24 Ocak 2011 Pazartesi

HADİS-İ ŞERİFLER... KONU: İSM-İ ÂZAM VE ESMÂ-İ HÜSNA DUALARI


İKİNCİ BÂB: DUANIN KISIMLARI (İki kısımdır)
BİRİNCİ KISIM : SEBEBE VE VAKTE BAĞLI DUALAR (Yirmi fasıldır)
BİRİNCİ FASIL: İSM-İ ÂZAM VE ESMÂ-İ HÜSNA DUALARI
1. (1790)- Hz. Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir adamın şöyle söylediğini işitti: "Allah´ım, şehâdet ettiğim şu hususlar sebebiyle senden talep ediyorum: Sen, kendisinden başka ilah olmayan Allah´sın, birsin, samedsin (hiçbir şeye ihtiyacın yok, her şey sana muhtaç), doğurmadın, doğmadın, bir eşin ve benzerin yoktur."Bunun üzerine Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular: "Nefsimi kudret elinde tutan Zât´a yemin olsun, bu kimse, Allah´tan İsm-i Âzamı adına talepte bulundu. Şunu bilin ki, kim İsm-i Âzamla dua ederse Allah ona icâbet eder, kim onunla talepde bulunursa (Allah ona dilediğini mutlaka) verir." [Tirmizî, Daavât 65, (3471); Ebû Dâvud, Salât 358, (1493).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), burada, dua ederken İsm-i Âzam şefaatçi yapılarak istendiği taktirde Cenâb-ı Hakk´ın isteneni vereceğini ifâde buyuruyor. Müteâkiben göreceğimiz üzere (1974 numaralı hadis) Allah´ın doksan dokuz ismi vardır. Bunlardan biri, İsm-i Âzâm´dır. İsm-i Azâm´ın hangisi olduğu kesin şekilde belirtilmemiştir.
2- Tîbî demiştir ki: Bu hadis delâlet eder ki: Allah´ın bir İsm-i Âzam´ı var, o şefaatçi yapılarak dua ederse icâbet eder ve o isim burada mezkurdur. Keza hadiste: "Allah´tan başka şeylerden yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen her isim, İsm-i Âzam´dır, zira harflerin birbirine karşı farklı bir şerefi yoktur" diyenlere de hüccet vardır. Başka hadislerde de benzer şeyler zikredilmiştir. Onlarda, bu hadiste bulunmayan isimler de mevcuttur. Ancak, hepsinde "Allah" kelimesi mevcuttur. Bu durumdan hareketle İsm-i Âzam´ın "Allah" lafzı olduğuna hükmedilmiştir.
3- Hadiste dua etmekle, istemek (talepte bulunmak) arasında bir tefrik yapılmamaktadır. Buna göre, kulun: "Falanca şeyi bana ver" sözü, onun istemesi, taleb etmesidir. Dua ise, kulun nida ederek "Ey Rabbim! diye seslenmesidir. Rabb Teâla bu seslenmeye: "Lebbeyk ey kulum (ey kulum söyle ne istiyorsun " diye cevap verir. Bu durumda kulun istemesine mukabil Rabb´in vermesi (îta etmesi) vardır. Şu halde, dua ve isteme arasında belirtilen bu fark mevcuttur. Bu ince farkın her zaman gözetilmeyip, birinin diğeri yerine kullanılması da câizdir, vâkidir. Nitekim Tîbî der ki: "Duaya icabet, dua edenin, duayı kabul edenin yanında bulunduğuna delâlet eder. Bu da, îtanın (vermenin) hilâfına ihtiyacın yerine getirilmesini tazammun eder. Şu halde ikincisi daha üstündür."

2. (1791)- Mihcen İbnu´l-Edra´ (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir adamın: "Ey Allah´ım, bir ve samed olan, doğurmayan ve doğurulmayan, eşi ve benzeri de olmayan Allah adıyla senden istiyorum. Günahlarımı mağfiret et, sen Gafûrsun, Râhimsin!" dediğini işitmişti, hemen şunu söyledi:" O mağfiret edildi. O mağfiret edildi. O mağfiret edildi!" [Ebû Dâvud, Salât 184, (985); Nesâî, Sehv 57, (3, 52).]

3. (1792)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Bir adam şöyle dua etmişti: "Ey Allah´ım, hamdlerim sanadır, nimetleri veren sensin, senden başka ilah yoktur, sen semâvat ve arzın celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın, Hayy ve Kayyûmsun (kâinatı ayakta tutan hayat sahibisin.) Bu isimlerini şefaatçi yaparak senden istiyorum!" (Bu duayı işiten) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu: "Bu adam neyi vesile kılarak dua ediyor, biliyor musunuz?" "Allah ve Resûlü daha iyi bilir " "Nefsimi kudret elinde tutan Zât´a yemin ederim ki, o Allah´a, İsm-i Âzam´ı ile dua etti. O İsm-i Âzam ki, onunla dua edilirse Allah icabet eder, onunla istenirse verir." [Tirmizî, Daavât 109 (3538); Ebû Dâvud, Salât 358, (1495); Nesâî, Sehv 57, (3, 52).]

4. (1793)- Esmâ Bintu Yezîd (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah´ın İsm-i Âzam´ı şu iki âyettedir:
1- "İlahınız, tek olan ilahdır, ondan başka ilah yoktur. O Rahmân ve Rahîm´dir." (Bakara 163). 2- Âl-i İmrân sûresinin baş kısmı: Elif-Lâm-Mim. O Allah ki, O´ndan başka ilah yoktur, O Hayy ve Kayyûmdur" (Âl-i İmrân 1-3). [Ebû Dâvud, Salât 358, (1496); Tirmizî Daavât 65, (3472).]

5. (1794)- Hz. bu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allah´ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki sever."
Bir rivâyette: "Kim o isimleri sayarsa cennete girer" buyurmuştur. Buhârî hadisi bu lafızla tahric etmiştir. Müslim´de "tek" kelimesi yoktur. [Buhârî, Daavât 68; Müslim, Zikr 5, (2677); Tirmizî, Daavât 87, (3502).]

     Tirmizî´nin rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah´ın isimlerini şöyle yazdı:

     "O Allah ki O´nda başka ilâh yoktur. Rahman´dır. Rahim´dir. El-Meliku´l-Kuddûsu, es-Selâmu, el-Mü´minu, el-Müheyminu, el-Azîzu, el-Cebbâru, el-Mütekebbiru, el-Hâliku, el-Bâriu, el-Musavviru, el-Gaffâru, el-Kahhâru, el-Vehhâbu, er-Rezzâku, el-Fettâhu, el-Alîmu, el-Kâbizu, el-Bâsitu, el-Hâfidu, er-Râfiu, el-Muizzu, el-Müzillu, es-Semîu, el-Basîru, el-Hakemu, el-Adlu, el-Latîfu, el-Habîru, el-Halîmu, el-Azîmu, el-Gafûru, eş-Şekûru, el-Aliyyu, el-Kebîru, el-Hafîzu, el-Mukîtu, el-Hasîbu, el-Celîlu, el-Kerîmu, er-Rakîbu, el-Mucîbu, el-Vâsiu, el-Hakîmu, el-Vedûdu, el-Mecîdu, el-Bâisu, eş-Şehîdu, el-Hakku, el-Vekîlu, el-Kaviyyu, el-Metînu, el-Veliyyu, el-Hamîdu, el-Muhsî, el-Mubdiu, el-Muîdu, el-Muhyi, el-Mümîtu, el-Hayyu, el-Kayyûmu, el-Vâcidu, el-Mâcidu, el-Vâhidu, el-Ahadu, es-Samedu, el-Kâdiru, el-Muktediru, el-Muahhiru, el-Evvelu, el-Âhiru, ez-Zâhiru, el-Bâtinu, el-Vâli, el-Müte´âli, el-Berru, et-Tevvâbu, el-Müntekimu, el-Afuvvu, er-Raûfu, Mâliku´l-Mülki, Zü´l-Celâli ve´l-İkrâm, el-Muksitu, el-Câmiu, el-Ganiyyu, el-Muğnî, el-Mâni´, ed-Dârru, en-Nâfiu, en-Nûru, el-Hâdî, el-Bedîu, el-Bâki, el-Vârisu, er-Reşîdu, es-Sâbûru."

     İsimleri bu şekilde, sâdece Tirmizî saymıştır.

el-Kuddûs: Ayıplardan temiz demektir.

es-Selâm: Selâm sahibi, yani herçeşit ayıptan selâmette, her türlü âfetten berî demektir.

el-Mü´min: Kullarına va´dinde sâdık olan demektir. Tasdîk mânasına olan imandan gelir. Yahut, kıyamet günü kullarına, azabına karşı garanti veren, güven veren demektir, bu mâna emân´dan gelir.

el-Muheymin: Şâhid olan (görüp gözeten) demektir. Emîn mânasına geldiği de söylenmiştir. Aslı, müeymin´dir, ancak hemze, hâ´ya kalbolmuştur. Keza er-Rakîb ve el-Hâfiz mânâsına geldiği de söylenmiştir.

el-Azîzu: Kahreden, galebe çalan demektir. "İzzet", galebe, çalmak mânasına gelir.

el-Cebbâr: Mahlukâtı mecbur eden; emir veya yasak her ne dilerse ona zorlayan demektir. Bu kelimenin, bütün mahlukâtının fevkinde yücedir mânasına geldiği de söylenmiştir.


el-Mütekebbir: Mahlukâta ait sıfatlardan yüce, uzak mânasına gelir. Ayrıca: "Mahlukâtından büyüklük taslayarak kendisiyle azamet yarışına kalkanlara büyüklüğünü gösteren ve onlara haddini bildiren mânasına geldiği de söylenmiştir. Keza şu mânaya geldiği de belirtilmiştir: "Mütekebbir" Allah´ın azametini ifâde eden kibriyâ kelimesinden gelir, tezyîfî bir mâna taşıyan kibir kelimesinden gelmez.

el-Bâriu: Mahlukâtı, mevcut bir misâle bakmaksızın, yoktan, örneksiz olarak yaratan mânasına gelir. Bu kelime, öncelikle hayvanlar için kullanılır, diğer mahluklar için pek kullanılmaz. Hayvanlar dışındaki mahlukât hakkında nâdiren kullanılır. Meselâ: Allah canlıları yoktan yarattı demek için
بَرَأَ اللّهُ تَعَالَى النَّسَمَةَ dediğimiz halde, semâvat ve arz hakkında خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَاَْرْضَ
deriz.

el-Musavvir: Mahlukâtı farklı sûretlerde yaratan" demektir. Tasvîr lügat olarak hat ve şekil çizmek mânasına gelir.

el-Gaffâr: Kullarının günahlarını tekrar tekrar affeden, mânasına gelir. Gafr kelimesi, aslında setr (örtmek) ve kapamak mânalarına gelir. Allah Teâla kullarının günahlarını affedici, onlar için cezayı terketmek sûretiyle (günahları) örtücüdür.

el-Fettâh: Kulları arasında hâkim demektir. Araplar, hâkim iki hasmın (dâvalıdâvacı) arasındaki ihtilafı çözdüğü zaman: "Hâkim iki hasmın arasını fethetti" derler. Hükmetti, çözüme kavuşturdu mânasında, hâkime fâtih dendiği de olmuştur. Mamafih "Kullarına rızk ve rahmet kapılarını açan", rızıklarından kapanmış olanları açan mânasına da gelir.

el-Kâbız: Kullarının rızkını lütfu ve hikmetiyle tutan mânasına gelir.

el-Bâsıt: Kullarına rızkı açıp cûd ve rahmetiyle genişleten demektir. Böylece Cenâb-ı Hakk, hem ihsan sahibi, hem de onu men edici olmaktadır.

el-Hâfid: Cebbarları ve firavunları alçaltan demektir. Yâni onları horlar ve değersiz kılar demektir.er-Râfi´: Velîlerini, dostlarını yüceltir. Azîz kılar demektir. Böylece Allah, hem zelîl hem de azîz kılıcı olmaktadır.

el-Hakem: Hâkim demektir. Bu da hakikatı hükmetme yetkisi kendisine verilen, ona gönderilen demek olur.

el-Adlu: Kendinde heva meyli olmayan, hükümde doğruluktan ayrılmayan cevre yer vermeyen mânasına gelir. Aslında masdardır. Ancak âdil makamında kullanılmıştır. Âdil´den daha beliğdir, çünkü müsemma, fiilin kendisiyle isimlenmiştir.

el-Latîfu: Arzunu sana rıfkla ulaştıran demektir. "Mahiyeti, idrak edilemeyecek kadar latîf" mânasına geldiği de söylenmiştir.

el-Habîru: Olanı ve olacağı bilen kimseye denir.

el-Gafûru: Bağışlamada mübalağa eden, çok bağışlayan demektir.eş-Şekûru: Kullarını, sâlih fiilleri sebebiyle mükâfatlandıran ve sevap veren demektir. Allah´ın kullarına şükrü, onlara mağfireti ve ibâdetlerini kabul etmesidir.

el-Kebîru: Celâl (büyüklük) ve şânının yüceliği sıfatlarını taşıyan kimsedir.

el-Mukîtu: Muktedir demektir. Ayrıca, mahlukâta gıdalarını veren mânasına geldiği de söylenmiştir.

el-Hasîbu: el-Kâfi demektir. Muf´il mânasında fâildir, tıpkı mü´lim mânasında elîm gibi, hasîb´in muhâsib mânasında kullanıldığı da söylenmiştir.

er-Rakîbu: Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan hâfız (muhâfız) demektir.

el-Mucîbu: Kullarının duasını kabul edip, icâbet eden zât demektir.

el-Vâsiu: Zenginliği, bütün fakrları bürüyen; rahmeti herşeyi kuşatan demektir.

el-Vedûdu: el-Vedd (sevgi) kelimesinden mef´ûl mânasında feûl´dür. Allah Teâlâ Mevdûd´dur. Çok sevilir. Yani velîlerinin kalbinde sevgilidir. Veya fâil mânasında feûldür. Yani Allah Teâla sâlih kullarını sever, bu da "onlardan razı olur" demektir.

el-Mecîdu: Keremi geniş olan demektir. Şerif mânasını taşıdığı da söylenmiştir.

el-Bâisu: Mahlukâtı, ölümden sonra kıyamet günü yeniden diriltir demektir.

eş-Şehîdu: Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan kimse demektir. Şâhid ve şehîd aynı mânada kullanılır, tıpkı âlim ve alîm kelimeleri gibi. Mâna şöyledir: Allah, (her yerde) hâzırdır. Eşyayı müşahede edip her an görür.

el-Hakku: Varlığı ve vücudu gerçek olan demektir.

el-Vekîlu: Kulların rızıklarına kefil demektir. Hakikat şudur: Kendisine tevkîl edilmiş olanı işinde müstakil söz sâhibi olmaktır. Bu hususta şu âyet hatırlanabilir: "(Dediler ki) Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" (Âl-i İmrân 173).

el-Kaviyyu: el-Kâdir (güçlü) demektir. Ayrıca: "Kudreti ve kuvveti tam, O´nu hiçbir şey âciz kılamaz" mânasına da gelir.

el-Metînu: Şedîd ve kavî olup, hiçbir fiilinde meşakkatle karşılaşmayan demektir.

el-Veliyyu: Nâsır (yardımcı) demektir. Ayrıca: "İşlerin kendisiyle yürüdüğü mütevelli, yetimin velîsi gibi" diye de açıklanmıştır.

el-Hamîdu: Fiiliyle hamde hak kazanan mahmûd kimsedir. Bu kelime mef´ûl mânasında fâildir.

el-Muhsî: İlmiyle herşeyi sayan, nazarından büyük veya küçük hiçbir şey kaçmayan kimse demektir.

el-Mübdiu: Eşyayı yoktan ilk defa var eden, yaratan demektir.

el-Muîdu: Mahlukâtı hayattan sonra tekrar ölüme, öldükten sonra da tekrar hayata iâde eden kimse demektir.

el-Vâcidu: Fakirliğe düşmeyen zengin demektir. Bu kelime, gına demek olan cide kökünden gelir.

el-Vâhidu: Tek başına devam eden, yanında bir başkası olmayan ferd´dir. Ayrıca, şerîk ve arkadaşı olmayan kimse mânası da mevcuttur.

