19 Mart 2012 Pazartesi

HADİS-İ ŞERİFLER ... NİFAK

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
N İ F A K
1. (5765)- İbnu Amr İbni'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
     "Dört haslet vardır; kimde bu hasletler bulunursa o kimse halis münafıktır. Kimde de bunlardan biri bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendinde nifaktan bir haslet var demektir: Emanet edilince hıyanet eder, konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet edince haddi aşar."
[Buharî, İman 24, Mezalim 17, Cizye 17; Müslim, İman 106, (58); Ebu Davud, Sünnet 16, (4688); Tirmizî, İman 14, (2634); Nesâî, İman 20, (8, 116).]

     AÇIKLAMA:
     Nifak, bâtının zâhire muhalefetidir. Eğer bu, imanî itikadda olursa buna nifaku'l-küfr denir, eğer inanç esaslarına müteallik olmazsa buna  nifaku'l-amel denir, buna bizzat yapmak da girer, terk de girer. Nifakın pek çok mertebeleri, dereceleri vardır. Esasen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada nifaka giren bütün  vasıfları  saymış değildir. Başlıcalarına dikkat çekmiştir. Nitekim bir başka rivayette nifakın dört değil üç alâmeti olduğu  söylenir: "Konuşunca yalan söyler, söz verince döner, itimad edilince  ihanet eder." Hatta bu sonuncu vechin izahında alimler: "Bu üç hasleti zikrederek diğer hasletlere bir uyarıda bulunmuştur"  derler ve şu açıklamayı yaparlar: "Diyanetin aslı üç esasa inhisar eder: Kavl (söz), fiil (iş), ve niyet. Aleyhissalâtu vesselâm kizb ile kavlin fesadına, hıyanetle fiilin  fesadına, verdiği sözden dönme (hulf) ile de niyetin fesadına uyarıda bulunmuştur."
     Nevevî der ki: "Ulemadan bir kısmı, zikri geçen hasletler bazan, tekfir edilemeyeceği hususunda herkesin icma ettiği, Müslümanlarda da bulunduğu için, bu hadisi müşkil bulmuştur. Aslında hadis müşkil değildir, bilakis manası da sahihtir. Muhakkik alimlerimiz derler ki: "Bu hadisin manası şudur: "Sayılan bu hasletler nifaktırlar. Bu hasletleri taşıyanlar, bu vasıflarda münafıklara benzerler ve onların ahlaklarıyla ahlaklanmışlardır."
     İbnu Hacer, Nevevî'nin bu açıklamasını daha da açar: "Derim ki: "Bu cevaptan çıkan netice, hadisteki münafık tesmiyesinin mecaza hamlidir, yani "Bu hasletleri taşıyan kimse  münafık gibidir" demektir. Bu yorum da "nifak"tan kastedilen şeyin "nifaku'l-küfr" olmasına  binaendir. Nitekim, mezkur işkale cevap olarak şu açıklama da getirilmiştir: "Hadiste geçen "nifak"tan murad  nifaku'l-ameldir. Bunu, daha önce de belirttik. Bu açıklama Kurtubî'nin de hoşuna gitmiş, hatta Hz. Ömer'den gelen şu rivayetle buna delil de getirmiştir. Hz. Ömer, Huzeyfe (radıyallahu anhümâ)'ye; "Bende nifaktan bir şey biliyor musun?" demiştir. Hz. Ömer burada nifaku'lküfrü kastetmiş değildir, bilakis nifaku'l-ameli kastetmiştir.
     Bazı alimler, "hadiste mezkur sıfatlara nifak denmesi, o hasletleri irtikab etmeye karşı korkutma ve sakındırma maksadını güder, zahir, kastedilenden farklıdır" demiştir. Bu açıklamayı da Hattâbî beğenmiştir. Hattâbî şu ihtimale de yer verir: "Bu sıfatla muttasıf olan kimse, o haslete iyice alışmış ve kendisinde sabit bir yol, değişmez bir huy halini almış olan kimsedir." Bu tahminini hadiste geçen إِذَا  edatıyla delillendirir. "Bu edat hangi fiilin başına getirilirse, onun tekerrürünü ifade eder" der.
     Bazı alimler de: "Hadisteki nifak ıtlakı, o hasletlerin galebe çalması sebebiyle onları mühimsemeyen, hafife alan kimseye aittir" demiştir. "Çünkü, derler, kimin hali bu olursa umumiyetle o kimsenin itikadı da bozuk olur.
     Bazıları bir başka nokta-i nazardan hadisi değerlendirmiştir. Bunlara göre, münafık kelimesinin başındaki eliflam, "ahd" içindir. Yani münafıkla kastedilen  belli muayyen bir şahıs vardır veya Resulullah devrindeki münafıklar hakkındadır. Bu görüş sahiplerinin verdikleri örnekler hep zayıf hadislere dayanır."
     Özetleyerek aldığımız bu yorumları kaydeden İbnu Hacer yapılan bu açıklamalar arasında Kurtubî'nin  hoşuna giden te'vilin en güzel te'vil olduğunu söyler.

2. (5766)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Nifak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde vardı. Şimdi ise, imandan sonra küfür vardır." [Buhârî , Fiten 21.]

