13 Şubat 2011 Pazar

ŞEHİD BİLAL YALDIZCI

   Şehid Bilal Yaldızcı  
     12 Eylül 1980 darbesi, İran devrimi ve Afganistan’ın Sovyet Rusya tarafından işgal edilmesi 80′li yılların en önemli üç olayıydı. Bu üç olay gençliği oldukça etkilemişti. Özellikle Afgan cihadı, gençliğin birinci gündem maddesiydi. Cepheden gelen iyi haberler dalga dalga yayılır, gönlümüz coşar, yerimizde duramazdık. Çok iyi hatırlıyorum, arkadaşlar arasında küçük harçlıklarımızla biriktirerek topladığımız yardımları Afganistan’la irtibatı olan büyüklerimize büyük bir heyecanla teslim ederdik. Dönemin ruhuna uygun marşlar ezberler, söylediğimiz marşlarla adeta Afganistan’da devam eden cihada tempo tutardık.
     Panşir Vadisi’nde Ruslara karşı fırtına gibi esen ve Panşir Aslanı olarak ün yapan mücahit komutanlardan Ahmet Şah Mesut, gönlümüzün gizli kahramanıydı. Ahmet Şah Mesut’un başarıları dilden dile dolaşır, aramızda bir efsaneye dönüşürdü. Gülbeddin Hikmetyar, Burhaneddin Rabbani gibi Afgan liderleri, isimlerini en çok andığımız liderlerdi. Rusya’nın üstünlüğü ile devam eden savaş, zaman ilerledikçe mücahitlerin lehine dönmeye başladı. Özellikle cihadı sürdüren dört mücahit grubun birlik ve beraberliği zaferi de, kaçınılmaz olarak mücahitlerin kazanmasını sağladı.
     Afganistan cihadına maddi-manevi yardımların yanında, aramızdan bizzat cepheye giderek, Sovyet Rusya’ya karşı savaşan birsürü kardeşimiz oldu. Afganistan’a cihad meydanlarına gidenler oldu ve onların arasından da şehid olanlar...
     Afgan cihadında ilk Türkiyeli şehid, İzmir Ödemişli Bilal Yaldızcı’dır. Daha sonra Tekiner Tayfur ve Recep Şahin bu yolu takip eden şehidler oldu.
     1967′de İzmir’in Ödemiş ilçesinde dünyaya gelen Bilal Yaldızcı, ailenin tek erkek çocuğuydu. İki de kız kardeşi vardı. Ailesi, tek erkek çocuk olması sebebiyle üzerine çok düşüyordu. Lise yıllarında Afganistan cihadıyla yakından ilgilenen her genç gibi Bilal’in de yüreğinde fırtınalar kopuyordu. Kafasına koymuştu, Afganistan’a gidip mücahitlerin yanında Ruslara karşı savaşacaktı. Lise yılları hep mücadele ile geçti. Yaptıklarıyla, arkadaş çevresini ve ailesini oldukça şaşırtıyordu. Bu konuda kardeşi Zuhal Yaldızcı’nın söylediklerine kulak verelim: “Bir gün eve gece yarısı geldi. Hepimiz merak içinde onu bekliyorduk. O ise gayet rahatlıkla içeriye girdi. Zaten meraktan iyice yorgun düşen annem, ağabeyimi soru yağmuruna tuttu. Biz, başına bir şey gelmesinden korkuyorduk. Fakat hiç ummadığımız bir cevapla karşılaştık. Diyor ki, anneciğim şu anda kabristandan geliyorum. Bu yaptığım şeyi, altı aydır sürekli yapıyorum. Amacım içimdeki ölüm korkusunu yenebilmekti. Gördüm ki, doktoru, avukatı, zengini, fakiri hepsi orada ses çıkarmadan yatıyor. Ağabeyimin şehid olduğu haberi geldikten sonra, müdürlük yaptığı kursun masasında küçük bir not bulundu: ‘Allah’a şükür ölüm korkusunu yendim’ diye…”
     Bilal arkadaşlarıyla birlikte sürekli Bozdağ’a tırmanırdı, bunu yapmasındaki amacı, Afganistan’a gittiğinde Hindikuş dağlarında zorluk çekmemek içindi. Liseden sonra Afganistan’a gitmeye karar veren Bilal, evden ayrılırken ailesine Pakistan’a üniversite okumaya gidiyorum, demişti. Bilal önce Pakistan’a, oradan da cepheye katılmak için Afganistan’a geçti. Penşir Vadisi’nde Ahmet Şah Mesut’un birliklerine dahil oldu. Ahmet Şah Mesut, kendisini çok sever ve ‘Abdullah misafir’ diye hitap ederdi.
     Hindikuş dağlarında Ruslara karşı yürütülen amansız mücadelenin her safhasında yer aldı. Dönüş vakti gelip çattığında, takvimler 24 Ekim 1987′i gösteriyordu. Bilal, hazırlığını yapmış, silahını teslim etmiş, arkadaşlarıyla vedalaşmaya hazırlanıyordu. Ahmet Şah Mesut’tan haber geldi. Bütün mücahit gruplar, Pakistan sınırına yirmi beş kilometre mesafedeki Rus garnizonunu kuşatacaktı. Bilal’ın içi bir tuhaf oldu. Bir türlü dönmek istemiyordu ve o kuşatmada bende olmalıyım diyerek, mücahit grupların arasına karıştı.
      29 Ekim 1987 sabahı Bilal, Hz.  Bilal’dan muştu almışçasına sabah ezanını okudu. Bilal’ın yanık sesi Panşir Vadisi’nde dalga dalga yayıldı. Sabah namazı eda edildikten sonra harekete geçildi. İkindiye doğru Rus garnizonu kuşatıldı ve yoğun çatışmalar başladı. Silah sesleri, tekbirlerle birbirine karıştı. Bilal saldırı grubundaydı. Bir müddet sürer bu sıcak çatışma, düşman askerleri dağıtılmaya başlanır. Bu sırada bir düşman askeri eline geçirdiği makineliyle ateş kusmaktadır. Bir hendek atlanır ve bir mücahid şehid olur. Dördüncüsünü atlayarak geçen Bilal’imizdir. Aynı anda, karşı taraftan gelen acımasız mermiler, ayaklarından ve karın kısmından vücuduna saplanır. Bilal gökyüzüne gözlerini dikip, bir süre Türkçe bir şeyler söylediyse de, mücahidler anlamamıştır. Son sözü ise Farsça ifadesiyle “men şehid mişem” olmuştur.
     Birkaç saat süren bu çatışmanın ardından Rus garnizonu ele geçirildi. Pakistan’la Afganistan arasındaki en büyük engel de ortadan kaldırılmış oldu. Bu muhteşem kuşatmada Bilal kardeşimiz, zulmün soluk sesini kanlarıyla boğdu ve şehid oldu. Mücahidlerin bu başarısının mimarlarından biri olarakta tarihe imzasını atmış oldu.

     Şehidin Kardeşi Zuhal Yaldızcı Anlatıyor:
     “Ağabeyim Bilal l967 yılında İzmir’in Ödemiş ilçesinde dünyaya geldi. Ağabeyimden bir yaş küçük ablam Nihal ve en küçükleri ben Zuhal olmak üzere üç kardeşiz. Ağabeyimi hayatta-yaşıyor diye düşünerek ‘3 Kardeşiz’ diyorum, çünkü O’nun şehid olması ebedi olarak aramızdan ayrılması demek değildir. Bilakis ağabeyimizi cismen yanımızda olmasa da manen her an aramızda hissediyoruz.
     Ailemizin tek erkek evladı olması sebebiyle annem ve babam abimin üzerine çok düşüyorlardı. Onu toplum içerisinde belli bir mevkiye ulaştırmak istiyorlardı. Abimin içinde duyduğu düşünce ve hisleri anlayamadıkları için, Abim; annem ve babam gibi düşünen daha nice ana ve babaları “sözde müslümanlar” olarak nitelendiriyordu.     “Müslüman kardeşinin derdiyle dertlenmeyen bizden değildir:’ hadisini kendine şiar edinmişti. Kendi hissettiklerini ve düşündüklerini müslüman kardeşlerine de yansıtabilmek için çok mücadele veriyordu.
     Nihayet birgün vermek istediği mücadele fiiliyata dönüştü. Artık kendisi Türkiye’nin debdebeli hayatı içerisinde değildi. Afganistan’da şehid kanı kokan o topraklarda, mücahid kardeşleriyle aynı payı paylaşıyordu. Tabi biz bundan bihaberdik. Evden ayrılırken bize, Pakistan’a, İslam Üniversitesi’ne okumaya gidiyorum diyerek malumat vermişti. Biz O’nu okuyor düşünürken, Ağabeyimin Afganistan’da, Hindikuş dağlarında, Allah yolunda şehid düştüğü ve kanlı elbiseleriyle toprağa defnedildiği haberi ulaştı.
     Sonradan öğrendiğimize göre Ağabeyimin katılmış olduğu operasyonun yapıldığı bölgeye, Hindikuş dağlarından yürüyerek 24 günde gidiliyormuş. Garnizonun fethiyle 24 günlük yol bir haftaya düşürülmüş. Bu zorlu ve güç operasyonda şehid düşen mücahidlerden biri de canım ağabeyim Bilal Yaldızcı idi.
     Ağabeyimin İslam davasını bizim omuzlarımıza yüklemesi, içine kapanık olduğum için çok etkilemişti. Ramazanda ilk defa cemaate sohbete çıkmıştım ve ‘Yarabbi her adımıma 70 şehid sevabı ver’ diye, arzu ederek gitmiştim, eve döndüğümde yorgunlukla uyuya kalmıştım. Rüyamda canım ağabeyimi gördüm. Ağabeyimin kabrini ziyaret için Afganistan’a gitmiştik ve kabrini açtırmayı düşünüyorduk. Yanımızda bir Afganlı mücahid vardı. Kabri açtığımızda kabir bomboştu. Ve hepimiz şok olmuştuk. Üzülüp düşünceye dalınca baktık ki gök yüzünden nur şeklinde bir şey kabre doğru inip kabri genişletti. Ve aynı cennet manzarasını andırır hale geldi. Ve o nur ağbimin cismini alıverdi. Bize diyordu ki “Anneciğim kardeşlerim ve babacığım, beni aradınız geldiniz gelin oturun sizlerle kucaklaşayım hasret gidereyim’… Ve biz de çok şaşkındık. En önemlisi daha yeni kurşun yarası almış gibi sıcacık taze kanları sızıyordu. Ağbim kabirden çıkarak anneme sarıldı sonra babama sarıldı, sıra bana geldi ben cesaret edemedim, tereddüt ettim. Ağabeyim benim bu durumumu anlamış olacak ki ‘Kardeşim sakın öyle düşünme bana sarılın ki bu kanlarım sizin elbiselerinize bulaşsın yarın kıyamet gününde sizleri o kanlarınızIa tanıyabileyim… O kan sizlere şahitlik edecek’ diye tatlı bir nasihatten sonra kucaklaşıp hasret giderdik. Ve birden kabir eski durumuna geldi açık bir şekilde bir anlığına gerçekleri yaşadık orada. Daha sonra manevi bir halde anneme ziyarete falan gelip ona birçok şeyler anlatmaya çalışıyordu. Cenab-ı Allah şefaatinden tüm müminleri ayırmasın…