El-Ahadu: Ferd demektir. Ahad ile vâhid arasındaki farka gelince, ahad, kendisiyle bir başka adedin zikredilmesini men edecek bir yapıya sâhiptir. Kelime hem müzekker, hem de müennestir. "Bana kimse (ahad) gelmedi derken, gelmeyen hem erkektir, hem de kadındır." Vâhid´e gelince bu sayıların ilki olarak vazedilmiştir: "Bana halktan biri (vahid) geldi" denir ama, "Bana haktan kimse (ahad) geldi" denmez. Vâhid, emsâl ve nazîri kabûl etmeyen bir mâna üzere bina edilmiştir. Ahad ise ifrad ve arkadaşlardan yalnızlık üzere bina edilmiştir. Öyle ise, vâhid, zât itibariyle münferiddir, ahad ise mâna itibariyle münferiddir.

es-Samedu: İhtiyaçlarını te´min etmek üzere, halkın kendisine başvurduğu efendidir. Yani halkın kendisine yöneldiği kimsedir.

el-Muktediru: Kudret kökünden müfteil babındandır. Kâdir´den daha öte bir güçlülük ifâde eder.

el-Mukaddimu: Eşyayı takdim edip, yerli yerine koyan demektir.

el-Muahhiru: Eşyayı yerlerine te´hir eden demektir. Kim takdime hak kazanırsa ona takdîm eder, kim de te´hîre hak kazanırsa ona da te´hîr eder.

el-Evvelu: Bütün eşyadan önce var olan demektir.el-Âhiru: Bütün eşyadan sonra bâkî kalacak olan demektir.

ez-Zâhiru: Herşeyin üstünde zâhir olan ve onların üstüne çıkan şey demektir.

el-Bâtınu: Mahlukâtın nazarlarından gizlenen demektir.
el-Vâlî: Eşyanın mâliki ve onlarda tasarruf eden demektir.
el-Müteâli: Mahlukâtın sıfatlarından münezzeh olan, bu sıfatların biriyle muttasıf olmaktan yüce ve âlî olan.
el-Berru: Katından gelen bir iyilik ve lütufla, kullarına karşı merhametli, şefkatli demektir.
el-Müntakimu: Dilediğine ceza vermede şiddetli davranan demektir. Nekame kökünden müfteil babında bir kelimedir. Nekame, hoşnudsuzluğun öfke ve nefret derecesine ulaşmasıdır.
el-Afuvvu: Afv´dan feûl babında bir kelimedir. Bu bâb mübalağa ifâde eder. Öyle ise mâna: "Günahları çokça bağışlayan" demek olur.

er-Raûfu: Katından gelen bir re´fetle (şefkatle) kullarına merhametli ve şefkatli olan demektir. Re´fetle rahmet arasındaki farka gelince; rahmet bazan maslahat gereği istemeyerek de olabilir. Re´fet isteksiz olmaz, isteyerek olur.
Zü´l-Celâl: Celâl, celîl´in masdarıdır. Celâl, celâlet, nihâyet derecede büyüklük, azamet demektir. Zü´l-Celâl büyüklük sahibi olan mânasına gelir.


el-Muksidu: Hükmünde âdil, demektir. Ef´al babında adaletli oldu mânasına olan bu kelime, sülâsî aslında zulmetti mânasına gelir. Nitekim kasıt; cevreden, zâlim demektir.


el-Câmiu: Kıyamet günü mahlukâtı toplayan demektir.


el-Mâniu: Dostlarını, başkalarının eziyetinden koruyan yardımcı demektir.

en-Nûru: Körlüğü olanları nuruyla görür kılan, dalâlette olanları da hidâyetiyle irşâd eden demektir.

el-Vârisu: Mahlukâtın yok olmasından sonra da bâki kalan demektir.


er-Reşîdu: Mahlukâta maslahatların gösteren demektir.

es-Sabûru: Âsîlerden intikam almada acele etmeyen, cezalandırmayı belli bir müddet te´hîr eden demektir. Allah´ın sıfatı olarak sabûr´un mânası halîm´in mânasına yakındır. Ancak ikisi arasında şöyle bir fark vardır: Sabûr sıfatında cezanın mutlaka olacağını beklemeyebilirler. Ancak halîm sıfatıyla Allah´ın cezasına kesin nazarıyla bakarlar.

 

Hadis-i Şerifler bölümümüzde DUA başlıklı bölüme devam edeceğiz. Şimdiye kadar aşağıdaki başlıklar altındaki bölümleri yayınlamıştık...

21 Ocak 2011 Cuma

İSLAM TARİHİ ... SERİYYE ve GAZÂLAR

SERİYYE ve GAZÂLAR
     Buvat Gazâsı
     Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Bu tarihte Peygamber Efendimiz, beraberinde 200 Muhacirle Medine'den yola çıktı. Maksadı, içlerinde azılı müşrik Ümeyye bin Halef'in de bulunduğu 100 kişilik bir muhafız grubun kontrolu altında hareket eden 2500 develik büyük Kureyş kervanının üzerine yürüyerek onlara göz dağı vermekti. Buvat Dağına kadar giden Resûl-i Ekrem kimseyle karşılaşmadı ve Medine'ye geri döndü. (İbni Sa'd, Tabakât, 2:8-9)

     Safevan Gazâsı
     Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Mekkeli müşriklerin adamlarından Kürz bin Cabir el-Fihrî arkadaşlarıyla Medine otlaklarına kadar sokularak akın etmiş; Medinelilere ve Müslümanlara ait bir çok hayvanı alıp götürmüştü. Bu baskın üzerine Peygamber Efendimiz Medine'de yerine Zeyd bin Hârise'yi vekil tayin ederek mezkur yağmacıyı takibe çıktı. Bedir nâhiyesinin Safevân Vadisine kadar ilerledi. Ancak Kürz takib edildiğini haber almış olduğundan, daha önce sapa bir yoldan kaçmıştı. Bunun üzerine Peygamberimiz Medine'ye geri döndü. Bu gazâya "Bedr-i Ulâ", yani İlk Bedir Gazâsı da denilir. (İbni Hişâm, Sîre, 2:251; İbni Sa'd, Tabakât, 2:9)

     Uşeyre Gazâsı
     Hicretin 2. senesi, Rebiülevvel ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Safevan Gazâsından üç ay sonra, Muhacir Müslümanlardan 150-200 kişiden müteşekkil bir askerî birlik ile Medine'den yola çıktı. Beraberinde 30 deve bulunuyordu ve mücahidler bu develere nöbetleşe biniyorlardı. Maksat, yine Kureyş'in Şâm'a göndermiş olduğu ticaret kervanını takib etmekti. Ancak, Medine'den dokuz konak mesafede bulunan Müdliçoğullarına ait Uşeyre Ovasına gelindiğinde, Kureyş kervanının buradan iki-üç gün önce geçtiği öğrenildi. Medine etrafını her bakımdan emniyet altına almak hususu üzerinde dikkatle duran Peygamberimiz burada daha önce anlaşma yaptığı Damreoğullarının müttefiki olan Benî Müdliç'le aynı mahiyette bir dostluk ve ittifak anlaşması imzaladı. Sonra da Medine'ye geri döndü. (İbni Hişâm, Sîre, 2:251; İbni Sa'd, Tabakât 2:9)