     AÇIKLAMA:
     Burada Huzeyfe İbnu'l-Yeman (radıyallahu anh) ne demek istemiştir? Bunun izahında farklı  yorumlar ileri sürülmüştür:
* İbnu't-Tin der ki: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde münafıklar, dilleriyle inanıyorlar, kalpleriyle inanmıyorlardı. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra gelenler İslam içinde ve İslam fıtratı üzere doğdular. Öyleyse onlardan kim küfre düşerse mürteddir. Bu sebepledir ki, münafıkların tabi olduğu ahkâmla, mürtedlerin tabi olduğu ahkam farklı olmuştur."
* İbnu Hacer de şu yorumu yapar: "Huzeyfe (radıyallahu anh)'nin, nifaka düşmeyi nefyetmediği açık, her halukârda o, önceki münafıklarla sonraki münafıkların hükümlerinin aynı olmadığını söylemektedir. Çünkü nifak, küfrü gizleyip iman izhar etmektir. Bunun her asırda olması mümkündür. Hüküm farklılık kazanmıştır. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlarla iyi geçiniyor, onların İslam diye izhar ettiklerini onlardan kabul ediyordu, hatta onlardan İslam'a muhaliflik ihtimali zuhur etse bile. Amma Aleyhissalâtu vesselâm'dan sonra, İslam'a muhalif bir şey izhar eden kimse, izhar ettiği bu şeyden dolayı derhal muaheze edilir, kendileriyle iyi geçinmeye ihtiyaç kalmadığı için iyi geçinme hatırına bu hatalar gözardı edilip terkedilemez."
* Bazı alimler de şunu söylemiştir: "Hz. Huzeyfe'nin maksadı, İmama itaati terketmenin cahiliye işi olduğunu söylemektir. İslam'da ise cahiliye yoktur veya cemaate tefrika sokmak Cenab-ı Hakk'ın   وََ تَفَرََّقُوا   "Tefrikaya düşmeyin..." emrine aykırıdır. Bütün bunlar artık gizlikapaklı değildir. Öyleyse bu, imandan sonra küfür gibidir."

3. (5767)- Esved rahimehullah anlatıyor: "Hz. Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un ders halkasında idik. Huzeyfe (radıyallahu anh) geldi ve yanımızda durup bize selam verdi:
"Nifak, sizden hayırlı bir kavme indirildi" dedi. Esved de (hayretle):
"Sübhanallah, Aziz ve Celil olan Allah: "Münafıklar cehennemin en aşağı derekesindedir" (Nisa 145) buyuruyor" dedi. Bunun üzerine Abdullah tebessüm etti. Huzeyfe de mescidin  bir kenarına oturdu. Derken Abdullah kalktı ve arkadaşları da dağıldılar. Huzeyfe beni çağırmak için bana bir çakıl attı, yanına geldim. Bana: "Abdullah'ın  gülmesi tuhafıma gitti, halbuki o benim söylediğimi bilen birisi. Yemin olsun nifak, siz (tabiiler)den daha hayırlı bir kavme indirildi. Onlar (nifaktan) sonra tevbe ettiler. Allah da tevbelerini kabul etti" dedi." [Buharî,Tefsir, Nisa 25.]
     AÇIKLAMA:
1- Alimler, ayete dayanarak "münafıkların azabı kâfirlerin azabından daha şiddetlidir. Çünkü onlar, dinle istihza etmektedirler" demişlerdir.
2- Hadiste sahabelerin tabiinden daha hayırlı olmalarına rağmen nifakın yani münafıklığın  onlardan çıkmış olmasını söylemekle Hz. Huzeyfe muhataplarına ciddi bir uyarıda bulunmuş olmaktadır.
İbnu Hacer der ki: "Münafıklıkla iptila edilenler sahabe tabakasından idiler. Sahabe ise tabiin tabakasından hayırlıdır. Lakin Allah onları nifakla iptila etti. Onlar irtidad ettiler ve münafık oldular, böylece onlardan hayırlılık gitti. Birkısmı tevbe etti ve hayırlılık onlara geri geldi. Sanki Hz. Huzeyfe, hitap ettiği kimseleri sakındırdı ve onlara gururlanıp aldanmamalarını hatırlattı. Çünkü kalp dönücüdür. Bugünkü hal üzere gidemeyebilir. Bu sebeple onları imandan çıkmaya karşı  sakındırdı. Çünkü ameller sona göre değerlendirilecektir. Onlara, imanlarından son derece güven içinde olsalar bile, Allah'ın mekrine karşı emin olmamaları gereğini açıkladı. Nitekim onlardan önceki ve kendilerinden daha hayırlı olan sahabe tabakasında buna rağmen irtidad edenler ve nifaka düşenler olmuştur. Sahabeden sonra gelen tabakanın aynı şeye düşmesi haydi haydi imkan dahilindedir."
     Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'un tebessümünün, Hz. Huzeyfe'nin bu isabetli açıklaması karşısındaki taaccübünden ileri geldiği belirtilmiştir.
     Hz. Huzeyfe, Hz. Abdullah'ın tebessümünün mahiyetini anlayamamış olmalı ki, niye tebessüm etti diye hayret etmiş ve hayretini el-Esved'e açıklama ihtiyacını duymuş ve: "Niye güldüğüne hayret etmekte haklıyım, çünkü o benim ne demek istediğimi tam anladı ve sözlerimdeki doğruluk ve isabetliliği de biliyor" manasında serd-i kelam etmiştir.
     Hadisten, içine düştükleri nifak ve küfürden dönen zındıkların tevbesinin makbuliyetine delil çıkarmışlardır.

