İ S L A M T A R İ H İ
Dua ve İbâdet ile Geçirilen Gece
Harpten bir önceki gece idi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek kadar tesirli şu duasını yaptı:
“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.” [22] Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tekrarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
Harpten bir önceki gece idi. Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek kadar tesirli şu duasını yaptı:
“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.” [22] Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tekrarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
İki Ordu Karşı Karşıya
Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi. Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı. Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.
Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele verilemeyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi. Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı. Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.
Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele verilemeyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
Muhacirlerden İlk Şehit
Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Amir b. Hadremî, harp usûlüne muhalefet ederek, mücahitlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca Hazretlerine isabet etti ve orada İslam ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca, şehitlerin efendisidir” buyurarak İslam’ın bu ilk şehidini tebcil etti.
Mihca Hazretlerinin şehâdeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan, Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe ile Utbe’nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.
Benî Neccâr’dan Afra isminde bahtiyar İslam kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de hazır bulunuyordu. Onlardan ikisi, Muaz ve Avf ile Resûlullah’ın şâiri Abdullah b. Ravaha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu.
Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular. Onlar, “Ensardan filan ve filanız” diye cevap verdiler. Müşrikler, “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğullarıyla çarpışacağız” dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!” diye konuştular.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine dua etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” diye emretti. [23]
Müşriklerin Yere Serilmeleri
Resûl-i Kibriya Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman sahabe, derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için, Utbe onları tanıyamadı. “Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığınızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım” diye seslendi.
Üç kahraman sahabe de isim ve şöhretlerini söyleyince, müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz. Buyurun!” deyip kılıçlarını sıyırdılar.
Ubeyde b. Hâris, Utbe b. Rabia’yla; Hz. Hamza, dengi Şeybe b. Rebîa’yla ve Hz. Ali ise, Velid b. Utbe’yle çarpışacaktı.
Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübarezeleri, o vaktin hükmüne göre seyre değer hadiselerden sayılırdı. Buna binaen, iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular.
Teke tek vuruşma şimşek süratiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali, birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Hasımlarını bir hamlede öldüren Hz. Hamza ile Hz. Ali, bu sefer dönüp Hz. Ubeyde’nin yardımına koştular. Utbe’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna getirdiler.
Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Resûlallah, ben şehit miyim?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehitsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu müjdeledi. [24]
Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri, ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup, din-i İslam uğrunda çektiği eza ve cefalardan dolayı asla üzülmediğine dair güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan, Bedir’den dönülürken yolda vefat etti. Oraya defnedildi. [25]
Adamlarının bir bir yere serildiğini gören müşrikleri, büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye, toparlamaya çalışıyordu.
Allah yolunda çarpışmayı “en büyük şeref” telâkki eden Müslüman mücahitler ise, adeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvel muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, adeta mücessem iman halini almış bu bir avuç mücahidin haline bakarak, Cenab-ı Hakk’a şöyle içli niyazda bulundu:
“Allahım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar; Sen, onlara binecek ver! Allahım! Onlar çıplaktırlar; Sen, onları giyindir. Allahım! Onlar açtırlar; Sen, onları doyur! Allahım! Onlar fakirdirler; Sen, onları fazlın ve keremin ile zengin eyle!” [26]
Sonra da, dilinden düşürmediği duasını tekrarladı: “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç mücahidi helâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”
Notlar:
[22] Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder