş., s. 320, 330, 439, 606; İsmâil Rusûhî Ankaravî, Minhâcü’l-fukarâ, Bulak 1256/1840, s. 164; İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Ma‘rifetnâme, İstanbul 1310, s. 325; J. M. Lozano, “Retreat”, ERE, XII, 350-355.

Süleyman Uludağ
Türkiye Diyanet Vakfı
İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...