4. (5768)- İbnu Ebi Müleyke rahimehullah anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından olup da Bedir Gazvesi'ne katılanlardan otuz kadarına yetiştim. Hepsi de kendi hesabına nifaktan korkuyorlar ve dinlerinde fitneye düşmekten kendilerini emniyette hissetmiyorlardı."
[Buharî, İman 36 (Bab başlığında kaydetti).]

     AÇIKLAMA:
1- Hadis, mü'minin iman üzere son nefesini vereceğinden emin olmayıp, "nifaka düşer miyim endişesiyle her an tetikte olması gereğini te'yid ediyor. İbnu Hacer, hadisin açıklanması sadedinde İbnu Ebi Müleyke'nin karşılaştığı ve dolayısıyla imanından endişe içinde olan, nifaka düşmekten korku duyanları belirtme sadedinde Hz. Aişe, kızkardeşi Esma, Ümmü Seleme, Dört Addullahlar, Ebu Hureyre, Ukbe İbnu'l-Haris, Misver İbnu'l-Mahreme vs'nin ismini zikreder. Devamla der ki: "Bunların amelde nifaka düşmekten korktuklarını cezmen söylüyor. Esasen, başkalarından bunun aksine bir rivayet de mevcut değildir. Dolayısıyla sanki burada bir icma mevcuttur. Çünkü mü'mine amelinde, her an, ihlasa muhalif birşeyler arız olabilir. Onların böyle bir durumdan korkmaları illa da onlardan bunun vukuunu gerektirmez. Bu, onların vera ve takvadaki mübalağalarından ileri gelen bir haldir. Allah onlardan razı olsun, şefaatçilerimiz kılsın."
     İbnu Battal der ki: "Onlar korktular, çünkü ömürleri uzadı ve beklemedikleri değişmelere şahit oldular, bunları bertaraf etmeye güçleri yetmedi. Sükut ile müdahene haline düşmekten korktular."

2- Hadisin devamında İbnu Ebi Müleyke der ki: "Onlardan hiçbiri imanda, Hz. Cebrail ve  Mikail imanı üzere olduğunu iddia etmedi. İbnu Müleyke, bu sözüyle o yüce sahabilerin kendilerine iman meselesinde nifakın arız olmadığını cezmen söylemediklerini belirtmektedir. Çünkü, bu husus, Cibril aleyhisselam'ın imanı mevzuunda cezmen ifade edilir.

3- Buhârî hazretleri, aynı rivayetin devamına Hasan Basri rahimehullah'ın şu sözünü ekler: "(Allah Teala'dan) ancak mü'min korkar, ondan kendini ancak münafık emniyette hisseder." Nitekim ayet-i kerimede ولِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ "Rabbinin makamından korkana iki cennet vardır" (Rahman 46). Bir başka ayette de فََ يَأمَنُ مَكْرَ اللَّهِ اَِّ الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ "Hüsrana düşmüş bir kavmden başka kimse Allah'ın mekrinden emin değildir" (A'raf 99) buyurulur.
     Dikkat edersek Hasan Basri'nin kelamında korkulacak şey mezkur değildir. Alimlerden bir kısmı, kastedilen şeyin "Allah" olduğunu söylemiştir. Diğer bir kısım alimler de nifak olduğunu söylemiştir. Siyak nifak görüşünü destekler ise de, her iki mefhum da muhtevaya uygundur.

17 Mart 2012 Cumartesi

Yeter ki Sen Üzülme! / Abdulkadir Seven


Yeter ki Sen Üzülme!
Abdulkadir Seven
Derdiyle dertlendiklerimize ithaf olunur...
Bugün sana anlatmayacağım ortadoğunun ezilmiş halklarını, yoksul kamplarını, fellucenin çocuklarını. Anlatmayacağım umudunu yitirmiş suratları ve elleri kirlenmiş sokak çocuklarını. Bugün sana ezberci, sloganik içi ruhsuz klişeleşmiş sözlerden sözcükler göndermeyeceğim.
     Doğudan - batıdan, kuyudan - Yusuf'dan bahs etmeyeceğim. Zindanının dilini, Eyyüb'ün sabrını, Yunus'un zikrini anlatmayacağım. Biliyorum, şunu iyi biliyorum ki bu anlatılanları sende çoğu defa okudun ve okuttun.
     Bugün sadece ve sadece; seni, sana anlatacağım ey can!
     Dinle beni ve avuçlarını aç semaya, kalbine nur akana kadar akıt içindekilerini!
Biliyorum çok mahzunsun. Bedenin bitap düşmüş. Kavramların, okudukların, ezberlerin artık ruh alemine işlemiyor. Hayallerin, ideallerin satır aralarında gizli.
     O güzelim düşlerin, avuçlarında büyütüp göz pınarlarından boşalan yaşlarla suladığın o güllerin belki bugün kurudu. Hâlbuki o güllere nice emekler, nice bahar dolu yarınlar biçmiştin.
     Sen üzülme ve mahzun olma Ey Can! Hayata karşı iki katır yük taşırda, iki satır kelamla derdini yazamazsan sakın ha üzülme!
     Riyakâr bakışlar, bol süslü sözler senin etrafında uçuyor belki. Hâlbuki o kadar da ihtiyacın var ki hak ve hakkaniyet adına. Yalın ve mütevazı ama çözüme bir adım daha yakınlaştıracak nasihate.

