26 Kasım 2010 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MERHAMET


 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
  M E R H A M E T 
     Acıma, esirgeme, koruma, sevgi gösterme, yardım etme. İnsanı başkalarına iyilik ve yardım etmeye yönlendiren acıma duygusu. Tüm yaratılmışlara sevgi ile yaklaşma, onları kötülüklerden koruma ve kurtarma, zor durumlarında yardım etme, bağışta bulunma, affetme gibi iyi huy ve davranışların başlıca nedenidir. Kaynağı Allah (cc.)'tır. İnsanlardaki merhamet, Allah (cc.)'ın rahmet ve merhametinin bir tecellisi, bir yansımasıdır.
     Allah'ın (cc.) niteliklerinden birisi merhametidir. Bu niteliğini ifade eden Rahman ve Rahim adlarının Kur'an'da Allah (cc.) ve Rab adlarından sonra en çok anılan adlar olması, Allah(cc.) 'ın merhamet niteliğinin önemini ve sonsuzluğunu gösterir. Allah(cc.) bu niteliği nedeniyle besleyip büyütür, ödüllendirir, nimetler bağışlar, suçları affeder, peygamberler aracılığı ile insanlara doğru yolu gösterir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in gönderilmesi, Kur'an'ın indirilmesi de Allah(cc.)'ın merhametinin bir sonucudur. O'nun rahmeti herşeyi kuşatmıştır (el-A'raf, 7/156), merhametlilerin en merhametlisidir (el-A'raf, 7/151) ve merhamet edenlerin en hayırlısıdır (el-Mü'min, 23/109).
     Hz. Peygamber (s.a.s), Allah(cc.)'ın merhametinin büyüklüğünü ve insanlardaki merhametin kaynağı olduğunu dile getirdiği bir hadislerinde şöyle buyurur: "Allah (cc.) merhametini yüz parçaya ayırdı, doksan dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu hayvan, bir tarafını incitir endişesiyle ayağını yavrusundan sakınır" (Buhari, Edeb, 19, Müslim, Tevbe, 17).
     Allah(cc.)'ın merhamet niteliğinin bir sonucu olarak insanlara gönderilen peygamberlerin en önemli özelliklerinden birisi de merhametli olmalarıdır. Kur'an, âlemlere rahmet olarak gönderildiğini (el-Enbiya, 21/107), Allah(cc.)'ın rahmeti sayesinde insanlara yumuşak davrandığını (Âl-i İmran, 3/159) belirttiği Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu özelliğini şöyle açıklar:
     "Ey mü'minler! And olsun ki, içinizden size sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, mü'minlere şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir" (et-Tevbe, 9/128).
Merhamet mü'minlerin de temel özelliklerindendir. Bu nedenle Kur'an mü'minlerin birbirlerine karşı merhametli olduklarını belirtir (el-Fetih, 48/29). Başka bir yerde de kurtuluşa eren, ahirette kitapları sağ ellerinden verilen mü'minlerin nitelikleri sayılırken "Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye edenlerden, merhametli olmayı tavsiye edenlerden olmaktır" (el-Beled, 90/17) buyurulur. Kur'an'ın bu tutumuna uygun olarak Hz. Peygamber (s.a.s) de merhamet konusu üzerinde önemle durmuş, teşvik etmiş, zaman zaman katı ve acımasız davranan insanları uyarmıştır. Sözgelimi bir hadislerinde: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" (Buhari, Edeb, 18) buyurmuştur. Diğer bir hadislerinde de insanın merhametinin Allah(cc.)'ın kendisine göstereceği merhametin nedeni olduğunu şöyle belirtir: "İnsanlara merhamet etmeyen kimseye de Allah (cc.) merhamet etmez" (Müslim, Fezail, 66). "Siz yerdekilere merhamet edin ki göktekiler (Allah (cc.) ve melekler) de size merhamet etsin" (Ebu Davud, Edeb, 58; Tirmizi, Birr, 16) hadisi de aynı olguyu farklı biçimde yeniden vurgular.
     İslam'ın öngördüğü merhamet tüm yaratıkları içine alacak kadar geniş kapsamlıdır.
Çocuklar, kadınlar, yaşlılar, yetimler, kimsesizler, hastalar ve yoksullar başta olmak üzere tüm insanlara merhamet göstermenin yanısıra, diğer tüm canlılara da merhametli davranmak mü'minlerin görevidir. Yüzüne damga vurulmuş bir eşeği görünce "Bu hayvanı dağlayana Allah (cc.) lanet etsin" (Müslim, Libas, 107) buyuran Hz. Peygamber (s.a.s), bir hadislerinde kötü yola düşmüş bir kadının susuzluktan ölmek üzere bulunan bir köpeğe su verdiği için Allah (cc.) tarafından bağışlandığını (Buhâri, Şürb, 9, Edeb, 27; Müslim, Selam,153, Cihad, 44), diğer bir hadisinde de kedisini açlıktan ölmeye mahkum eden merhametsiz bir kadının, bu davranışı, nedeniyle cehenneme atılmayı hakettiğini (Buhari, Edeb, 18, 27; Müslim, Fezail, 65) belirterek merhametin insanlârla sınırlı olmadığını dile getirir. Hayvanlara iyi bakılıp beslenmesi (Ebu Davud, İsti'zan, 39), zevk için dövüştürülmemesi (Ebu Davud, Cihad, 51; Tirmizi, Cihad, 30), nişan atılan hedefler yerine konulmaması (Müslim, Sayd, 59), zevk için öldürülmemesi (Nesai, Dahaya 42) yolundaki emirleri de İslam'ın bu konudaki kapsamlı bakışını yeterince ortaya koymaktadır.
Şamil İA

23 Kasım 2010 Salı

İSLAM İLMİHALİ ... DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: FIKIH - 1. KAVRAM