     Abdullah bin Cahş Seriyyesi
     Hicretin 2. senesi, Recep ayı. Peygamber Efendimiz bu tarihte Abdullah bin Cahş'ı huzuruna çağırdı ve Müslümanlardan 8 kişilik bir birlik kumandasında Nahle Vadisine gideceğini emir buyurdu. Birliğe katılanlara hitaben de, "Sizin üzerinize birini tayin edeceğim ki, o en hayırlınız değildir. Fakat, açlığa, susuzluğa en çok dayanan, katlananınızdır" (450) dedi.
     Resûl-i Ekrem kumandan tayin ettiği Abdullah bin Cahş'a bir de mektup verdi. Bu mektubu iki gün yol aldıktan sonra açıp okumasını ve ona göre hareket etmesini emir buyurdu.
     İki günlük yolculuktan sonra Abdullah bin Cahş, emir gereğince mektubu açıp okudu. Mektupta şunların yazılı olduğunu gördü:
     "Bu mektubumu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Tâif arasındaki Nahle Vadisine kadar yürüyüp, oraya inersin. Oradaki Kureyş'i gözetler, alabildiğin haberleri gelip bize bildirirsin." (451)     Şu halde, bu seriyyeden maksat, Kureyş'in hareketini gözetlemek, ne gibi hazırlıklar içinde bulunduklarını tesbit etmekti.
     Kahraman Sahabî Abdullah bin Cahş, Hz. Resûlullahın mektubuna, "Semi'nâ ve ata'nâ (dinledik ve itâat ettik)" dedikten sonra, mücahidlere de, "Hanginiz şehid olmayı ister ve makamı özlerse benimle gelsin. Kim de ondan hoşlanmazsa geri dönsün. Ben ise Resûlullahın emrini yerine getireceğim" (452) diye hitap etti. Fedakâr mücahidler, tereddütsüz, kumandanlarının emrine amâde olduklarını bildirdiler.
     Mücahidler nöbetleşe bindikleri develerle Nahle Vadisine vardılar. Orada konakladılar. Bu arada yükleri kuru üzüm ve yiyecek maddeleri olan Kureyş'in bir kervanı göründü. Gelip onlara yakın bir yerde konakladı.
     Mücahidler bunlara karşı nasıl davranmaları gerektiği hususunda konuştular. Hücum etmeyeceklerine dâir önce bir karara varamadılar. Çünkü, içinde kan dökmek haram olan Receb ayının girip girmediğinde tereddüt ediyorlardı. Sonunda henüz Recep ayının girmesine bir gün var olduğu kanaatına varınca, ittifakla kervanı ele geçireceklerine dair karar aldılar. Tam o esnada Vâkıd bin Abdullah'ın attığı bir okla kervanın reisi Amr bin Hadremî öldü. Mücahidler, diğerlerin üzerine yürüdüler. İki kişiyi esir alıp kervanı da ele geçirdiler.
     Kurtulanlar Kureyşlileri hadiseden haberdar etmek için Mekke'ye doğru kaçmaya başladılar. Mücahidler ise iki esir ve kervanla birlikte Medine'ye döndüler.
     Seriyyenin başkanı Abdullah bin Cahş Hazretleri durumu anlatınca Fahr-i Kâinat Efendimiz hiddetle, "Ben size haram olan ayda çarpışmayı emretmemiştim" dedi ve ganimetten herhangi bir şey almaktan kaçındı.
     Seriyyeye iştirak etmiş bulunan mücahidler Resûl-i Ekremin bu hareketi karşısında neye uğradıklarını şaşırdılar. Diğer Sahabîler de onların bu hareketlerini tasvip etmeyince bütün bütün ruhlarını büyük bir sıkıntı sardı.
     Resûl-i Kibriyâya durumu izah ettiler: "Yâ Resûlallah; biz, onu Receb'in ilk gecesinde ve Cemâziyelâhir ayının son gecesinde öldürdük! Receb ayı girince kılıçlarımızı kınına soktuk!" dediler. Buna rağmen Resûlullah kendisi için ayrılan ganimeti almadı. Çünkü, ortada bir şüphe söz konusu idi. Nitekim, Mekkeli müşrikler de bu hareketi dillerine doladılar ve dedikodu yapmaya başladılar:
     "Muhammed ve Ashabı haram ayı helâl saydı. Onda kan döktüler. Mal aldılar. Adam esir ettiler." Bu dedikodular Medine'den duyuldu. Diğer taraftan Medine'de bulunan Yahudiler de ileri geri konuştular. Bir taraftan seriyyeye iştirâk etmiş bulunan mücahidler bu hareketlerinden dolayı üzüntü duyuyorlardı. Diğer taraftan Mekkeli müşrikler ve Medineli Yahudiler ileri geri konuşuyorlardı. Peygamber Efendimiz ise kendisine ayrılan ganimeti kabul etmiyordu.
     Bir müddet sonra Efendimize vahiy geldi ve meseleyi halletti. İlgili âyette şöyle buyuruldu: "Sana haram ayda savaşmanın hükmünü soruyorlar. De ki: O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat insanları Allah yolundan çevirmek, Onu inkâr etmek, Mescid-i Harâmı ziyaretten men etmek, oranın ahâlisini Mescid-i Haramdan çıkarmak, Allah katında daha da büyük günahtır. Fitne ise katilden daha büyük bir cinayettir. Onların elinden gelse, dininizden döndürülünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar..." (453)
     Seriyyeye iştirâk etmiş olan mücahidler bu âyet üzerine sıkıntı ve mânevi ızdıraptan kurtuldular. Peygamber Efendimiz de kendisi için ayrılmış bulunan ganimet hissesini kabul etti. Müşrikler ise esirleri için kurtuluş bedeli gönderdiler. Esirlerden sadece Osman bin Abdullah Mekke'ye gitti. Diğer esir Hakem bin Keysan ise Müslüman olup Medine'de kaldı. (454)

     Hakem Bin Keysan Nasıl Müslüman Oldu?
     Mücahidler tarafından esir alınınca, kumandan Abdullah bin Cahş onun boynunu vurmak istemişti. Fakat, diğer Sahabîler, "Hayır, Resûlullaha götürelim" diyerek buna mâni olmuşlardı. Böylece Hakem boynunun vurulmasından kurtulmuştu.
     Medine'ye döndüklerinde onu Peygamber Efendimize götürdüler. Resûl-i Ekrem, Hakem'i Müslüman olmaya dâvet etti. Ancak o menfi tavır takındı. Hatta ileri geri konuşmaya başladı. Bu konuşmalarından hiddete gelen Hz. Ömer, "Bunun Müslüman olacağı yok, yâ Resûlallah! Müsâade et, boynunu vuralım" diye konuştu.
     Resûl-i Ekrem bu teklifi kabul etmedi ve Hakem'i tekrar İslâma dâvet etti. Sonunda Hakem, "İslâm nedir?" diye sordu. Resûl-i Ekrem, "İslâm, şeriki olmayan bir Allah'a îmân ve ibâdet, Muhammed'in de Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet etmendir" buyurunca Hakem, "Müslüman oldum" diyerek, Kelime-i Şehâdet getirdi.
     Resûl-ü Ekrem de Sahabîlere dönerek, "Eğer sizin onun hakkındaki görüşünüze uyup onu öldürseydim, Cehenneme girmiş gitmişti" (455) diyerek hepimize ölçü olacak dersini verdi.
     Hz. Resûlullahın İslâma dâvetteki temennisi, sabrı ve sebâtı işte bir insanı böylesine Cehennemden kurtarıp, Sahabî gibi şerefli bir makama yükseltiyordu.

450. Sîre, 2/248-249; Tabakât, 2/9-10
451. Sîre, 2/252; Tabakât, 2/10
452. Sîre, 2/252; Tabakât, 2/10
453. Bakara Sûresi, 217
454. Sîre, 2/252
455. Tabakât, 4/137-138

Kainat' ın Efendisi (ASM)
Salih Suruç

 İ  S  L  A  M    T  A  R  İ  H  İ

19 Ocak 2011 Çarşamba

KELİMELER-KAVRAMLAR ... MUHACİRUN (MUHACİRLER)