     Ey Can!
     Dertlerin ibadetlerine mi? yansıdı. Gözyaşlarınla yosunlaştırdığın seccadenin püskülleri ilmik ilmik çürürken bedeninle birlikte çürüdüğünü mü hissediyorsun? Toprak sana daha mı yakın geliyor ey can!
     Sevdiklerin senden birer birer uzaklaşırken kendini o kadar yalnız mı hissediyorsun? İşte dur can! Rabbin' den sana bir kelam. Umudun ve mumun sönmeden.
     “Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder. (Furkân 70)
     İşte bunca olumsuz şartlara, yorgun düşmüş umutlarına karşılık tevbe edip günahlarına af diliyorsan ne mutlu kardeşim sana! Afuv ve Tevvab olana sığınabiliyorsan, sana yapılan bunca eziyete karşı O'na sığınıyorsan ne mutlu sana!
     Yalnız kardeşim sen üzülme! Sana mahsus dertlerin, "hayatın her sillesine dayanırım. Yeter ki sevenlerim yanımda olsun. Vurmaktan da vurulmaktan da korkmam yeter ki sırtımdan vuran canlar olmasın!" deyip hayıflandığın, yapamayacağını zannettiklerin ama yaptıkların... Ağlamaktan sızlandıkların belki kafanı duvarlara vurdukların için sakın ha! Sakın; dertlen ama derdinde boğulma!
     Hüzünlen ama hüznünde kaybolma!
     Her yere düştüğünde direnmek ve var olduğunun idrakine varmak için hayata merhaba de. Merhaba de doğan güneşe ve sabahın ilk ışıklarına.
     Üzülme kardeşim ve üşenme direnmekten! Ne kadar da düştüğünü hisset sende.
     Düşüşlerin yolda oluşunun alameti!
     Düşe kalka yürüyüşlerin insan oluşunun alametidir kardeşim... Düşmekten korkma! O halde.
     Korkacaksan direnip, ayağa kalkamamaktan kork! Düşersen, ayağa kalkmaktan korkma! Düş, ama her defasından direncini ve onurunu dik tut! Ayağa kalk!
     Günahların da senin, tevbelerin de. Umutlarında senin, yarınlarında. Düşüşlerinle erdemli olacak ve kemale ereceksin unutma!
     Yanlışlarınla, hatalarınla, yetersizliklerinle kemale erecek ve bizlere faydan olacak. Etrafına örülmüş onca duvara, çembere, prangalara rağmen sen bizlerlesin. Bizlerin arasında hep direncinle var olacak, ümmete örnek olacaksın.
     Kardeşlerini, çevreni, dostlarını bağışla. Sana yapılanı, saldıranı ve sırtından vuranı bağışla ki bağışlanasın.
     Sözün özü bağışlamadıkça, bağışlanamazsın! İşte o zaman hiç gücenme ve darılma. Ümitsizliğe kapılma. Düştüğünde ayağa kalk! Emi kardeşim.

16 Mart 2012 Cuma

Hatice Güney ile Söyleşi / Toplumun Temel Taşı - Müslüman Kadın

19 Eylül 2009 / Hatice Güney ile Söyleşi /
MuRaKaBe / Emine Ekşioğlu


     O, bir yılı aşkın zamandır Gönülerleri Mail Grubu’muzun aktif üyelerinden. Hayata farklı pencerelerden bakmakta. Nisan ayından beri de birkaç yazısı ile yayınlarımıza renk katmakta. 14 yıllık evli ve bir çocuk annesi.
   Artvin'in şirin ilçesi Arhavi'de bir ev hanımı olan Hatice Güney ile “Kadının, Günümüz Dünyasındaki Sorumlulukları” nı bir kahve molası tadında konuştuk.
     MuRaKaBe: Hatice hanım, sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
     HATİCE GÜNEY: 38 yaşındayım, Artvin doğumluyum. 14 yıllık evli, bir kız çocuk annesiyim ve ev hanımıyım. Tabi birde Gönül Erleri Mail Grubu üyesiyim...

  MuRaKaBe: Geleceğinizle ilgili planlarınız nelerdir?
  HATİCE GÜNEY: Bir anne olarak kızım etkileyici faktör. Onun çok iyi yetişmesini, İslami temeller esasına göre, kendine ve insanlığa faydalı olabilecek derecede iyi bir eğitim almasını çok arzu ediyorum. Rabbimiz tüm çocuklara, İslama hizmet eden salihlerden olmalarını nasip etsin.
   MuRaKaBe: Dini bir eğitim aldınız mı? Kısaca bahsedebilir misiniz?
   HATİCE GÜNEY: iki yıl Diyanete bağlı bir Kuran kursuna gittim. Birde 6 ay kadar  özel tecvid ve mahreç dersleri, temel bilgiler. Ayrıca çocuklara yönelik eğitim dersleri aldım. Daha sonra 8-12 yaş arası çocuklara Kur’an, Hadis, Esma-ül Hüsna, dinin temel bilgileri gibi sorumlulukların öğrenileceği dersler vermek nasip oldu. Bayanlara ev sohbetleri ve düzenleyerek onların bilinçlenmesine vesile olmaya çalıştım. Halende devam etmekteyim.
 "Müslüman kadın, toplumun temel taşıdır" 
 MuRaKaBe: Bir anne olarak kız çocuklarımızı nasıl yetiştirmemiz gerekir?
 HATİCE GÜNEY: Anne; ibadetlerini hakkıyla yerine getirmeli ve çocuğuna bunu neden yaptığını sevdirerek, korkutmadan, tatlı dille anlatmalıdır.
     “Yuvayı dişi kuş yapar” misali kızlarımızı ne kadar iyi eğitirsek, toplum bir o kadar daha güzelleşir. Bugün çok küçüktür dediğimiz kızlarımız gelecekte topluma şekil verecek, anneler olacaklardır. Kadın bilinçsiz olursa, toplumda bozulma felaketi ortaya çıkar.    
 Müslüman kadın toplumun temel taşıdır. Öyleyse, çok sağlamkaraktere sahip olmalı ve anne, çocuklarını çok iyi bir şekilde eğitmelidir. Bugünün çocukları, yarının mimarı olacaklarsa, temelden dini eğitim şart.


