25 Eylül 2011 Pazar

İSLAM TARİHİ ... BEDİR MUHAREBESİ (2)

 İ S L A M   T A R İ H İ
     Dua ve İbâdet ile Geçirilen Gece
     Harpten bir önceki gece idi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek ka­dar tesirli şu duasını yaptı:
     “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryü­zünde ibadet edecek kimse kalmaz.” [22]     Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tek­rarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yer­lerinde duramaz hale gel­mişlerdi.

     İki Ordu Karşı Karşıya
     Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik or­dusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi. Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, ba­ba oğulla, dayı ye­ğenle kıyasıya vuruşacaktı. Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.
     Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dik­katle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele ve­ri­le­meyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yi­tir­mi­yor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanı­yor­lar­dı.

     Muhacirlerden İlk Şehit
     Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıka­caktı. Fakat müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Amir b. Hadremî, harp usûlüne muhalefet ederek, mücahitlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca Hazretlerine isabet etti ve orada İslam ordusu ilk şehi­dini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca, şehitlerin efendisidir” buyurarak İslam’ın bu ilk şe­hidini tebcil etti.
     Mihca Hazretlerinin şehâdeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan, Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe ile Ut­be’­nin oğlu Velid or­taya atılarak er dilediler.
Benî Neccâr’dan Afra isminde bahtiyar İslam kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de hazır bulunuyordu. Onlardan ikisi, Mu­az ve Avf ile Re­sû­lul­lah’ın şâiri Abdullah b. Ravaha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çar­pışmada, ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu.
     Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular. Onlar, “Ensardan filan ve filanız” diye cevap verdiler. Müşrikler, “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Ab­dül­mut­ta­liboğullarından, am­ca­larımızın oğullarıyla çarpışacağız” dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden den­gi­miz olanı çıkar!” diye konuştular.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar gençlerine saflarına dön­me­le­rini emir buyurdu ve kendilerine dua etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” diye emretti. [23]

     Müşriklerin Yere Serilmeleri
     Resûl-i Kibriya Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman sahabe, derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için, Utbe onları tanıyamadı. “Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığınızı bilelim! Dengimiz ise­niz sizinle çarpışalım” diye seslendi.
Üç kahraman sahabe de isim ve şöhretlerini söyleyince, müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz. Buyurun!” deyip kılıçlarını sıyırdılar.
     Ubeyde b. Hâris, Utbe b. Rabia’yla; Hz. Hamza, dengi Şeybe b. Rebîa’yla ve Hz. Ali ise, Velid b. Utbe’yle çarpışacaktı.
     Böyle Ku­reyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübarezeleri, o vaktin hükmüne göre seyre değer hadiselerden sayılırdı. Buna bi­naen, iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kab­zasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya dur­dular.
     Teke tek vuruşma şimşek süratiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali, birer ham­lede hasımlarını yere serip öldürdüler. Hasımlarını bir hamlede öldüren Hz. Hamza ile Hz. Ali, bu sefer dönüp Hz. Ubey­de’nin yardımına koştular. Ut­be’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna getirdiler.
     Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efen­dimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Re­sû­lal­lah, ben şehit miyim?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehitsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu müjdeledi. [24]
     Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri, ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup, din-i İslam uğrunda çektiği eza ve cefalardan dolayı asla üzül­mediğine dair güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan, Be­dir’den dönülürken yolda vefat etti. Ora­ya defnedildi. [25]
     Adamlarının bir bir yere serildiğini gören müşrikleri, büyük bir dehşet sar­dı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları te­selli etmeye, toparlamaya çalışıyordu.
     Allah yolunda çarpışmayı “en büyük şeref” telâkki eden Müslüman müca­hitler ise, adeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvel muharebeye başlamak, müşriklere had­lerini bildirmek istiyorlardı.
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, adeta mücessem iman halini almış bu bir avuç mücahidin haline bakarak, Cenab-ı Hakk’a şöyle içli niyazda bulundu:
     “Allahım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar; Sen, onlara binecek ver! Allahım! Onlar çıplaktırlar; Sen, onları giyindir. Allahım! Onlar açtırlar; Sen, onları doyur! Allahım! Onlar fakirdirler; Sen, onları fazlın ve keremin ile zengin eyle!” [26]
     Sonra da, dilinden düşürmediği duasını tekrarladı: “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç mücahidi he­lâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”
Notlar:
[22] Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.

