13 Şubat 2012 Pazartesi

İSLAM TARİHİ ... Peygamber Efendimizin, Ümmü Seleme ile Evlenmesi

 İ S L A M   T A R İ H İ
Peygamber Efendimizin, Ümmü Seleme ile Evlenmesi
 
     Asıl ismi “Hind” olan Hz. Ümmü Seleme, Mahzumoğulları kabilesinden Ümeyye b. Muğîre’nin kızı idi. Kocası Abdullah b. Ab­dü’l-Esed, İslamiyeti ka­bul etmesinden dolayı müşriklerin eza ve cefasına maruz kalınca, Habeşistan’a hicret etmişti. Birçok Ku­reyş­li­nin Müslüman olduğu şayiası üzerine Mekke’ye dönmüş, ancak haberin asılsız olduğunu öğrenince, bin bir güçlükle bu sefer Medine’ye göç etmişti.
     Habeş ülkesine her iki hicrette de, Hz. Ümmü Seleme, kocasıyla birlikte bulunmuştu.
Kocasının Uhud Harbi’nde yaralanması sonucu Hicret’in 4. yılının Cemazi­yelahir ayı sonuna doğru vefat etmesiyle birlikte, dört ço­cuğuyla Hz. Ümmü Seleme dul kalmıştı.
     Ahidleşmek İstemeleri
     Hz. Ümmü Seleme, henüz vefat etmeden, bir gün kocasına, “Duyduğuma göre, cennetlik kocası ölen cennetlik bir kadın, sonradan başka birisiyle evlen­mezse, muhakkak Allah onu cennette kocasıyla bir araya getirecektir. Aynı şe­kilde, cennetlik hanımı ölen cennetlik bir erkek de, sonradan başka bir kadınla evlenmezse, Allah, muhakkak onu da cennette karısıyla biraraya getirecektir!” dedikten sonra şu teklifi yapmıştı: “O halde gel, seninle sözleşelim: Ne sen, benden sonra evlen; ne de ben, senden sonra evleneyim!”
     Fakat Ebû Seleme bu teklifi kabul etmemiş ve “Sen, be­nim sözümü dinle: Ben öldüğüm zaman sen evlen!” demişti; sonra da şu duayı yapmıştı:
     “Allahım! Ümmü Seleme’ye, benden sonra, benden da­ha hayırlı, onu hor görmeyecek, incitmeyecek bir koca nasip et!” [1]

     Pey­gam­be­ri­mizin, Ümmü Seleme’yle Konuşması
     Hz. Ümmü Seleme, daha önce Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’den gelen ev­len­me tekliflerini kabul etmemişti. Bun­dan sonra, Peygamber Efendimiz, ken­di­siyle evlenmek istediği haberini gönderdi. Hz. Ümmü Seleme, mâzur görül­me­sini di­ledi ve “Ben hem yaşlı, hem de kıskanç bir kadınım; aynı zamanda ço­luk çocukluyum. Şahit olarak da velilerimden yanımda hiç kimse yoktur” dedi.
     Teklifine bu cevabı veren Hz. Ümmü Seleme’ye bu sefer Peygam­ber Efen­dimiz gitti ve evlenme teklifini bizzat tekrarladı. Sonra da şöyle konuştu: “Yaşlı bir kadın olduğunu söylüyorsun: Hâlbuki, bir ka­dına, kendisinden daha yaşlı bir erkekle evlenmesi ayıp değildir! ‘Yetimlerin annesi’ olduğunu söyledin: Bunu bil ki onların geçimleri Allah’a ve Resûlüne âittir. ‘Kıskanç bir kadınım’ diyorsun. Bunun da senden izalesi için Allah’a dua ederim. Yanında velilerinden kimse­nin bulunmadığını söylüyorsun. Onlardan hazır bulunan veya bulunmayanlardan bana râzı olmayacak hiçbir kimse yoktur!”
     Bunun üzerine Ümmü Seleme, yanında bulunan oğluna dönerek, “Kalk yâ Ömer! Beni Re­sû­lul­lah’a nikâhla” [2] dedi.
     Böylece, Cenab-ı Hak, Ebû Seleme’nin vefatından önce, “Alla­hım! Ümmü Se­leme’ye benden sonra, benden daha hayırlı, onu hor görmeyecek, onu incit­me­yecek bir koca nasip et” [3] tarzında yaptığı duasını kabul buyurmuş ve Üm­mü Seleme’ye insanların en hayırlısına hanım olmayı nasip etmiş olu­yordu.
     Resûl-i Ekrem Efendimizle evlendiğinde 44 yaşında bulunan Hz. Ümmü Se­leme, Hicret’in 59. senesinde 84 yaşında iken vefat etti. Cenaze namazını Ebû Hüreyre (r.a.) kıldırdı ve Bâkî Kabristanı’­na defnedildi. [4]
     Okuma bilen, fakat yazmayı öğrenemeyen Hz. Ümmü Seleme, fıkhı iyi bi­lenler arasında yer alıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimizden rivayet ettiği hadis sayısı 378’dir.
____________________________________
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 88.[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 89-90.[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 88.[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 96.
Salih SURUÇ
Yazar:
Salih Suruç

4 Şubat 2012 Cumartesi

ŞEHİD İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ


ŞEHİD
İSKİLİPLİ ATIF EFENDİ

Avrupa’da birkaç ay kalabilme fırsatını elde etmiş ve şöyle-böyle bir yabancı dili hecelemeye başlamış pek çok insan, yapacak başka bir şey kalmamış gibi kendi insanını tezyif etmekte (alaya almakta) ve milletini hakir görmektedir. Bu tür insanların ağzından şu ifadeleri çok duymuşsunuzdur:
“Ah, ne kadar geri bir milletmişiz!.. Meğer hayat Batı’daymış… Bizim ülkenin insanları âdetâ canlı cenazeler… Bu yığınların, yaşadıkları çağı yakalamaları mümkün değil… Hele Müslümanlık, o bütün bütün çağdışı… Biz, bu kılık ve kıyafetle varılabilecek yerlerin en yakınına dahi varamayız!.. Dünya başını almış göklerde dolaşırken, bizler bu sıkma başlarla hâlâ yerde yürürken de tökezliyoruz. Milletin yükselip çağıyla hesaplaşması düşünülüyorsa, bu, Batılılaşmadan geçer…” vs…
İşte bu düşünceler, merhametsiz yılların ve karanlık günlerin yabancılaştırdığı derbeder nesillerin düşünceleri ve bir dönemde heder olup (boşa) gitmiş yığınların hezeyanlarıdır (boş konuşmaları). O talihsiz günlerde bu hezeyanlara cevap veren bir başyüce kamet vardır: İskilipli Atıf Hoca. O, “Frenk Mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” ismiyle yazmış olduğu eseriyle geri kalışımızın gerçek sebepleri üzerinde durarak hakikati haykırmıştır. Ne var ki, hak ve hakikata tahammülü olamayan yarasa ruhlular, sesini soluğunu kesmek için onu sudan bahanelerle idam sehpasına kadar götürmüşlerdir. Şimdi sizleri bu büyük dava adamının ibret dolu hayatıyla başbaşa bırakıyoruz…
Ali İhsan ER
YETİŞTİĞİ ÇEVRE
Atıf efendi Akkoyonlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden Mehmed Ali ağanın oğlu olup, 1292 hicri senesinde Çorum’un İskilip kazasının Tophane köyünde dünyaya gelmiştir.
Annesi Mekke-i Mükerremeden göç etmiş Ben-i Hattap aşiretinden, Arap dedenin torunlarından Nazlı hanımdır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda efendinin himayesinde yetişmiştir.
TAHSİL HAYATI
Büyük babası Hasan Kethüda efendinin himmetiyle evvela köy hocasından başladığı tahsiline 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te, müderris Hoca Abdullah efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893 Nisanında ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşambalı hocanın rahle-i tedrisine (Bir âlimden alınan ders) oturdu. Medresede daha çok “İskilipli Mehmed” olarak anılırdı.1902’de medrese eğitimini iyi derece ile bitti ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına(bir nevi mesleki kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini (Profesör) kazandı, ertesi sene Fatih Camiinde ders vermeye başladı.
Bu arada İstanbul Dar-ül Fünunu ( Üniversite) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça muallimliğine (öğretmenliğine) atandı.
MEYVELİ AĞAÇ
Mehmed Atıf Efendi Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet ( Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi) öncesi ve sonrasında da çeşitli garazkarların (Hased ve düşmanlık) yanlış tevil (yorum) ve nazarları (bakış açıları) yüzünden taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri vermeyi sürdürdü.
Meşihat –ı İslamiye dairesinde ( İslâmî işlerin ilmî mes’eleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan dersiamların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhülİslam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti.. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü.
1910’da medreselerin genel müfettişliğine getirildi. Bu sıralar Sebilürreşad, Beyan-ül Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hatta yurtdışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, Kırım evkaf nazırlığı (vakıflar bakanlığı) tekliflerini nazikçe geri çevirdi.
Rivayete göre Japon büyükelçisi Baron Uşida kendisini ziyaret ettiğinde Atıf Hocaya şöyle söylemiş: “Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.”
Bilahare Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu tebeyyün edince (ortaya çıkınca) serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, Mahmud Şevket paşanın öldürülmesi olayında dahli (katkısı) olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu’da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı.
Sinop sürgününün canlı şahitlerinden emekli imam Cevdet Soydanses bey, Atıf hocayı şöyle anlatmakta: “Atıf hocayı ilk defa Sinop’ta gördüm. Küçük bir çocuktum henüz. İttihatçılar 600 kadar kişiyi Sinop’a sürmüştü. Aralarında babamla Atıf Hocanın da bulunduğu bu sürgünlerin mühim kısmı hoca idi, din adamıydı. Atıf Hoca çok efendi bir insandı. Sessiz, sedasız, ağzı çok iyi laf yapar, eli kalem tutardı. Bu sürgünden sonra İstanbul’a dönmüştü.”
Bahsi geçen iki hadisede de resmi makamlar, bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir.
1919 yılında Dar-ül Hilafet-i âliye (Yüce Hilafet merkezi)  medresesi İbtida-i Dahil umum müdürlüğü ve Medreset-ül Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hocanın şöhreti iyice arttı. 21 Ocak 1926 tarihli Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında Reis Kel Ali bu durumu şöyle ifade etmekte ve idam konusunda bize bir ipucu vermektedir: “Fatihin en tanınmış bir hocasıdır.”
CEMİYET HİZMETLERİNDE
Atıf efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf (yönelik) hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine bağışlanmak üzere kaleme aldığı “Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti Ve Vücubu – Şeriata göre Deniz ve Kara kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği” adlı eser o sıralar çok takdir toplamıştı.
19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri, Bediüzzaman Molla Said efendi, Ermenekli Saffet efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler cemiyetini (profesörler derneği) kurdu ve ikinci başkanlığına getirildi. Bu cemiyet müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet aldığı bir karar gereği ismini Teali-i İslam’a (İslamı yüceltme) çevirdi ve halka açıldı. Mustafa Sabri beyin Şeyhülİslam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirildi.
Tahir-ül Mevlevi bey Atıf Hocayla ilk tanışmasını şöyle anlatıyor:“Fatih dersiamlarından İskilip’li Mehmed Atıf efendi 1336(1920) tarihlerinde İbtida-i Dahil medresesi umum müdürlüğüne getirilmişti ki, ben de orada müderris bulunuyordum. İttihat hükümeti tarafından nefy (sürgün) edilmiş ve birkaç sene sürgünde kalmış olan Atıf Efendiyi o vakte gelinceye kadar tanımıyordum. Kendisi ile vazife sebebiyle görüştüğümde “Cemiyet-i Müderrisin” adı ile teşkil eylemiş (kurmuş) olduğu cemiyete benim de dahil olmamı (katılmamı) teklif etti.”
İŞGAL GÜNLERİ
Memleketin kara günleriydi…Payitahta (başkente) düşman çizmesi girmiş, vatan toprakları yüzyıllar sonra yeni bir haçlı işgaline maruz kalmıştı. Şairin dediği gibi “felek bi rahm (acımasız) , devran bir sükun. Dert çok, derman yok, düşman kavi (kuvvetli) , talih zebundu (acizdi) ”
İzmir’in işgali üzerine Teali-i İslam cemiyeti bir protesto beyannamesi neşretti.
1922 yılı Ramazan ayında Saray’daki Huzur derslerine muhatap olarak katıldı. Huzur dersleri Ramazan aylarında, Saray’da padişah huzurunda yapılan ve seçkin bazı alimlerle saray erkanının katıldığı ilmi sohbetlerdi. Huzurda doğrudan ders veren alimlere “mukarrrer” ders veren hocalara soru tevcih eden (yönelten) , ve kendisine soru sorulursa cevap veren hoca efendilere ise “muhatap” denirdi. Bu gelenek 1922 yılında son bulmuştu.
Bu sıralar Atıf hocanın Alemdar ve Mahfil’de yazıları yayınlandı. Bu arada şunu da belirtelim; Alemdar Gazetesinde 11 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa hakkındaki idam kararı yayınlanmıştı. Atıf Hocanın idamında burada yazı yazmasının etkisi var mıdır, bilemiyoruz.
Fakat tam bu sıralar cereyan eden bir başka hadise hocanın idam edilmesinde mühim bir amil (sebep) olmuştur. İstanbul hükümeti Anadolu’daki Kuvva-i Milliye (milli kuvvetler) hareketine karşı halkın teveccühünü (yönelişini) kırmak için bir fetva yayınlamış, ama Anadolu ulemasının (alimlerinin) karşı fetvası bunu boşa çıkarmıştı. Bunun üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri efendinin marifetiyle Teali-i İslam cemiyeti namına yazılmış ve bastırılmış bir beyanname zorla Teali-i İslam cemiyeti idare heyetine imzalatılmaya çalışılmıştı. Ama Atıf Hoca ve Tahir-ül Mevlevi’nin şiddetle karşı koymaları üzerine de mühürsüz olarak Yunan uçaklarınca Anadolu’ya atıldı. Buna karşın, o zamanın Vakit gazetesinde Atıf Hoca tekzibname (yalanlama) yayınladıysa da, Ankara İstiklal mahkemesi zabıtlarında okuduğumuza göre, bu beyanname Hocaefendi’ye karşı güdülen kinin mühim bir amili (sebebi) olarak zihinlerde kaldı. (Geniş bilgi için Tahir-ül Mevlevi’nin hatıralarının 73 ila 81. sayfalarına bakılabilir.)
CUMHURİYET DÖNEMİ YAZILARI
Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine (hastalığına) tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun Şark (doğu) ve Garb’da (batıda) yazılan eserlere vukufu (haberdar) rahatlıkla anlaşılmaktadır. Yalnız şunu da hatırlatalım ki, merhum hocamız bazen muhataplarına çok sert bir üslup kullanmıştır. Mesela meşhur İslam seyyahı ve alimi Abdürreşit İbrahim hakkındaki “Bir Müçtehid Taslağının Dalalet Ve İdlali (sapkınlığı ve azgınlığı)” adlı yazısında olduğu gibi…
O, Ehl-i sünnet vel cemaat düşüncesinin yılmaz bir müdafaacısı ve kalesi idi. Tabii bu özelliği, onun İbn-i Teymiyye’den alıntılar yapmasına engel teşkil etmiyordu. Ona göre güzel bir fikir kimden gelirse gelsin alınır ve sahip çıkılırdı.
Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı. Beyan-ül Hak dergisinde bir yazısında Atıf Hoca bunlar hakkında şunları yazıyordu:
“Vakıa şimdiye kadar İslam dini aleyhinde hasımlar (düşmanlar) tarafından hücumlar olmuş ve bu konuda pek çok küfür ve hezeyanlar neşredilmiş ise de, ulema-i kiram hazeratı (saygın alimler) ilmi satvetleri (ezici ilmi güçleri) ile hepsini red ve iptal etmişlerdir. Son zamanda ise bir taraftan maddeciler, tabiatçılar, farmasonlar gibi İslam dininin en şiddetli düşmanları tarafından ilahi nurun mahvına çalışılıyor. Diğer taraftan İslamiyet kisvesi altında türlü türlü küfür, hezeyan ve fesatlıklarla İslam dininin yıkılmasına çalışılıyor.
Zamanımızdan ikinci zümreden olmak üzere bir takım müçtehid, istinbat (Bir mes’eleyi derin tetkik neticesinde kaynaklarından güçlükle anlamak.) melekesine malik imişler gibi içtihada yeltenmek ve hatta bütün Ehl-i sünnetçe Allah katında umum (bütün) Ümmet-i Muhammed’den efdaliyetleri (daha faziletli olmaları) müsellem (herkesçe kabul edilmiş) olan şeyhayn hazeratına(Hz. Ebubekir ve Ömer) dil uzatmak, dört imam gibi müçtehidin-i kiram (şerefli) ve fukaha-i izamı (Büyük hukuk alimleri) hatalı bulmak ve tahkir etmek (aşağılamak) , esası bütün müçtehidlerce kabul olunan dini meseleleri inkar etmek cüretinde bulunan dalalet ve idlal erbabının Müslümanları zehirlemekte olduğu maalesef görülmektedir. Nitekim bunlardan evvel birisinin de hakkında nass varit olan (hakkında ayet ve hadis ile hüküm verilmiş) kurban meselesinde içtihad hülyasında bulunduğu malumdur.”(Not: Hatırlanacağı gibi günümüz Türkiye’sinde de sözüm ona bir profesör böyle bir iddiayı önümüze sunmuştu; Tavuktan kurban olabilir diye…)