   MuRaKaBe: Sizce Müslüman bir kadının sorumlulukları nelerdir?   HATİCE GÜNEY: Her hali ve tavrıyla topluma örnek bir yapıya sahip olmalıdır. “Elhamdulillah Müslümanım” diyen bir bayan Allah (cc.)’nun kulu, kocasının eşi ve çocuğunun annesi (evli değil ise, anne değil ise; kendi anne babasının kızı, kardeşlerinin ablası yahut kız kardeşi) olduğunun bilincinde olmalıdır. Her zaman her yerde seviyeli bir duruşa sergilemelidir. Bilhassa toplum içindeki konuşmasıyla, duruşuyla, edebiyle, her haliyle, Kur’an-ı Kerim’ in emirlerini hatırlatmalıdır ve sorumluluğunun bilincinde olmalıdır.


    MuRaKaBe: Bir bayanın tesettürü nasıl olmalıdır? 
    HATİCE GÜNEY: Tesettür Müslüman bayanların sorumluluklarından biridir. Cenab-ı Hakk kadınlara örtünmenin ölçüsünü Kur’an-ı Kerim’de apaçık bir şekilde bildirmiştir. Kuran-ı Kerimde örtünmeyi isteyip de bilgisi olmayan kardeşlerimizin kolaylıkla anlayabileceği şekilde açıklanmıştır. Allah-u Teâlâ (cc.) Ayeti Kerime’de şöyle buyuruyor:
   “Mümin kadınlara da söyle; Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları (yüz, el ve ayak) müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tabi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah (cc.)'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.” (Nûr Suresi, 31)
   İşte Ayeti Kerime'de çok açık bir şekilde bildirildiği gibi, bir bayanın tesettürü, bu ayeti hatırlatacak, unutturmayacak şekilde olmalıdır.
Örtülü manken mi?
    MuRaKaBe: ‘Tesettürlülerin sayısı artıyor’ diyor ve seviniyoruz. Ancak bir yandan da, caddelerimiz yozlaştırılmış bir biçimde sanki örtülü mankenlerin yer aldığı podyumlara dönüşmüş durumda. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
    HATİCE GÜNEY: Bu durum beni çok üzüyor. Görüntü kirliliği gibi bir şey. Kimliği belli olmayan bir karakter misali. Bunlar, günümüzde tesettürün ölçüsünü tam olarak kavrayamamış kadınlardır. İman kalbe inmeden giyilen başörtüsünün ne önemi olabilir ki. İnanç olmadan yapılan ibadet bir yere kadar. Başörtüsü evin çatısı gibidir. Bina tamamlanmadan, en azından kolonları olmadan çatı yapılabilir mi? Tabii ki hayır. Zaten Peygamber Efendimiz (sav.) ifade ettiğiniz örtünme biçimine bin dört yüz küsur sene öncesinden çok güzel bir açıklama getirmiş.
    "Ümmetimin son dönemlerinde, giyimli fakat çıplak bir takım kadınlar olacak, bunların başlarının üstü deve hörgücü gibi bulunacaktır. Bunları lanetleyin, çünkü onlar lanetlenmişlerdir."
    Başka bir rivayette; "Onlar cennete giremez ve cennetin kokusunu bile bulamazlar" ilavesi vardır. (Müslim, Libas, 125, Cennet, 52; Ahmed b. Hanbel, II, 223, 356, 440) Başka söze de gerek kalmıyor zaten.


    MuRaKaBe: Rabbim layıkıyla örtünenlerden eylesin inşAllah. Bu gibi ayet ve hadisleri çoğaltmamız mümkün. Bunlar bilindiği halde böylesi seviyesiz tesettür ve kendini bilmez, dikkat çekici tavırlar neden? Neden bu noktaya gelindi? Sebepleri nedir sizce? 
    HATİCE GÜNEY: Bütün bunların sebebi bilgisizliğe, eğitimsizliğe dayanıyor. Birde toplumun dışına itilmek gibi korkular vardır. Bir kadın ne kadar samimice örtünmeye çalışsa da arkadaş çevresi veya ailesi “zaten her tarafını kapattın hiç değilse azıcık da olsa modern kapan, kapandın diye güzel giyinmekten vazgeçemezsin” diyerek kişiyi ikileme sürükleyebiliyorlar. Eşlerin böyle istemesi de son derece etkili. Asıl gerçek olan, ailenin veya çevrenin baskısıyla kadın bu isteklere uymak zorunda değil. Kaldı ki bunlar istek değil de emir olsa bile, “hangi emir, Allah (cc.)'ın emrinden üstün olabilir”.
    Bu noktaya gelinmenin başka sebebi, imanın zayıf kalmasındandır. Hem pek çok kadının fıtratında "ortamın en güzeli olmak, dikkat çekmek" gibi heva ve hevesler vardır. Bazı kadınların da karakterlerindeki zayıflıktan, nefsine yenik düşme tehlikesi ayrı bir felaket. Bir sürü örnekler sunabiliriz.
    Havuzun suyu bir anda kirlenmez. Birikintiler toplandıkça zamanla suda berraklık diye bir şey kalmaz !...