   Şehid Bilal Yaldızcı'nın Kaleminden  
     25 Ekim 1987 Afganistan
     O günü hâlâ hatırlıyorum. O’nunla ilk karşılaştığımız an ve sonra çok uzaklarda yine karşı karşıya gelişimiz ve unutulmaz anılar. Bir gün kendisine elbise almasına yardımcı olmamı istediğinde, beraberce Apara Markete gidip, kahverengi şalvar ve kamiseden oluşan elbiseyi satın almıştık.
     Ve aylar sonra Bilal ile kısa da olsa mücahidlerle olan beraberliğimiz. Bilal, her an emre amade davranışlarıyla ilgi çekiyor ve her türlü hizmet alanına katkı sağlıyordu. O’nu çift kaleşinkof ve 25 kg.’lık füze mermileri taşırken görmeliydiniz, ne kadar görkemliydi.
Sonuçta Bilal kuzey cephesine gittiğinde, aynı davranışlarını oralarda da sergilemiş, bu özelliğiyle de mücahidlerin çok kısa zamanda sevgisini kazanmıştı.
     Kumandanları Amir Şeyb (Ahmet Şah Mesut) O’nu mücahidlerle güreş etmesi için, sürekli kışkırtıyor. Bilal gerçekte bulunduğu bölgedeki yaşantısına, azami derecede dikkat ediyordu. Çünkü O bulunduğu yerde, kendi nefsinden öte, Türkiyeli Müslümanları temsil ettiğinin bilincindeydi.
     Cephedeki tuttuğu notlarından da anlaşılacağı üzere Bilal, fikri seviyesini de geliştirmesini bilmişti. Kısacası; artık düşüncelerini, daha uzlaşmasız, tavizsiz bir temele oturtabilmişti. Kuşkusuz bu oluşumda cihadın teneffüsünün de büyük payı olmuştur. “Biz cihadın Türkiye’de edebiyatını dahi yapamıyoruz” derken, yine Bilal bu olguya işaret ediyordu.

Şehid Bilal’imize Allah’tan rahmet dileriz.

     Şehid Bilal’den anne ve babasına veda...  
     Eli varmıyordu vedalaşmaya, dili varmıyordu “Allah’a emanet olun” demeye. Vedalaşacağına ve gideceğine inanamıyordu. Kaç veda vardı taşıdığı genç gönlünde. Kaç vedanın yükünü taşıyordu. Her vedada bir yeni hasreti, bir yeni ayrılığı yükleniyordu. Bitesi yok vedalar, bitesi yok hasretlere boğuyordu O’nu.
     En son vedasını ve ayrılığını hatırladı. Hatırladı ve gönlü, bakışları ve hasreti uçup gitti. Onulmaz bir heyecanla, Manyas yolundan kendi sokaklarına döndü. Sağlı sollu, birer sıralı, çoğu birer katlı evler. Geniş bahçenin ortasına oturmuş evlerin; etrafı güller, asmalar, mevsimine göre sebzeler, yeşilin en doğal tonlarıyla çevrili, sağdaki ilk ev Ulvi Cebbar’ın evi, bir solukta geçti, her yer sakin ve sessiz, nefes yok, can yok gibi. Yüreği kor gibi yanan müslümanların, canları sessizlik içinde evlerinde atıyor ve sessizlik sokağa ayrı bir hava katıyor; sakin, sessiz, gizemli.
     Yürüyor Bilal ama ne yürüyüş, uçuyor, bir ruh olmak istiyor. Gören fakat, görülmeyen eve kadar engellenmeden, durdurulmadan, sorgulanmadan varmak istiyor. İşte evlerinden önceki boş arsa, işte sıçrasa üstüne çıkıp aşacağı evinin briketten duvarı, işte annesinin her zaman tertemiz yıkadığı, adeta kokusunu hissettiği beyaz perdeler, mavi pencere demirleri, yine her yer yemyeşil, asmalar, erik, limon, kiraz ağaçları, güller yine açmış, belki de onu bekliyorlardı, en duru beyazı, en alımlı kırmızısıyla ve inşaa halindeki ikinci kat bırakıp gittiği gibi duruyordu.
     Eli kapıdaydı, zile basmalı mıydı? Zilin sesini dahi özlemişti, kimin geldiğini soracaklardı? Önce hangi hasretlisinin sesini duyacaktı; tek tek yokladı, tek tek adlarını saydı, ayıramadı; hepsi de birdi. Zili bekliyemezdi. Ya biri onu kapı da görür de durursa. Hayır hayır oyalanmadan girmeliydi içeriye. Bütün çevikliğiyle açtı demir kapıyı ve adımını bahar kokan, hasret kokan, ayrılık kokan bahçeye attı.
-Abdullah, Abdullah
     Silkindi, baktı. Hayalleri, hasretleri, son vedası orada kaldı. Abdullah, Bilal’in burada kullandığı adıydı. Ona, "Abdullah misafir, Abdullah Türkiye’de" diyorlardı. Altı aydır Afganistan’daydı. Savaşmış, aç kalmış, zorluklara katlanmış, defalarca ölümle burun buruna gelmişti. Bombalarla nice mücahidin parçalandığına, yüzlercesinin kurşunlarla ve sel sularına kapılan yirmi mücahidin bir anda şehadetine şahid olmuştu. Şimdi bütün bu hatıralarını alıp gitmeye, sıla-i rahimden sonra tekrar dönmeye veda edecekti. Fakat, gidiş öyle zor, öyle uzak geliyordu ki, inanası yoktu.
-Ne oldu Abdullah, dalıp gitmişsin, evdekileri çok mu özledin?
     Mesut’tu bu. Encinir Ahmet Şah Mesut. Afgan cihadının bayraklaşan komutanı, tartışmasız komutanı. Bilal, bir an baktı.
-Evet, Encinir Seyb, fakat sizlerden ayrılmak, sizleri bırakıp gitmek öyle zor ki, hislerimi ifade edemiyorum. Gitmek çok zor, vedalaşmak, gitmekten de zor geliyor.
-Git!.. Gitmelisin! Biz buradayız ve burada varız. Siz de orada olacaksınız. Sizin işiniz bizden kolay değil. Biliyorum, bu garip bir duygudur. Fakat, bizi kurbanlık koyunlar gibi görme. Evet biz, savaşıyoruz, bombalar, kurşunlar, açlıklar, zor tabiat şartları ve göreceğimizi bilmediğimiz yarınlar. Fakat kimin önce kurban olacağını Rabbim bilir. Biz ilan edilmiş bir savaşı yaşıyoruz ve ben de seni merak ediyorum. Senin gibi kabına sığmayan biri, senin gibi kabına sığmayanlar nasıl yaşarsınız neler yaparsınız oralarda. Abdullah, Pakistan’a giden diğer mücahidler gibi rahat git. Onlar dönmek için gidiyorlar, sen de bir cepheden bir cepheye gidiyorsun. Seni onlardan çok düşünüp, merak edeceğim ve haberlerini bekleyeceğim.
     Veda, yakan veda, ayıran veda. Bilal bütün mücahidlerle tek tek vedalaştı. Mesut’la bir başka vedalaştı. Mesut takıldı Bilal’e:
-Abdullah var mısın son bir güreşe?
-Varım be Encinir Seyb.
     Şakalaşmalar ve ayrılık. Bilal ve beraber olduğu mücahidler. Bu dağlarda yıllardır ilk defa, silahsız dolaşıyorlardı, bomboşlardı. Yadırgamışlardı bu hallerini.
     Pençşir’in sessizliği, bir anda kalaşinkofların, kalekovların, yüzlercesinin haykırışıyla sese boğuldu. Geride kalan mücahidler, giden arkadaşlarına veda ateşi yapıyorlardı. Gidenler durdular, geri dönüp son defa baktılar ve öncekinden daha hızlı bir şekilde yola dizildiler.
     Bilal, burukluk içindeydi, sanki yüzyıllık bir ayrılığa düşmüştü. Kalbinin üstünde taşıdığı vasiyetnamesi ayrı bir ağırlık vermeye başlamıştı. Yola çıkışla, anlamını özelliğini taşıdığı mesajı yitirmiş gibi bir duygu veriyordu. Onu da yırtmak ve silahtan, sıcak cihaddan ayrılığına, bu son bağlantıyı da eklemek istiyordu. Sonra kovdu bu düşüncesini. Çünkü Afganistan’dan çıkmaları için daha günler ve geceler vardı. O günlerin yavanlığı da olsa, vasiyetnamenin işlevinin bitmesine daha zaman vardı. Hatıra olarak da saklayabilirdi. Yine de bir şeyler olabilirdi. Sanki eksik şeyler kalmıştı. Neyin eksikliğini çektiğini bilemiyordu. Bir de “ışıklı evler” ona çok uzak görünüyordu. Oralar çok gerilerde, yüzyıllar ötesinde kalmış gibiydi.
     “Cepheden ayrılmaya, geri dönmeye karar verip, silahlarını teslim ettiğinde bir daha geri dönme, nasıl bir savaş olursa olsun bir daha geri dönme, dönmek isteyecek, bu son savaş olsun, buna katılayım, sonra dönerim diyeceksin. Bir daha geri dönüp silah alma, yola devam et.” Silahlarını teslim etmişti ve hızla ayrılıyordu. Geri dönüyordu, üzerinden bir yılın geçtiğini, kulaklarından bütün canlılığıyla, tazeliğiyle duyuyordu.
     Yolculuğun üçüncü gününün molasında, geldikleri tarafa giden mücahidlere rastladılar.
     - Nereye böyle?
     - Kalevgan’a. Encinir’in emri geldi. Her tarafa haber salmış yardım istiyor. Bir anda alabora oldu. Kendini bir anaforun içinde buldu. Bu taarruz aylardır bekleniyor ve konuşuluyordu. Öne alınmıştı.
     Tekrar yola düşerken, mücahidlerle vedalaştılar. Böyle bir taarruzun olacağından nasıl haberi olmadığına hayıflanıyordu.
     Bir gruba daha rastladılar. Onlar da Pencşir’e gidiyorlardı. Bilal’ın içini ateş basmıştı. Yola mı devam etmeli, yoksa bu savaş için tekrar geri mi dönmeliydi? “Geri dönme, yola devam et” sözü de bir çağrı, bir uyarı olarak, kafasını karıştırıyordu. “Ölüme meydan okumayı, ölümden korkmamayı, ölümü ölümsüzlük bilmeyi, yeniden yaşayacağım ve tadacağım. Ve eğer şehadet nasib olursa... Şehadet nasib değilse, bundan sonra sizlere geleceğim; Anam, babam, kardeşlerim, sizlere. Sizleri sözü edilemeyecek mektuplara, kelimelere sığdıramayacak kadar özledim.
     Eğer yok devam etseydim, Pakistan’a yedi sekiz günde varacaktım. Bu taarruzumuz başarılı olur ve düşman karargâhını ele geçirirsek; Pakistan yolu, üç güne inecek ve ben de bu yoldan döneceğim. Her sabah namazından sonra Kuran’ı Kerim okuyordum. Bu sabah ilk defa namazımdan sonra uyudum.
     Çeşmeden sonra, mahallenin girişine duvar çekilmiş, duvarda bir gedik var. Oradan herkes geçiyor, bir tek ben geçemiyorum. Zorlanıyorum fakat, geçemiyorum. Sıkışıp kaldım. Bağırmaya başladım. Ve birden uyandım. Mücahidler “Hayırdır inşaallah, ne gördün rüyanda?” diye soruyorlar, ilginç rüyalar görmeye başladım.”
     28 Ekim, Bilal defterine yine bir şeyler karalıyor. Gözleri, bakışları ufuklarda, hasret kokuyor, özlem dökülüyor, sevda fışkırıyor o gözlerden.
     “Okul günlerimi hatırlıyorum... Tören öncesi öğretmen ve öğrencilerin hareketliliğine, öğretmenler hep aynı telaş içerisinde sağa sola koşturuyor, bağırıyor, azarlıyor. Öğrencileri sıraya sokmaya uğraşıyorlar, öğrencilerin kimisinin umursadığı yok. Kimisi kravatını düzeltiyor, kimisi kabak başına patlamasın diye sıraya giriyor. O telaşlar gözümün önüne geldi birden. Mücahidlerde şu anda öyle bir telaş içindeler. Öğle yemekleri yendi. Bu son öğlen yemeği. Komutanlar sağa sola koşturuyor. Biri İtalyan, diğeri Amerikalı iki gazeteci kavga ediyor. Ben de bu satırlarımı yazıyorum.”
     Düşman garnizonunun içinde onbeş posta var. Garnizonun resimleri haritaları gelmişti. Mesut’un anlatımıyla hangi komutanın nereye saldıracağı, nasıl saldıracağı, havanın ne zaman ateşleneceği tek tek belirtildi. Ve artık her şey hazırdı.
     Bilal, taarruzun en önünde olmak istiyordu.
-Abdullah misafir. Sen ikinci gruptan olacaksın, taarruz grubunun bir gerisinde olacaksın.
-Encinir Seyb, takdirden kaçılmaz ve taarruz grubunda olmak benim de hakkım.
-Takdirler tedbirlerle de gelişir, sen bu defa misafir mücahidimizsin ve taarruz grubunda yoksun.
Bilal susmuştu.
     29 Ekim sabahı, garnizonun etrafı tamamen sarılmıştı. Mücahidler düzenli bir şekilde grub grub oturuyor, gizemli bir teslimiyet var, kimisi silahını son defa temizliyor, kimisi Kur’an okuyor, bazıları da şakalaşıyor. Bilal de silahını temizledi, yağladı, silip kuruladı. Yiv setini yağladı, sildi. Şarjörleri boşalttı. Yaylarını söktü, yağladı, sildi, mermileri her ihtimale karşı nemden arındırmak için kuru bir bezle sildi. Söktüğü bütün parçaları yeniden toparlayıp taktı. Kurma kolunu bir kaç defa çekip bıraktı. Şakırtılar çıkaran mekanik ses, saat tıkırtısı, gibi ahenkle kulaklarına doldu. Mermileri kütüklere doldurdu. İki yedek şarjörü yerlerine koydu. Sırt sırta monte edilmiş iki şarjörü, silahına taktı. Fitilli tahrip kalıplarını ve kurmalı iki adet taarruz el bombasını da kütüklüğe yerleştirdi. Savaş öncesi bütün hazırlıklarını bitirmişti. Taarruz zamanı olarak ikindi vakti belirlenmişti. Henüz erken olmasına rağmen teçhizatını kuşandı. Kağıda yazmaya başladı.
“Bu savaş bitecek, hem de karanlığa kalmadan.
Bir iki saat içinde bitecek...”
Kiranmincan, gör nasıl savaşıldığını, döne döne savaşıldığını.
Önden gidenin, düşenin, şehid olanın yerine geride kalanın nasıl doldurduğunu gör.
Gör Kiranmincan, sözünde duranlardan sonrakilerini de, nasıl sözlerinde durduklarını.
Ve havan toplan gürlemeye başladı.
Narayı tekbirlerle havanların sesleri birbirlerine karışıyordu.
Kalekovların ince ve tiz seslerini, kaleşinkofların daha kaba sesleri bastırıyordu.
Artık ortalık tozun dumanın, patlayan bombaların, uçuşan mermilerin içinde kalmıştı. Havanlar susunca, taarruz gurubu ilk hamlesini yaptı.
Geridekiler onları koruma atışı yapıyorlardı.
Öndekiler duruyor, arkadakiler yükleniyordu.
Metre metre, kurşun kurşun ilerliyorlardı.
Geri dönüşü, yılması, sürçmesi yoktu ve olmayacaktı.
Binaların, mevzilerin içindeki havkiler, perçemiler, demokratlar ne haldeydi.
Karamsarlık basmamış mıydı daha onları?
Kararan havaya dönmemiş miydi içleri.
Geberecekler, ya da silahları bırakıp teslim olacaklardı.
Ve bir bölge daha temizlenecek, arınacaktı...
Şehidlerin kanları Kiranmincan’ı da yıkayacak, sağların tekbirleri aydınlıklar saçacaktı.
Öncüler kapıdaydılar, kollarına bombaları düşman mevzilerine düşüreceği noktadaydılar.
Fitilli tahrip kalıpları çıkarıldı, çakılan kibritlerle tutuşturuldu.
Mücahid, gözleri ateş alan barutun, fitilin içine doğru nasıl koşturup gidişini gördü.
Yılan tıslamasını andıran sesi de, onca gürültünün içinde kulakları duyuyordu.
Aynı anda denilebilecek yakınlıkta dört kalıp birden havalanmış ve
düşman kalesinin kapısına düşmüştü.
Bilal’in grubunun gözleri kapıda, kulakları patlayacak tahrip kalıplarındaydı.
Öteki sesleri duymuyorlar, diğer tarafları görmüyor ve düşünmüyorlardı.
Zaman ne de uzun geliyordu.
Beş saniye, on saniye ne kadar uzundu, şaşılası şeydi doğrusu.
Ve patlamalar, parçalanan kapılar, yıkılan duvarlar,
düşman karakol kalesinin içine doğru koca bir boşluk açılmıştı.
Bir mücahid fırlamıştı yerinden. Hedef karakolun içiydi.
Yıkılan kapının gediğine gelince birden doğruldu ve durdu.
Her şey durmuştu. Geriden bakanlar, onu koruma atışı yapanlar da durdular.
Ne oluyordu?
Ve bir çınar gibi, sırt üstü düştü mücahid.
İkinci mücahid koştu, O da vurulup düşmüştü.
Bilal olayı görmüyor, seyretmiyor, yaşıyordu.
Bütün damarları ayağa kalktı.
Görüyordu, tam karşıda bir makinalı tüfek yuvası vardı. Onu görüyordu.
Üç fidan mücahidi kana boğanı, kıyanı görüyordu.
Birden yerinden fırladı. Taarruz grubunu bir solukta geçti.
Nere Abdullah, nere Abdullah, seslerini duymuyordu.
Gediğe varmadan önce, olanca hızıyla yere attı kendini.
Mermiliğindeki tahrip kalıbını çıkardı.
Taarruz grubu da kalkmış koşuyor, diğerleri de onları takip ediyordu.
Gediğin çevresini tutmak için bütün grup ayaklanmıştı, bu iş bitecekti artık.
Bilal tahrip kalıbını tutuşturmuş ve tekrar ayağa kalkmıştı.
Gediğe doğru koşuyor, makinalı tüfek yuvasına uçmak istiyordu.
İşte yüzyüze, işte göz gözeydiler ve işte makinalı tüfeğin ağzı Bilal’in göğsündeydi. Havalanan sağ kolu, tahrip kalıbını olanca hızıyla fırlattı.
Kalıp hedefine doğru son arzu gibi bir kuş olup uçuyordu.
Tam gediğin ağzında durdu. Bilal dimdik durdu, dağ gibi durdu.
Bozdağ’ın görkemli duruşu gibiydi.
Kendini zorladı, sağ eli boşalmıştı.
Sol elindeki çift şarjörlü kalaşnikofunu, sağ eline geçirmişti.
İlerlemek istiyordu.
Üç mücahid kardeşini gözlerinin önünde biçen yuvayı, elleriyle dağıtmak istiyordu.
Fakat, gidemiyordu.
Rüyadaki gibiydi.
Her şeyi yerindeydi, gücü kuvveti.
Fakat gidemiyordu.
Bir şeyler tutuyordu, tutmuştu O’nu.
Bu da mı rüyaydı?
Bu savaş bitecekti.
Zaferle bitecekti.
Silahını yeniden teslim edecek ve mutlu bir şekilde on beş yirmi günlük yolu
üç güne indirmenin, mutluluğu içinde dönecekti.
Sizleri çok özledim anacığım. Çocukluğumu, ilkokul günlerimi, lise günlerimi hatırlıyorum. Hayat ne çabuk geçiyor, namazlarına dikkat et ana, babama itaat et. Sabret ve kafir düzene beddua et.
Yine dağların sevdası düştü yüreğime anne
Kurşunların sevdası
Zulümlerden bıktım usandım
Yüreğim kanıyor anne,
Kara bulutlar bir sağanaktır tutturmuş gider
Dünya zulüm, zulüm kokar anne
Bir bahar düşlüyorum anne
Gözlerimiz güneşe doymuş ışıl ışıl
Şehadet rüzgarına kapıldık yüreğimiz göçüyor anne
Bu savaş bitecek, bu savaş bitecek,
Hemde karanlığa kalmadan anne
Kanlı gömleğimi göğsüme basıp
Tağuta lanet okursun ağlarsın ana
Yürekler avuçta dağlara çıkıp
Şehit şehid vardık düşman üstüne ana
Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana
Şarapnel altında kurşun altında
Tekbir getiririz marşlar söyleriz ana
Şafakla birlikte düşman üstüne
Cehennem alevi olur yağarız ana
Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana
Dağlardan dünya bir başka görünür
Ölüm korkusu gözümden silinir ana
Her şehidin kanı bir lale olmuş
Haydi sende katıl bize katıl der ana
Bilal öldü derler ise sakın inanma ana
Bilki ben şehid olmuşum şehidler ölmez ana
Ve 29 ekim 1987
Bilal de can evinden vuruldu
Yaprak yaprak düştü
Şehit kanlarının karıştığı toprağa
Görün dağlar
Görün nasıl döne döne savaşıldığını
Görün sözlerinde duranları
Ve sonrakilerin nasıl sözlerinde durduklarını
Grup Genç

     Yirmi dört yıl önce aramızdan ayrılan şehid Bilal Yaldızcı ve diğer şehidlerimiz, ümmet bilincinin nasıl bir şey olduğunu kanları pahasına ispatlamış oldular.
     Yazımızı Şehit Bilal’ın sözleriyle noktalayalım:
“Bilal ölmüş derlerse sakın inanma ana.
Bil ki ben şehid olmuşumdur.
Şehitler ölmez ana…”

8 Şubat 2011 Salı

TÜRK EXIMBANK'A UZMAN YARDIMCISI 50 KİŞİ ALINACAK... GİRİŞ SINAVI DUYURUSU

TÜRK EXIMBANK
TÜRKİYE İHRACAT KREDİ BANKASI A.Ş.
TÜRK EXIMBANK UZMAN YARDIMCISI GİRİŞ SINAVI DUYURUSU

1. GENEL
Bankamıza, giriş sınavı ile 40 adet uzman yardımcısı alınacaktır.

2. GİRİŞ SINAVI ŞARTLARI
Sınava başvuracak adayların aşağıdaki koşulları yerine getirmesi gereklidir:
a) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak,
b) En az dört yıllık eğitim veren siyasal bilgiler, hukuk, iktisadi ve idari bilimler, işletme ve mühendislik fakülteleri ile üniversitelerin matematik bölümlerinden veya bunlara denkliği T.C. Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından onaylanmış yabancı fakülte ve yüksek okullardan mezun olmak,
c) YÖK'e bağlı Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından 2009 ve/veya 2010 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavlarında (KPSS);
• İktisat alanında, KPSSP-28 puan türünden alınacak 13 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (130) kişi içerisinde bulunmak,
• İşletme alanında, KPSSP-29 puan türünden alınacak 14 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (140) kişi içerisinde bulunmak,
• Hukuk alanında, KPSSP-79 puan türünden alınacak 4 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (40) kişi içerisinde bulunmak (bu alan için sadece Hukuk Fakültesi mezunları kabul edilecektir),
• Çalışma Ekonomisi alanında, KPSSP-46 puan türünden alınacak 2 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (20) kişi içerisinde bulunmak,
• Endüstri Mühendisliği alanında, KPSSP-1 puan türünden alınacak 3 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (30) kişi içerisinde bulunmak (bu alan için sadece Endüstri Mühendisliği mezunu olanlar kabul edilecektir),
• Bilgisayar Mühendisliği alanında, KPSSP-1 puan türünden alınacak 2 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (20) kişi içerisinde bulunmak (bu alan için Bilgisayar Mühendisliği mezunu olanlar kabul edilecektir),
• Makine Mühendisliği alanında, KPSSP-1 puan türünden alınacak 1 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (10) kişi içerisinde bulunmak (bu alan için sadece Makine Mühendisliği mezunu olanlar kabul edilecektir),
• Matematik alanında, KPSSP-1 puan türünden alınacak 1 kişi için en az 70 puan alanlar arasında yapılacak sıralamada en yüksek puanlı (10) kişi içerisinde bulunmak (bu alan için sadece Matematik bölümü mezunu olanlar kabul edilecektir).
d) İyi derecede İngilizce bilmek, (KPSS İngilizce Yabancı Dil Testinden en az 42 doğru yapmak, KPDS İngilizce yabancı dil testinde en az 70 puan veya girilen TOEFL (İngilizce) sınavının en yüksek puanının en az % 50'si oranında puan aldığına dair ve son iki yıl içinde yapılan sınavlara ait geçerliliği olan bir belgeye sahip olmak),
e) Türk Ceza Kanununun 53 üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, milli savunmaya karşı suçlar, devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarından mahkûm olmamak,
f) Erkek adayların askerlik ile ilişiği olmaması (müracaat tarihinde en az 1 yıl tecilli olmak),
g) Kamu haklarından mahrum bulunmamak,
h) Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek bir hastalığı bulunmamak,
i) Diğer resmi kurum ve teşekküllere mecburi hizmet yükümlülüğü bulunmamak veya mecburi hizmet borcunu ödemeyi kabul etmiş olmak,
j) Sınavın yapıldığı yılın ocak ayının ilk gününde 30 yaşını doldurmamış bulunmak,
k) Bankamız uzman yardımcılığı giriş sınavında daha önce 2 defa başarısız olmamak.

3. BAŞVURU
Türk Eximbank Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı için başvurular, 4'üncü maddede belirtilen belgelerle birlikte, 18.02.2011 günü mesai bitimine (Saat 17:30) kadar şahsen veya "Türk Eximbank Personel Müdürlüğü Müdafaa Cad. No:20 2. Kat 06100 Bakanlıklar/ANKARA" adresine posta yoluyla (iadeli taahhütlü) yapılacaktır.
18.02.2011 tarihinden sonra yapılacak başvurular dikkate alınmayacaktır. Posta yoluyla yapılan başvurularda, başvuru için istenen belgelerin Banka Haberleşme Müdürlüğüne en geç 18.02.2011 tarihine kadar teslim edilmesi gerekir. Postadaki gecikmeler kabul edilmez.

4. BAŞVURU BELGELERİ
Giriş sınavına başvuru, Genel Müdürlükten veya Bankanın internet sayfasından temin edilecek Başvuru Formu ve aşağıda istenecek belgelerle birlikte yapılır.
a) T.C. Kimlik Numarası beyanı,
b) Kamu Personeli Seçme Sınavı sonuç belgesinin sureti,
c) Yükseköğretim kurumu diploması veya mezuniyet belgesinin aslı ve sureti (Belgenin aslı görüldükten sonra iade edilecektir),
d) KPSS İngilizce yabancı dil testinden en az 42 doğru yaptığına, KPDS İngilizce yabancı dil testinde en az 70 puan veya girilen TOEFL sınavının en yüksek puanının en az % 50'si oranında puan aldığına dair bir belgenin aslı ve sureti (Belgenin aslı görüldükten sonra iade edilecektir),
e) 2 adet yeni çekilmiş 4,5 X 6 ebadında fotoğraf.
Başvuru şartlarına uymayanlar sınava kabul edilemezler. Başvuru belgelerinde gerçeğe aykırı beyanda bulunanlar ile gerçeğe aykırı belge verenlerin sınavları geçersiz sayılır ve atamaları yapılmaz, yapılmış olsa dahi iptal edilir.

5. SINAV ŞEKLİ
Sınav, yazılı (klasik) ve sözlü olmak üzere iki aşamada yapılacaktır. Yazılı sınav iktisat, işletme, hukuk, çalışma ekonomisi, bilgisayar mühendisliği, endüstri mühendisliği, makine mühendisliği ve matematik olmak üzere 8 farklı alanda yapılacaktır.
Adaylar başvuru alanlarına göre sınava gireceklerdir.
Yazılı sınav 100 tam puan üzerinden değerlendirilecek, yazılı sınav notu ve ilgili KPSS notu ortalamasına göre alan notu hesaplanacak ve en yüksekten en düşüğe doğru sıralama yapılacaktır. Bu sıralama dikkate alınarak her alan için Madde 2'nin c şıkkında ayrı ayrı belirtilen istihdam edilecek uzman yardımcısı sayısının 4 katı aday sözlü sınava çağrılacaktır.
Yapılan sözlü sınavda alınan puan, alan puanı ağırlıklandırılarak adayın nihai başarı puanı belirlenecektir.
Sınav sonuçlarında;
Alan puan ağırlığı %70 (KPSS ve yazılı sınav notlarının ortalaması)
Sözlü sınav ağırlığı %30'dur.
Toplamda en yüksek puan alan adaydan başlanarak her alanda alınacak sayı kadar uzman yardımcısı sınavda başarılı kabul edilecektir. Ayrıca uygun görülen miktarda yedek aday belirlenecektir.

6. SINAV KONULARI
Sınav konuları aşağıda belirtilmiştir:
a) İktisat Alanı: Mikro - Makro İktisat, Uluslararası İktisat, Türkiye Ekonomisi, Maliye Politikası, Para-Banka,
b) İşletme Alanı: Temel İşletme Kavramları, İşletme Yönetimi, Üretim ve Finans Yönetimi, İşletme Finansmanı, Mali Tablolar Analizi, Muhasebe,
c) Hukuk Alanı: Hukukun Temel İlkeleri, İdare Hukuku (Genel Hükümler-İdari Yargı), Medeni Hukuk (Aile Hukuku ve Miras Hükümleri Hariç), Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku (Ticari İşletme, Şirketler Hukuku, Kıymetli Evrak Hukuku, Sigorta Hukuku), İcra ve İflas Hukuku, İş Ve Sosyal Güvenlik Hukuku,
d) Endüstri Mühendisliği Alanı: Yöneylem Araştırması, Sistem Analiz ve Tasarımı, Üretim Yönetim Sistemi, Üretim Planlaması, Yönetim Bilgi Sistemleri, Finansal Muhasebe,
e) Bilgisayar Mühendisliği: Bilgisayar Programlama, Bilgisayar Ağları, İşletim Sistemleri, Veri Tabanları
f) Makine Mühendisliği Alanı: Dinamik, İmalat, Termodinamik, Isı Transferi, Akışkanlar Mekaniği, Kontrol.
g) Çalışma Ekonomisi: Çalışma Ekonomisi, Endüstriyel İlişkiler, Temel İktisat, İş ve Sosyal Güvenlik Hukuku
h) Matematik Bölümü: Temel Matematik, Lineer Cebir, Diferansiyel Denklemler, Diferansiyel Geometri, Olasılık ve İstatistik, Bilgisayar Programlama, Nümerik Analiz

7. SINAV TARİHİ VE YERİ
Yazılı Sınav, 05.03.2011 tarihinde, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi dersliklerinde yapılacaktır.
Yazılı sınava katılabileceklere sınav giriş belgesi verilecektir. Sınav giriş belgesi olmayan adaylar sınava alınmayacaklardır. Adaylar sınavda, sınav giriş belgesi ile birlikte resimli nüfus cüzdanı, sürücü belgesi veya pasaport belgelerinden birini ibraz etmek zorundadırlar.
Yazılı sınavı kazanan ve sözlü sınava katılacak adayların isimleri ile sözlü sınav tarihleri Türk Eximbank internet sitesinde ve Genel Müdürlükte ilan edilecektir.

8. KAZANANLARIN İLANI VE ATANMASI
Sınavda başarılı olanların isimleri, başarı sıralamasına göre, öngörülen sayıda asıl aday ve aynı sayıda yedek aday Türk Eximbank internet sitesinde ve Genel Müdürlükte ilan edilecektir. Ayrıca kesin sonuçlar ve istenecek belgeler sınavı kazanan tüm adaylara 15 gün içinde yazılı olarak bildirilecektir.
Giriş sınavını kazanan uzman yardımcısı adaylarının atanmaları için, sınav sonuçlarına ait bildirimin kendilerine ulaştığı tarihten itibaren 15 günlük süre (her durumda sınav sonuçlarının ilan edildiği tarihten itibaren 30 gün) içinde Türk Eximbank Personel Müdürlüğüne başvurmaları gereklidir. Atama işlemlerinin yapılması için kendilerine bildirilen bu süre içinde geçerli bir mazereti olmadığı halde başvuruda bulunmayanların atama işlemleri yapılmaz. Bu durumda, gelmeyen adayların yerine yedek adaylar çağrılır.
Yapılacak sınavlar sonucunda yukarıda yer alan uzman yardımcısı sayısı kadar adayın sınavda başarılı olmaması halinde, Banka, bu bölümler arasında, ihtiyaca göre sayısal düzenleme yapmaya yetkilidir ve başarılı aday sayısı ilan edilen kadro sayısından az olduğu takdirde sınav duyurusunda ilan edilenden daha az sayıda Uzman Yardımcısı alma hakkı saklıdır.

9. BİLGİ
Sınavla ilgili her türlü bilgi, Türk Eximbank internet sayfası http://www.eximbank.gov.tr/ ve 0312 4186037 nolu telefondan edinilebilir.

6 Şubat 2011 Pazar

ŞEHİD İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ

     Avrupa’da birkaç ay kalabilme fırsatını elde etmiş ve şöyle-böyle bir yabancı dili hecelemeye başlamış pek çok insan, yapacak başka bir şey kalmamış gibi kendi insanını alaya almakta ve milletini hakir görmektedir. Bu tür insanların ağzından şu ifadeleri çok duymuşsunuzdur:     
İskilipli Atıf Hoca     “Ah, ne kadar geri bir milletmişiz!.. Meğer hayat Batı'daymış... Bizim ülkenin insanları âdetâ canlı cenazeler... Bu yığınların, yaşadıkları çağı yakalamaları mümkün değil... Hele Müslümanlık, o bütün bütün çağdışı... Biz, bu kılık ve kıyafetle varılabilecek yerlerin en yakınına dahi varamayız!.. Dünya başını almış göklerde dolaşırken, bizler bu sıkma başlarla hâlâ yerde yürürken de tökezliyoruz. Milletin yükselip çağıyla hesaplaşması düşünülüyorsa, bu batılılaşmadan geçer...
     İşte bu düşünceler, merhametsiz yılların ve karanlık günlerin yabancılaştırdığı, derbeder nesillerin düşünceleri ve bir dönemde heder olup boşa gitmiş yığınların hezeyanlarıdır. O talihsiz günlerde bu hezeyanlara cevap veren bir kamet vardır: İskilipli Atıf Hoca. O, “Frenk Mukallitliği" (taklitçiliği) ve "Şapka” ismiyle yazmış olduğu eseriyle geri kalışımızın gerçek sebepleri üzerinde durarak hakikati haykırmıştır. Ne var ki, hak ve hakikata tahammülü olamayan yarasa ruhlular, sesini soluğunu kesmek için onu sudan bahanelerle idam sehpasına kadar götürmüşlerdir. Şimdi sizleri bu büyük dava adamının ibret dolu hayatıyla başbaşa bırakıyoruz...
Ali İhsan ER


     Atıf efendi Akkoyonlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden Mehmed Ali ağanın oğlu olup, 1292 hicri senesinde Çorum’un İskilip kazasının Tophane köyünde dünyaya gelmiştir.
     Annesi Mekke-i Mükerremeden göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
     1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkanının katıldığı ilmi sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrer” ders veren hocalara soru ve kendisine soru sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu gelenek 1922 yılında son bulmuştu.
     Bu sıralar Atıf hocanın Alemdar ve Mahfil’de yazıları yayınlandı. Bu arada şunu da belirtelim; Alemdar Gazetesinde 11 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa hakkında idam kararı yayınlanmıştı. Atıf Hocanın idamında burada yazı yazmasının etkisi var mıdır, bilemiyoruz.

     Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise hocanın idam edilmesinde mühim bir sebep olmuştur. İstanbul hükümeti Anadolu’daki Kuvva-i Milliye hareketine karşı halkın teveccühünü kırmak için bir fetva yayınlamış ama Anadolu ulemasının karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i İslam cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın o zamanın Vakit gazetesinde Atıf Hoca yalanlama yayınladıysa da, Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza göre bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir sebebi olarak zihinlerde kaldı. (
Geniş bilgi için Tahir-ül Mevlevi’nin hatıralarının 73 ila 81. sayfalarına bakılabilir.
) 

     CUMHURİYET DÖNEMİ YAZILARI
    Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine (hastalığına) tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun doğuda ve batıda yazılan eserlerden haberdar olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır.
     Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar hakkında şunları yazıyordu:

     “Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar (düşmanlar) tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler) ilmi satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir. Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.
     Zamanımızdan ikinci zümreden olmak üzere bir takım müçtehid, istinbat (Bir mes'eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak) melekesine malik imişler gibi içtihada yeltenmek ve hatta bütün Ehl-i sünnetçe Allah katında umum (bütün) Ümmet-i Muhammed’den efdaliyetleri (daha faziletli olmaları) müsellem (herkesçe kabul edilmiş) olan şeyhayn hazeratına (Hz. Ebubekir ve Ömer) dil uzatmak, dört imam gibi müçtehidin-i kiram (şerefli) ve fukaha-i izamı (Büyük hukuk alimleri)
hatalı bulmak ve tahkir etmek (aşağılamak), esası bütün müçtehidlerce kabul olunan dini meseleleri inkar etmek cüretinde bulunan dalalet ve idlal erbabının Müslümanları zehirlemekte olduğu maalesef görülmektedir. Nitekim bunlardan evvel birisinin de hakkında nass varit olan (hakkında ayet ve hadis ile hüküm verilmiş) kurban meselesinde içtihad hülyasında bulunduğu malumdur.” (Not: Hatırlanacağı gibi günümüz Türkiye’sinde de sözüm ona bir profesör böyle bir iddiayı önümüze sunmuştu; Tavuktan kurban olabilir diye…)
     1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı taklitçiliği- ve Şapka” dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan verilmemiştir.
ESERLERİNDEN SEÇMELER
     * “Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ı Hakkın Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin (sav) hadis-i şerifleriyle beyan buyurdukları müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların itikatlarında bozukluk yoktur.”

     * "Osmanlı devletinin kuruluş sıralarında fevkalade durumlarda sancak beyleri ve Ocak ağaları gibi milletin ileri gelenlerinin görüşleri sorulur ve ona göre hareket olunurdu. Sonraları, meşveret adı ile, meclislerde işlerin müzakeresi yapılmaya başlandı. Fakat çoğunlukla hükümetin satvetine mağlup olup, şeriatın tarifi şekliyle söz hürriyeti ve azarlayanın azarlamasından sakınmamak esaslarına dayanmadığından, hakkıyla fayda sağlanamadığı gibi, sultanların istibdatlarını ve onların keyfi muamelelerini de kaldıramamıştır.”

     * “Zulüm üç kısımdır:
1- Allah Tealaya karşı icra olunur: Küfür (İnkar), Şirk, Nifak, İsyan gibi…
2- Halka karşı icra edilir: Halkın canlarına, ırzlarına, mallarına ve sair haklarına tecavüz gibi…
3- Kendi şahsına karşı yapılır: “bir şahsın, nefsi arzularına kapılarak dünya ve ahirette nefsi için zararlı hal ve hareketlerde bulunması gibi…

     * "Tesettür-ü Şer’i gibi dini hükümler, esasen süfli medeniyeti ve terakkiyat-ı sefihaneyi yıkmak ve men etmek üzere vaz olunduğundan onunla içtimaı gayr-i kabil ise de, medeniyet-i fazıla ve hakiki terakkilere hiçbir suretle mani teşkil etmez. Çünkü medeniyet-i fazıla ulum, maarif, sanayi, ticaret ile hasıl olmuş olur. Halbuki tesettür-ü şer’i buna mani değildir.”

     * Atıf efendi Osmanlı medreselerinin gerileme sebeblerini bir yazısında şöyle sıralıyor:
1- Osmanlılar zamanında, ilim tahsili hususunda Seyyid (Cürcani) ve Sadeddin (Taftezani) mesleği, yani allamelik davasında bulunmak için her ilmi, her fenni öğrenmek ve bilmek usulü takip olunup, daha faydalı, daha semereli olan mütekaddimin ve eslaf mesleği yani ilmi şubelerinde birinde ihtisas kesbetmek usulünün terk olunması…

2- İlmin kaynakları mesabesinde bulunan eslafın eserlerini terk ve ihmal ederek müteahhirin ulemanın kısa ve muğlak kitaplarının medreseler programında kabulü ile maksatlarını anlamak için şer, haşiye, haşiyet’ül haşiye tedrisd olunarak talim ve terbiyede suubet (güçlük) gösterilmesi...

3- Ulum-u aliye (alet ilimleri denilen dilbilgisi dersleri) ve ibarelerin lafızlarının tahlilleri ile lüzumundan fazla vakit harcanıp, dini ilimler ve faydalı hakikatlere pek az iştigal olunması ve ilimlerin göğüslerde değil, satırlarda muhafazasına çalışılması...

4- İlmiye mensupları maişetçe darlığa düçar olup, ilmi şerefleri ile gayr-i mütenasip ve mezelleti mucip bir çeşit maişete sevk olunmaları ve bu vesile ile de talebelerin zekilerinin memuriyet ve makam arkasından koşarak ilmi araştırmalarla meşgul olmaktan mahrum olmaları.

5- İbn-i Kemal, Ebu Suud merhumlar ile bazı emsallerinden sonra riyaset ve idare-i ilmiyeyi ihraz ile ilmiyenin mukaderratını tedvir edenlerin ehliyetsiz ve ilmiye mesleğine ruh verecek kabiliyetten mahrum olmalarıdır.

     * Ashab-ı Kiram hazretleri de rızkını talep konusunda son derece gayret gösterip de kendi el emeklerini yemeye ehemmiyet verirlerdi. Bu cümleden olarak Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam hazretleri vefatında bin at, bin cariye geriye bırakmakla beraber, terk ettiği malların kıymeti büyük bir yekun teşkil etmekteydi. Hz. Talha’nın Irak’ta mevcut olan emlak akarından beher gün bin altın, başka yerdeki mülklerden de pek çok irat hasıl olmaktaydı. Abdurrahman bin Afv hazretleri de bin at, bin deve, on bin koyuna sahip olduğu halde vefatlarında terekesinin dörtte biri 84.000 altına ulaşmıştı. Hz. Osman da servet sahibi idi. Hatta vefatlarında bir milyon dirhem ve bir milyonu mütecaviz dinar terk ettiği rivayet edilmektedir. Artık bu kadar izahtan anlaşılıyor ki, zahid asla malı olmayan kimse değil, belki bütün dünya malı kendisinin olsa bile, mal ile kalbi meşgul olmayan kimsedir. İşte bunun için İmam-ı Ali(kv) hazretleri buyurmuşlardır ki; “Bir kimse yeryüzünde bulunan bütün şeyleri alıp onlarla Allah’ın rızasını murad ederse, Cenab-ı Haktan yüz çevirmiş sayılmaz.”
    


     FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA
    Atıf hoca 1924 yılında Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını neşretti. Yani Şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif vekaletine (milli eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.

     Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
     “Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”

     Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal: “Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: "Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi."

     Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer'iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer'iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle)  yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”

     Atıf efendi kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”

     Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;

1- Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “filan şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf efendinin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye camii imamı Hafız Osman efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.

2- Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef-Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- "İmana Tasallut" adıyla neşretmiştir.

     Süleyman Nazif adı geçen yazısında tehevvürle ( Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına(islamın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: “Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allahımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”

     Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.

     Atıf efendi bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı:“Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri Hz. İsa’yı(as) tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”

     Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.

     Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”

     Süleyman Nazif, İskilipli Mehmed Atıf hocanın şehadetinden tam bir yıl sonra 4 Şubat 1927’de zatürreeden öldü...

      ŞAPKA İNKİLAPI VE TEPKİLER
    1 Kasım 1925’te kabul edilen Şapka kanunu Anadolu’da yer yer protestolara sebeb olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar verdi. Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde halkın şapkaya direnmesi buralarda gezici İstiklal mahkemelerinin dolaşmasına sebep oldu. Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam hükmü verdi.

     Bu arada Şapka olaylarında etkili olduğu gerekçesi ile Frenk Mukallitliği ve Şapka kitabı toplatıldı ve müellifi (yazarı) hakkında inceleme başlatıldı. Halbuki, müellif bu eseri Şapka kanunundan evvel neşretmişti (yayınlamıştı). Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı ve bu bir güzel çiğnenecekti Atıf Hocanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkumiyet dakikaları artık gün sayıyordu...


     TEVKİFİ 
    Ve nihayet beklenen oldu. 7 Aralık 1925’te tutuklandı. Ankara İstiklal mahkemesi tarafından Giresun’a gönderildi. Buradaki mahkemede suçsuz olduğu anlaşılıp beraatine karar verilmesine rağmen, İstanbul’a getirildiğinde salınmadı. Çünkü asıl mesele Atıf hocanın suçlu olup olmaması meselesi değildi. Suç olmasa bile icad edilecekti. Hani kurdun kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” demesi hikayesi vardır ya... Necip Fazıl’ın da dediği gibi artık onu mahkum edebilmek için “Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın” demekten başka çare yoktu.

     İstanbul’a getirildiği zaman bitkin ve zayıflamış bir haldeydi. Tahir-ül Mevlevi anlatıyor: “Akşama doğru Atıf ve Nuruosmaniye imamı Hafız Osman efendilerin getirildiklerini ve müdüriyet dairesine götürüldüklerini yine pencereden gördük. Her ikisinde de yol hali olmak üzere yorgunluk ve zayıflık vardı.”

     Maznunlar (sanıklar) tekrar yargılanmak üzere trenle Ankara’ya götürüldüler. Ankara’da hapishaneye sevk edilirken yanında bulunan Tahir-ül Mevlevi ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Atıf efendi ile aynı otomobile tesadüf etmiştik. “Geçmiş olsun” dedim. “Evet, kefeni yırttık. Bereket versin ki, Muharrem(Giresun’da Şapka olaylarının elebaşı olduğu iddiası ile asılan şahıs) ile tanışmıyordum” cevabını verdi.


     İSTİKLAL MAHKEMELERİ
    İstiklal mahkemeleri yargılamaları bana Karakuşi mahkeme fıkrasını hatırlatır: “Bir hırsız Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girdiği evin sahibini şikâyet eder: “Kadı Efendi, evin penceresi çürükmüş; kaçarken düştüm ve kolum kırıldı” der. Ev sahibi, “pencereyi ben yapmadım, marangoz yaptı” diyerek, işin içinden sıyrılır. Marangoz, “pencereyi takarken, gözüme falanca kadının elbisesi ilişmişti” der. Kadın, elbiseyi boyayanı suçlar. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş boyacının idamına karar verir. Ne var ki, boyacının boyu idam sehpasından uzun olduğu için yerine daha kısa boylu bir boyacı bulunur ve hüküm infaz edilir.”

     Sadece şu husus bile İstiklal mahkemelerinin yargılamasının ne kadar gülünç olduğuna yeter; Ankara İstiklal mahkemesi azalarından sadece Rize mebusu Ali bey ile, savcı Necip Ali bey hukuk öğrenimi görmüştü. Reis Kel Ali(Çetinkaya) ve diğer azalar Kılıç Ali ile Reşid Galip beyler asker kökenli idiler.

     Zaten bunun çok da önemi yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Milli Mücadele Anıları” adlı eserindeki İstiklal mahkemeleri hakkındaki şu ifadesi çok şeyi açıklıyor: "Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer diktatördü.”

     Uğur Mumcu bu durumu sanki meşru gösterme gayreti içindedir: “Devrim bir şiddet olayıdır! Devrim, şiddet ile gelir… her devrim idam sehpalarıyla, giyotinlerle ile başlar; sonra evrim sürecine dönüşüp barışçı yöntemlerle gelişir. Hangi devrim kansız yapılmıştır? Hangi devrim toplumsal gerilimler yaşatmamıştır? Ve hangi devrim Cavit beyin haksız yere asılması gibi adaletsizliklere ve haksızlıklara yol açmamıştır?”

     İstiklal mahkemeleri zabıtlarını incelediğimizde mahkemelerin hiç de Prof. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında anlattığı gibi pembe bir çizgide olmadığı görünecektir. Misal olarak, mahkeme heyetinin maznunlara hitap tarzına birkaç numune verelim:

“...İnkar filan edeyim deme! Temyizsiz (Yargıtaysız) , istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.”

“Hocam ruhun karanlık.”

“Anlaşılıyor ki, İstiklal mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lazım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan sonra hemen hükmü vermeli.”

     Mehmed Akif’in damadı aslen Mısır’lı Ömer Rıza Doğrul’a: “Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz.”

“Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer, içersiniz. Niye yok Gürcüyüm, Çerkezim bilmem neyim dersiniz?”

     İşte mahkemeyi yürüten heyetin fikir seviyesi... Bize şairin dediği gibi şöyle dua etmekten başka bir şey kalmıyor: “Kalmasın Allahım dünyada bir hakikat nihan (gizli - sır).”


     MAHKEME SAFAHATI (safhaları)
    Atıf efendi mahkemenin beraat vereceğinden ümitlidir. Zira bir suç bulunamamaktadır. Mahkemeye getirildikleri bir gün kendisiyle görüşebilen dostu Tahir ül Mevlevi bu durumu şöyle anlatmaktadır. “Burada Atıf efendi ile bir parça konuşabildim. Teali-i İslam Cemiyetinin Anadolu’ya hiçbir beyanname göndermemiş olduğuna dair Vakit gazete ile yapılan ilanın para kesesinde gizlediği maktuasını (makbuzunu) mahkemeye gösterdiğini, beyanname cürmünden (suçundan) cemiyetin beri (uzak) olduğuna dair olduğuna dair heyete kanaat geldiğini, şapka risalesini kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel tab’ettirmiş (yayınlattırmış9 olduğunu, ikinci defa basılmak şöyle dursun, ilk tabının tamamıyla satılmadığını ispat eylediğini haber verdi.

- Sonunu nasıl görüyorsun? diye sordum.
- “Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabii beraat umuyorum” dedi. Birkaç gün münferit (hücre) koğuşuna konulmuşken oradan çıkarılıp 8. koğuşa getirilmiş olmasını da beraatine delil saydığını söyledi.
- Benim için ne düşünüyorsun? dedim.
- Ben Şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı sarihin (kurtarıcı) bilmelisin” cevabını verdi.
- İnşallah öyle olur mukabelesinde bulundum.

     Hoca hakikaten kurtulacağımıza ümid veriyor, bizim mahkemeye verilişimizin vehimden ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul polis idaresinin körüklediğine kani bulunuyordu.”

     Hocaefendi’nin bu ümidi maalesef doğru değildi. Mahkeme bir suç bulabilmek için adeta yırtınıyordu. İşte mahkemeden bir sahne:

     Atıf Hoca: “Belgeyi arz ediyorum.Vakit gazetesinin 1034. nüshasında tekzibnamem (tekzip - yalanlama) duruyor. Şimdi bu durup dururken, bendenize vesika (evrak) sormak bilmem nasıl olur?

- Sen bu tekzipnameyi (ancak bir gizli maksat için yaparsın.
- Ne maksadı beyefendi?
- Çünkü gördünüz ki, bunlar Yunan tayyareleriyle (uçak) atıldı ve aksi tesir yaptı. Anadolu halkı Milli mücadeleye daha fazla destek vermiştir. Siz de bu kötü durumdan kurtulmak için bunu yaptınız.
- Eğer öyle olsa idi, onlarla beraber olurdum, cemiyete devam ederdim. Halbuki devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer bu düşünceniz akla gelebilirdi.
- Sus! Bizi çileden çıkarma! Hürriyet ve İtilaftan ve Mustafa Sabri’den destek alarak bu cemiyeti kurduğun buradan belli oluyor. Sen hala onlardan ayrıyım diyorsun. Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın.”

     Mahkeme Hocaefendi karşısında aciz kalmış bu da onları iyice asabileştirmiştir. İşte bir başka numune:

Atıf Hoca: Beyefendi bendeniz zat-ı âlinize (size) resmi belge sundum ve Ferid Paşa hükümetini karşı kalemimle mücadele ettiğimi açıkça ispat ettim.

- Ne ile ispat ettin? Sıkılmıyor musun, bunu nasıl söylüyorsun? Biz senin söylediğin sözlere inandık mı? İnanmak mecburiyetinde miyiz?

Atıf Hoca: -Vakit gazetesinin 1134. nüshasında ki tekzibi kim yazdı?

- Ben de sana cevap verdim, bunu din perdesi altında kötülüklerinize daha fazla devam etmek için yaptınız.
- Beyefendi ben deli olmalıyım ki, kendi yaptığım işleri kendim yalanlayayım.
- Cemiyet namına rol yapıyorsunuz. Sana sorarım. Tüzüğünüzde vatan müdafaasına, mücadeleye dair ufak bir madde, bir fıkra göster.
- Beyefendi bu bir hayır cemiyetidir.
- Sus, sus bir parça utan. Saçın, sakalın ağarmış utanmak nedir zerre kadar bilmiyorsun”

     Mahkemeye dair bazı hatıralar da şöyle; O sıralar adi bir suçtan Ankara İstiklal mahkemesine verilen bir zat bir mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyor: “Atıf hocayı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hocaya: “Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver” dediler. Fakat Atıf hoca: “Hayır” dedi.

     Bolu’lu Nizamettin Saraç bey anlatıyor: “Zannedersem 1926 veya 27 seneleriydi. O sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç olmama rağmen İstiklal mahkemelerini takip için verilen vesikalardan birini elde etmiştim. ununla imkan buldukça celseleri (duruşmaları) takip ediyordum. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hocanın muhakemesinde de bulundum. Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi.

     Hoca sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla: “Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi) olmadığına dair bir risale yazmıştım.”dedi. Kel Ali: “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Hoca: “Kanunlara itaat ediyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: “Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir” deyince hoca sükunetle: “Evet biliyorum, ancak hey’et-i hakimin (hakim heyetinin) arkasındaki bayrak da bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun ?”diye bağırdı. Hoca:“Şapka bir alamettir, adet ile alamet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”

     Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi 10 senelik sürgün(kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Normalde mahkemelerdeki bir anane olarak, hakimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler, ya aynını yada daha azını verirlerdi. Burada da durum öyle olacağını gösteriyordu. Ama bu hüküm ertesi gün ne hikmetse, Atıf efendi hakkında değiştirilecekti.

     Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi) .


     ATIF HOCA’NIN RÜYASI
    Bu meseleyi yazmak bana en zor gelen kısmı oldu bu çalışmanın. Zira, senelerdir insanların kabul ettikleri bir meselenin aksini savunmak kolay bir şey değil...İnsanlar ve özelde bizim halkımız sevdikleri kimseleri oldukları gibi sevemiyorlar nedense. Hele o zat bir kanaat önderi, bir irşad eri, bir yol göstericiyse...Hayali bir takım makamlar, usturevi hadiseler, rüyalar ile o şahsı sevmek daha cazip geliyor bize...

     Türkiye’de bir çok konuda olduğu gibi, İskilipli Atıf hocayı da ilk defa maşeri vicdanda (kamuoyu) seslendiren o enfes üslubuyla merhum Necip Fazıl oldu. Çoğumuz Atıf hocayı onun “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinden tanıdı. Kendisine bir kere daha Rahmet diliyoruz. Tabii, Üstad zaman ve şartlar gereği bir çok mesele de olduğu gibi bu konuda da derin araştırma imkanını bulamadı. Daha çok kulaktan duydukları ile yetindi. Bu kitabını eleştirel bir gözle takip edenler bana hak vereceklerdir. Bir küçük misal vermek gerekirse; Din Mazlumlarında, Atıf Hocanın 1926 yılının bir sonbaharında evinden alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf efendinin idamı zaten 4 Şubat 1926’dır.

     Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise de, Atıf efendi’nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Resulullah’ı(SAV) görmesi, Kainatın Fahrinin(ASM)(Alemin övüncü) : “Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?” buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir. Necip Fazıl bunu parlak ifadelerle kitabında anlatmış, çoğumuzda bunu gözyaşları içersinde okumuşuzdur.

     Elbette böyle bir rüyayı Atıf Hocanın görmüş olması çok güzeldir. Ama görmemiş olsa da bir şey fark etmez. Biz, onun, ağuşunu (kucağını) açıp kendisini bekleyen Peygamberimize kavuştuğuna, mazlumen şehid olduğuna yürekten inanıyoruz. Ama tarihi gerçekler böyle bir rüya hadisesinin olmadığına bizi itiyor gibi. Şimdi delillerimizi sıralayalım;

1- Bu hadisede Atıf efendinin yanında olduğu iddia edilen Tahir-ül Mevlevi Ankara’da hiçbir zaman Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaşmadı.

2- Atıf efendinin böyle bir rüya gördüğüne dair Tahir-ül Mevlevi’nin hatıratında hiçbir şey yok.

3- Tahir-ül Mevlevi’nin de belirttiği gibi, Atıf efendi uzunca bir müdafaa yazmış ve bu, mahkemede okunmuştur. Aşağıdaki kısımda bunu görebileceksiniz. Aslında son gün müdafaa yapmayan müftü Ali Rıza efendidir. (ayrıca bak: Ankara İstiklal mahkemesi Zabıtları-s: 280-281)

     Tabii bir çok kaynakta bu rüya meselesinin anlatılması, hatta filimde yer alması da çok bir şey ifade etmiyor. Zira hepsinin kaynağı Necip Fazıl’ın aynı eseridir. 
    


     MAHKEMENİN SON GÜNÜ
    Tahir-ül Mevlevi Atıf Hocanın mahkemede son gününü şöyle anlatıyordu: “Atıf efendi metin görünüyordu. Suud beyin söylediğine göre gece sabaha kadar oturmuş, 8-10 tane eser-i cedid ( Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı) kağıdını doldurmak suretiyle bir müdafaanâme (savunma) yazmıştı. Yazılmışını görmediğim ve mealini (anlamını) öğrenemediğim o müdafaanâmenin kıraati (okunması) epeyce uzun sürmüştü ki, o mahkemede okunurken biz merdiven altında bekliyor, mahpesimizin (hapsedilen yer) kapısı kapalı olduğu için de okunan şeyi işitemiyorduk. Ali Rıza efendi müdafaanâme yazmamış, verilecek hükme razı olduğunu söylemiş. Atıf efendi müdafaanâmesini bizzat okumuş ve hitamında (bitişinde) Reis beye tevdi etmiş (vermişti) .”

     Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne olan tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin Başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.”
     4 Şubat 1926 Perşembe ... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan çarşısı...Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi kelime-i şehadetle bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair”( bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet eylesin. (Amin) ..

     Ali Tahmilci bey, Hocaefendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan Tahmilci beyin anlattıklarını şöyle naklediyor:
“Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey belli olmuştur. Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş. Derken, sıra merhuma gelmiş. “İskilipli Mehmed Atıf” diye bağırmış bir görevli. Hoca metin ve mütevekkil... Ağır adımlarla, vakar içinde, dualar mırıldanarak yürümüş sehpaya.”

     O gece hanımının gördüğü rüya şöyledir: “Bahçemizde kızı ile birlikte dikmiş olduğu çam ağacının dibinde hoca abdest almakla meşguldü. Kızı Melahat ona su döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca bize; “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…

 
     İDAM SONRASI AİLESİ

     Acaba Hocaefendinin şehadetinden sonra ailesi ne oldu? Atıf Efendinin yeğenlerinden Bahaddin İmal bey bu konuda şunları anlatıyor: “Tarihini pek hatırlamıyorum. Hatırımda kaldığı kadarıyla, Zahide hanımla,(eşi) Melahat hala(kızı) dayımın idamından sonra İstanbul’dan buraya(İskilip) geldiler. Köyde az bir müddet kaldılar. Burada kaldıkları müddet zarfında Zahide hanım köydeki hanımlara Kur’an okuttu. Yanlarında Zahide hanımın kız kardeşinin oğlu da vardı, Semih adında. Köydeki şartlara intibak edemediklerinden tekrar İstanbul’a döndüler. İstanbul’da ne kadar kaldıklarını tam bilemiyorum. Fakat 1960’lara doğru tekrar köye döndüler. Zahide hanım bu gelişlerinde “Kızım, ben bir daha İstanbul’a dönemeyeceğim. Kendin için ise kararını kendin ver” demiş.
     “Kelebekler Sonsuza Uçar” adlı filmde de gördüğümüz gibi, Melahat hanım da İskilip’te kalmış. 1989-90’larda 75-80 yaşlarında olan Melahat hanım, babasının bir gece karanlık ruhlu adamlar tarafından evinden götürülmesi ile akli dengesinde hep gelgitler yaşamış. “Bu halim doğuştan değil. Polislerin babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri bende büyük bir korku meydana getirdi. Onu bir daha hiç görememem ise, beni yalnızlığa mahkum etti. Bu hal yaşadıklarımın eseri” demiş Bahaddin İmal beye...

     Araştırmacı-yazar Hüseyin Yılmaz bey bütün ısrarlarına rağmen görüşememiş bu dertli hanımla. “Babam ölmedi, yaşıyor, gidin kendisi ile görüşün” diyormuş Melahat hanım...İnşallah şimdi, dünyada tadamadıkları rahatı yaşıyorlardır Atıf hoca ve ailesi...


    Bu meselede maalesef dramın bir başka parçası...Eskiden beri Atıf hocanın mezarı nerededir diye düşünürdüm. Meğer belli değilmiş... Emekli astsubay Hasan Sureykan şunları söylüyor bu konuda: “Merhumun mezarını araştıracak oldum. Fakat bulmak ne mümkün? Dikimevinden Mamak’a giderken yaklaşık bir kilometre ilerde, sağ tarafta askeri bir mezarlık var. Bu mezarlığın karşısında şimdi bir park var, bir zamanlar mezarlıktı. Merhum Atıf Hocanın mezarı da bu mezarlıkta idi. Buradaki kabirler 1954 senesinde yakınları tarafından Gülveren’de yapılan Asri mezarlığa nakledilmişler. Atıf hocanın yakınları sahip çıkmamışlar. Bu durumda mezarın bu parkta kaldığını ve park çalışmalarıyla ortadan kalktığını sanıyorum.”

Tesellimiz Hz. Mevlana’nın şu sözlerindedir:
“Biz öldükten sonra kabrimizi arama. Bizim mezarımız Ariflerin gönüllerindedir.”


ESERLERİ
1-Mirat-ül İslam
2-İslam Yolu
3-İslam Çığırı
4-Din-i İslam’da Men-i Müskirat
5- Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyye
6-Tesettür-ü Şer’i
7-Muayenet üt Talebe
8- Medeniyyet-i Şeriyye
9- Frenk Mukallitliği ve Şapka

  ŞEHADETİ  

    Nuri Saraç bey Atıf efendinin mübarek nâşını idamının ertesi günü görenlerden: “Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği günün ertesi günü onu asılmış vaziyette eski Meclis’in avlusunda, iri yarı gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi sallanıyordu.”

     Onu İdam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Mahkemeden beraat alan Tahir bey o gün Ankara’da kaldığı otelde geceyi üzüntü ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı çıktığında eski Meclis binasının önüne gelince ciğer parçalayan manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi kaleminden takip edelim:

     “Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan (yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve hala görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor, o refi (yüksek) vaziyetiyle merhum hayatındaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan) gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:
“Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat Le-hakkun ente ikdü’l mucizat” (Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”

     Cevdet Soydanses bey de şunları ifade etmekte; “Atıf hocaya İttihatçılar da düşmandı. Sanırım idamında İttihatçıların bu eski kininin rolü de olmuştur. İdam edileceği sırada başında sarığı varmış. Kılıç Ali de orada...Kılıç Ali ağır bir söz sarf etmiş ve “Alın şu herifin başından sarığı” demiş. “Son sözün ne?” diye sorduklarında, sadece “kelime-i şehadet” getirmiş... Atıf hocayı astıklarında kimsenin sesi çıkmadı. Diyanet işlerinde çok yakın arkadaşları vardı. Onlar da sustu. Kimse konuşamadı.”

     Nasıl konuşacaklardı ki?...Bu ölümü göze alabilmek demekti. Ama o günden beri müminlerin vicdanında bir sızı olarak kaldı Atıf efendi. Onu her anışımızda içimiz burkuldu, gözlerimiz doldu...Ona bu muameleyi reva görenleri Rabbimize havale ettik...

     A.Hamdi Ertekin bey anlatıyor: “Ömer Yüce’nin merhum babası, Atıf hocanın yanında okumuştu. Bir gün Ömer efendiye babasının Atıf hocanın idamıyla ilgili kendisine anlattığı bir şeylerin olup olmadığını sorduğumda şu cevabı vermişti: “O konu açıldığı zaman babamı bir ağlama tutar ve konuşamazdı.”

     Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur da 1.06.2003’te kendisini ziyaretimizde şu hatırayı anlatmıştı: “Büyük Doğu’ da neşredilen, İskilipli Atıf hoca’ nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım, Üstad gözlerini siliyordu.”

     Son olarak Atıf efendinin ders arkadaşı Şeyh Ali Haydar efendinin bir sözünü nakledelim. Emin Saraç Hoca şöyle diyor: "Ali Haydar efendi Atıf efendi ile birlikte 6 ay Ankara'da hapiste kalmış. Ne sıkıntılar çekildiğini anlatır, bir taraftan da elini dizine vurarak; "Atıf efendi kardeşimiz kazandı" derdi.

     Bu arada bir şeyi de hatırlatalım; Mahkeme zabıtlarını okuduğumuzda, bazı kimselerin, Atıf hocadan beri olduklarını, tasvip etmediklerini “Bu adam bütün tarikatlara karşıdır, ben ise Halidi tarikatındanım” demeleri gibi ifadelerini okuyup, o zatlar hakkında suizanna düşmeyelim... O şartları göz önüne getirelim... Hocaefendinin en yakın arkadaşlarından Tahir-ül Mevlevi bile, beraatı sonrası Kılıç Ali beyle görüştüğünde, Ali beyin;
- Tahir Bey! Atıf Hocanın idamı hakkında ne dersin? demesi üzerine
- Ne diyeyim efendim. Cürmü varmış ki, cezasını gördü” deme zorunda kalmıştır.

     Atıf hocaya uygulanan zulüm akrabalarına da teşmil edilmiştir (yaygınlaştırılmış) . Eskişehir’de Üstad Bediüzzaman hazretlerini evinde misafir eden ve el’an (şimdi) hayatta olan bir zat, bir sohbetimizde 1950’li yıllarda Eskişehir’de İskilipli Atıf efendinin bir yakını ile tanıştığını anlatmıştı. Abdülmecit efendi isimli bu zatın tırnaklarının hiçbiri yokmuş. Sebebi mi?... Atıf Hoca hakkındaki soruşturma sırasında kaybetmiş hepsini...
-KAYNAKLAR-
1- Son Devrin Osmanlı uleması- Cilt:3- Sadık Albayrak- Milli Gazete yayınları- İst-1980
2- İslam Ansiklopedisi- Cilt-22- İfav yayınları
3- İnkılap Kurbanları- Hüseyin Yılmaz- Timaş yayınları- İst-1991
4- Türk Basınında Mustafa Kemal Atatürk- Gazeteciler Cemiyeti yayınları-İst:1981
5- Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-Cilt:2- İsmail Kara- Risale yayınları- İst:1986
6- Sahabeden Günümüze Allah Dostları-10. cilt- Şule yayınları-
7- www.patara.kolayweb.com
8- www.ulumulhikmekoeln.de/iskilipatif.htm
9- Son Devrin Din Mazlumları- Necip Fazıl Kısakürek- Büyük Doğu yayınları-İst-2000
10- Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları(1926)- Hazırlayan: Ahmed Nedim- İşaretyayınları- İst:1993
11- Matbuat Alemindeki Hayatım Ve İstiklal Mahkemeleri-Tahir-ül Mevlevi-Nehir yayınları- İst-1991
12- Altınoluk Dergisi- Nisan 1988-Sayı:26 (Emin Saraç’la Röportaj)
13- Fasıldan Fasıla-1-M. Fethullah Gülen- Nil yayınları
14- Şualar- Bediüzzaman Said Nursi-(12. Şua)- Envar Neşriyat- İst:1995
15- Gazi Paşa’ya Suikast- Uğur Mumcu-Tekin Yayınevi-İst-1993
16- İ.Atıf Hoca Niçin İdam edildi?-Alem yayıncılık-
17- Yakın Tarih ansiklopedisi-5. cilt-Akit Gazetesi neşriyatı.

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...