1923 yılında yayınladığı “Tesettür-ü Şer’i” (dini örtünme) ve 1924’de neşrettiği “Din-i İslam’da Men-i Müskirat” (islamda içki yasağı) adlı eserleri ile “Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından” adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser “Frenk Mukallitliği -batı taklitçiliği- ve Şapka”dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve devam etmesine meydan verilmemiştir.
ESERLERİNDEN SEÇMELER
*** “Ehl-i Sünnet vel cemaat mezhebi haktır. Bundan başka mezhepler hep batıldır. Doğru değildir. Ehl-i Sünnet vel cemaat itikadı, Cenab-ı Hakkın Kur’an-ı Kerim ve Peygamberin(sav) hadis-i şerifleriyle beyan buyurdukları müstakim, doğru yol olup bu itikatta olanların itikatlarında bozukluk yoktur.”
*** Osmanlı devletinin kuruluş sıralarında fevkalade durumlarda sancak beyleri ve Ocak ağaları gibi milletin ileri gelenlerin görüşleri sorulur ve ona göre hareket olunurdu. Sonraları, meşveret adı ile, meclislerde işlerin müzakeresi yapılmaya başlandı. Fakat çoğunlukla hükümetin satvetine mağlup olup, şeriatın tarifi şekliyle söz hürriyeti ve azarlayanın azarlamasından sakınmamak esaslarına dayanmadığından, hakkıyla fayda sağlanamadığı gibi, sultanların istibdatlarını ve onların keyfi muamelelerini de kaldıramamıştır.”
*** “Zulüm üç kısımdır:
1-Allah Tealaya karşı icra olunur: Küfür(İnkar), Şirk, Nifak, İsyan gibi…
2-Halka karşı icra edilir: Halkın canlarına, ırzlarına, mallarına ve sair haklarına tecavüz gibi…
3-Kendi şahsına karşı yapılır: “bir şahsın, nefsi arzularına kapılarak dünya ve ahirette nefsi için zararlı hal ve hareketlerde bulunması gibi…
*** Tesettür-ü Şer’i gibi dini hükümler, esasen süfli medeniyeti ve terakkiyat-ı sefihaneyi yıkmak ve men etmek üzere vaz olunduğundan onunla içtimaı gayr-i kabil ise de, medeniyet-i fazıla ve hakiki terakkilere hiçbir suretle mani teşkil etmez. Çünkü medeniyet-i fazıla ulum, maarif, sanayi, ticaret ile hasıl olmuş olur. Halbuki tesettür-ü şer’i buna mani değildir.”
***Atıf efendi Osmanlı medreselerinin gerileme sebeblerini bir yazısında şöyle sıralıyor:
1- Osmanlılar zamanında, ilim tahsili hususunda Seyyid(Cürcani) ve Sadeddin(Taftezani) mesleği, yani allamelik davasında bulunmak için her ilmi, her fenni öğrenmek ve bilmek usulü takip olunup, daha faydalı, daha semereli olan mütekaddimin ve eslaf mesleği yani ilmi şubelerinde birinde ihtisas kesbetmek usulünün terk olunması…
2- İlmin kaynakları mesabesinde bulunan eslafın eserlerini terk ve ihmal ederek müteahhirin ulemanın kısa ve muğlak kitaplarının medreseler programında kabulü ile maksatlarını anlamak için şer, haşiye, haşiyet’ül haşiye tedrisd olunarak talim ve terbiyede suubet(güçlük) gösterilmesi
3-Ulum-u aliye(alet ilimleri denilen dilbilgisi dersleri) ve ibarelerin lafızlarının tahlilleri ile lüzumundan fazla vakit harcanıp, dini ilimler ve faydalı hakikatlere pek az iştigal olunması ve ilimlerin göğüslerde değil, satırlarda muhafazasına çalışılması
4-İlmiye mensupları maişetçe darlığa düçar olup, ilmi şerefleri ile gayr-i mütenasip ve mezelleti mucip bir çeşit maişete sevk olunmaları ve bu vesile ile de talebelerin zekilerinin memuriyet ve makam arkasından koşarak ilmi araştırmalarla meşgul olmaktan mahrum olmaları
5- İbn-i Kemal, Ebu Suud merhumlar ile bazı emsallerinden sonra riyaset ve idare-i ilmiyeyi ihraz ile ilmiyenin mukaderratını tedvir edenlerin ehliyetsiz ve ilmiye mesleğine ruh verecek kabiliyetten mahrum olmalarıdır.”
***Ashab-ı Kiram hazretleri de rızkını talep konusunda son derece gayret gösterip de kendi el emeklerini yemeye ehemmiyet verirlerdi. Bu cümleden olarak Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir bin Avvam hazretleri vefatında bin at, bin cariye geriye bırakmakla beraber, terk ettiği malların kıymeti büyük bir yekun teşkil etmekteydi. Hz. Talha’nın Irak’ta mevcut olan emlak akarından beher gün bin altın, başka yerdeki mülklerden de pek çok irat hasıl olmaktaydı. Abdurrahman bin Afv hazretleri de bin at, bin deve, on bin koyuna sahip olduğu halde vefatlarında terekesinin dörtte biri 84.000 altına ulaşmıştı. Hz. Osman da servet sahibi idi. Hatta vefatlarında bir milyon dirhem ve bir milyonu mütecaviz dinar terk ettiği rivayet edilmektedir. Artık bu kadar izahtan anlaşılıyor ki, zahid asla malı olmayan kimse değil, belki bütün dünya malı kendisinin olsa bile, mal ile kalbi meşgul olmayan kimsedir. İşte bunun için İmam-ı Ali(kv) hazretleri buyurmuşlardır ki; “Bir kimse yeryüzünde bulunan bütün şeyleri alıp onlarla Allah’ın rızasını murad ederse, Cenab-ı Haktan yüz çevirmiş sayılmaz.”
FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA
Atıf hoca 1924 yılında Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını neşretti. Yani Şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif vekaletine (milli eğitim teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alamet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Resul-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen “Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.” hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
“Bir Müslüman şiar (simge) ve alamet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)”
Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. İşte Bediüzzaman’dan bir misal: “Sonra o zâlim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler: “Sen, yirmi senedir bir tek defa takkemizi(şapka) başına koymadın. Eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetinle bulundun. Halbuki on yedi milyon bu kıyafete girdi.”
Ben de dedim: “On yedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupa-perest (avrupa hayranı) sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye (dini izin) ve cebr-i kanunî (kanun baskısıyla) cihetiyle girmektense, azîmet-i şer’iye ve takvâ (dine sıkı bağlanma ve duruş) cihetiyle, (yönüyle)  yedi milyar zatların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.”
Atıf efendi kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: “Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.”
Bu arada şunu da belirtelim ki, Atıf efendi meselesinde iki jurnalciden (ispiyoncu) bahsetmek doğru olacaktır;
1-Zeynelabidin; İsmi ile müsemma olmayan bu şahıs, medrese öğrencisiyken Atıf efendiye haksız yere kin bağlamış bir ruh hastasıdır. Şapka inkılabı (devrimi) olunca çeşitli yerlere “filan şapka aleyhtarıdır” diye ihbarlarda bulunan bu zavallı, Atıf efendinin asılmasında ve onca mazlumun zindanlarda sürünmesinde başlıca amillerden birisidir. Mesela, iğrenç bir hareketinden dolayı kendisini pataklayan ve medreseden kovan Nuruosmaniye camii imamı Hafız Osman efendi için; “Frenk Mukallitliği ve Şapka eserini Atıf efendi ile birlikte kaleme aldı” gibi iftiralarda bulunmuştur.
2-Süleyman Nazif: Bu edibimiz (edebiyatçı) de daha önce oruç ile alakalı bir meselede kaleminin Atıf efendi karşısında susması üzerine intikam için fırsat kollamış, Şapka risalesi yazılınca “Bir Hocaefendiye cevap” adıyla vukufsuzca (meseleye hakim olmadan) bir yazı yazmıştı. Atıf efendi’nin mukabil (karşı) yazısı ve cevabı üzerine daha sert karşılık vermiş ama bunu hocanın eli kolu bağlanıp, hapse gönderildiği sırada yayınlamıştır. Daha sonra da kendi iki makalesini maalesef-Atıf Hocanın verdiği cevabı araya koymadan- “İmana Tasallut” adıyla neşretmiştir.
Süleyman Nazif adı geçen yazısında tehevvürle ( Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına(islamın ilk dönem alimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: “Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.” “Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allahımla yalnız kalacağım.” “Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk alimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.”
Nazif bu yazısında Atıf efendi için de “dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden” gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.
Atıf efendi bu hücuma mükemmel bir cevap verdi. İşte bir paragrafı:“Fıkıh ilminde ihtisas sahiplerinden bulunan ve sözleri her vech (yönü) ile itimada şayan olan (güvenilen) muhterem zatların sözlerine mi Müslümanların itimad ve iman etmesi vacip olur, yoksa kendi itiraf ettiği vech ile, 20’den 45 yaşına kadar 25 sene şüphe vadisinde dolaşıp ve diğer bir makalesinde itiraf ettiği üzere bu esnada bir çok kimseleri dalalete sürüklemiş (sapıklığa yöneltmiş) olan, on bir senelik bir Müslüman olduğu halde, benim bildiğim bir sene içinde iki defa, dini zaruretlere taarruz eden, (biri orucun mükellefiyetinin vücubunu inkar, diğeri Hz. İsa’yı(as) tahkir ve tezyif etmiş olması) artık 25 sene dinsizlik, dalal ve idlal vadisinde yaşayan, on bir senelik İslamiyet zamanında da dini zaruretlere saldırmaktan geri durmayan Süleyman Nazif beyin Şapka hakkında vermiş olduğu hükümlere, fetvaları mı itimat etmeleri lazım geleceğine dair verilecek hükmü yine efkar-ı ammeye havale ederim.”
Bu konuda da sözü Tahir-ül Mevlevi’ye bırakalım: “Bir adam; dine, imana, peygambere hatta Allah’a karşı dil uzatabilir. Bu, onun vicdanına ait bir şeydir. Fakat dindar görünmemek şartıyla. Hem dindar, hem dine tecavüzkar görünmek ya daimi nifaktır (iki yüzlülük) , yahut gizlenemez bir deliliktir. Bana karşı Mevlana’yı takdis ettiğini söyleyen bir adamın, asrın en beliği gazel söyleyeni Muhyiddin Raif bey muvacehesinde (huzurunda) onun, (haşa) Hüsameddin ismindeki oğlana abayı yakmış bir kallaş olduğunu ağıza alması, zekasının taşkın ve derece-i lüzumu pek aşkın bulunduğuna delalet eder. Bu gibilere acınır ve Allah şifa versin denilir.
Lakin bir adamın en tehlikeli anında, sırf ilmi bir mübahesedeki (tartışmadaki) mağlubiyetin hıncını çıkarmak için onun aleyhinde ve müdafaa edemeyeceği bir surette jurnal vermeye (şikayete) kalkışmak ne dinde hoş görülür ne dinsizlikte.”
Süleyman Nazif, İskilipli Mehmed Atıf hocanın şehadetinden tam bir yıl sonra 4 Şubat 1927’de zatürreeden öldü…
ŞAPKA İNKİLAPI VE TEPKİLER
1 Kasım 1925’te kabul edilen Şapka kanunu Anadolu’da yer yer protestolara sebeb olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar verdi. Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde halkın şapkaya direnmesi buralarda gezici İstiklal mahkemelerinin dolaşmasına sebep oldu. Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam hükmü verdi.
Bu arada Şapka olaylarında etkili olduğu gerekçesi ile Frenk Mukallitliği ve Şapka kitabı toplatıldı ve müellifi (yazarı) hakkında inceleme başlatıldı. Halbuki, müellif bu eseri Şapka kanunundan evvel neşretmişti (yayınlamıştı). Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı ve bu bir güzel çiğnenecekti Atıf Hocanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkumiyet dakikaları artık gün sayıyordu…