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Dördüncü Bölüm: Fıkıh
   I. KAVRAM
     İkinci bölümde de ifade edildiği gibi, fıkıh kelimesi sözlükte "bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, iç yüzünü ve inceliklerini kavramak" anlamına gelir. Terim olarak ise, hicrî ilk asırlarda zihnî çaba ile elde edilen dinî bilgilerin tamamını ifade etmişken, iman ve itikad konularının ayrı bir ilim dalı olarak teşekkül etmesine paralel olarak, ileri dönemlerde İslâm'ın fert ve toplum hayatının değişik yönleriyle ilgili şer`î-amelî hükümlerini bilmenin ve bu konuyu inceleyen ilim dalının özel adı olmuştur. Fıkhın, şer`î delillerden elde edilen fıkhî hükümleri sistematik tarzda ele alan dalına fürû-i fıkıh, delillerden hüküm elde etme metodunu inceleyen dalına da usûl-i fıkıh denir. Fıkıh ilminde uzman olan kimselere de fakih (çoğulu fukahâ) denildiğini biliyoruz. Fıkıh ferdin Allah'a, kendine ve topluma karşı amelî sorumluluklarını, beşerî ilişkilerin sübjektif, ahlâkî ve objektif (hukukî) yönlerini bütünüyle kuşattığından ve bir bakıma İslâm toplumunun dini anlama ve yaşama tarzını ve çeşitliliğini, kültür ve geleneğini temsil ettiğinden İslâm hukuku tabirinin ilk planda çağrıştırdığı dar ve şeklî alana göre daha kapsamlıdır. Fakat Batı'daki İslâmoloji çalışmalarının etkisiyle fıkıh yerine İslâm hukuku tabiri de eş anlamlı olarak kullanılır olmuştur.
     Kur'an'ın fert ve toplum hayatına ilişkin olarak koyduğu amelî hükümler, kural ilke ve amaçlar ile bunların açıklaması, örneklendirmesi ve uygulanması mahiyetindeki Hz. Peygamber'in sünneti, İslâm'ın amelî hükümlerinin temel kaynaklarını teşkil eder. Kur'an ve Sünnet'in bu belirleyici ve yönlendirici tavrı, ferdin kişiliğine ve temel haklarına müdahale değil aksine dünya hayatında çeşitli zaaf ve sapmalara mâruz kalan insana ilâhî inayet ve rahmet elinin uzanması, onun aklî ve fıtrî temizliğinin vahiyle korunması ve desteklenmesi ve insanın dünya ve âhirette mutluluğu yakalamasına yardımcı olunması anlamını taşır. Müslümanlar ferdî, ailevî ve sosyal hayatlarını düzenlerken dinin bu yol göstericiliğinden âzami ölçüde yararlanmayı bu sebeple isterler.
     Öte yandan, Kur'an ve Sünnet'te yer alan amelî hükümlerin, ilke ve amaçların anlaşılması, yorumlanması ve günlük hayatın bu çizgide düzenlenmesi konusunda İslâm toplumlarının tarihî süreç itibariyle zengin ve çok çeşitli bir tecrübe birikimine sahip olduğu, nasların açık ifadelerinin çerçevelediği ortak alan etrafında zengin bir hukuk kültür ve geleneğinin oluştuğu da bilinmektedir. Bu itibarla İslâm fıkhı bir yönüyle ilâhî tebliğle, Kur'an ve Sünnet'te yer alan açıklamalarla, bir yönüyle de müslüman hukukçuların entelektüel üretimleri, gözlem ve tecrübe birikimleri, toplumların kültür, gelenek ve vak`alarıyla bağlantılıdır. Bu durum, İslâm fıkhının hem ilâhî inâyetten, vahyin yol göstericiliğinden, hem de beşerî çabadan, fert ve toplumların şart ve ihtiyaçlarından kopmamasının, ikisi arasında denge kurarak fert ve toplumlara mâkul, dengeli ve yaşanabilir bir hayat tarzı önerebilmesinin temel âmili olmuştur.
     Bu itibarla İslâm fıkhı veya İslâm hukuku denince, sadece Kur'an ve Sünnet'in amelî hükümleri değil de İslâm toplumlarının bu ortak alan etrafında geliştirdiği hukuk kültür ve geleneği, uygulama zenginliği kastedilir. Diğer bir anlatımla İslâm fıkhı veya hukuku tabirini müslüman toplumların fıkhı veya hukuku şeklinde açmak mümkündür.
     Bu arada, fıkhın hukuka göre daha kapsamlı bir kavram olduğunu da özellikle vurgulamaya ihtiyaç vardır. Çünkü hukuk beşerî ilişkileri şeklî ve objektif kurallarla ve maddî müeyyidelerle düzenlerken fıkıh ferdin yaratanla, kendisiyle ve toplumla ilişkilerini şekil ve öz, dünya ve âhiret, maddî ve mânevî müeyyide, cebrî hukuk ve sosyal baskı gibi değişik boyutlarıyla ele alır. Bu sebeple de fıkhın içinde İslâm kültür ve medeniyetinin birçok ayrıntısını, zengin bilgi ve tecrübe birikimini, fert ve toplum hayatının değişik kesitlerini bulmak mümkündür. Ancak burada İslâm fıkhının bu değişik vecîbeleriyle ilgili ayrıntıya girilmeyecek, sadece ibadet ve şahsın hukuku (ahvâl-i şahsiyye) çerçevesinde kalan ilmihal bilgilerinin daha iyi kavranabilmesi için bunların elde edilmesinde kullanılan aslî ve tâli kaynaklar ve metotlar ile bu konudaki dinî-hukukî mükellefiyetin mahiyeti fıkhın klasik doktrin ve sistematiğinde yer aldığı şekliyle verilmekle yetinilecektir.

22 Kasım 2010 Pazartesi

DAVETLİSİNİZ... 29 Kasım... Fesih Kaya Anlatıyor... Murakabe

İstanbul Anadolu Yakasındaysanız
özellikle davetlisiniz...
   