22 Eylül 2011 Perşembe

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 3) NAMAZ ÇEŞİTLERİ

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
3) NAMAZ ÇEŞİTLERİ
     Hanefîler dışındaki çoğunluk, vâcip hüküm kategorisini kabul etmedikleri için namazı genel olarak farz ve nâfile şeklinde iki gruba ayırmışlardır.
     Hanefîler'e göre ise namazlar:
     a) farz,
     b) vâcip,
     c) nâfile olmak üzere üç çeşittir.
     Bununla birlikte Hanefîler arasında farklı gruplamalar da bulunmaktadır. Bunlardan birine göre namazlar;
     a) Allah'ın farz kıldığı (mektûbe) namazlar,
     b) Hz. Peygamber'in sünnetiyle sabit olan (mesnûn) namazlar,
     c) nâfile namazlar olmak üzere üç çeşittir.
     Hz. Peygamber'in sünnetiyle sabit olan namazlar da vâcip olan ve vâcip olmayan kısımlarına ayrılır.
     A) FARZ NAMAZLAR
     Farz olan namazlar, aynî farz (farz-ı ayın) ve kifâî farz (farz-ı kifâye) olmak üzere ikiye ayrılır. Farz-ı ayın olan namazlar yükümlülük çağındaki her müslümana farz olup, her biri ayrı ayrı bunu yerine getirmekle mükelleftir. Farz-ı ayın olan namazlar, her gün beş vakit namaz ve her hafta cuma günleri kılınan cuma namazından ibarettir.
     Günlük farz namazlar sabah namazı 2 rek`at, öğle namazı 4 rek`at, ikindi namazı 4 rek`at, akşam namazı 3 rek`at ve yatsı namazı 4 rek`at olmak üzere toplam 17 (on yedi) rek`attır.
     Cuma namazı, cuma günü öğle namazının vaktinde cemaatle kılınan ve farz olan kısmı 2 rek`at olan bir namazdır. Cuma namazı kılınınca ayrıca öğle namazı kılınmaz.
     Farz-ı kifâye olan namaz ise, bir müslüman öldüğünde başta yakınları, komşuları ve tanıyanları olmak üzere müslümanlarca kılınması gereken cenaze namazıdır. Bu namazı birileri kılınca öteki müslümanlar cenaze namazı kılmadıkları için sorumlu olmazlar. Sevap ve fazileti ise namazı kılanlar elde etmiş olurlar.
     B) VÂCİP NAMAZLAR
     Vâcip namazlar, vâcip oluşu kulun fiiline bağlı olmayan (li-aynihî vâcip) ve vâcip oluşu kulun fiiline bağlı olan vâcip (li-gayrihî vâcip) olmak üzere iki kısımdır. Yatsı namazından sonra kılınan üç rek`atlık vitir namazı ile ramazan ve kurban bayramı namazları birinci grupta yer alır. Tilâvet secdesi de, her ne kadar namaz olmayıp bir secdeden ibaret olsa da, bu gruba sokulmaktadır. Ayrıca çoğunluk tarafından sünnet kabul edilmekle birlikte, bazı Hanefîler'in vâcip saydıkları küsûf namazı da (güneş tutulduğunda kılınan namaz) bu gruba girer.
     İkinci grupta ise nezir namazı, sehiv secdesi ve ifsat edilen nâfile namazın kazâsı yer alır. Nezir namazı, esasen gerekli ve görev olmamakla birlikte, kişi bir vesileyle namaz kılmayı adadığı zaman kendi iradesiyle kendini yükümlü kılmış olur; artık bu yükümlülüğü yerine getirmesi gerekir.
     C) NÂFİLE NAMAZLAR
     Farz veya vâcip olan namazların dışındaki namazlara nâfile namazlar denir ve farz namazların öncesinde veya sonrasında kılınan sünnet namazlar nâfile namaz kapsamında yer alır. Nâfile namazları, sünnet namazların dışında ayrı bir kategori olarak ele alan bilginler de bulunmaktadır. Buna göre namazlar;
     a) farz namazlar,
     b) vâcip namazlar,
     c) sünnet namazlar,
     d) nâfile namazlar olmak üzere dört çeşit olmaktadır.