    MuRaKaBe: Öncelikle kendi nefsimizden başlayarak neler yapılması gerek? 
    HATİCE GÜNEY: İnsan bir şey yapacağı zaman o iş için bilgi toplar, kendini bu alanda yetiştirir. Kul olarak ibadete  başlayacaksak bunun kuralı nedir diye araştırıp öğreniriz. Kişi aşçı bile olsa, tarifini bilmediği yemeği yapmaya kalkışırsa o yemek yenmeyecek kadar tatsız olur. İbadet de böyledir. Ne yaptığını, niçin yaptığını bilmediğin ibadetin lezzeti olmaz. Öncelikle nefsimizi terbiye ederken kendimizi Allah (cc.)'ın rahmetine teslim edebilmeliyiz. Dinin bütün kurallarını öğrenmeliyiz. Öğrenirken de; gerek dilimizle, gerekse tavrımızla çevremizdekilere iyi bir örnek olarak bir şeyler yapmaya çalışmalıyız.
    Kapananların, hakkını vererek kapanması lazım. Kadın kapalı, gerçek manada tesettürlü, yüzüne bir bakmışsın ki kaşları incecik yay gibi, gözler sürmeli, gözlerinde yapay bir güzellik dikkat çekiyor. Bu tarz örtünme dinimizin gereği  olan başörtümüzün bütün değerlerini ortadan kaldırıyor. O ince ayrıntı kadının, "imanlı kadın" değil de, güzelliği ile ön plana çıkma arayışında olduğunu sergiliyor. Oysa Peygamber Efendimiz(sav.) “kaş alana da, aldırana da lanet olsun” buyurmuştur. Bilmeden yapılabilir fakat öğrendikleri zaman bile bunu yapan, tesettürlü  bayanlara anlam veremiyorum doğrusu. Nefsimizin isteklerine değil de, Allah (cc.)'ın emrine boyun eğmeyi, şeytana değil de Allah (cc.)'a kul olabilmeyi bilmek lazım.


    MuRaKaBe: Bilindiği üzere Efendimiz(SAV) "Müslüman, bir yanlış gördüğünde ilk önce eliyle, ona gücü yetmezse diliyle, ona dahi gücü yetmezse kalbiyle buğuz etmeli. Bu imanın en zayıf şeklidir" buyurduğu gibi, sizce Mail Grubu olarak bu kaymaya ne gibi çareler arayabiliriz. Neler yapabiliriz de İslam’a aykırı giyim, hal ve hareketlerden kardeşlerimizi kurtarmaya vesile olabiliriz?
    HATİCE GÜNEY: Bizler dinimizi tam anlamıyla bilmeli yaşamalı ve kendi nefsimizle birlikte kardeşlerimizin de nefsini terbiye etmek için çok güzel, seviyeli bir anlatıma sahip olmamız gerekir. Yanlış bir kelime Allah (cc.) korusun insanı felakete kadar sürükleyebilir.
    Günümüze kadar birçok âlimler, hocalar dinimizi anlatıp durdu ve anlatmaya da devam ediyor. İnsanlarda her zaman dinlediler. Ya bazısının anlama kabiliyet dar, ya anlatan karşı tarafa enerji verememiştir ya da gerçekten hayırlı sonuçlar ortaya çıkmıştır. (Taktir ve nasip Allah (cc.)’dan dır.
Burası Arhavi - Artvin.jpg    Her konuda olduğu gibi, dini konularda aynı. Günülerleri Mail Grubu, şimdiye kadar çok güzel bir tablo sergiledi. Sağlam kaynak ve bilgilerle gerçekten taktir edilecek bir düzeyde ilerliyor. Ülkemizin ve dünyanın dört yanından samimice izlendiğinden şüphem yok. Bir haber sitesinin, Genel Koordinatörümüz Murat Şendoğdu ile yaptığı röportajını okudum. Onun idealleri aynı zamanda bizimde ideallerimize dönüştü. inşAllah devamı da gelecektir. Şimdiye kadar olan çalışmalarda bir eksiklik, bir hata göremiyorum. Her şey yerli yerinde...
    Mail Grubu olarak, çalışmaların ve başarıların devamını dilerim.
    Gönül Erleri olarak, "gönüller fethetmek" için, yolunuz açık olsun inşaAllah.