BAŞBAKANLIĞA 30 UZMAN YARDIMCISI ALINACAK

TC.
BAŞBAKANLIK
UZMAN YARDIMCILIĞINA
GİRİŞ SINAVI DUYURUSU
     Başbakanlık Merkez Teşkilatında çalıştırılmak ve Başbakanlık Uzmanı olarak yetiştirilmek üzere 30 adet Başbakanlık Uzman Yardımcılığı kadrosu için “Başbakanlık Uzman ve Uzman Yardımcılığı Sınav, Atama, Yetiştirilme, Görev ve Çalışma Usul ve Esasları Hakkında Yönetmelik” hükümlerine göre 21 Aralık 2010 tarihinden itibaren Giriş Sınavı yapılacaktır.
      Giriş Sınavı adayların mezun oldukları fakülte ve bölümlere göre iki grup halinde yapılacaktır.
 
I. Grupta, hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakültelerinden mezun olanlar arasından 16 Başbakanlık Uzman Yardımcısı alınacaktır. Bunlar için KPSSP95 veya KPSSP97 puan türü esas alınacak olup adayların müracaat edebilmeleri için bu puan türlerinden en az 85 puan almaları şarttır.
 
II. Grupta ise aşağıda mezun oldukları fakülte veya bölüm, bu fakülte veya bölümlere ayrılan sayı, esas alınacak puan türü ve taban puanı belirtilen 14 Başbakanlık Uzman Yardımcısı alınacaktır.
 

 
FAKÜLTE VEYA BÖLÜM SAYI PUAN TÜRÜ TABAN PUAN
1 İLETİŞİM FAKÜLTESİ 5 KPSSP8 75
2 SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ 2 KPSSP8 75
3 İSTATİSTİK BÖLÜMÜ 2 KPSSP75 85
4 EKONOMETRİ BÖLÜMÜ 2 KPSSP92 80
5 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ 3 KPSSP8 70

Ekonometri bölümü mezunları sadece II.Grup için müracaat edeceklerdir.
1 - GİRİŞ SINAVINA BAŞVURU ŞARTLARI
1 - 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinde belirtilen genel şartları haiz olmak,
2 - Üniversitelerin en az 4 yıllık lisans eğitimi veren ve yukarıda sayılan fakülte veya bölümlerinden ya da bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarından birisini bitirmiş olmak,
3 - Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi tarafından; 27-28 Haziran 2009 ve 10-11 Temmuz 2010 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavından, yukarıda fakülte veya bölümlere göre belirtilen puan türleri için tespit edilen taban puanı almak kaydıyla, müracaat edenlerin en yüksek puandan başlanarak sıralanması neticesinde kontenjanlara göre alınacak Başbakanlık Uzman Yardımcısı sayısının 4 katı aday arasına girmek (sonuncu aday ile aynı puana sahip olanlar da giriş sınavına çağrılacaktır.),
4 - Giriş Sınavının yapıldığı yılın ilk günü itibarıyla otuz yaşını doldurmamış olmak,
5 - Bu sınava bir defadan fazla katılmamış olmak,
6 - Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak,
7 - Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek daimi vücut veya akıl hastalığı veya vücut sakatlığı ile özürlü bulunmamak,
8 - Giriş Sınavına süresi içinde başvurmak ve Giriş Sınavı için istenen belgeleri Kuruma vermiş bulunmak.
2 - BAŞVURU ŞEKLİ VE YERİ
     Adaylar başvurularını 25 Kasım - 6 Aralık 2010 tarihleri arasında “Başbakanlık Uzman Yardımcılığı Başvuru Formu”nu doldurmak suretiyle http://www.basbakanlik.gov.tr  internet adresinden elektronik ortamda veya Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü Vekâletler Caddesi 06573 Bakanlıklar/Ankara adresinde şahsen yapacaklardır. Adaylar başvurularını 6 Aralık 2010 tarihi mesai bitimine (saat 18:00) kadar yapabileceklerdir.
     Başvuru formuna yüklenilecek vesikalık fotoğraf son 6 ay içinde çekilmiş ve adayı kolaylıkla tanıtabilecek nitelikte olacaktır. Başvuru koşullarını taşımadığı halde başvuruda bulunan adayların müracaatları kabul edilmeyecektir.
3 - SINAVA GİRİŞ
Giriş Sınavına katılmaya hak kazandığı tespit edilen adayların listesi http://www.basbakanlik.gov.tr  adresinde ilan edilecektir. Adaylara ayrıca bir tebligat yapılmayacaktır. Bu adaylar; sözlü sınava katılabimek için aşağıdaki belgeleri Başbakanlığın internet sitesinde ilan edilecek tarihler arasında mesai saatleri içerisinde Başbakanlık Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğüne teslim edecekler ve kendilerine Sınav Giriş Belgesi verilecektir. Sınava katılamayacak müracaat sahiplerine herhangi bir bildirimde bulunulmayacaktır.
1 - Vesikalık fotoğraf (2 adet)
2 - KPSS sonuç belgesinin aslı veya aslı görülmek üzere Kurumca onaylanacak örneği,
3 - Yüksek öğrenim diplomasının veya çıkış belgesinin aslı veya aslı görülmek üzere Kurumca onaylanacak örneği (Yabancı okul mezunları için denklik belgesi),
4 - Adayın çıktısını alarak imzalayacağı Başbakanlık Uzman Yardımcılığı Başvuru Formu,
5 - Adayın kendi el yazısı ile yazılmış; anne ve babasının adları ile meslek ve işleri, ilk, orta ve yüksek öğrenimini yaptığı okullar, yüksek öğrenimden sonra ne gibi işler yaptığı ve kendi hakkında bilgi verebilecek iki kişinin isimleri ile T.C. kimlik numarasının, iş ve ikametgâh adreslerinin de belirtildiği ve sabıka kaydının olup olmadığının beyan edildiği özgeçmişi (form http://www.basbakanlik.gov.tr  adresinden temin edilebilecektir).
     Giriş Sınavında başarılı olan adaylardan, atama yapılmadan önce, sağlık açısından görev yapmasına engel bir hali olmadığına ilişkin yazılı beyan istenecektir.
4 - SINAV ŞEKLİ VE KONULARI
     Giriş sınavı; I.Grupta yer alan adaylar ile II. Gruptaki ekonometri bölümü mezunlarına, mezun olduğu bölüm ile birlikte hukuk, iktisat, maliye, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler ve işletme konuları, II. Grupta yer alan ekonometri bölümü hariç diğer adaylara, mezun oldukları fakülte ve bölüme ilişkin konular ile birlikte her iki gruptaki adayların Başbakanlığın faaliyet alanlarıyla ilgili konular, genel kültür düzeyleri, muhakeme, kavrayış, ifade ve temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin Başbakanlık Uzmanlığına uygunluğunun değerlendirildiği sözlü bir sınav olacaktır.
 