     Sünnet namazlar, vakit namazları yanında düzenli olarak kılınan sünnetleri (revâtib) ifade etmekte, nâfile namazlar ise düzenli olmayarak çeşitli vesilelerle Allah'a yakınlaşmak ve sevap kazanmak maksadıyla ayrıca kılınan namazları (regaib) ifade etmektedir.
     Sünnet, Hz. Peygamber'in yaptığı ve bir bağlayıcılık ve gereklilik olmaksızın yapılmasını istediği ve teşvik ettiği şeylerdir. Bu anlamda sünnet, hem Hz. Peygamber'in devamlı olarak yaptığı, nâdiren terkettiği şeyleri yani Hanefîler'in ıstılahındaki sünneti hem de devamlı olarak yapmayıp, yapılmasına teşvikte bulunduğu şeyleri (mendup, müstehap) içine almaktadır. Buna göre meselâ sabah namazının farzından önce iki rek`at namaz kılmak sünnet, ikindi ve yatsıdan önce kılınan dört rek`at ise müstehap sayılmaktadır.
     Fakat en doğru ve yaygın gruplama farz ve vâcip namazların dışındaki namazları, genel olarak nâfile başlığı altında ele alıp bunları kendi içinde kısımlara ayıran gruplamadır. Nâfile kelimesinin, farz ve vâciplerin dışında fazladan yapılan işler anlamına gelmesi ve yaygın olarak mendup, müstehap ve tatavvu olarak da adlandırılması bu gruplamanın daha tutarlı olduğunu göstermektedir. Buna göre nâfile namaz ifadesi, bir vakti bulunan sünnetleri (müekked sünnet ve müstehap sünnet) ve vakte bağlı olmayan tatavvu namazları içine alır. Birincisi, sünen-i revâtib, ikincisi regaib türleri olarak adlandırılır. Revâtib, belli bir düzen ve tertip içinde, beş vakit farz namazlarla birlikte ve belli bir devamlılık içinde kılındığı için revâtib adını almıştır. Bu açıdan revâtib sünnetler, düzenli olarak kılınan sünnetler demektir. Bunlar, Hz. Peygamber'in sünnetine uyularak vakit namazlarından önce veya sonra yahut kimisinde hem önce hem sonra kılınan namazlardır. Peygamberimiz'in devam edip etmemesine göre bunların bazıları sünnet-i müekkede, bazıları sünnet-i gayr-i müekkede olarak nitelendirilir. Hanefî literatürde, sünnet-i müekkede olan namazlar kısaca "sünnet", gayr-i müekked olanlar ise "müstehap" veya "mendup" diye adlandırılmıştır. Ramazan ayında yatsı namazından sonra kılınan teravih namazı da, sünnet-i müekkede türünden bir namazdır.
     Revâtib sünnetler dışındaki nâfile namazlar ise regaib adını alır. Bunlar, Hz. Peygamber'in uygulamalarına dayanılarak belirli zamanlarda veya bazı vesilelerle kılınan ya da kişinin kendi isteğiyle herhangi bir zamanda Allah'a yakınlaşmak ve sevap kazanmak amacıyla kıldığı namazlardır. Bunlar gönüllü olarak kendiliğinden kılındığı için "gönüllü (tatavvu) namazlar veya arzuya bağlı namazlar" olarak da adlandırılır. Teheccüd namazı, kuşluk (duhâ) namazı, istihâre namazı, yağmur duası, husûf namazı, küsûf nama-zı, tahiyyetü'l-mescid, tövbe namazı, evvâbîn namazı, tesbih namazı, ihra-ma giriş namazı, yolculuğa çıkış ve yolculuktan dönüş namazı, hâcet nama-zı, abdest ve gusülden sonra namaz regaib türünden nâfile namazlardır.
     İslâm kültüründe sünnet namazlar, özellikle vakit namazlarının öncesinde-sonrasında kılınan sünnet namazlar, farz namazlara hazırlayıcı ve onları koruyucu ibadetler olarak değerlendirilmiş, ayrıca Hz. Peygamber'e bağlı olmanın da bir göstergesi kabul edilmiştir. Bunun için de, bu namazların mümkün oldukça kılınması tavsiye edilmiş ve terkedilmesi kötü bir davranış sayılmıştır. Bununla birlikte, sonuçta farz veya vâcip olmayıp sünnet olduğu için de çeşitli nedenlerle terkedilmesine müsaade ve müsamaha edilmiştir.

21 Eylül 2011 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER ... EVDEN ÇIKARKEN VE EVE GİRERKEN OKUNACAK DUALAR

İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM: SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
ALTINCI FASIL:
EVDEN ÇIKIŞ VE EVE GİRİŞ DUÂLARI

   1. (1828) -  Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evinden çıktığı zaman şu duayı okurdu: "Allah'ın adıyla Allah'a tevekkül ettim. Allahım! zillete düşmekten, dalâlete düşmekten, zulme uğramaktan, cahillikten, hakkımızda cehâlete düşülmüş olmasından sana sığınırız".
[Tirmizî, Daavât 35, (3423); Ebû Dâvud, Edeb 112, (5094); Nesâî İstiâze 30, (8,268); İbnu Mâce, Dua 18, (3884).]

   2. (1829) -  Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Evinden çıkınca kim: "Allah'ın adıyla, Allah'a tevekkül ettim, güç kuvvet Allah'tandır" derse kendisine: "İşine bak, sana hidâyet verildi, kifâyet edildi ve korundun da" denir, ondan şeytan yüz çevirir".
[Tirmizî, Daavât 34, (3422); Ebû Dâvud, Edeb 112, (5095); Nesâî, İstiâze (8,268).]

   3. (1830) -  Ebû Mâlik el-Eş'arî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kişi evine girince şu duayı okusun: "Allahım! Senden hayırlı girişler, hayırlı çıkışlar istiyorum. Allah'ın adıyla girdik, Allah'ın adıyla çıktık, Rabbimiz Allah'a tevekkül ettik". Bu duayı okuduktan sonra ailesine selam versin".
[Ebû Dâvud, Edeb, 112, (5096).]

YEDİNCİ FASIL: OTURMA-KALKMA DUALARI


    1. (1831) -  Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hazretleri buyurdular ki: "Kim, malâyânî konuşmaların çok olduğu bir yere oturur da, oradan kalkmazdan önce şu duayı okursa bu yerde oturmaktan hasıl olan günahından arınmış olur:
Allahım! Seni hamdinle tesbih ederim. Senden başka ilah olmadığına şehâdet ederim. Senden mağfiret diliyorum, Sana tevbe ediyor (af taleb ediyorum)".
[Tirmizî, Daavât 39, (2329).]

  2. (1832) -  İbnu Ömer hazretleri (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir cemaatte oturduğu zaman, ashâbı için şu duayı okumadan nadiren kalkardı:
     "Allahım! Bize korkundan öyle bir pay ayır ki, bu, sana karşı işlenecek günahlarla bizim aramızda bir engel olsun. İtaatinden öyle bir nasib ver ki, o bizi cennete ulaştırsın. Yakîninden öyle bir hisse lutfet ki dünyevî musibetlere tahammül kolaylaşsın.
     Allahım! Sağ olduğumuz müddetçe kulaklarımızdan, gözlerimizden, kuvvetimizden istifade etmemizi nasib et. Aynı şeyi bizden sonra gelecek olan neslimize de nasib et. İntikamımızı, bize zulmedenlerden almışlardan kıl (mazlumlardan değil). Bize tecavüz edenlere karşı bizi muzaffer kıl. Bize, dinî musibet verme. Dünyayı, ne asıl gayemiz kıl, ne de ilmimizin son hedefi. Bize merhametli olmayanı bize musallat etme."
[Tirmizî. Daavât 73, (3497).]

AÇIKLAMALAR:
1- Korku diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haşyet'dir. Korku kelimesi haşyeti tam karşılamaz. Çünkü haşyet, ta'zîm beraberinde getiren bir korkudur. Sözgelimi, Allah'a karşı haşyet duyulur, bâbaya karşı da haşyet duyulur ama, düşmana karşı haşret duyulmaz, düşmandan havf edilir. Yani düşmana karşı duyulan korkuda saygı yoktur.