    MuRaKaBe: Bize zaman ayırdığınız ve bu güzel söyleşiyle Gönülerleri Mail Grubumuza renk kattığınız için Grubu’muzdaki onbinlerce kardeşimiz adına size çok teşekkür ederim.
Ve ayrıca bu mübarek Ramazan  bayramının, Gönülerleri üyeleri ve tüm müslüman alemi için hayırlara vesile olmasını Yüce Rabbimizden temenni ederiz...
    HATİCE GÜNEY: Bende teşekkür ederim, Allah Azze ve Celle, Yar ve Yardımcınız olur inşaAllah... Bende sizin aracılığınızla Gönülerleri Mail Grubu üyelerinin ve ümmeti Muhammed(sav)'in Ramazan Bayramlarını canı gönülden kutlar, şeker tadında nice bayramlar yaşanmasını dilerim…
MuRaKaBe :Emine Ekşioğlu

15 Mart 2012 Perşembe

KELİMELER - KAVRAMLAR ...NAMAZ




KELİMELER - KAVRAMLAR
NAMAZ
     Dua, hayırla dua, müslümanların yaptıkları, bazı hareketleri de kapsayan bir ibadet türü. Arapçası "salât" olup, çoğulu "salavât"tır.
     Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.
     Namaz, Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu. Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi'rac (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Mâlik'ten rivâyete göre özet olarak şöyle demiştir:
     "Hz. Peygamber (s.a.s)'e İsrâ gecesi, namaz elli vakit olarak farz kılındı. Sonra azaltıldı ve beş vakte düşürüldü. Sonra şöyle seslenildi: Ey Muhammed, şüphesiz bizim nezdimizdeki söz bir değişikliğe uğramaz. Senin için bu beş vakit namaz, elli vakit namazın karşılığıdır" (Buhâri, Salat, 76, Enbiya, 5; Müslim, İman, 263; Ahmed b. Hanbel, V,122,143).

     Her güzel amele on katı ecir verileceği şu ayetle sabittir:
     "Kim bir iyilik yaparsa, ona bunun on katı ecir vardır" (el Enam, 6/160; ayrıca bk. en-Neml, 27/89; el-Kasas, 28/84).

     Beş vakit namaz farz kılınmadan önce, Hz. Peygamber'in ibadet tarzı Cenâb-ı Hakk'ın yaratıklarını düşünmek, Allah'ın yüceliğini tefekkür etmek şeklinde idi. Sabah ve akşam ikişer rekat hâlinde namaz kıldığı da nakledilir. Daha önceki ümmetlerin de namaz ibadeti vardır. Kur'an-ı Kerim'de Lokman aleyhisselâmın oğluna namazı emretmesi (Lokman, 31/17), Hz. İbrahim'in Hicaz'ın güvenliği için dua ederken namazdan söz etmesi (İbrâhim,14/37), Yüce Allâh'ın, Tur dağında ilk vahiy sırasında Hz. Mûsa'dan namaz kılmasını istemesi (Tahâ, 20/14) örnek verilebilir.

     İslâmda namazın meşrûluğu Kitap, Sünnet ve İcmâ'ya dayanır.
     Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde; "namazı kılınız ve zekâtı veriniz" buyurulur.
     "Bütün namazları ve orta namazı muhafaza edin" (el-Bakara, 2/238).
     "Namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yan yatarak hep Allah’ı anın. Güvene kavuştunuz mu namazı tam olarak kılın. Çünkü namaz, mü’minlere belirli vakitlere bağlı olarak farz kılınmıştır. " (en-Nisa, 4/103).
     "Oysa onlar, tevhid inancına yönelerek, dini yalnız Allah'a tahsis ederek O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emr olunmuşlardır. İşte doğru din budur" (el-Beyyine, 98/5).
     "Namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a samimiyetle bağlanın. O, sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır" (el-Hacc, 22/78).

     Sünnetten delil:
     Bu konuda rivâyet edilmiş çok sayıda hadis vardır. Bu hadislerden bazıları şunlardır:
İbn Ömer (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "İslâm beş temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır" (Buhârî, İman,1, 2; Müslim, İmân, 19-22).

     Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel (r.a)'i Yemen'e gönderirken ona şöyle buyurmuştur:
     "Sen ehli kitap olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk önce Allah'a kulluk etmeğe çağır. Allah'ı tanırlarsa, Allah'ın onlara gecede ve gündüzde beş vakit namazı farz kıldığını söyle. Namazı kılanlarsa; Allahın onlara, zenginlerinden alınıp yoksullara verilmek üzere zekâtı farz kıldığını söyle. İtaat ederlerse, bunu onlardan al, insanların mallarının en iyisini alma, mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onun duasıyla Allah arasında perde yoktur" (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60, Tevhîd, 1; Nesâî, Zekât, 1; Dârimî, Zekât, I ).
     Diğer yandan İslâm ümmeti, bir gün ve gecede beş vakit namazın farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir.
     Namaz ergenlik çağına gelmiş, akıllı her müslümanın üzerine farzdır. Fakat yedi yaşına gelmiş olan çocuklar da namaz kılmakla emredilir. On yaşına geldikleri halde namaz kılmazlarsa el ile hafifçe dövülebilirler.
     Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
     "Çocuklarınıza yedi yaşında namaz kılmalarını emredin, on yaşına girince bundan dolayı dövün ve o yaşta yataklarını ayırın" (Ebû Dâvûd Salât, 26; Ahmed b. Hanbel, II, 180, 187).
     Bir günle gece içinde farz olan namazların sayısı beştir. Yalnızca, vitir veya bayram namazları vacib hükmündedir. Bir bedevi ile ilgili olarak rivayet edilen şu hadis beş vakit farz namaza delildir:
     "Bir gün bir gecede farz olan namazlar beştir. Bedevî; "Benim üzerimde bundan başka bir borç var mıdır?" diye sorunca, "Allah'ın Resulu şöyle cevap vermiştir: Hayır kendiliğinden nafile olarak kılarsan bu müstesnadır". Bunun üzerine bedevî: "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurdu: "Eğer doğru söylüyorsa bu adam kurtulmuştur" (Buhârî, İmân, 34, Şehâdât, 26; Müslim, İmân, 8,10,15,17,18; Ebû Dâvûd, Salât, 1).