TEVKİFİ
Ve nihayet beklenen oldu. 7 Aralık 1925’te tutuklandı. Ankara İstiklal mahkemesi tarafından Giresun’a gönderildi. Buradaki mahkemede suçsuz olduğu anlaşılıp beraatine karar verilmesine rağmen, İstanbul’a getirildiğinde salınmadı. Çünkü asıl mesele Atıf hocanın suçlu olup olmaması meselesi değildi. Suç olmasa bile icad edilecekti. Hani kurdun kuzuya “Suyu bulandırıyorsun” demesi hikayesi vardır ya… Necip Fazıl’ın da dediği gibi artık onu mahkum edebilmek için “Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın” demekten başka çare yoktu.
İstanbul’a getirildiği zaman bitkin ve zayıflamış bir haldeydi. Tahir-ül Mevlevi anlatıyor: “Akşama doğru Atıf ve Nuruosmaniye imamı Hafız Osman efendilerin getirildiklerini ve müdüriyet dairesine götürüldüklerini yine pencereden gördük. Her ikisinde de yol hali olmak üzere yorgunluk ve zayıflık vardı.”
Maznunlar (sanıklar) tekrar yargılanmak üzere trenle Ankara’ya götürüldüler. Ankara’da hapishaneye sevk edilirken yanında bulunan Tahir-ül Mevlevi ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş: “Atıf efendi ile aynı otomobile tesadüf etmiştik. “Geçmiş olsun” dedim. “Evet, kefeni yırttık. Bereket versin ki, Muharrem(Giresun’da Şapka olaylarının elebaşı olduğu iddiası ile asılan şahıs) ile tanışmıyordum” cevabını verdi.
İSTİKLAL MAHKEMELERİ
İstiklal mahkemeleri yargılamaları bana Karakuşi mahkeme fıkrasını hatırlatır: “Bir hırsız Kadı Karakuş’a gelir ve hırsızlık için girdiği evin sahibini şikâyet eder: “Kadı Efendi, evin penceresi çürükmüş; kaçarken düştüm ve kolum kırıldı” der. Ev sahibi, “pencereyi ben yapmadım, marangoz yaptı” diyerek, işin içinden sıyrılır. Marangoz, “pencereyi takarken, gözüme falanca kadının elbisesi ilişmişti” der. Kadın, elbiseyi boyayanı suçlar. Boyacı herhangi bir mazeret bulamayınca, Karakuş boyacının idamına karar verir. Ne var ki, boyacının boyu idam sehpasından uzun olduğu için yerine daha kısa boylu bir boyacı bulunur ve hüküm infaz edilir.”
Sadece şu husus bile İstiklal mahkemelerinin yargılamasının ne kadar gülünç olduğuna yeter; Ankara İstiklal mahkemesi azalarından sadece Rize mebusu Ali bey ile, savcı Necip Ali bey hukuk öğrenimi görmüştü. Reis Kel Ali(Çetinkaya) ve diğer azalar Kılıç Ali ile Reşid Galip beyler asker kökenli idiler.
Zaten bunun çok da önemi yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun “Milli Mücadele Anıları” adlı eserindeki İstiklal mahkemeleri hakkındaki şu ifadesi çok şeyi açıklıyor: “Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer diktatördü.”
Uğur Mumcu bu durumu sanki meşru gösterme gayreti içindedir: “Devrim bir şiddet olayıdır! Devrim, şiddet ile gelir…her devrim idam sehpalarıyla, giyotinlerle ile başlar; sonra evrim sürecine dönüşüp barışçı yöntemlerle gelişir. Hangi devrim kansız yapılmıştır? Hangi devrim toplumsal gerilimler yaşatmamıştır? Ve hangi devrim Cavit beyin haksız yere asılması gibi adaletsizliklere ve haksızlıklara yol açmamıştır?”
İstiklal mahkemeleri zabıtlarını incelediğimizde mahkemelerin hiç de Prof. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında anlattığı gibi pembe bir çizgide olmadığı görünecektir. Misal olarak, mahkeme heyetinin maznunlara hitap tarzına birkaç numune verelim:
“…İnkar filan edeyim deme! Temyizsiz (Yargıtaysız) , istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.”
“Hocam ruhun karanlık.”
“Anlaşılıyor ki, İstiklal mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lazım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan sonra hemen hükmü vermeli.”
Mehmed Akif’in damadı aslen Mısır’lı Ömer Rıza Doğrul’a: “Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz.”
“Bu Gürcülüğü, Araplığı, Çerkezliği ruhunuzdan ne vakit çıkaracaksınız bilmiyorum ki? Türkiye’de doğar, Türkiye’de büyür, burada yer, içersiniz. Niye yok Gürcüyüm, Çerkezim bilmem neyim dersiniz?”
İşte mahkemeyi yürüten heyetin fikir seviyesi… Bize şairin dediği gibi şöyle dua etmekten başka bir şey kalmıyor: “Kalmasın Allahım dünyada bir hakikat nihan (gizli – sır).”
MAHKEME SAFAHATI (safhaları)
Atıf efendi mahkemenin beraat vereceğinden ümitlidir. Zira bir suç bulunamamaktadır. Mahkemeye getirildikleri bir gün kendisiyle görüşebilen dostu Tahir ül Mevlevi bu durumu şöyle anlatmaktadır. “Burada Atıf efendi ile bir parça konuşabildim. Teali-i İslam Cemiyetinin Anadolu’ya hiçbir beyanname göndermemiş olduğuna dair Vakit gazete ile yapılan ilanın para kesesinde gizlediği maktuasını (makbuzunu) mahkemeye gösterdiğini, beyanname cürmünden (suçundan) cemiyetin beri (uzak) olduğuna dair olduğuna dair heyete kanaat geldiğini, şapka risalesini kanunun neşrinden bir buçuk sene evvel tab’ettirmiş (yayınlattırmış9 olduğunu, ikinci defa basılmak şöyle dursun, ilk tabının tamamıyla satılmadığını ispat eylediğini haber verdi.
-Sonunu nasıl görüyorsun? diye sordum.
-“Cürüm bulunmadı ki ceza verilsin. Tabii beraat umuyorum” dedi. Birkaç gün münferit (hücre) koğuşuna konulmuşken oradan çıkarılıp 8. koğuşa getirilmiş olmasını da beraatine delil saydığını söyledi.
-Benim için ne düşünüyorsun? dedim.
-Ben Şapka risalesini yazmışken beraat ümidini beslersem, sen onu hakk-ı sarihin (kurtarıcı) bilmelisin” cevabını verdi.
-İnşallah öyle olur mukabelesinde bulundum.
Hoca hakikaten kurtulacağımıza ümid veriyor, bizim mahkemeye verilişimizin vehimden ileri geldiğine, biraz da o vehmi İstanbul polis idaresinin körüklediğine kani bulunuyordu.”
Hocaefendi’nin bu ümidi maalesef doğru değildi. Mahkeme bir suç bulabilmek için adeta yırtınıyordu. İşte mahkemeden bir sahne:
Atıf Hoca: “Belgeyi arz ediyorum.Vakit gazetesinin 1034. nüshasında tekzibnamem (tekzip – yalanlama) duruyor. Şimdi bu durup dururken, bendenize vesika (evrak) sormak bilmem nasıl olur?
-Sen bu tekzipnameyi (ancak bir gizli maksat için yaparsın.
-Ne maksadı beyefendi?
-Çünkü gördünüz ki, bunlar Yunan tayyareleriyle (uçak) atıldı ve aksi tesir yaptı. Anadolu halkı Milli mücadeleye daha fazla destek vermiştir. Siz de bu kötü durumdan kurtulmak için bunu yaptınız.
-Eğer öyle olsa idi, onlarla beraber olurdum, cemiyete devam ederdim. Halbuki devam etmedim. Bu da bir delildir. Eğer bu düşünceniz akla gelebilirdi.
-Sus! Bizi çileden çıkarma! Hürriyet ve İtilaftan ve Mustafa Sabri’den destek alarak bu cemiyeti kurduğun buradan belli oluyor. Sen hala onlardan ayrıyım diyorsun. Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın.”
Mahkeme Hocaefendi karşısında aciz kalmış bu da onları iyice asabileştirmiştir. İşte bir başka numune:
Atıf Hoca: Beyefendi bendeniz zat-ı âlinize (size) resmi belge sundum ve Ferid Paşa hükümetini karşı kalemimle mücadele ettiğimi açıkça ispat ettim.
-Ne ile ispat ettin? Sıkılmıyor musun, bunu nasıl söylüyorsun? Biz senin söylediğin sözlere inandık mı? İnanmak mecburiyetinde miyiz?
Atıf Hoca: -Vakit gazetesinin 1134. nüshasında ki tekzibi kim yazdı?
-Ben de sana cevap verdim, bunu din perdesi altında kötülüklerinize daha fazla devam etmek için yaptınız.
-Beyefendi ben deli olmalıyım ki, kendi yaptığım işleri kendim yalanlayayım.
-Cemiyet namına rol yapıyorsunuz. Sana sorarım. Tüzüğünüzde vatan müdafaasına, mücadeleye dair ufak bir madde, bir fıkra göster.
-Beyefendi bu bir hayır cemiyetidir.
-Sus, sus bir parça utan. Saçın, sakalın ağarmış utanmak nedir zerre kadar bilmiyorsun”
Mahkemeye dair bazı hatıralar da şöyle; O sıralar adi bir suçtan Ankara İstiklal mahkemesine verilen bir zat bir mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyor: “Atıf hocayı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hocaya: “Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver” dediler. Fakat Atıf hoca: “Hayır” dedi.
Bolu’lu Nizamettin Saraç bey anlatıyor: “Zannedersem 1926 veya 27 seneleriydi. O sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç olmama rağmen İstiklal mahkemelerini takip için verilen vesikalardan birini elde etmiştim. ununla imkan buldukça celseleri (duruşmaları) takip ediyordum. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hocanın muhakemesinde de bulundum. Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla hocaya dönerek: “Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!” dedi.
Hoca sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla: “Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi) olmadığına dair bir risale yazmıştım.”dedi. Kel Ali: “Şimdi ne yapıyorsun?” diye sordu. Hoca: “Kanunlara itaat ediyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: “Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir” deyince hoca sükunetle: “Evet biliyorum, ancak hey’et-i hakimin (hakim heyetinin) arkasındaki bayrak da bezdir, lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız.” karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. “Ne diyorsun ?”diye bağırdı. Hoca:“Şapka bir alamettir, adet ile alamet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.” dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.”
Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi 10 senelik sürgün(kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Normalde mahkemelerdeki bir anane olarak, hakimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler, ya aynını yada daha azını verirlerdi. Burada da durum öyle olacağını gösteriyordu. Ama bu hüküm ertesi gün ne hikmetse, Atıf efendi hakkında değiştirilecekti.
Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi) .
ATIF HOCA’NIN RÜYASI
Bu meseleyi yazmak bana en zor gelen kısmı oldu bu çalışmanın. Zira, senelerdir insanların kabul ettikleri bir meselenin aksini savunmak kolay bir şey değil…İnsanlar ve özelde bizim halkımız sevdikleri kimseleri oldukları gibi sevemiyorlar nedense. Hele o zat bir kanaat önderi, bir irşad eri, bir yol göstericiyse…Hayali bir takım makamlar, usturevi hadiseler, rüyalar ile o şahsı sevmek daha cazip geliyor bize…
Türkiye’de bir çok konuda olduğu gibi, İskilipli Atıf hocayı da ilk defa maşeri vicdanda (kamuoyu) seslendiren o enfes üslubuyla merhum Necip Fazıl oldu. Çoğumuz Atıf hocayı onun “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinden tanıdı. Kendisine bir kere daha Rahmet diliyoruz. Tabii, Üstad zaman ve şartlar gereği bir çok mesele de olduğu gibi bu konuda da derin araştırma imkanını bulamadı. Daha çok kulaktan duydukları ile yetindi. Bu kitabını eleştirel bir gözle takip edenler bana hak vereceklerdir. Bir küçük misal vermek gerekirse; Din Mazlumlarında, Atıf Hocanın 1926 yılının bir sonbaharında evinden alındığı yazılıdır. Halbuki Atıf efendinin idamı zaten 4 Şubat 1926’dır.
Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise de, Atıf efendi’nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Resulullah’ı(SAV) görmesi, Kainatın Fahrinin(ASM)(Alemin övüncü) : “Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?” buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir. Necip Fazıl bunu parlak ifadelerle kitabında anlatmış, çoğumuzda bunu gözyaşları içersinde okumuşuzdur.
Elbette böyle bir rüyayı Atıf Hocanın görmüş olması çok güzeldir. Ama görmemiş olsa da bir şey fark etmez. Biz, onun, ağuşunu (kucağını) açıp kendisini bekleyen Peygamberimize kavuştuğuna, mazlumen şehid olduğuna yürekten inanıyoruz. Ama tarihi gerçekler böyle bir rüya hadisesinin olmadığına bizi itiyor gibi. Şimdi delillerimizi sıralayalım;
1-Bu hadisede Atıf efendinin yanında olduğu iddia edilen Tahir-ül Mevlevi Ankara’da hiçbir zaman Atıf hoca ile aynı koğuşu paylaşmadı.
2-Atıf efendinin böyle bir rüya gördüğüne dair Tahir-ül Mevlevi’nin hatıratında hiçbir şey yok.
3-Tahir-ül Mevlevi’nin de belirttiği gibi, Atıf efendi uzunca bir müdafaa yazmış ve bu, mahkemede okunmuştur. Aşağıdaki kısımda bunu görebileceksiniz. Aslında son gün müdafaa yapmayan müftü Ali Rıza efendidir. (ayrıca bak: Ankara İstiklal mahkemesi Zabıtları-s: 280-281)
Tabii bir çok kaynakta bu rüya meselesinin anlatılması, hatta filimde yer alması da çok bir şey ifade etmiyor. Zira hepsinin kaynağı Necip Fazıl’ın aynı eseridir.
MAHKEMENİN SON GÜNÜ
Tahir-ül Mevlevi Atıf Hocanın mahkemede son gününü şöyle anlatıyordu: “Atıf efendi metin görünüyordu. Suud beyin söylediğine göre gece sabaha kadar oturmuş, 8-10 tane eser-i cedid ( Eskiden imâl edilen kâğıt cinslerinden birinin adı) kağıdını doldurmak suretiyle bir müdafaanâme (savunma) yazmıştı. Yazılmışını görmediğim ve mealini (anlamını) öğrenemediğim o müdafaanâmenin kıraati (okunması) epeyce uzun sürmüştü ki, o mahkemede okunurken biz merdiven altında bekliyor, mahpesimizin (hapsedilen yer) kapısı kapalı olduğu için de okunan şeyi işitemiyorduk. Ali Rıza efendi müdafaanâme yazmamış, verilecek hükme razı olduğunu söylemiş. Atıf efendi müdafaanâmesini bizzat okumuş ve hitamında (bitişinde) Reis beye tevdi etmiş (vermişti) .”
Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne olan tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin Başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.”
ŞEHADETİ
4 Şubat 1926 Perşembe … Sabahın ilk saatleri… Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan çarşısı…Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi kelime-i şehadetle bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair”( bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet eylesin. (Amin) ..
Ali Tahmilci bey, Hocaefendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan Tahmilci beyin anlattıklarını şöyle naklediyor:
“Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey belli olmuştur. Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş. Derken, sıra merhuma gelmiş. “İskilipli Mehmed Atıf” diye bağırmış bir görevli. Hoca metin ve mütevekkil… Ağır adımlarla, vakar içinde, dualar mırıldanarak yürümüş sehpaya.”
O gece hanımının gördüğü rüya şöyledir: “Bahçemizde kızı ile birlikte dikmiş olduğu çam ağacının dibinde hoca abdest almakla meşguldü. Kızı Melahat ona su döküyordu. Abdestini aldıktan sonra doğrulan hoca bize; “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu…
Nuri Saraç bey Atıf efendinin mübarek nâşını idamının ertesi günü görenlerden: “Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği günün ertesi günü onu asılmış vaziyette eski Meclis’in avlusunda, iri yarı gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi sallanıyordu.”
Onu İdam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Mahkemeden beraat alan Tahir bey o gün Ankara’da kaldığı otelde geceyi üzüntü ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı çıktığında eski Meclis binasının önüne gelince ciğer parçalayan manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi kaleminden takip edelim:
“Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan (yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve hala görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor, o refi (yüksek) vaziyetiyle merhum hayatındaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan) gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:
“Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat Le-hakkun ente ikdü’l mucizat”
(Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”
Cevdet Soydanses bey de şunları ifade etmekte; “Atıf hocaya İttihatçılar da düşmandı. Sanırım idamında İttihatçıların bu eski kininin rolü de olmuştur. İdam edileceği sırada başında sarığı varmış. Kılıç Ali de orada…Kılıç Ali ağır bir söz sarf etmiş ve “Alın şu herifin başından sarığı” demiş. “Son sözün ne?” diye sorduklarında, sadece “kelime-i şehadet” getirmiş… Atıf hocayı astıklarında kimsenin sesi çıkmadı. Diyanet işlerinde çok yakın arkadaşları vardı. Onlar da sustu. Kimse konuşamadı.”
Nasıl konuşacaklardı ki?…Bu ölümü göze alabilmek demekti. Ama o günden beri müminlerin vicdanında bir sızı olarak kaldı Atıf efendi. Onu her anışımızda içimiz burkuldu, gözlerimiz doldu…Ona bu muameleyi reva görenleri Rabbimize havale ettik…
A.Hamdi Ertekin bey anlatıyor: “Ömer Yüce’nin merhum babası, Atıf hocanın yanında okumuştu. Bir gün Ömer efendiye babasının Atıf hocanın idamıyla ilgili kendisine anlattığı bir şeylerin olup olmadığını sorduğumda şu cevabı vermişti: “O konu açıldığı zaman babamı bir ağlama tutar ve konuşamazdı.”
Bediüzzaman hazretlerinin talebelerinden Mustafa Sungur da 1.06.2003’te kendisini ziyaretimizde şu hatırayı anlatmıştı: “Büyük Doğu’ da neşredilen, İskilipli Atıf hoca’ nın başına gelenleri anlatan yazıyı Üstad’a okuyordum. Bir ara baktım, Üstad gözlerini siliyordu.”
Son olarak Atıf efendinin ders arkadaşı Şeyh Ali Haydar efendinin bir sözünü nakledelim. Emin Saraç Hoca şöyle diyor: “Ali Haydar efendi Atıf efendi ile birlikte 6 ay Ankara’da hapiste kalmış. Ne sıkıntılar çekildiğini anlatır, bir taraftan da elini dizine vurarak; “Atıf efendi kardeşimiz kazandı” derdi.
Bu arada bir şeyi de hatırlatalım; Mahkeme zabıtlarını okuduğumuzda, bazı kimselerin, Atıf hocadan beri olduklarını, tasvip etmediklerini “Bu adam bütün tarikatlara karşıdır, ben ise Halidi tarikatındanım” demeleri gibi ifadelerini okuyup, o zatlar hakkında suizanna düşmeyelim… O şartları göz önüne getirelim… Hocaefendinin en yakın arkadaşlarından Tahir-ül Mevlevi bile, beraatı sonrası Kılıç Ali beyle görüştüğünde, Ali beyin;
-Tahir Bey! Atıf Hocanın idamı hakkında ne dersin? demesi üzerine
-Ne diyeyim efendim. Cürmü varmış ki, cezasını gördü” deme zorunda kalmıştır.
İDAM SONRASI AİLESİ
Acaba Hocaefendinin şehadetinden sonra ailesi ne oldu? Atıf Efendinin yeğenlerinden Bahaddin İmal bey bu konuda şunları anlatıyor: “Tarihini pek hatırlamıyorum. Hatırımda kaldığı kadarıyla, Zahide hanımla,(eşi) Melahat hala(kızı) dayımın idamından sonra İstanbul’dan buraya(İskilip) geldiler. Köyde az bir müddet kaldılar. Burada kaldıkları müddet zarfında Zahide hanım köydeki hanımlara Kur’an okuttu. Yanlarında Zahide hanımın kız kardeşinin oğlu da vardı, Semih adında. Köydeki şartlara intibak edemediklerinden tekrar İstanbul’a döndüler. İstanbul’da ne kadar kaldıklarını tam bilemiyorum. Fakat 1960’lara doğru tekrar köye döndüler. Zahide hanım bu gelişlerinde “Kızım, ben bir daha İstanbul’a dönemeyeceğim. Kendin için ise kararını kendin ver” demiş.
“Kelebekler Sonsuza Uçar” adlı filmde de gördüğümüz gibi, Melahat hanım da İskilip’te kalmış. 1989-90’larda 75-80 yaşlarında olan Melahat hanım, babasının bir gece karanlık ruhlu adamlar tarafından evinden götürülmesi ile akli dengesinde hep gelgitler yaşamış. “Bu halim doğuştan değil. Polislerin babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri bende büyük bir korku meydana getirdi. Onu bir daha hiç görememem ise, beni yalnızlığa mahkum etti. Bu hal yaşadıklarımın eseri” demiş Bahaddin İmal beye…
Araştırmacı-yazar Hüseyin Yılmaz bey bütün ısrarlarına rağmen görüşememiş bu dertli hanımla. “Babam ölmedi, yaşıyor, gidin kendisi ile görüşün” diyormuş Melahat hanım…İnşallah şimdi, dünyada tadamadıkları rahatı yaşıyorlardır Atıf hoca ve ailesi…
Atıf hocaya uygulanan zulüm akrabalarına da teşmil edilmiştir (yaygınlaştırılmış) . Eskişehir’de Üstad Bediüzzaman hazretlerini evinde misafir eden ve el’an (şimdi) hayatta olan bir zat, bir sohbetimizde 1950’li yıllarda Eskişehir’de İskilipli Atıf efendinin bir yakını ile tanıştığını anlatmıştı. Abdülmecit efendi isimli bu zatın tırnaklarının hiçbiri yokmuş. Sebebi mi?… Atıf Hoca hakkındaki soruşturma sırasında kaybetmiş hepsini…
MEZARI NEREDE?
Bu meselede maalesef dramın bir başka parçası…Eskiden beri Atıf hocanın mezarı nerededir diye düşünürdüm. Meğer belli değilmiş… Emekli astsubay Hasan Sureykan şunları söylüyor bu konuda: “Merhumun mezarını araştıracak oldum. Fakat bulmak ne mümkün? Dikimevinden Mamak’a giderken yaklaşık bir kilometre ilerde, sağ tarafta askeri bir mezarlık var. Bu mezarlığın karşısında şimdi bir park var, bir zamanlar mezarlıktı. Merhum Atıf Hocanın mezarı da bu mezarlıkta idi. Buradaki kabirler 1954 senesinde yakınları tarafından Gülveren’de yapılan Asri mezarlığa nakledilmişler. Atıf hocanın yakınları sahip çıkmamışlar. Bu durumda mezarın bu parkta kaldığını ve park çalışmalarıyla ortadan kalktığını sanıyorum.”
Tesellimiz Hz. Mevlana’nın şu sözlerindedir:
“Biz öldükten sonra kabrimizi arama. Bizim mezarımız Ariflerin gönüllerindedir.”
ESERLERİ
1- Mirat-ül İslam
2- İslam Yolu
3- İslam Çığırı
4- Din-i İslam’da Men-i Müskirat
5- Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyye
6- Tesettür-ü Şer’i
7- Muayenet üt Talebe
8- Medeniyyet-i Şeriyye
9- Frenk Mukallitliği ve Şapka
-KAYNAKLAR-
1- Son Devrin Osmanlı uleması- Cilt:3- Sadık Albayrak- Milli Gazete yayınları- İst-1980
2- İslam Ansiklopedisi- Cilt-22- İfav yayınları
3- İnkılap Kurbanları- Hüseyin Yılmaz- Timaş yayınları- İst-1991
4- Türk Basınında Mustafa Kemal Atatürk- Gazeteciler Cemiyeti yayınları-İst:1981
5- Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi-Cilt:2- İsmail Kara- Risale yayınları- İst:1986
6- Sahabeden Günümüze Allah Dostları-10. cilt- Şule yayınları-
7- http:// www.patara.kolayweb.com
8- http://www.ulumulhikmekoeln.de/iskilipatif.htm
9- Son Devrin Din Mazlumları- Necip Fazıl Kısakürek- Büyük Doğu yayınları-İst-2000
10- Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları(1926)- Hazırlayan: Ahmed Nedim- İşaretyayınları- İst:1993
11- Matbuat Alemindeki Hayatım Ve İstiklal Mahkemeleri-Tahir-ül Mevlevi-Nehir yayınları- İst-1991
12- Altınoluk Dergisi- Nisan 1988-Sayı:26 (Emin Saraç’la Röportaj)
13- Fasıldan Fasıla-1-M. Fethullah Gülen - Nil yayınları
14- Şualar- Bediüzzaman Said Nursi - (12. Şua)- Envar Neşriyat - İst:1995
15- Gazi Paşa’ya Suikast- Uğur Mumcu-Tekin Yayınevi - İst - 1993
16- İ.Atıf Hoca Niçin İdam edildi? - Alem yayıncılık-
17- Yakın Tarih ansiklopedisi - 5. cilt-Akit Gazetesi neşriyatı