2- Hadiste, Allah'a karşı hissedilecek korkunun farklı derecelerde olacağına dikkat çekiliyor. Aşağı derecelerdeki korku, bir kısım günahların işlenmesine mâni olamamaktadır. Öyle ise kalbte Allah korkusu öyle bir mertebede olmalıdır ki; bu, kalbe bağlı olan bütün uzuvları, Allah'a isyan olan günahlardan durdurabilsin.
     Münavî der ki: "Kalbteki korkunun azlığı nisbetinde meâsiye hücum olur. Korku pek az olur, gaflet istila ederse bu, helâketin alâmetidir. Bu sebepledir ki: "Günahlar (Meâsi), küfrün habercisidir, tıpkı öpme cimanın habercisi, müzik zinanın habercisi, nazar aşkın habercisi, hastalık ölümün habercisi olduğu gibi. Meâsinin (günahların) akılda, bedende, dünya ve ahiret işlerinde, Allah'tan başka kimsenin sayamayacağı kadar pek çok çirkin, kötü ve zararlı eserleri vardır."
3- Hadiste ifâde edilen diğer bir noktaya göre, dünyevî musibetlere tahammül işi, herşeyden önce bir inanç işidir. Kuvvetli bir inanç, bunları kolayca geçiştirmeye yardımcıdır. İstenen yakîn Allah inancıyla ilgilidir. Yâni kişi, Allah'ın varlığı, gelen müsibetlerin Allah'ın takdiriyle olduğu ve bu İlâhî takdiri geri çevirebilecek hiçbir gücün bulunmadığı ve keza Allah'ın takdir ettiği şeylerin bir maslahata, bir hikmete binâen olduğu, kişiye mutlaka bir sevap ve bir salâh getireceği hususlarında yakîn denen kesin inanca ulaşabilirse dünyevî musibetler hafifler ve daha kolay geçiştirilebilir.
4- "İntikamı zulmedenlerden almış kılmak"tan maksad, cahiliye devrinde olduğu gibi zâlimin, suçsuz olan yakınlarından intikam almış olmamayı temennidir. Bilindiği üzere İslam'dan önce Araplar arasındaki âdete göre bir kabileden herhangi bir kimse diğer bir kabileden birini öldürecek olsa, câninin mensup olduğu kabilenin bütün ferdleri suçlu durumuna düşerlerdi. Öldürülen kişinin intikamını almak için kâtilini cezâlandırılması şart değildi. Onun bir yakını veya kabilesinden herhangi birisi öldürülebilirdi. İşte Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) burada "Cahiliyede yapıldığı gibi, bana zulmeden dışında, birisinden, yâni bir mâsumdan intikam almama meydan verme" mânâsında Cenab-ı Hakk'a niyazda bulunmaktadır. Bu davranış bir zulümdür. Allah'ın haram kıldığı bir fiildir. Çünkü âyet-i kerîme'de   وََتَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى   "Günah işleyen hiçbir nefs başkasının günahını çekemez" (Fâtır 18) buyurulmuştur.
5- Dinî musibet: Uhrevî sorumluluğa sebep olacak hallerdir ki haramı yemek, ibadetleri terketmek, dinin yasakladığı kumar, zina, içki, faiz gibi haramları işlemek, bâtıl ve sapık inançlara saplanmak, dini yaşamayı engelleyen şartlar v.s. hepsi buraya girer. Allah'a kulluğumuzu zayıflatan, mâneviyatımızı gerileten herşey -büyük olsun, küçük olsun- dinî bir musibettir.
6- Dünyanın asıl hedef olmaması, kişinin yaşamaktaki gâyesinin Allah'ın rızasını kazanmak olmasıdır. Bu maksadla yaşamak için zarurî olan ihtiyaçları te'min etmek gayesiyle çalışmak, dünyanın asıl gâye kılınması değildir. Bu çeşit çalışmak müstehabtır.
Keza, bildiklerimizin hepsi dünyayı kazanma yollarıyla alâkalı olmamalı, âhireti kazandıracak bilgiler de elde etmeliyiz, Resûlullah bunu da talep etmiştir.
7- Son olarak zâlimlere ve kâfirlere karşı mağlup kılınmamamız Cenâb-ı Hakk'tan istenmektedir. Mamafih burada, "zâlimlerin başımızda hâkim olmamaları" da istenmiş olmaktadır. Hatta bu son duayı "kabirde, bize merhamet etmeyerek azap meleklerini musallat etme" mânâsında anlayanlar da olmuştur.
Kütüb-i Sitte . İbrahim Canan

GÖNÜLDER' de HER PAZARTESİ GENELE, HER CUMA BAYANLARA PROGRAM

     3 Ekim'den itibaren her pazartesi saat 20:00 - 22:00 da Muhammed Fesih Kaya, farklı bir temel konuyu anlatacak...

     7 Ekim'den itibaren her cuma saat 14:00 - 16:00 da gezeteci, yazar Demet Tezcan, farklı bir şahsiyeti yahut tarihe mal olmuş bir olayı, dönemi anlatacak...
Her Cuma

17 Eylül 2011 Cumartesi

KONFERANSA DAVET... ARAP BAHARI, AFRİKA GERÇEĞİ ve SOMALİ...

     Gönül Erleri Mail Grubu olarak, İstanbul'da 6 mekanda ve İzmir'de bir mekanda Haziran 2012'ye kadar sürekli etkinliklerimiz, seminerlerimiz, derslerimiz olacak. GÖNÜLDER Eğitim Araştırma ve Yardımlaşma Derneği'mizde her ayın son perşembesi düzenleyeceğimiz GÜN.DEM.DEKİ programımızı bu ay 1 hafta erken başlatıyoruz.
     Ailece Davetlisiniz...
22 Eylül 2011

Perşembe
Saat: 19:30 - 22:00
     İkramların da olacağı bu etkinliğimize ailece katılabilirsiniz...
Adres: Mevlana Mah. Akdeniz Cad. No:3 Türkiş Blokları Yakını Ataşehir - İstanbul
Tlf. : 0216 526 47 65

      Gün
   Dem
Deki

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...