5 - SINAV YERİ VE TARİHİ
     Giriş Sınavı 21 Aralık 2010 tarihinden itibaren Ankara’da yapılacaktır. Giriş Sınavına girmeye hak kazanan adaylar, sınav giriş belgesi ve nüfus cüzdanı ile birlikte Başbakanlık Merkez Bina A Blok Kat 2 Bakanlıklar/Ankara adresinde hazır bulunacaklardır.
 
6 - SINAV SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ VE İLANI
     Giriş Sınavında başarılı sayılabilmek için, Sınav Komisyonu üyelerinin her birinden 100 tam puan üzerinden en az 60 puan almak kaydıyla, ortalamanın en az 70 puan olması gerekir.
     Sınavda başarılı olanların sayısı; ilan edilen sayıdan fazla ise, en yüksek puan alan adaydan başlamak üzere sıralama yapılarak belirtilen sayı kadar aday, giriş sınavını başarmış kabul edilecektir. Giriş sınavında 70 ve üzerinde puan almış olmak, bu sıralamaya giremeyen adaylar için müktesep hak teşkil etmeyecektir. Gerek görüldüğünde, alınacak Başbakanlık Uzman Yardımcısı sayısının 1/2'sinden fazla olmamak kaydıyla yedek liste de belirlenebilir. Yedek listedeki adayların hakları, daha sonraki sınavlar için müktesep hak veya herhangi bir öncelik teşkil etmeyecektir. Sınavda başarılı olanların sayısı ilan edilen kadro sayısından daha az ise sadece başarılı olanlar sınavı kazanmış kabul edilecektir.
     Giriş Sınavını kazananların asil ve yedek listesi kurumda ve web sitesinde (http://www.basbakanlik.gov.tr/) ilan edilecek olup, kişilere ayrıca herhangi bir tebligat yapılmayacaktır. Kazanan adayların kendilerine bildirilen tarihe kadar müracaat etmeleri halinde atamaları yapılacaktır. Başka bir kurumda çalışmakta iken sınavı kazanan adayların, bu görevlerinde olumsuz sicil ve mütalaa ile disiplin cezalarını değerlendirme hakkı saklıdır.
     Başvuru ve işlemler sırasında gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilecektir. Bu kişiler, hiçbir hak talep edemeyecek ve haklarında Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere, Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.

15 adet sözleşmeli statüde İGEME Uzman Yardımcısı pozisyonuna açıktan atama ile personel alınacaktır.

T.C. BAŞBAKANLIK DIŞ TİCARET MÜSTEŞARLIĞI
İHRACATI GELİŞTİRME ETÜD MERKEZİNE
YARIŞMA SINAVI İLE SÖZLEŞMELİ STATÜDE
İGEME UZMAN YARDIMCISI ALINACAKTIR
     Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracatı Geliştirme Etüd Merkezinde çalıştırılmak üzere görev yeri aşağıda belirtilen toplam 15 adet sözleşmeli statüde İGEME Uzman Yardımcısı pozisyonuna açıktan atama ile personel alınacaktır. Sınavda başarılı olan adaylar, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun ve diğer kanunların sözleşmeli personel hakkındaki hükümlerine tabi olmayan sözleşmeli personel olarak (4059 sayılı Kanunun ek 2 nci maddesine göre) işe başlatılacaklardır.

     I. ADAYLARDA ARANACAK KOŞULLAR
1) 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin birinci fıkrasının (A) bendinde belirtilen şartları taşımak,
2) 01.01.2011 tarihi itibarıyla 35 yaşını doldurmamış olmak (01.01.1976 ve daha sonra doğanlar),
3) Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi tarafından 27 - 28 Haziran 2009 veya 10-11 Temmuz 2010 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavlarından birinden KPSS P78, KPSS P79 ve KPSS P81 puan türlerinden 80 (seksen) ve daha yukarı puan almış olmak, (Puan türlerine göre pozisyon sayıları ve görev yerleri aşağıda belirtilmiştir.)

4) En az dört yıllık eğitim veren siyasal bilgiler, hukuk, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme, mimarlık ve mühendislik fakülteleri ile ticari bilimler fakültesinin uluslararası ticaret ve/veya işletmecilik bölümlerinden veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilen yurt içi veya yurt dışındaki fakülte, yüksekokul veya bölümlerden mezun olmak.
KPSS P78 puan türü için Bilgisayar Mühendisliği bölümünden,
KPSS P79 puan türü için Hukuk Fakültesinden,
KPSS P81 puan türü için İktisap İşletme, Kamu Yönetimi, Uluslararası İlişkiler, Uluslararası Ticaret ve/veya İşletmecilik Bölümlerinden mezun olmak.
5) KPDS'den yukarıda belirtilen yabancı dillerden yapılan testlerden en az 80 (B) düzeyinde puan almak veya Test of English as a Foreign Language (TOEFL) sınavından en az 185 puan (yeni) veya 490 puan (eski), International English Language Testing System (IELTS) sınavından (akademik) en az 6.50 puan veya First Certificate in English (FCE), Certificate in Advanced English (CAE) ve Certificate of Proficiency in English (CPE) sınavlarından C düzeyinde yabancı dil bilgisini belgelemek (İki veya daha fazla yabancı dil belgesine sahip olanlar başvurularında sadece tek dil tercihi yapabileceklerdir).
6) Sınava başvuran adaylardan KPSS sonuçlarına göre yukarıda puan türleri ve yabancı dillerine göre belirtilen pozisyon sayılarının her biri için 5 katı aday sözlü sınav-mülâkata çağrılacaktır. Ayrıca, son sıradaki adayla aynı puanı almış olan adaylar da sınava katılmaya hak kazanırlar. Sözlü sınava katılmaya hak kazanan adaylar 10.01.2011 tarihinden itibaren İGEME'nin web sitesi (www.igeme.gov.tr) ile İGEME binasının girişinde ilan edilecek olup, kişilere ayrıca özel bir duyuru yapılmayacaktır. Puan türü veya yabancı dil itibarıyla ayrılan kontenjan sayıları kadar müracaat olmaması halinde, bu kontenjanlar iptal edilerek diğer puan türü veya yabancı dil kontenjanlarına aktarılacaktır.

     II. SINAV KONULARI, SINAV YERİ VE TARİHİ
     Sözlü sınav 20.01.2011 Perşembe günü Ankara'da İGEME/Mithatpaşa Cad. No:60 Kızılay adresinde yapılacaktır. Belirlenen tarihte herhangi bir nedenle sınava katılmayanların mazeretleri kabul edilmeyecektir. Sözlü sınavda adayların, bilgisayar mühendisliği, hukuk, iktisat, işletme, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler, uluslararası ticaret ve/veya işletmecilik bölümleri konularına ilaveten genel kültür ve genel ekonomi bilgisi ölçülerek, hizmetin gerektirdiği niteliklere sahip olup olmadıkları değerlendirilecektir. Puan türü veya diğer yabancı diller itibarıyla ilan edilen kontenjan sayısı kadar adayın başarılı olmaması halinde, boş kalan kontenjanlar KPSS P81 puan türüne ve İngilizce dil kontenjanlarına aktarılacaktır.

     III. SINAVA BAŞVURU ŞEKLİ VE GEREKLİ BELGELER
     Başvurular 13.12.2010 Pazartesi günü saat 09.00'da başlayıp, 31.12.2010 Cuma günü saat 17.00'de sona erecektir. Postadaki gecikmeler dikkate alınmayacaktır.

     Başvuru İçin Gerekli Belgeler
1) I.GEME'den veya http://www.igeme.gov.tr  web-sitesinden temin edecekleri İş Talep Formu, u,
2) T.C. Kimlik Numarası beyanı,
3) Diploma veya mezuniyet belgesinin aslı veya İGEME tarafından onaylı örneği.
4) KPSS sonuç belgesinin aslı veya İGEME tarafından onaylı örneği veya bilgisayar çıktısı,
5) Yabancı dil belgesinin aslı veya İGEME tarafından onaylı örneği veya bilgisayar çıktısı,
6) İki adet vesikalık fotoğraf,

     Sözlü Sınavdan Önce İstenecek Belgeler
1) Adayların sağlıkla ilgili olarak görevini devamlı olarak yapmaya engel bir durumu olmadığına dair yazılı beyanı, ı,
2) Sabıka kaydı olmadığına dair yazılı beyanı,
3) Erkek adayların askerlik ile ilişiği olmadığına dair yazılı beyanı,
4) Dört adet vesikalık fotoğraf.

     IV. SINAV BAŞVURUSU İÇİN MÜRACAAT YERİ
T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı
İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi
Mithatpaşa Cad. No: 60
06420 Kızılay / ANKARA
Tel : (312) 417 22 23
Dahili: 305-312-356-508

20 Kasım 2010 Cumartesi

HADİS-İ ŞERİFLER... KONU: HAYÂ

H A D İ S - İ    Ş E R İ F L E R
Konu: HAYÂ
     Umumî Açıklama:
     Hayâ, lügat olarak, ayıplanan bir şeyin korkusuyla insanda hâsıl olan değişme ve inkisâr mânasına gelir. Mamafih, herhangi bir sebeple bir şeyin mücerred terkine de hayâ dendiği olmuştur. Aslında terk, hayâ değil, hayânın gerektirdiği şeylerden biridir. Râğıb: "Nefsin kendini kabih şeyi yapmaktan tutmasıdır" diye tarif edip açıklar: "Hayâ insana has bir duygudur. Bununla her istediğini yapmaktan kendini alıkoyarak hayvandan ayrılır. İffet ve hayırdan mürekkeptir. Bu sebeple hayâ sahibi çok şecaatli olamaz. Nadir şecaat sahipleri utangaçtır."
     Hayâyı, "nefsin, mekruh addedilen şeyi işlemek korkusuyla kendisini tutmasıdır" diye tarif edenler de olmuştur. Burada işlenmesinden korkulan mekruh dinî bir mekruh olabilir, aklî bir mekruh olabilir, örfî bir mekruh olabilir. Dinî mekruhu işleyene fâsık, aklî mekruhu işleyene mecnun, örfî mekruhu işleyene ebleh denir.
     Bazı âlimler hayâ, haram kılınan şeylerde ise vâcib, mekruh şeylerde ise mendub, mübah şeylerde ise örfîdir demiştir.
     Şeriatte, kötü ve çirkin olandan içtinab etmeye, hak sahibinin hakkına riayetsizlikten men etmeye sevkeden ahlâka denir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Hayânın tamamı hayırdır" demekle, her çeşit çirkinlik, haksızlık ve kötülüklerden içtinâb ve kaçınmanın hayır olduğunu belirtmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hayânın İslâm dininde tuttuğu ehemmiyeti belirtmek için, onun "imandan bir şube" olduğunu belirtmiştir. İnsanlık tarihindeki yerini de şöyle belirtmiştir: "İnsanlığın ilk nübüvvetten aldığı öğüt şudur: "Eğer hayân yoksa git dilediğini yap."