26 Ocak 2012 Perşembe

İÇİŞLERİ BAKANLIĞI İL PLANLAMA UZMAN YARDIMCISI 40 PERSONEL ALACAK

T.C
İÇİŞLERİ BAKANLIĞI
İL PLANLAMA UZMAN YARDIMCILIĞI
GİRİŞ (SÖZLÜ) SINAV DUYURUSU

     İçişleri Bakanlığı taşra teşkilatında Genel İdare Hizmetleri Sınıfından boş bulunan 40 adet İl Planlama Uzman Yardımcı; kadrolarına giriş (sözlü) sınavı ile eleman alınacaktır.


BAŞVURU ŞARTLARI
1- 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 48 inci maddesinin (A) fıkrasında sayılan şartları taşımak,
2- Ekonomi. Maliye. Hukuk, İdari Bilimler. İşletme ve İstatistik alanlarında dört yıl süreli fakülte veya yüksekokullardan veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulu tarafından kabul edilen yurt dışındaki en az dört yıl süreli fakültelerden mezun olmak,
3- Giriş(sözlu) Sınavın yapıldığı tarihte 35 yaşını doldurmamış olmak (06/04/1977 tarihinden sonra doğanlar),
4- ÖSYM tarafından 10-11 Temmuz 2010 ve 09-10 Temmuz 2011 tarihlerinde yapılan "Kamu Personel Seçme Sınavı KPSSP31" bölümünde en az 70 ve üzerinde KPSS puanı almış olmak kaydıyla başvuruda bulunanlardan en yüksek puanlı 160 kişi içerisinde bulunmak (160 ncı aday ile aynı puana sahip diğer adaylar da giriş sınavına alınır).

SINAV BAŞVURU ŞEKLİ VE YERİ
1- Adaylar; Bakanlığımızın (www.icisleri.gov.tr) adresli internet sitesinde yer alan İş Talep Formunu elektronik ortamda doldurarak, 20 - 24 Şubat 2012 tarihleri arasında elektronik ortamda müracaat edeceklerdir.
2- II Planlama Uzman Yardımcısı İş Talep Formu, adaylar tarafından elektronik ortamda hatasız ve eksiksiz doldurularak formun çıktısı alınacaktır.
3- Giriş sınavına katılmaya hak kazanan adaylar, bu ilanda belirtilen ve daha sonra belirlenecek tarihler arasında istenilecek diğer belgeler ile birlikte İş Talep Formu çıktısını imzalayarak ve resim yapıştırılmış olarak ilgili sınav bürosuna teslim edeceklerdir.
4- Adaylar başvuru formuna bir defa giriş yapabileceğinden, başvuru formunu dikkatli doldurmaları gerekmektedir
5- Sistemde başvuru formunu doldurup çıktısını aldıktan sonra hatalı giriş yaptığını fark eden adaylar; bir dilekçe ile Personel Genel Müdürlüğü İşlemler Şube Müdürlüğüne (Faks; 0 312 425 61 30, Tel: 0 312 422 41 60-61) müracaat ederek, yeniden giriş yapabilmek için sistemdeki başvurusunun iptal edilmesini talep edebileceklerdir.
6- İlgili sınav bürosunca, hatalı giriş nedeni ile başvurusunun iptal edilerek, yeniden giriş yapmak isteyen adaylara, 24 Şubat 2012 Cuma günü saat 17:30'a kadar elektronik başvuru formuna yeniden giriş yapabilme imkanı verilecektir. 24 Şubat 2012 Cuma günü saat 16:00'dan sonra adayların düzeltme talepleri işleme alınmayacaktır. Sistemden müracaatlar aynı gün saat 17:30 itibari ile sona erecektir.
7- Müracaatlar tamamlandıktan sonra adayların İş Talep Formundaki beyanları kontrol edilecektir.
8- KPSSP31 başarı puan sıralamasına göre kesin olmayan değerlendirme sonuç listesi 27 Şubat 2012 tarihinde Bakanlığımız (www.icisleri.gov.tr) adresli internet sitesinde ilan edilerek duyurulacaktır.
9- KPSSP31 başarı puan sıralamasına göre ilan edilen kesin olmayan değerlendirme sonuç listesine itirazlar 28 Şubat 2012 tarihinde ilgili sınav kuruluna yazılı olarak, itirazda bulunulan hususun belgelendirilmesi şartı ile kabul edilecektir. 28 Şubat 2012 tarihinden sonra Bakanlığımız evrak kaydına veya faksına iletilen itiraz dilekçeleri işleme alınmayacaktır.
10- Sınav kurulunca itiraz üzerine yeniden yapılan inceleme sonucu, ilgili adaya yazılı olarak bildirilecektir, itiraz üzerine sınav kurulunca verilecek kararlar kesindir.
11- 01 Mart 2012 tarihinde giriş(sözlü) sınavına katılacaklara ait kesin sonuç listesi Bakanlığımız (www.icisleri.gov.tr) adresli ınternet sitesinde ilan edilerek duyurulacaktır.
12- KPSSP31 başarı puan sıralamasına göre ilan edilen boş kadro sayısının dört katı aday(160), 12-16 Mart 2012 tarihleri arasında istenilen belgeleri ilgili sınav bürosuna elden teslim edeceklerdir. İstenilen belgeleri süresi içerisinde ilgili sınav bürosuna teslim etmeyen adaylar giriş(sözlu) sınavına alınmayacak olup, bu adaylar herhangi bir hak talebinde bulunamayacaklardır.
13- Gerçeğe aykırı beyanda bulunanlar il Planlama Uzman Yardımcılığı giriş(sözlü) sınavını kazanmış olsalar dahi sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacak, ataması yapılmış olanların ise atamaları iptal edilecektir. Bu adaylar hakkında. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
14- Müracaatlar; elektronik ortamdaki iş talep formu ile alınacağından, posta ile veya bizzat müracaatlar kabul edilmeyecektir.

SINAVIN ŞEKLİ VE KONULARI
Giriş Sınavı; Ekonomi. Maliye, istatistik, Hukuk, idari Bilimler, Türkçe, inkılap Tarihi ve Yabancı dil konularında sözlü olarak tek aşamada yapılacaktır. Sözlü sınav günü. saati ve yeri Bakanlığımızın www.icisleri.gov.tr adresli internet sitesinde ve sözlü sınava alınacak adayların İş Talep Formunda belirttikleri yazışma adreslerine tebligat yapılarak ayrıca bildirilecektir.

SÖZLÜ SINAV SONUÇLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
Sözlü sınavda adaylara, sınav kurulu başkan ve üyelerinin her biri tarafından ayrı ayrı 100 üzerinden puan verilir. Verilen bu puanların aritmetik ortalaması sözlü sınav notunu teşkil eder. Sözlü sınavda başarılı olabilmek için alınan notun 70'den aşağı olmaması gerekir Sınav kurulu tarafından, adaylar en yüksek puandan başlamak üzere sıralanarak, giriş(sözlü) sınav kesin başarı listesi oluşturulur. 70 ve üzeri puan alan adaylar arasından, kesin başarı puan sıralaması, kadro durumu ve ihtiyaca göre asıl ve yeteri kadar yedek liste düzenlenecektir. Asil olarak sözlü sınavı kazanan adayların atamaları, adayların tercihleri ve başarı sırası esas alınarak Bakanlıkça yapılacaktır.

GİRİŞ SINAV SONUÇLARININ DUYURULMASI
Giriş(sözlu) Sınavını kazananlar, başarı puanı en yüksek olan adaydan başlanmak suretiyle ilanda yer alan boş kadro sayısı kadar asil ve yeteri kadar yedek olmak üzere açıklanır. Başarılı olan adayların listesi, sınav kurulunca Bakanlığın www.icisleri.gov.tr adresli internet sitesinde ve Bakanlığımızın doğu ve batı kapılarında bulunan ilan panolarında asılarak duyurulacaktır.

İÇİŞLERİ BAKANLIĞI
PERSONEL GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

24 Ocak 2012 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER ... İSTİĞFAR, TESBİH, TEHLİL, TEKBİR, TAHMİD VE HAVKALE


HADİS-İ ŞERİFLER
ÜÇÜNCÜ BÂB: DUA YERİNE GEÇEN ZİKİRLER

İKİNCİ FASIL: İSTİĞFAR, TESBİH, TEHLİL, TEKBİR, TAHMİD VE HAVKALE

1. (1880)- Abdullah İbnu Amr İbni'l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki haslet -veya iki hallet-(6) vardır ki onları Müslüman bir kimse (devam üzere) söyleyecek olursa mutlaka cennete girer. Bu iki şey kolaydır. Kim onlarla amel ederse, azdır da... Her (farz) namazdan sonra on kere tesbih (sübhânallah), on kere tahmid (elhamdülillah), on kere tekbir (Allahu ekber) söylemekten ibarettir."
     (Abdullah der ki:) "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bunları söylerken parmaklarıyla saydığını gördüm. Resûlullah devamla buyurdular: "Bunlar beş vakit itibariyle toplam olarak dilde yüzellidir. Mizanda bin beş yüzdür. "İkinci haslet" ise yatağa girince Allah'a yüz kere tesbih, tekbir ve tahmid'de bulunmanızdır. Bu da lisanda yüzdür, mizanda bindir. (Her ikisi toplam iki bin beş yüz eder.)"
______________
(6) Hallet de haslet demektir. Râvî hangi kelimenin kullanıldığında şüphe etmiştir.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerine şöyle bir soru ile devam etti:
"Hanginiz bir günde, gece ve gündüz iki bin beş yüz günah işler?"
"Bunları niye söylemiyelim ey Allah'ın Resûlü?" dediler. Şu cevabı verdi:
"Şeytan, namazda iken her birinize gelir: "Şunu şunu hatırla" der ve namazdan çıkıncaya kadar devam eder. (Bu hatırlatmaların neticesi olarak)  kişi bu tesbihatı terk bile eder. Kişi yatağına girince de şeytan ona gelir (zikir yapmasına imkân vermeden), uyutmaya çalışır ve uyutur da."
[Tirmizî Daavât 25, (3407); Ebû Davud, Edeb 209, (5065); Nesâî, Sehv 90, (3, 74).]