 K E L İ M E L E R - K A V R A M L A R 
  M U H A C İ R U N 
(MUHACİRLER)
     Bir yerden başka bir yere göç etmek anlamındaki "hicret" kelimesinin ism-i faili olan muhacir kelimesinin çoğulu muhacirûn'dur. Istılahta İslâm devletini kurup tebliğin yeni bir veche kazanmasını sağlamak için Rasulullah (s.a.s) ile Mekke'den Medine'ye göç eden Sahabiler topluluğuna "Muhacirûn" denilmektedir.
     Mekkeli müşrikler, Rasûlullah (s.a.s)'ın davetini etkisiz bırakmak, insanları ona tabi olmaktan yüz çevirmek için çeşitli yollar denediler. Fakat onların, İslâm'ın sesini boğmak için gösterdikleri yoğun çabalara rağmen müslümanların sayısı gün geçtikçe süratle artıyordu. Bu durum, müşriklerin iman edenlere karşı hırçınlaşarak sert tutum takınmalarına sebep oluyordu. Müşriklerin işkenceleri her geçen gün sistematik bir artış gösteriyordu. Mekke'de hayat müslümanlar için tahammül edilmez bir haI almıştı. Hangi kabileden olursa olsun müslüman olan herkes müşriklerin saldırısına uğruyordu.
     Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s), artık bunalan müslümanlara bir ferahlık olsun diye Mekke'den ayrılmalarını söyledi. Ashab; "Nereye gidebiliriz ki, ya Rasulullah?" diyerek, çaresizliklerini bildirdiler. Çünkü onlar, kendilerinin emniyette olabilecekleri bir yer bilmiyorlardı. Rasulullah onlara, Habeşistan'ı, işaret ederek; "İşte oıaya gidin" dedi (Ibn Sa'd, et-Tabakâtü'l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203).
     Ancak Habeşistan'a hicret, mevcut problemin çöıümünü sağlamıyordu. Bu, müslümanlar için belirli bir süreye kadar ferahlık sağlamak gayesine yönelikti. Habeşistan'daki muhacirler, burada hüküm sürmekte olan Necaşî'den iyi bir kabul görmüşlerdi. Tarihi istılahta "muhacir" terimi, Hicretin sekizinci yılında Mekke'nin fethine kadar Medine'ye göç eden müslümanlar için kullanılmakta ise de; Habeşistan'a hicret edenleri, Rasulullah (s.a.s) in; "Sizin için iki defa hicret vardır. Bunlardan biri Habeşistan'a, diğeri de Medine ye olan hicretinizdir" (Buhârî, İ'tisam, 16) hadisi çerçevesinde, "Muhacirler" olarak nitelemek yanlış değildir. Zaten Habeşistan'a hicret edenlerin tamamı, Medine'ye hicret emredildikten sonra buraya göç ederek ikinci defa hicret etmişlerdi. Habeşistan muhacirlerinin sayısı yüz otuz kişi kadardır (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1981, I, 119).
     Muhacirler mallarını, yakınlarını, yaşadıkları toprakları, Allah için terkederken, gittikleri yabancı ülkede yabancılıklarından dolayı çektikleri zorluklar, mahrumiyetler yanında, müşriklerin onları yok etmek için gösterdiği faaliyetler de son bulmuyordu. Nitekim müşrikler, Habeşistan'a giden muhacirleri Mekke'den çıktıktan sonra Kızıldeniz sahillerine kadar izlemişler; ancak, gemilerle denize açıldıklarından dolayı onlara yetişememişlerdi. Onları geri getirmek, en azından oradaki rahatlarını yok etmek için müşrikler, Necaşî nezdinde diplomatik faaliyetlere giriştiler. Fakat onların bütün çabaları boşa gitti.
Necaşî'yi ikna edip, müslümanları onun ülkesinden çıkartmaya muvaffak olamamaları, Mekkeli müşrikleri öfkeden kudurtmuştu. Bundan dolayıdır ki, Mekke'de kalan müslümanlar ve Rasulullah'ın ailesi olan Haşimoğullarının boykot edilmesi kararını vererek, baskılarını en uç noktaya götürdüler. Artık Mekke'de inananların hiç bir şeyi güvencede değildi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s)'ı her durumda müdafa eden amcası Ebu Talib vefat edince Haşimoğullarının başına geçen Ebu Leheb, Rasulullah (s.a.s)'ı toplum dışı ilan ederek Mekke'de yaşamasını büsbütün güçleştirmişti.
     Gelişen bu olaylar Rasulullah (s.a.s)'ı, davetini insanlara daha rahat ulaştırabileceği bir sığınak aramaya yöneltti. Rasulullah ilk önce Taif'e gitmiş ancak, olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu maksatla o, bu sefer cahilî geleneklere göre haccetmek için Mekke'ye gelen yabancılara İslam'ı tebliğ ediyor ve onlardan kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Ancak herkes tarafından reddedilen Rasulullah (s.a.s)'ı sonunda Akabe mevkiinde on altıncı heyet olarak başvurduğu altı kişilik grup dinlemiş ve davetini kabul ederek iman etmişlerdi. Bunlar, Medine'de sürekli savaş halinde olan iki düşman kabileden biri, olan Hazrec'e mensuptular. Bu kişiler Medine'ye döndüklerinde hemen islamî tebliğe başlamışlar ve kısa zamanda çok kişinin ihtida etmesini sağlamışlardı. Daha sonra yapılan Akabe bey'atlarının peşinden Rasulullah'a Medine'ye gitmesi emredildi (Buhârî, Menakıbul-Ensâr, 45). Rasulullah (s.a.s) ilk önce, Mekke'de bulunan bütün müslümanlara Medine'ye gitmeleri için izin verdi. Müslümanlar, küçük kafileler halinde Mekke'den yola çıkmaya başladılar. Kısa zamanda, Mekke'de, yakınları tarafından hapsedilenlerden Rasulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı.
     Hicret eden bu muhacirler, yanlarında götürebildikleri dışında menkul, gayri menkul bütün mal varlıklarını terkedip gidiyorlardı. Müşrikler, Muhacirlerin terkettikleri bu mallara hemen el koydular. Müslümanların mal kaybı gerçekten çok büyüktü. Ancak onların gözü ne mal görüyordu, ne de dünyaya ait herhangi bir çıkarın peşinde idiler. Onlar, Allah yolunda her şeylerini feda etmeye hazırdılar ve kendilerinden istendiğinden de bunu yerine getirmek için bir an bile tereddüt göstermiyorlardı.
     Ashabdan Suhayb er-Rûmî, Mekke'ye dışardan gelip yerleşmiş bir kimse idi. Hicret için yola çıktığında, Mekkeli müşrikler onu engellemiş ve ona şöyle demişlerdi: "Sen bizim aramıza bir dilenci gibi geldin, bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi bu mallarla çıkıp gideceksin öylemi! Bu asla olmaz". Suhayb onlara; "Bütün mallarımı size bıraksam da mı izin vermezsiniz?" dediğinde onlar, buna ses çıkarmamışlardı. Daha sonra nazil olan; "İşte o topluluk içinden çıkan biri ki Allah'ın rızasını kazanmak üzere kendi kendisini satın almıştır..." (el-Bakara, 2/207) mealindeki âyetin bahsettiği kişinin o olduğu söylenmektedir.
İslâm'la ilk müşerref olan; onu Medine'ye taşıyıp, burayı bir karargah yaparak, yeryüzüne İslâmı hâkim kılmakla görevlendirilen muhacirler topluluğu bu niteliklere sahip insanlardan oluşmuştu. Rasulullah (s.a.s)'ın, Ebu Bekir (r.a)'le birlikte, tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmasıyla İslâm tebliğinde yeni bir dönem başladı.
     Rasulullah (s.a.s), Medine'ye gelişinden hemen sonra, toplumun teşkilatlandırılması işine girişti. Bunun yanında, her şeylerini terkedip buraya gelen Muhacirler gerçekten büyük sıkıntı ve yokluklar içerisinde idiler. Gerçi Ensar, kendilerine iltica eden bu insanların bir eksiklik çekmemeleri için ellerinden gelini yapıyorlardı.
     Rasulullah (s.a.s), Muhacirlerin hayatlarını kolaylaştırmak ve Medine halkı ile tam bir kaynaşma sağlayarak, bütünleştirmek için hicretin ilk yılında, her bir muhaciri bir ensara kardeş yaptı. Kaynaklarda "muahât*" olarak zikredilen bu olaydan sonra Ensar, sahib oldukları şeylerin yarısını kardeşi ilan edilen muhacir'e veriyordu. Ve her biri birbirinin gerçek varisi idi. Bu durum Bedir savaşından sonra sona ermiştir (Buhârî, Ferâiz, 16; İbn Sa'd, a.g.e., I, 238). Ensar, bunu yaparken o kadar içten yapıyor du ki, Allah Teâlâ onların bu eşsiz fedakârlıklarını Kur'ân-ı Kerimde; "Daha önceden Medine yi yurt edinip imanı kalplerine yerleştiren, hicret edip kendilerine gelen mü'minleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinden hiç bir çekememezlik duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (el-Haşr, 59/9 âyetiyle övmektedir. (bk. Ensar Mad.).
     Ancak, kendilerine kucak açan ve her şeylerini paylaşmaya gönülden rıza gösteren bu fedakâr insanlara yük olmak, Muhacirlere ağır geliyordu. Bunun içindir ki, bunlardan bazıları kendilerine karşılıksız verilen şeyleri almamışlar, diğerleri de kardeşleriyle birlikte çalışmışlar ve kazançlarını kendilerine yapılan iyilikleri karşılama düşüncesiyle kardeşleri olan Ensara iade etmek istemişlerdir.
     Muhacirlerden bir kısmı ticaretle uğraşmayı tercih etmiştir. Abdurrahman İbn Avf (r.a) bunlardan biridir. Kendisine kardeş ilan edilen Sa'd b. Rabî, Abdurrahman'a şöyle demişti: "İşte mallarım, onların yarısını sana veriyorum. İki eşim var, birini seç, hemen boşayayım. Sen onu nikâhla". Abdurrahman İbn Avf ona şöyle karşılık vermişti: "Allah mallarını bereketli kılsın. Aile halkına da afiyet versin. Sen bana, Medine pazarını tanıt benim için yeterlidir" "İbn Avf, ticarete başlayarak kısa zamanda zengin olmuştu" (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 3).
Dimyâtî'nin tertip etmiş olduğu Muhacirûn listesine göre, Mekke'den Rasulullah ile birlikte Medine'ye hicret edenlerin sayısı, iki yüz yirmi altıdır (Albert Dietrich, Abdulmün'im b. Hallâf ed-Dimyatî'nin bir muhacirun listesi, çev. F. Işıltan, İ.Ü.Ed. Fak. Şarkiyât mecmuası, İstanbul 1959, III, 133-155).
     Vahiy ile ilk muhatap olup, her türlü zorluğu göze alarak ona iman eden ve bu yüzden akıl almaz işkencelere maruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan Muhacirler, Allah tarafından layık oldukları şekilde övülmüşlerdir. Zira onlar, hiç bir dünyevî maksadları olmadığı halde, sırf Allah Teâlâ'ya serbestçe ibadet edebilmek için her şeylerini terketmişlerdi. Bu, Hz. Ebu Bekir (r.a) ile alâkalı olarak zikredilen bir olayda, bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a), Habeşistan'a gitmek için yola çıktığı zaman, Berkul-Ğımâd denilen yerde bölgenin ileri gelenlerinden biri olan İbn ed-Dağine ile karşılaşmıştı. O, Ebu Bekir'i görünce hayretle; "Böyle nereye gidiyorsun ya Ebu Bekir" diye sormuştu. Ebu Bekir; "Kavmim (sırf Allah'tan başka ilâh yoktur dediğim ve O'na ibadet ettiğim için) beni yurdumdan çıkardı" demişti (Buhârî, Menakıbu'l-Ensâr, 45).
     Allah Teâlâ, kendisi için hicret eden Muhacirlerin, günahları dahi olsa onların bağışlanacağını ve sorgulanmayacaklarını bildirmektedir: "Hicret edenler memleketlerinden çıkanlar, benim yolumda eziyete uğrayanlar, öldürülenler ve ölenlerin günahlarını mutlaka örteceğim" (Alû İmran, 3/145); "Ey Muhammed! Şüphesiz ki Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder" (en-Nahl, 16/110).
     Diğer bir âyet-i kerîmede onlar hakkında; "Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüphesiz rızık verenlerin en hayırlısı sadece Allah'tır" (el-Hac, 22/58).
     Allah Teâlâ, bütün mal varlıklarını terkedip, büyük bir fedakârlıkla Rasûlüne uyan muhacirler için, ganimetlerden fazla bir pay ayırdığı gibi onların, gerçek anlamda davalarında samimi kimseler olduklarını bildirmektedir; "Bu ganimet mallarında, bilhassa yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış, Allah'ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah ve Rasulüne yardım eden fakir Muhacirlerin hakkı vardır. İşte samimi olanlar onlardır" (el-Haşr, 59/8):
     Ayrıca, zulme uğrayıp, sırf Allah rızası için yurtlarını terkeden Muhacirler, âhirette çok büyük mükafatlarla mükafatlandırılacakları gibi, aynı zamanda bu dünya hayatında da yaptıkları fedakârlıkların karşılığını fazlasıyla göreceklerdir: "Zulme uğradıktan sonra, Allah'ın rızası için hicret eden mü'minleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Bir bilseler..." (en-Nahl, 16/41).
     Bazı âyetlerde Muhacirlerin, iyilikleri ve imanları övülürken, Ensar ve Allah yolunda cihad edenler de onlarla birlikte zikredilmektedir: "İman edenler, hicret edenler, muhacirleri barındırıp yardımda bulunanlar, işte onlar gerçek mü'minlerdir" (el-Enfâl, 8/74).
Hicret eden Muhacirler ve onları barındıran Ensar topluluğundan bahseden âyetlerde genellikle, Mekke'nin fethine kadar Medine'ye hicret etmiş müslümanlar ve onlara hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan yardım eden Medineliler söz konusu edilmektedir. Ancak, bu kavramların işaret ettiği gruplar kıyamete kadar var olacaktır. Çünkü cihad, yer yüzünde kâfirler var oldukça sürecek, zulüm var oldukça da, dinlerini yaşamak ve kendilerine bir üs edinmek için yurtlarını, her şeylerini bırakarak terkeden muhacirler her zaman mevcud olacaktır. Dolayısıyla, ilk Muhacirlerle kıyas yapmak mümkün olmamakla birlikte, sırf; "Allah'tan başka Rab yoktur" dediği için yurdundan çıkarılanlar da bu âyetlerde övülen muhacirler topluluğundandırlar.
     Allah'ın indirdiklerine riayet etmeyip, müşrikler tarafından zorlandıkları şekilde hayat sürenlerin, öldükleri ıaman bu durum sorulduğunda ileri sürdükleri mazerete, meleklerin verdiği cevap, hicretin sürekliliği ve kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır: "Melekler, o kendilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında: Ne yaptınız?"derler. Onlarda; Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük" derler. Melekler ise; "Allah'ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz?" derler. İşte bunların varacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!" (en-Nisa, 4/97).
     Hicret, muhacirler için bir kaçış değildir. Hicret yurdu, muhacirlerin diğer kardeşleriyle birlikte toparlanıp, planlı bir şekilde, kâfirler tarafından çıkartıldıkları toprakları tekrar Allah'ın dininin hâkim olduğu topraklarlara çevirmek için üslendiği bir kârargahtır. Bu, ilk Muhacirler için böyle olduğu gibi, bugün ve gelecekte de böyle olacaktır (Ayrıca bk. Hicret mad.).

Ömer TELLİOĞLU

Demet Tezcan'ın Kaleminden - Şehadetin sınırında nöbet tutan adam; Uğur Süleyman Söylemez

Demet Tezcan

Şehadetin sınırında nöbet tutan adam
Uğur Süleyman Söylemez 
    
Sevgili Uğur Süleyman Söylemez, nasıl hitap etmeliyim bilmiyorum ki? Aynı gemide, aynı atmosferi solurken pek çok kez karşılaşıp, yol verdik belki birbirimize kim bilir? Yan yana yürüyüp, Kepez Kapalı Spor Salonu’nda aynı ikramlara el uzattık belki de? O zaman tanışsaydık muhtemeldir  “Süleyman bey”  ve “siz” diye hitap ediyor olacaktım. Ama şimdi kaldırıp aradan tüm sınır ve soğuk mesafeleri “abi” demek geliyor içimden yüreğim dolusu “Süleyman abi!”
     Uykunun koynunda cennet bahçelerinin rüyasındasın biliyoruz. Belki de şehid arkadaşlarınla doyumsuz muhabbetlerde...  Metelik vermiyorsun şu fani dünyaya ve dönüp bakmıyorsun onun da farkındayız. Ondandır dualarımızı kattığımız tüm çağrılarımıza aldırış etmeden derin uykunun kollarına verişin kendini. Anlıyoruz imanı anlıyoruz  “abi” şehadete olan sevdan yüzünden  “iyilik sağlık” dualarımıza aylardır bir cevap vermeyişin...
     Ama gel gör ki öte yanda da yedi aylık bir uykunun koynunda, makinelerin desteği ile de olsa  “babamızı ziyarete gidiyoruz” cümlesini kurdurtabiliyor çocuklarına nefes alışın. Yastığa başlarını koyarlarken her zamanki gelişinle kapıyı çalıp girmesen de, sofralarına oturup, yerken seni andıkları sevdiğin yemeklere uzatmasan da kaşığını burada, aralarında olduğunu söyletiyor hastane odasında var olan bedenin. Odana girip aynı havadan soluklanıyor olmanın mutluluğunu hiç olmazsa ellerine, yaralı başına dokunmanın, “seni seviyoruz baba” diye kulağına fısıldamanın hazzını yaşıyor evlatların.  Buradalığından, hâlen aynı gökyüzünün altında olan varlığından, soluk alıp veriyor, bu halinle de olsa aralarında duruyor oluşundan, bitmek tükenmek bilmez umutlardan söz ediyorlar birbirlerine. Ve bir gün yataktan doğrulup kalkacağının hayalini kuruyorlar içten içe. Düşlerine inanmayanlar hoyratça yıkmasınlar diye kendilerine bile içten içe söylüyorlar mucize kabilinden hayallerini.
     Aylardır şehadetin hududunda nöbet tutup, o kavuşma anını özlemle beklesen de sen, mağrur minnetsizliğinle dönüp bakmasan da fani dünyaya, yüreğimiz el vermiyor bizden istediğin duaya be “abi!” İnsan kendisi için delicesine bir arzuyla diliyor da şehadeti, söz konusu başkası olunca dili de, gönlü de muhannetleşiveriyor işte alabildiğine… Aylardır istedik ki bir ses ver sesimize ve son ver saflarımızdaki sensizliğimize… “Sen” sussan da bak dinle ben, anlatacağım “sana” neler olup bittiğini.
     26 Aralık günü Mavi Marmara geldi “abi” yer gök maviye kesti o gün. Bayram yerine döndü Sarayburnu, şehidler, şahidler, gaziler ve sen “abi” ve “sen” oradaydın, aramızdaydın gök kapıları açıldı, rahmet indi yerlere kadar. Mavi Marmara limana yaklaşırken göz yaşları arasında duamızdaydın...  Meryem’cesine bir sabrı ve tevekkülü kuşanmış sevgili eşin Tuba, yine her gün olduğu gibi o gün de elleri ellerinde duadaydı yanı başında… Biz de dualarımızı kattık duasına, sevgilerimizi gönderdik  “Söylemez” ailesine, selam ve esenlik temennilerinin en kalbi olanıyla...  
     Asla vazgeçmişliğimiz, yılmışlığımız, caymışlığımız, yoldan dönmüşlüğümüz yok bilesin “abi!”  Gemi katılımcılarından başpiskopos Hilarion Capucci de oradaydı o gün: “Geri durursak yazıklar olsun bize” dedi. “Geri durursak yazıklar olsun” dedik biz de her milletten tek yürek olup, hep birlikte.
     Dünya biliyor ki, işgalcinin yüreksiz katilleri, gemiye kurşun yağdırdıklarında ne kadar çok ölüm olursa o kadar çok korkularını bastırıp, mağrur döneceklerdi evlerine ve çocuklarının yanına. Kanlı elleriyle, gurur cümleleri kurarak okşayacaklardı korku masalları ile büyüttükleri çocuklarının başını. 
     Ve dünya bilsin ki, o gün işgalci katiller Akdeniz’in sularına şehidlerimizin kanıyla yazdı sonlarının başlangıcını… “Hepimizi öldürmediği için özür dileyen” işgalci, o gün hepimizi öldürmediği için dövünecek, hem de çok dövünecek!
     Mavi Marmara her bir yürekte dünyanın her yerinde mazlumun sesi olarak seyr ve seferde bundan böyle.
     Ve sen “abimiz” rahat ol emi! Mavi Marmara’nın yolculuğu asıl bundan sonra başlıyor. Zalimin zulmüne karşı “Erdemliler İttifakı”nın asasıyla tüm engeller ikiye ayrılacak orta yerinden, sular yarılacak yeniden vira Bismillah!

18 Ocak 2011 Salı

İSLAM İLMİHALİ ... BEŞİNCİ BÖLÜM: TEMİZLİK - 2. MADDÎ ve HÜKMÎ TEMİZLİK

İ S L Â M   İ L M İ H A L İ
Beşinci Bölüm: Temizlik
II. MADDÎ ve HÜKMÎ TEMİZLİK

     Şüphesiz ki maddî temizliğin ölçütü ve temizlenme yolları toplumların kültür ve gelenekleriyle, şart ve imkânlarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Bu sebeple de İslâm dini, hem temizliğin gereklilik ve önemini sıklıkla vurgulayarak bu konudaki ana fikri canlı tutmaya, hem de hitap ettiği toplumların temizlik kültür ve usullerini imkânları ölçüsünde daha iyiye doğru geliştirmeye önem vermiştir. Böyle olduğu için de İslâm toplumlarında temizlik ana fikri, İslâm kültürünün aslî unsurlarından birini teşkil etmiştir. Suyun İslâm medeniyetinde ayrı bir önem kazanmasının bir sebebi de bu olmalıdır. Öte yandan suyun temizliği ve su ile temizlenme başta olmak üzere temizlik araç ve gereçlerinin toplumların şart ve imkânları, pozitif bilimlerin bu konudaki katkısı nisbetinde giderek değiştiği ve iyileştiği de açıktır. Bu sebeple fıkıh kitaplarında çevre ve beden temizliği konusunda yer alan çeşitli kıstas ve usuller bir yönüyle İslâm âlimlerinin temizlik konusuna verdiği önemi, onların bu gayeyi gerçekleştirmeye mâtuf çabalarını, bir yönüyle de içinde bulunulan şart ve imkânlara bağlılığı yansıtır.
     Temizlik İslâm'ın çok önem verdiği dinî bir vecîbe ve sağlıklı yaşamanın önemli bir şartı olmasının yanı sıra insan olmanın onur ve şerefinin de gerektirdiği tabii bir durumdur.
     Fıkhî bir terim olarak tahâret (temizlik), hem maddî pislikten ve kirlerden hem de hükmî kirlilik halinden (hades) temizlenmeyi kapsar. Bu sebeple hükmî temizlik aynı zamanda maddî temizliği de içine alır. Diğer bir ifadeyle, ferdin bedenini ve çevresini maddî kirlerden temizlemesi, hükmî temizlik için genelde ön şart durumundadır. Maddî temizliğin tabii usulü su ile temizliktir. Bu yüzden fıkıh kitaplarında suyun kendisinin temiz olması ve temizlikte kullanılması konusu üzerinde öncelikle ve önemle durulur.
     Suyun bulunmadığı veya temizleyici nitelikte olmadığı durumlarda diğer temizleme araç ve usullerine başvurulur. Öte yandan temizliğin gerektiği şekilde yapılabilmesi için hükmî kirlilik hallerinin yanı sıra dinen kir ve pis (necis) sayılan şeylerin ve bunların temizlenme usullerinin de bilinmesi gerekir. Bu çerçevedeki bilgilerin bir kısmı bilimsel araştırma, tahlil ve deneyimi gerektirse de önemli bir kısmı bizzat fertler tarafından bilinip uygulanabilecek durumdadır. Bu sebeple de maddî ve hükmî temizlikle ilgili temel bilgiler ve pratik çözüm yolları ferdî mükellefiyet kapsamındaki ilmihal bilgileri arasında yer almıştır.

     A) SULARIN HÜKMÜ
     Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın insanı ve diğer canlıları sudan yarattığı (el-Enbiyâ 21/30, en-Nûr 24/45, el-Furkan 25/54), temizlenme dahil birçok hikmete mebnî olarak gökten temiz su indirdiği (el-Bakara 2/22, 164, el-Enfâl 8/11, el-Furkan 25/48) belirtilerek suyun yeryüzündeki varlıkların hayatı açısından önemine ve aslî temizlik aracı olduğuna işaret edilir. Hz. Peygamber'in hadislerinde de yine su ile temizlenmenin önemi sıklıkla vurgulanarak durgun ve akarsuların, yağmur, kaynak, deniz ve göl sularının maddî ve hükmî temizlikte kullanılmasıyla ilgili temel açıklamalar yer alır. Durgun ve akarsuların temizliğinin sağlanması ve korunması, bu konuda önerilen tedbirler, getirilen yasaklamalar hadis kültüründe önemli bir yekün tutar.
     Suların temiz sayılması ve temizleyici olması (hükmî temizlikte kullanılabilmesi) konusunda fıkıh literatüründe yer alan ayrıntılı bilgiler, yukarıda sözü edilen hadislerin ışığında müslüman toplumların asırlar boyunca oluşan bilgi ve tecrübe birikimlerinin ürünüdür. Hanefî fıkıh kültüründe su, doğal su özelliğine sahip olup olmaması yönüyle mutlak ve mukayyet su, yenilenme ve akıcılık özelliğine göre de durgun ve akarsu kısımlarına ayrılır. Sularla ilgili pratik bilgiler, literatürde bu ayırım ve adlandırma içinde verilmeye çalışılır.