     Hayâ duygusu fıtrî mi mukteseb mi?
     Bu hususu açıklama sadedinde İbnu Hacer, "Hayâ imandan bir şubedir" hadisine atıf yaparak bir sual sorar ve sonra cevabını verir:
"- Eğer: "Hayâ fıtrattan gelen (garîzî) bir huydur, nasıl olur da imanın bir şubesi olur " dersen, cevaben deriz ki: “- Hayâ bazan garîzî yani fıtrî ve yaratılıştan, bazan da tahallukîdir, yani irade ile kazanılır. Ancak şeriatın isteğine uygun olarak kullanılması iktisâba, bilgiye ve niyete muhtaçtır. Böylece hayânın niyet ve gayretle kullanılması, taate sevkedici, masiyet işlemekten menedici olması, onu imandan bir parça kılar. Hiçbir zaman: "Hayâ vardır, hak söylemekten veya hayır işlemekten mani olur" denemez. Zîra böylesi bir hayâ anlayışı şer´î değildir."
     Ebu´l-Abbâs Kurtubî de şöyle der: "Mükteseb (yani irade ile kazanılan) hayâ, Şâri´in imandan bir şube kıldığı hayâdır. İşte kişinin mükellef olduğu hayâ da bu hayâdır, garîzî olanı değil. Ancak kimde garîzî hayâ mevcut ise bu, mükteseb olan hayâya yardımcı olur. Şu da var ki, mükteseb olan da insan tabiatına işleyerek garîzî hayâ hükmüne de geçebilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her iki çeşidi de nefsinde cemetmişti: Garîzî hayâda bâkire kızdan daha ziyade ilerde, mükteseb hayâda da zirvede idi."
     Örfen hayâ edip utanılacak bir kısım meselelerin sorulması veya açıklanması hususunda dinimiz hayâ aramaz. Bir başka ifadeyle hayâ gerekçesiyle o çeşit meselelere temas edilmemesini, ihmâl edilmesini hoş karşılamaz ve buna hayâ demez. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), yeri geldiği zaman, o çeşit mevzulara şu âyeti okuyarak çekinmeden girmiştir: "Allah gerçeği söylemekten çekinmez" (Ahzâb 53).
     Ashâb da, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan öğrendikleri bu metoda uyarak, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e ve gerekse birbirlerine, hacâletâver meseleleri sormaktan çekinmemişler, aynı âyeti okuyarak söze başlayıp meselelerini sormuşlardır. Bu davranış dolayısıyla kimse kimseyi ayıplamamış, o çeşit meseleler, tedkik, tahlil, ta´lim ve taallüm dışı bırakılmamıştır.
     Nevevî der ki: "(Hakkı öğrenme meselesinde hayâ etmek, dinin taleb ettiği) hakikî hayâ değildir. Zîra hayânın tamamı hayırdır, hayâ hayırdan başka bir şey getirmez. Dini ilgilendiren ve fakat utandırıcı meselelerde sualden vazgeçmek hayır değil, şerdir. Öyle ise şer getiren şey nasıl hayâ olur "
     Bediüzzaman, hatırımıza gelebilecek bir soruyu cevaplar...
Allah´a karşı edeb nasıl olabilir?
     "SUAL: Her şeyi bilen ve gören, hiçbir şey O´ndan gizlenmeyen ALLÂMÜ´L GUYUB´a karşı edeb nasıl olur Sebeb-i hacalet olan hâletler, O´ndan gizlenmez. Edebin bir nev´i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlâtı setretmektir. ALLÂMÜ´L GUYUB´a karşı tesettür olamaz.

     ELCEVAP: Evvelâ, Sani-i Zülcelâl, nasıl ki kemal-i ehemmiyetle san´atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibâdını sâir zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Lâtif ve Hakim gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edeb oluyor.
     İşte Sünnet-i Seniyye´deki edeb, O Sâni-i Zülcelâl´in esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.
     Saniyen: Nasıl ki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en mahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilâf-ı edeb denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabib, reculiyet unvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini, edeb fetva vermez. Ve o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır. Öyle de: Sâni-i Zülcelâl´in çok esmâsı var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: Gaffâr ismi, günahların vücudunu ve Settâr ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi; Cemil ismi de, çirkinliği görmek istemez. Latif, Kerim, Hakim, Rahim gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkin vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmayı cemâliye ve kemâliye ise melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-i edebleriyle göstermek isterler.

     İşte Sünnet-i Seniyye´deki âdâb, bu ulvî âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numûneleridir."[1]

     1. (1669)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah´tan hakkıyla hayâ edin!" buyurdular. Biz: "Ey Allah´ın Resûlü, elhamdülillah, biz Allah´tan hayâ ediyoruz" dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı: "Söylemek istediğim bu (sizin anladığınız hayâ) değil. Allah´tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun taşıdıklarını, batnı ve onun ihtivâ ettiklerini muhâfaza etmen, ölümü ve toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim âhireti dilerse dünya hayatının zinetini terketmeli, âhireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah´tan hakkıyla hayâ etmiş olur." [Tirmizî, Kıyâmet 25, (2460).][2]

     AÇIKLAMA:
     Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah´tan hakkıyla hayâ etmek" diye farklı bir mefhumdan söz etmektedir. Farklı diyoruz. Çünkü, halkın mutad hayâ anlayışını kabul etmeyerek, hakkıyla hayâyı yeni baştan târif ediyor. Buna göre, kişi dinleyip, görüp öğrendiğinden, yiyip içtiğine kadar her şeyin Allah´ın rızasına uygun olmasına dikkat etmelidir, gerçek hayâ budur. Zîra başın taşıdıklarından göz, kulak, lisan gibi maddî ve zâhirî; hâfıza, hayâl, tefekkür gibi ruhî ve görünmez duygu ve hasseler kastedilmektedir. Keza batnın ihtiva ettiklerinden murad da mide, ferc, kalb, el ve ayaklar gibi batın ve batna bağlı her şeydir. Bu uzuvların ilgili olduğu bütün fiiller buraya dahildir. Şu halde insan bütün organlarını helâlde kullanmadıkça hakikî hayâya eremez.
     Beyzâvî der ki: "Allah´tan hakkıyla hayâ, sizin zannettiğiniz şey değildir. Bilakis o, kişinin nefsini bütün organlarıyla Allah´ın razı olmayacağı fiil ve sözlerden korumasıdır."
     Süfyan İbnu Uyeyne de şöyle demiştir: Haya takvanın en hafif mertebesidir. Kul hayâ etmedikçe Allah’tan korkmaz. Ehl-i takvânın takvâya, hayâdan başka girdiği bir kapı var mıdır "
     Hadîsle ilgili olarak Tîbî de şunu söylemiştir: “Burada baş, her çeşit kötü ahlâkın kab ve zarfı kılınmış; ağız, göz, kulak ve bunlara bağlı olan diğer manevî duyguların hepsi kastedilmiş ve bunların kötülüklerden korunması emredilmiştir.
     Münâvî, hadiste geçen "ölümü ve toprakta çürümeyi hatırla" ibaresiyle ilgili olarak şu açıklamayı kaydeder: "Kim kemiklerinin çürüyeceğini, azalarının dağılacağını derhatır eder, aklına getirirse; dünyevî, fani lezzetler nazarında kıymetini kaybeder ve âhireti kazanmada gerekli olan şeyler ehemmiyet kazanır, Allah´a saygı ve sevgi ile ibadet eder."
     Tîbî hadisin sonunda geçen: "Kim bu söylenenleri yerine getirirse, Allah´tan hakkıyla hayâ etmiş olur" cümlesiyle ilgili olarak der ki: "Bu sözle, bütün geçmiş kaydedilenlere işaret edilmektedir. Kim bunlardan birini ihmâl ederse hayâ duyma sorumluluğundan kurtulamaz. Bundan şu husus ortaya çıkmıştır: İnsanın cibilleti ve baştan ayağa dahili ve hâricî uzuvlarıyla hilkati, kusur madeni ve rüsvaylık mahallidir, bunu yegâne bilen de Allah Teâlâ´dır. Öyle ise, hakikî hayâ, O´ndan utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak şeylerden kaçınmakla hâsıl olur. Bunun da aslı, esâsı, İslâm´a göre değeri olmayan şeyleri yani mâlayâniyâtı terketmek, mânası, değeri, sevabı olan şeylerle meşgul olmaktır. Kim bu söyleneni yerine getirirse Allah ona gerçek hayâyı müyesser kılar.
     Hayânın pekçok mertebesi vardır. En üst mertebesi: Zâhiren ve bâtınen, içiyle dışıyla kişinin Allah´tan hayâ etmesidir. İşte bu, kişiye müşâhede makamı kazandıracak olan murâkabe makamıdır.
     el-Mecmû´da Şeyh Ebu Hâmid´den şu kaydedilmiştir: "Hasta veya sağlam herkes bu hadisi, dilinde pelesenk olacak şekilde çokca zikretmesi lazımdır ve bilhassa hastalar!"[3]
     2. (1670)- Ebû Saîdi´l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık." [Buhârî, Edeb 77, Menâkıb 23; Müslim, Fedâilu´n-Nebi 67, (2320).][4]

     AÇIKLAMA:
     Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın fevkalâde bir hayâya sahip olduğunu anlatmaktadır. Bekâr kızın hayâsı ile yapılan mukayese, onun şiddetini ifade içindir. Çünkü, normal olarak en ziyade utanan kimseler bekâr kızlardır ve bunların da hususî örtünmelerinin gerisinde veya çadırlarında içerisinde yalnız oldukları zamanda, yanlarına bir yabancının girmesi durumunda duyacakları hayâ hâlidir. İşte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hayâsı bu haldeki bâkire kızın hayâsı ile mukayese edilerek ondan daha şiddetli bir hayâya sahip olduğu belirtilmiştir.

     Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan bu hayânın sudur mahallini "Hududullah´a girmeyen meselelerde" diye belirtmeyi ihmâl etmezler. Hududun sübutunda kinâye tarzı yetmediği, açıklık gerektiği için, hududla ilgili meselelerde açık konuşmaya hayâ mâni olmamıştır. Nitekim Buhârî´de geçen zinâ itirafıyla ilgili bir vak´ada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mü´terife:
     "Sen kadına temas mı ettin Kinâyesiz söyle!" demiştir.[5]
     3. (1671)- Zeyd İbnu Talha İbnu Rükâne (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her bir dinin kendine has bir ahlâkı vardır. İslâm´ın ahlâkı hayadır." [Muvatta, Hüsnü´l-Hulk 9, (2, 905); İbnu Mâce, Zühd 17, (4181, 4182).][6]

     AÇIKLAMA:
     Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada her dinin ehemmiyetiyle üzerinde durup mensuplarında öncelikle aradığı bir seciyye olduğunu belirtmekte, İslâm´ın ısrarla üzerinde durduğu seciyyenin hayâ olduğunu haber vermektedir. Yani İslâm´a kıvam veren seciyyesi, güzellik katan mürüvveti hayâ olmaktadır.
     Hayânın lügat olarak hayat kelimesinden geldiğini belirten Zürkânî: "Kalb, Allah´a imanla hayat bulup canlanırsa, onda hayâ da artar" der ve ilâve eder: "Görmez misin, utangaç kimse, utandığı vakit terler. Onun teri, ruhta coşan hayânın hararetinden ileri gelir. Hayânın coşmasından ruh feveran ederek cesedin ve bilhassa alnın terlemesine sebep olur. Zîra hayânın hakimiyeti, yüz ve göğüsle tezâhür eder. Bu da kişideki İslâm´ın kuvvetli olmasından ileri gelir. Zîra İslâm nefsin teslimiyetidir. Din zaten nefsin boyun eğmesi ve inkiyâdıdır. İşte bu sebeple hayâ İslâm´ın ahlâkı olmuştur. Müslüman âdeta, fıtrî bir şekilde mütevazi ve hayâ sahibidir. Bu açıklamayı, Hakim Muhammed İbnu Ali et-Tirmizî yapmıştır. Diğer bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Öteki din mensuplarında hayâ dışında muayyen bir seciyyenin galebesi vardır. Müslümanlar üzerinde ise galib olan hayâdır. Çünkü o, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, tamamlamak üzere gönderildiği mekârimu´l-ahlâk´ın mütemmimidir. İslâm dini, bütün dinlerin en şereflisi olması haysiyetiyle, Cenab-ı Hakk, ahlâkın en yüce ve en eşrefini ona vermiştir..."[7]

     4. (1672)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ ise girdiği şeyi güzelleştirir." [Tirmizî, Birr 47, (1975); İbnu Mâce, Zühd 17, (4185).][8]

     AÇIKLAMA:
     Edebsizlik diye tercüme ettiğimiz kelime fuhş´dur. Fuhş, günah ve meâsiden çirkinliği fazla olanlara denmiştir. Söz ve fiilden açık şekilde çirkin olanlar hep fuhş kelimesiyle ifade edilmiştir. Zinâ da günahların en çirkini olması sebebiyle fuhş kelimesiyle ifade edilmiştir.
     Sadedinde olduğumuz hadisteki fuhştan çirkin ve kaba sözlerin kastedildiği umumiyetle benimsenmiştir. Ancak, kaba ve sert davranışın kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü bu mânayı te´yiden bir başka hadiste şöyle buyurulmuştur: "Bir şeye rıfk girdi mi onu güzelleştirir, bir şeyden de çıkarıldı mı onu çirkinleştirir."
     Tîbî, hadisteki: "Hayâ bir şeye girerse onu güzelleştirir" ifadesindeki "şey´e" kelimesinde mübâlağa kastı olduğunu söyler ve der ki: "Hayâ veya fuhş cansızı güzelleştirir veya çirkinleştirebilirse, insanı nasıl güzelleştirip çirkinleştirdiği anlaşılmalıdır! denmek istenmiştir." [9]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/333-335.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/336.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/336-337.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/337.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/337-338.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/338.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/338-339.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/339.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/339

15 Kasım 2010 Pazartesi

İSLAM TARİHİ ... PEYGAMBERİMİZİN, EV HALKINI MEKKE'DEN GETİRTMESİ

İSLAM TARİHİ
PEYGAMBERİMİZİN, EV HALKINI MEKKE'DEN GETİRTMESİ
     Medine'ye hicret eden Peygamberimiz, hanımı Hz. Sevde, kızları Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Zeynep ile nişanlısı Hz. Aişe'yi Mekke'de bırakmak zorunda kalmıştı.
     Mescid-i Nebevî inşâ edilip bittiğinde Hâne-i Saâdet yapılınca, onları getirmek üzere Zeyd bin Hârise ile Ebû Rafi' Hazretlerini Mekke'ye gönderdi.
     Bu iki Sahabî Mekke'ye giderek adı zikredilenleri alıp Medine'ye getirdiler. Sadece, Hz. Zeyneb'i henüz Müslüman olmayan kocası müsâade etmediğinden getiremediler. Fakat, bir müddet sonra o da Medine'ye hicret etmiştir. Kocası da daha sonra Müslüman olmuştur.
     Medine'ye gelenlerden Peygamberimizin ev halkı kendi odalarına, Hz. Âişe ise babasının evine indi.
(426)
     Hz. Âişe'nin Düğünü
     Resûl-i Ekrem, Hz. Âişe ile Mekke'de nikâhlanmıştı. Fakat düğün tehir edilmişti. Medine'ye gelinince hicretin birinci yılı Şevvâl ayında düğünleri yapıldı.427 Peygamber Efendimiz o sırada 55 yaşında idi.
Cahiliyye Devrinde iki bayram arasında nikâh kıyma uğursuz sayılırdı. Resûl-ü Ekrem Efendimiz Şevvâl ayında Hz. Âişe ile evlenmekle bu yersiz itikadı ortadan kaldırdı. Efendimizin bu hareketi üzerine aynı ayda başka nikâhlar da kıyıldı. Şu da var ki, Peygamber Efendimizin "İki bayram arasında nikâh kıyılmaz" hâdisleri halk arasında yanlış anlaşılmıştır. Bundan kasıt şudur: Bayram Cuma gününe rastgelirse, Bayram namazı ile Cuma namazı arasında nikâh kıymak münasib olmaz. Çünkü, Bayram gününün telâşesi pek fazladır. Nikâhı bu telâşelerle birlikte Bayram namazı ile Cuma namazı arasındaki kısa zamana sıkıştırmak pek uygun olmaz. Ancak, bunu yaptığı takdirde, şahıs herhangi bir haram da işlemiş sayılmaz.
     Hz. Âişe'nin Resûl-i Ekrem yanında diğer hanımlarından farklı bir yeri vardı. Amr bin Âs bir gün, "Yâ Resûlallah, halkın sana en sevgili olanı kimdir?" diye sordu. Resûl-i Ekrem, "Âişe" diye cevap verdi. "Ya erkeklerden, yâ Resûlallah?" diye sorusunu tekrarlayınca da Efendimiz, "Âişe'nin babası" (428) buyurdular.
     Hz. Âişe, ince bir kavrayış melekesine ve kuvvetli bir zekâya sahipti. Kısa zamanda Hz. Resûlullahtan birçok hadis ezberledi, bir çok İslâmi hüküm öğrendi. Bununla Ashâb-ı Güzîn arasında mümtaz bir mevkie yükseldi. Rivâyet ettiği hadis sayısı 2210'dur. Bir çok Sahabî, Peygamberimizin çeşitli meseleler hakkındaki tatbikatını ve İslâmi hükümleri ondan sorarak öğreniyorlardı.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, "Dininizin yarısını bu humeyrâ kadından [Hz. Âişe] öğreniniz" buyurmasıyla, Hz. Âişe'nin ilmî ehliyetini tebâruz ettirmiştir.
     Ebû Musâ el-Eşârî'nin şu itirafı da aynı noktaya parmak basmaktadır: "Biz Resûlullahın Ashâbı, bir hadis-i şerifi anlamakta güçlük çektiğimiz zaman Âişe'den sorardık. Zirâ, hadis ilminin kendisinde mevcut olduğunu görürdük."
(429)     Hz. Âişe Vâlidemizin fıkıh ilmindeki derinliği İslâm hukukuna büyük faydalar sağlamıştır. Kadınlarla ilgili birçok meselenin kaynağını o teşkil etmiştir. Günümüz Müslüman kadınının hedefi, Hz. Âişe'ye her haliyle benzemeye çalışmak olmalıdır.

426. Tabakât, 8/62
427. A.g.e., 8/58
428. A.g.e., s.67
429. A.g.e., s.67

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...