AÇIKLAMA:
1- Bu hadis sübhânallah, elhamdülillah ve Allahü ekber zikirlerinin ehemmiyetini belirtmekte ve bunlara hergün devama teşvik etmektedir.
2- İki hasletin birincisi bu zikirleri, farz namazlardan sonra en az onar kere tekrar etmektir. Farz namaz diye kayıtlıyoruz, zîra rivâyetin bazı vecihlerinde bu kayıt mevcuttur.
İkinci haslet, yatağa girince, uyumazdan önce, tesbih ve tahmidi 33'er kere, tekbiri de 34 kere tekrar etmektir. Ebû Dâvud'un rivâyeti, bu kaydedilen teferruatı ihtivâ eder.
3- Namazlardan sonra yapılan bir günlük tesbihâtın dildeki telâffuz toplamı, 150 (yani 30x50 = 150) olmasına mukabil, kıyamet günü mizanda 1500 olması, her hasenenin -rahmet-i İlâhiye ile - en az on misli katlanacağına binâendir. Zîra âyet-i kerimede: "Kim bir iyilik (hasene) yaparsa ona on katı verilir, bir kötülük yapan ise misliyle cezalandırılır..." (En'am 160) buyurulmuştur.
4- En sonda verilen 2500 rakamı, namazlardan sonra çekilen tesbihlerle -ki 150 idi- yatınca çekilen tesbihlerin -ki 100'dür- toplamı, 250'nin 10'la çarpılmasıyla ede edilmiştir.
Resûlullah gece gündüz içerisinde kim 2500 adet günah işler? diye soruyor. Bu sorunun cevabı: "Bu kadar günah işlenmez..." dir. Öyle ise, sevaplar günahı ortadan kaldırdığına göre tesbihât yoluyla kazanılan 2500 adetlik sevap günahları affettirmiş olacak ve böylece, günahkâr olarak, affedilmemiş günahı kalmış olarak geceleyen kimse kalmayacak demektir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hesabı küçük günah işleyenler hakkındadır. Mesela, ateşin odunu yakıp tükettiği gibi hesanâtı yiyip tüketen gıybet nev'inden büyük günahlar bu hesaba girmez.
Resûlullah (aleyhissalatu vesselâm)'ın hesaplamasını anlamada şu âyeti de hatırlamamız faydalıdır: "Muhakkak ki haseneler (sevaplar) seyyieleri (günahları) giderir" (Hûd 114).
5- Ashabın: "Bunları niye söylemiyelim?" şeklindeki sözlerini söyle anlamalıyız: "Bu kadar büyük neticesi olan 150 kadarcık, miktarı az, söylemesi kolay olan zikri mutlaka yaparız, bunu yapmamıza hiç bir şey engel olamaz." Resûlullah, bunların terki hususunda şeytanın iki oyununa dikkat çekiyor:
a) Namaz sırasında insana yanaşıp dünyevî bir kısım meşguliyetler, câzip, nefsânî meseleler hatırlatarak, bir an evvel onların peşine düşmek üzere tesbihâtı terkettirmek.
b) Yatınca da alelacele uyutmak.
Şu halde mü'min, bu iki tuzağa karşı müteyakkız olacak, namazdan sonra tesbihâtı eksiksiz yapmadan seccâdeden ayrılmayacak, yatınca da aynı zikirleri, belirtilen miktarlarda tekrar etmeden uyumayacak.
6- Hadiste açıklanması gereken son bir nokta, namazdan sonra yapılacak tesbihâtın sayısıdır. Burada tesbih, tahmid ve tekbirin 10'ar kere tekrar edileceği söylenmektedir. Halbuki bâzı başka rivâyetlerde bu rakam her biri 33 diye tesbit edilmiştir. Aradaki farkla ilgili açıklama daha önce geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz. (1813 numaralı hadise bakılabilir.)

2. (1881)- İbnu Ebî Evfa (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Bir adam gelerek- "Ey Allah'ın Resûlü! dedi, ben Kur'an'dan bir parça seçip alamıyorum. Bana kifâyet edecek bir şeyi siz bana öğretseniz!"
"Öyleyse, buyurdu, Sübhânallah velhamdülillah, ve lâilâhe illallah, vallâhu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh. (Allahım seni tenzih ederim, hamdler sana mahsustur. Allah'tan başka ilah yoktur, Allah en büyüktür, güç kuvvet Allah'tandır) de."
"Ey Allah'ın Resûlü! dedi, bu zikir Allah içindir. (O'nu senâdır), kendim için dua olarak ne söyleyeyim?"
"Şöyle dua et: "Allahım bana merhamet et, afiyet ver, hidayet ver, rızık ver!"
Adam (dinleyip, kalkınca) ellerini sıkıp göstererek: "Şöyle (sımsıkı belledim!)" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun üzerine:
"İşte bu adam iki elini de hayırla doldurdu!.." buyurdu."
[Ebû Dâvud, Salât 139, (832); Nesâî, İftitâh 32, (2, 143); Hadis Ebû Dâvud'da tam olarak, Nesâî'de kısmî olarak rivâyet edilmiştir.]

AÇIKLAMA:
1- Ebû Dâvud, bu hadisi "Ümmî ve Acemi Olana Kifâyet Edecek Kıraat Miktarı" adını taşıyan bir bâbta zikreder. Şârihler, Resulullah'a gelerek kifayet edecek miktarı soran kimsenin namazda kifayet edecek kıraat miktarı sorduğunu belirtirler. Nitekim hadisin bir başka vechinde: "Ben Kur'ân'dan hiçbir (parçayı henüz tam ezberlemedim) güzel okuduğum kısım yok" demiştir.
Şu halde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın cevabı, namazda okunabilecek kifâyet miktarı göstermektedir.
Ancak, hadiste cevap olarak gelen zikirler, kıraat olarak yeterli değildir. Bu sebeple ulemâ hadisi şöyle değerlendirirler: "Bu ruhsat bütün zamanlar için muteber olamaz. Zîra bu kelimeleri öğrenmeye muktedir olan bir kimse, şüphesiz Fâtiha sûresini ezberleyebilecektir. Adamın Resulullah'a söylediği sözü, "Şu anda Kur'ân'dan bir şey öğrenmeye kâdir değilim, namaz vakti de girmiş durumda" şeklinde anlamak gerekir." Öyleyse namazı, kendisine söylenen kelimeleri kıraat ederek kılsa bile, namazdan sonra Fâtiha'yı öğrenmesi gerekir. Hattâbî der ki: "Bu meselede asıl olan şudur: Namaz, Fâtiha'sız câiz değildir. Fâtiha'yı okumak onu güzelce okuyabilen kimseye vecîbedir, tam ezberleyememiş olana değil. Bu durumda, bir kimse Fâtiha'yı henüz beceremiyor ve fakat başka sûrelerden becerdiği varsa, ona, becerdiği yerden Fâtiha uzunluğunda yedi âyetlik bir kısım okuması vâcib olur. Fâtiha'dan sonra evlâ olan zikr, Kur'an'dan ona denk olan bir kısımdır. Şâyet ezberleme kapasitesinin yokluğu veya dilinin Arapça'ya dönmemesi veya mâruz kaldığı bir âfet gibi bir sebeple Kur'an'dan bir parçayı ezberleyemeyecek olursa, Kur'an'dan sonra en uygun (evlâ) zikr, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öğretmiş bulunduğu tesbih, tahmid ve tekbirdir. Zîra Efendimiz: "Kelâmullah'tan sonra efdal olan zikir Sübhânallâhi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahu vallahu ekber'dir" buyurmuştur.
2- Adamın, kendisi için Allah'tan ne taleb etmesi gerektiği hususundaki sorusuna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in cevabı, duada istenmesi gereken şeyler hususunda fevkalâde câmî bir mâhiyet taşımakta ve hatta Resûlullah'tan mervî me'sur duaları âdeta özetlemektedir. Hatırda kalması için tekrar kaydediyoruz.
* Allah'ın rahmeti: Günahları terkettirmek, affetmek.
* Afiyet: Dünya ve âhiret âfetlerinden selâmet.
* Hidâyet: İslam'da sebat ve ahkâma uyma.
* Rızık: Yeterli miktarda helal rızık.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın tâliminden sonra, adamın davranışıyla ilgili ibâre çok veciz olduğu için şârihler yorumunda bazı farklılıklara yer vermişlerdir. Biz İbnu Hacer'in anladığı tarzı tercümeye aksettirdik: Yâni adam, Resulullah'ın tâlimatını tam olarak ve sağlam bir şekilde öğrendiğini belirtmek için ellerini uzatıp avuçlarını sıkmış ve kıymetli bir şeyi sımsıkı yakalayan bir kimsenin yaptığı gibi: İşte şöyle! diye gösterip: "Sizin bana söylediğinizi ezberledim ve sımsıkı tutuyorum, artık zâyi etmem, unutmam!" demek istemiştir.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Bu adam iki elini de hayırla doldurdu" demesi, adamın dünya için de, âhiret için de gerekli olan hayırları câmî olan bir duaya imtisalinden kinâyedir. Nitekim bu öğretilen hususların ne kadar câmî şeyler olduğunu az yukarda gösterdik.

3. (1882)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölümünden önce şu duaları çok tekrar ederdi: "Sübhânallahi ve bihamdihi,estağfirullahe ve etûbu ileyh. (Allahım seni hamdinle tesbîh ederim, mağfiretini diler, günahlarıma tevbe ederim.)" Ben kendisinden bunun sebebini sordum. Şu açıklamayı yaptı:
"Rabbim bana bildirdi ki, ben ümmetim hakkında bir alâmet göreceğim. Ben onu görünce Sübhânallâhi ve bihamdihi, estağfirullahe ve etûbu ileyh zikrini artırdım. Bu gördüğüm, İzâ câe nasrullahi ve'lfethu... sûresidir."
[Buhârî, Tefsir, Nasr, Ezân 123, 139; Megâzî 50; Müslim, Salât 220, (484).]

AÇIKLAMA:
1- Cenab-ı Hakk'a: "Hamdinle tesbih ederim" demek, "seni tesbih etmeye şahsen muktedir değilim, bunu kendi gücümle yapamam. Şâyet tesbih ediyorsam bu senin lütfun ve hidâyetinledir" demektir. Yâni, Allah'ı tesbih edebilmenin de Allah tarafından verilen bir nimet olduğunu beyandır. Mazhar olunan nimetin "in'am" yani verilme olduğunu bilmek ve bunu, nimeti verene ifâde etmek, hamd ve şükürdür. Öyle ise Cenâb-ı Hakk'a, "Hamdinle tesbîh ediyorum" demek, tesbih edebilmenin de bir lütf-u İlahî olduğunu beyan olmaktadır.
2-Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı çok tesbih, tahmid ve istiğfâra sevkeden şey, Mekke'nin fethinden sonra, insanların fevc fevc, yani kitleler halinde İslam'a girmesidir. Nitekim Resûlullah'ın zikrettiği Nasr sûresinde, Rabbimiz Resûlüne o alâmeti şöyle haber vermiştir: "(Ey Resulüm), Allah'ın yardımı ve zaferi (feth) gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini hamd ile tesbih et, istiğfar et (bağışlanma dile). Çünkü O tevbeleri dâima kabul edendir" (Nasr 1-3).