     a) Mutlak Su - Mukayyet Su
     Yaratıldığı tabii halini koruyan, mahiyetini değiştirecek başka maddeler karışmamış suya mutlak su denilir. Yağmur, kar, deniz, ırmak, kaynak ve kuyu suları normalde böyledir. Mutlak suyun üç özelliği ve iki tabiatı vardır. Özellikleri, rengi, kokusu ve tadıdır; iki tabiatı da inceliği ve akıcılığıdır. Öte yandan mutlak su, temiz ve temizleyici olup olmama yönüyle beş kısma ayrılır. Suyun temizleyici sayılması, abdest ve gusül gibi hükmî temizlik aracı olabilmesinin câiz oluşunu, temiz sayılması ise diğer maddî temizlik ve kullanım aracı olabilmesini ifade eder.
     1. Rengi, kokusu ve tadı bozulmamış, içine pis bir madde karışmamış, kullanılması mekruh ve şüpheli hale gelmemiş sular hem temiz hem de temizleyici sayılırlar. Tabiatta normal halde bulunan mutlak sular kural olarak böyledir. İnsanın, at, deve, sığır, koyun ve keçi gibi eti yenen hayvanların ve kuşların artığı sular da, bu sulara maddî bir pislik bulaşmadığı sürece kural olarak hem temiz hem temizleyicidir.
     2. Temiz ve temizleyici olmakla birlikte kullanılması mekruh olan sular: Tavuk gibi eti yenen, kedi gibi eti yenmeyen evcil hayvanların, çaylak, doğan gibi yırtıcı kuşların artığı sular böyledir. Hz. Peygamber kedi hakkında "O pis değildir, çünkü aranızda dolaşıp duran yaratıklardandır" (Ebû Dâvûd, "Tahâre", 38) buyurarak bunlardan sakınmanın imkânsızlığına işaret etmiştir. Eti yenmeyen yırtıcı kuşların gagaları kemik olduğundan, artığı sular diğer yırtıcı hayvanlarınkinden farklı görülmüştür. Bu tür sularla abdest almak veya gusletmek mekruhtur. Ancak normal su bulunmadığında bu sular hem abdest ve gusül gibi hükmî temizlikte hem de maddî temizlikte kullanılabilir.
     3. Abdest, gusül gibi hükmî temizlikte kullanılmış olan sular (mâ-i müsta`mel), maddî bakımdan temiz olsalar bile ikinci defa hükmî temizlikte kullanılamaz. Fakihler bu suların temizleyici olmadığını söylerken bunu anlatmak istemişlerdir. Ancak fakihlerin çoğunluğu aslî özelliklerini kaybetmemesi ve maddî bir kirlilik de taşımaması kaydıyla kullanılmış suyu temiz sayar ve bu suyun maddî temizlikte kullanılabileceğini söyler. Bazı fakihlerin ise ihtiyatla hareket edip kullanılmış suları dinen necis su grubunda mütalaa ettiği görülür. Bu görüş ayrılıkları suyun kıt olması halinde kullanılabilecek bazı ruhsatlar içermesi sebebiyle faydadan hâlî değildir. Abdestsiz veya cünüp olan kimsenin suyu almak veya sıcaklığına bakmak amacıyla elini suya sokmasıyla bu su kullanılmış sayılmaz.
     4. Temiz ve temizleyici olmayan sular: İçine pislik düştüğü kesin olarak veya galip zan ile bilinen -tanımı aşağıda gelecek olan- az miktardaki sular ile içine düşen pislikten dolayı rengi, tadı veya kokusu bozulan büyük su birikintileri ve akarsular böyledir. Köpeğin, eti yenmeyen vahşi hayvanların artığı sular da temiz değildir.
     5. Eşek ve eşekten doğan katırın artığı suların hükmî temizlikte kullanılıp kullanılmayacağı ise şüphelidir. Temiz su bulunmadığında bunlarla abdest ve gusül alınır ve ayrıca teyemmüm yapılır.
     İçine temiz bir maddenin katılmasıyla incelik ve akıcılığını kaybeden mutlak sulara veya tabii bir oluşumla meydana gelip özel bir isimle anılan sulara "mukayyet su" tabir edilir. Gül suyu, meyve suyu, maden suyu, diğer helâl meşrubat türleri veya içinde nohut, mercimek benzeri temiz şeylerin pişmesiyle incelik ve akıcılığını kaybeden sular böyledir. Mutlak sular temiz ve temizleyicilik özelliğini kaybetmediği sürece hem maddî pisliğin temizlenmesinde hem de hükmî temizlikte kullanılabilirken mukayyet sular, normal su bulunmadığı zaman sadece maddî temizlikte kullanılabilir.
     Hanefîler dışındaki diğer mezheplerde sular genellikle 1. Temiz ve temizleyici sular, 2. Temiz fakat temizleyici olmayan sular, 3. Temiz olmayan yani necis sular şeklinde üç kısma ayrılarak incelenirse de, bu konuda genellikle tecrübe ve gözleme dayalı bilgiler kullanıldığından mezhepler arasında kayda değer bir görüş farklılığı yoktur.

     b) Durgun Su - Akar Su
     Suyun durgun veya akar olması, durgun ise miktarı, o suyun temiz ve temizleyici olma özelliğini belirlemede etkin rol oynar. Akar sular ile büyük havuz niteliğindeki durgun sular üç temel vasfından biri değişmedikçe yani rengi, tadı veya kokusu bozulmadıkça içine düşen bir pislikten dolayı temiz ve temizleyicilik özelliğini yitirmez. Buna karşılık küçük havuz niteliğindeki durgun sular, içine bir pislik düşmekle üç temel vasfında değişme olup olmadığına bakılmaksızın temiz ve temizleyici olmaktan çıkar. Kural bu olmakla birlikte büyük ve küçük havuz ayırımında nasıl bir ölçünün kullanılacağında fıkıh mezhepleri arasında görüş farklılıkları vardır. Hanefîler'e göre durgun suyun derinlik ve hacminden çok yüzey genişliği önemlidir. Hanefîler'e göre su, avuçlandığında elin dibe değmeyecek derinlikte olması kaydıyla, yüzeyinin yaklaşık olarak 50 m2 olması, Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise hacminin iki kulle (yaklaşık 206 litre) ve daha fazla miktarda olması halinde büyük havuz hükmünü alır. Mâlikîler'e göre ise normal abdest ve gusül suyu kabının alacağı su az su hükmündedir.
     Fakihlerin bu konudaki yaklaşım ve kıstasları dikkatlice incelendiğinde, onların hem suyun aslî özelliğini korumasına önem verdikleri hem de içine küçük bir pislik düştü diye bol miktarda suyun kullanılamaz olmasını önlemek istedikleri görülür. Böyle olunca suyun teminindeki kolaylık ve zorluk, suya düşen pisliğin tür ve miktarı da göz önünde bulundurulmak kaydıyla, mezheplerin bu konudaki farklı görüşlerinin bir ruhsat olarak değerlendirilebileceği, kişilerin kendi kültür, imkân hatta kalbî mutmainlikleri açısından bu ruhsatlardan birini seçebileceği söylenebilir. Diğer yandan suyun temel özelliklerinde bir bozulma olduğunda veya yapılan bilimsel incelemeler ve laboratuvar tahlilleri sonunda insan sağlığı ve çevre için zararlı olduğu tesbit edildiğinde bu suyun kullanımının dinen de câiz olmayacağı açıktır. Çünkü insanın sağlık, güvenlik ve huzur içinde yaşaması dinin genel hedeflerinden biri olduğu gibi bilimin de ana gayesini oluşturur. Bu sebeple fıkıh kitaplarında suyun maddî ve hükmî temizlikte kullanılabilmesi için aranan şartlar, suyun kullanımının dinî hükmüyle ilgili nihaî bir ölçü ve çözüm olarak değil, fertlere günlük yaşayışlarında kolaylık sağlamayı ve ortalama bir ölçü getirmeyi amaçlayan öneri ve katkılar olarak anlaşılmalıdır. Nitekim madenî kaplara konup güneşte ısıtılan suyun kullanımını bazı fakihlerin mekruh gördüğü, bunu söylerken de bu tür suların sağlığa zararlı olduğu noktasından hareket ettikleri bilinmektedir. Böyle olunca suyun temizliği konusunda fıkıh kültürümüzdeki bu tür yaklaşımları ilke ve amaç yönüyle değerlendirip günümüzdeki teknolojik gelişmelerden, arıtma ve tahlil imkânlarından ve pozitif bilimin sonuçlarından âzami ölçüde yararlanmak vazgeçilmez bir önem taşımaya başlamıştır.


17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...