16 Ocak 2012 Pazartesi

KELİMELER - KAVRAMLAR ... MÜŞRİK


 KELİMELER - KAVRAMLAR
MÜŞRİK

     "Ortak (şirk) koşan" kimse. Kelimenin kökünü "ortak koştu" manasını taşıyan eşreka mazi fiili meydana getirir. Bu kelime if'âl bâbındandır ve müşrik kelimesi de eşreka fiilinin ismi failidir. İslami istilahta şirk, Allah Teala (c.c.)'ya inanmakla birlikte, kudret ve kuvvette ona denk başka ilahların da var olduğunu kabul etmek demektir.
     Açıktan açığa, hiç bir engel tanımaksızın Allah(c.c.)'a ortak koşan, birkaç ilahın varlığını kabul edenler "zahirî müşrik" olarak isimlendirilirler. Mecusîler gibi. İslâm dininin esaslarını reddeden, "la ilâhe illallah" akidesini kabul etmeyen ve bunları açıkça ilan edenler de "hakiki müşrik" olarak isimlendirilirler. Yahudi ve Hristiyanlar "hakiki müşrik" grubuna dahil olmaktadırlar. Bilindiği gibi "la ilâhe illallah" akidesi, Allah (c.c.)'tan başka ilah olmadığı, O'nun ortağının, eşi ve benzerinin bulunmadığı esasına dayanır. Yahudi ve Hristiyanlar, bu esası kabul etmeyerek Allah (c.c.)'a şirk koşmuşlardır.
     Allah Teâlâ (c.c.), Yahudi ve Hristiyanların bu tutumları hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de; "Yahudiler "Uzeyr Allah'ın oğludur", Hristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha evvel kâfir olanların sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah'tan bulsunlar. Nasıl da uyduruyorlar. Bunlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryemoğlu İsa'yı tanrılar edindiler. Halbuki onlar da ancak bir olan Allah'a ibadet etmelerinden başkasıyla emr olunmâmışlardır. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, bunların eş tutageldikleri her şeyden münezzehtir" buyurmaktadır (et-Tevbe, 9/30-31).
     Allah'a (c.c.), şirk koşmanın küfür olduğu hususunda hiçbir şüphe yoktur. Açıkça anlaşılmaktadır ki Allah(c.c.)'a şirk koşmak O'nun ilahlık sıfatını kabul etmemek demektir. Ve Allah Teala (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de:
     "Ey iman edenler, müşrikler necistir. Onun için bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, Allah dilerse kendi fazlından sizi zenginleştirir. Çünkü Allah gerçek bilicidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir. Kendilerine kitap verilenlerden; ne Allah'a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Rasûlünün haram ettiği şeyleri haram tanımayan, hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, ta boyun eğip itaat ederek cizyeyi verinceye kadar savaşın " (et-Tevbe, 9/28-29) buyurarak, müşriklerin necis olduğuna hükmetmekte ve mü'minlerin müşriklere karşı takınmaları gereken tavrı en anlaşılır şekilde gözler önüne sermektedir.
Bu ayette geçen "müşrik"ten maksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre, putlara tapanlardır. Zira müşrik kelimesi, Allah(c.c.)'tan başkasını ilah kabul ederek, onlara tapan kimseler için kullanılmaktadır. Kitap ehli ise, her ne kadar kâfir olsalar bile, müşrik olarak kabul edilemezler.
     Bazı âlimlere göre ise "müşrik" kelimesi ister putperest, ister kitap ehli olsun, bütün kâfirleri ifade eder. Çünkü Allah Teâlâ (c.c.) "Yahudiler "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler.
"Hristiyanlar da Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dediler..."Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini, Meryem oğlu Mesih'i tanrı edindiler... Allah, koştukları eşlerden münezzehtir" (et-Tevbe, 9/30-31) âyeti lâfızlarında, kitap ehlinin de açıkça şirk koştuklarını beyan etmektedir. Bu âyet-i kerimedeki açıklamalardan hareket edilerek, ikinci görüşün sahih olduğu kabul edilmiştir.
     Şirk, Allah Teâlâ (c.c.)'nın bağışlamayacağı bir günahtır. Zira Allah Teala (c.c.); "Elbette Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimseye bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, çok uzak bir dalâlete düşmüş olur" (en-. Nisa, 4/116) buyurmakta ve mü'min kullarını her türlü şirk günahına karşı ikaz etmektedir.
     Ebu Bekr'e (Nufey) (r.a.)'dan Rasulullah(s.a.s.)'ın şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Rasulullah (s.a.s.) üç defa "büyük günahların en büyüğünü size bildireyim mi?" buyurdu. Ashab, "evet, bildir yâ Rasûlallah" dediler. Rasulullah (s.a.s.) "Allah'a şirk koşmak, anaya babaya eziyet etmektir" buyurdu. Sonra dayanmakta iken doğrulup oturdu. Hemen; "İyi dinleyin, bir de yalan yere şehadettir" buyurdu. Rasulullah bu sözü durmadan tekrar ediyordu. (O derece tekrarladı ki) hattâ biz "keşke sussa" diyorduk. (Sahih-i Buhârî, Tecrîd-i Sarih tercümesi, VIII, 69, Hadis No: 1148).
     Müşriklerin Kâ'be'ye yaklaşmaları yasaktır. Nitekim Kur'ân'da: "Ey iman edenler, müşrikler necistirler. Artık bu yıllarından sonra Mescid-i Harâma yaklaşmasınlar" (et-Tevbe, 9/28) buyurulur. Çünkü müşrikler İslâm'a göre temizliğe dikkat etmezler, gusletmeleri gerektiğinde yapmazlar, esâsen müşrik olmaları nedeniyle manen pistirler; maddi temizliğe ne kadar dikkat etseler de, manevi pislikten kurtulamazlar. Halbuki Mescid-i Harama girmek için maddî ve manevî temizlik şarttır... Müşriklerin Mescid-i Haram'a ibadet maksadıyla girmeleri kesinlikle yasaktır. Ancak bunun dışında, bazı sebeblerle, Mekke'ye ve Mescid-i Haram'a girmelerine -müslümanların gözetimi altında izin olup olmadığı hususunda imamlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir:
a) İmâm Mâlik'e göre, gerek Mescid-i Haram'a gerekse diğer mescidlere kâfirin girmesi yasaktır.
b) İmam Şafiî'ye göre kâfir özellikle Mescid-i Haram'a sokulmaz. Onun için Şafiî mezhebinde, emiru'l-mü'minin Mekke'de olsa ve müşriklerin elçisi gelse, onu Harem dışında karşılar, Hareme sokmaz. Hattâ bir müşrik gizlice Mescid-i Haram'a girse; hastalanıp ölse ve defnedilse; mümkünse, kemikleri çıkarılır.
c) İmam-ı Azâm'a göre ise, bunlara Mescid-i Haram'da Hac ve Umre yasaklanır. Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar demek, Hac ve Umreye gelmesinler demektir. Diğer mescidlere ve Hac dışında diğer maksatlarla geldiklerinde, müşriklere bazı şartlarla izin verilebilir. Nitekim Rasûlüllah, Mescid-i Nebevi'de, Sakif ve Necran kabilelerinin heyetlerini kabul etmiştir (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, III, s. 2502).
     İslâm inancına göre müşriklere ve müşrik ataya mağfiret dilenmez. Kur'an'da şöyle buyrulur: "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz"(et-Tevbe, 9/113). Çünkü en önemli mesele inançtır. İslâm'ın hareket metodu ve temel kaidesi yalnız inanç bağı çevresinde toplanma temeline dayanır. Kâfirler ve müşrikler ise cehennemliktirler. Onun için bir mü'minin cehennemlik bir müşrike mağfiret isteğinde bulunması doğru değildir. Ebu Hüreyre'nin rivayet ettiği bir hadiste de, Hz. İbrahim (a.s.)'ın kıyamette babası için mağfiret talebinde bulunması üzerine, Cenab-ı Hakkın: "Ya İbrahim, Ben Cenneti kâfirlere haram kıldım" buyuracağı hikâye edilmektedir (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, s. 109; Ayrıca bk. Mümtehine, 60/4).

     Müşriklere Benzeme
     İslâm her bakımdan diğer dinlerden farklı ve kendine has özellikleri olan bir din olduğu için; bağlılarının şahsiyet sahibi kimseler olarak yaşamalarını ister ve onların başka din mensuplarını taklid etmelerini, onların uydusu olmalarını yasaklar. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "Her kim bir topluma benzemeye çalışırsa, o benzemeye çalıştığı toplumdandır" (Ebu Davud, Feyzu'l-Kadir, Hadis No: 8593) buyurur. Hadis yorumcusu Abdurrauf Münavi bu hadisi şöyle açıklar: "Kişi, içiyle dışıyla onları tasvib eder, onların gelenek ve göreneklerini benimser, onlara ait işlerle tanınır, onları yapar, kılık kıyafet ve benzeri işlerde onlarla bütünleşir, onlarla iç içe yaşarsa; onlardan sayılır. Onların düzenlerinin üstünlüklerini kabullenmek onlara benzemektir. Kişi beğendiği, takdir ettiği kimseyi taklid eder, ona uyar, uymaya çalışır."
     İslâm dini ise Yahudilik, Hristiyanlık dahil İslâm dışı bütün düzenlere benzemeyi reddeder. Hattâ Hz. Peygamber açık bir şer ve zarar görülmeyen hususlarda bile onlara benzememeği emir buyurmuşlardır: "Müşriklere (her hal ve hareketinizde) muhalefet ediniz (ve benzemeyiniz). Sakallarınızı bırakınız, bıyıklarınızı kesiniz " (Tecrid-i Sarih Tercemesi, XII, s. 110-111).

     Müşrik Çocukları
     Müşriklerin çocukları, âhirette nereye gideceklerdir"? Cennete mi, Cehenneme mi? Bu konu İslâm bilginleri arasında tartışma konusu olmuştur. Bu görüşler üç noktada toplanabilir:
1- Müşrik Çocukları babalarına tabidir.
2- Müşrik Çocuklarının cennetlik veya cehennemlik oldukları hakkında birşey söylenemez.
3- Müşrik Çocukları cennetliktir.
     Geniş araştırma ve tetkik sahibi İslâm bilginlerine göre, aklı olmayan ve bülûğ çağına erişmeyen çocuklar (müslüman olsunlar-müşrik olsunlar) cennetliktirler. Bunlar "Biz hiç bir akıllı toplumu peygamber göndermedikçe azab etmeyiz" (el-İsra, 17/15) ayetini delil gösterirler.
     Peygamber Efendimiz de bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: "Hz. Âişe anlatır: "Hz. Hatice (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.s)'e müşrik çocuklarının durumunu sordu. Rasulullah; "Babalarıyla beraberdir" buyurdu. Sonra bir kere daha sordu: "Allah'u Teâlâ, nasıl yaşayıp nasıl öleceklerini bilir" cevabını verdi. Sonra üçüncü bir defa daha, İslâm kuvvet kazanmaya başlarken sordu. Bu esnâda; "Yüklü bir kimse, başkasının yükünü yüklenemez; hiç bir günahkâr başkasının günahından dolayı sorguya çekilmez" (el-Fatır, 35/18) âyeti nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber de; "Müşriklerin çocukları İslâm yaratılışındadır (yahut cennettedir) diye cevap verdi..." (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IV, s. 593).
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Yalçın ÇETİNKAYA

17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Turu

Gönül Erleri 17-18-19 Mayıs Hafta Sonu İstanbul & Kapadokya Tur      Gezilecek Yerler: Tuz Gölü Ihlara Vadisi (4 km trekking turu) Avano...