     Namazı Terketmenin Hükmü
     Namazın akıllı, büluğ çağına girmiş, hayız ve nifastan temizlenmiş her müslümana farz olduğu konusunda görüş birliği vardır. Namaz ve oruç gibi bedenî ibadetlerde vekâlet ve niyabet geçerli değildir. Namazın farz olduğunu inkâr eden dinden çıkar. Çünkü namaz kesin ayet, hadis ve icma delilleriyle sabittir. Tembellik veya umursamazlık sebebiyle namazı terkeden âsî ve fasık olur.
     Namazı kılmamak dünya ve âhirette azaba sebep olur. Âhiretteki azapla ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:
     "Onlar suçlulara sorarlar: Sizi Sakar cehennemine sürükleyen nedir? Suçlular şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik” (el-Müddessir, 74/40-43).
     "Onlardan sonra öyle bir nesil geldi ki, namazı terkettiler, heva ve heveslerine uydular. Onlar bu taşkınlıklarının cezasını yakında göreceklerdir. Fakat tövbe edip, iman eden ve salih amel işleyen bunun dışındadır" (Meryem, 19/59, 60).
     "Vay o namaz kılanların haline ki, onlar kıldıkları namazdan habersizdirler" (el-Mâûn, 107/4-5).

     Hz. Peygamber (s.a.s)'de şöyle buyurmuştur: "Bilerek namazı terkeden kimseden Allah ve Resulunün zimmeti kalkar" (Ahmed b. Hanbel, IV, 238, VI, 461).
     "Kim ikindi namazını terkederse ameli boşa gitmiş olur" (Buhârî, Mevâkît,13, 34; Nesâî, Salât,15).
     "Kim, önemsemeyerek üç cuma namazını terkederse, Allah Teâlâ onun kalbine mühür vurur" (Nesâî, Cumâ, 2; Tirmizî, Cuma 7; İbn Mâce, İkâme, 93).

     Hanefilere göre, tembellik yüzünden namazını terkeden kimse, namazı inkâr etmediği sürece dinden çıkmaz, ancak günahkâr, fasık olur. Kendisi bu konuda uyarılarak tevbeye çağrılır, kötü örnek olmaması için toplumdan tecrid edilir ve te'dib amacıyla dövülür.
     Ramazan orucunu terkeden kimse de bunun gibidir (İbn Abidîn, Reddül-Muhtâr, Mısır, t.y., I, 326; eş-Şürünbülâlî, Merâkıl-Felâh, Mısır 1315, s. 60; ez-Zühaylî, el-Fıkhul-İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk 1985, I, 503).
     Hanefiler dışındaki mezhep imamlarına göre ise, namazını özürsüz olarak terkeden kimse, mürted'de olduğu gibi İslâm toplumuna karşı gelmiş sayılır, kafir olur ve tövbe etmezse en ağır şekilde cezalandırılır. (İbn Rüşd, Bidâyetül-Müctehid, Mısır t.y., I, 87; eş-Şirâzî, el-Muhezzeb, el-Nalebî tab'ı, I, 51; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire t.y., II, 442-447; ez-Zühaylî, a.g.e., I.503, 504; Krş. et-Tevbe, 9/5; Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26).
     Namazını unutarak, uyanamayarak veya tembellik yüzünden zamanında kılamayan bunu kaza eder. Hadis-i şerifte; "Kim uyuyarak veya unutmak suretiyle namazını kılmamış olursa, hatırladığında hemen kılsın" (Ebû Davûd, Salât,11; İbn Mâce, Salât,10; Nesaî, Mevakît, 53) buyurulur.
     Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre; uyumak veya unutmak gibi bir özür sebebiyle namazım vaktinde kılamayanın kaza etmesi gerekince, özürsüz olarak, tembellik yüzünden kılmayana öncelikle kaza gerekir. Namazı vaktinde kılamadığından dolayı da Allah'a ayrıca tevbe ve istiğfar etmesi gereklidir. Cenab-ı Hak, kendisine ortak koşmanın dışında kalan günahları affedebilir. Namazı da içine alabilen bu affın kapsamıyla ilgili çeşitli nasslar vardır.

     Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
     "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder" (en-Nisâ, 4/48).
     Ubâde b. es-Sâmit'in naklettiği bir hadiste şöyle buyurulur:
     "Kullarına farz kıldığı beş vakit namazı, küçümsemeden hakkını vererek, eksiksiz olarak kılan kimseyi, Allah Teâlâ cennetine sokmaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler için böyle bir sözü yoktur. Dilerse azap eder, dilerse bağışlar" (Ebû Dâvûd, Vitr, 2; Nesâî, Salât, 6; Dârimî, Salât, 208; Mâlik, Muvatta', Salâtül-Leyl, 14).
     Ebû Hureyre (r.a)'ın naklettiği bir hadiste de şöyle buyurulur: Kıyamet gününde kulun ilk hesaba çekileceği şey farz namazdır. Eğer bu namazı tam olarak yerine getirmişse ne güzel. Aksi halde şöyle denilir: Bakın bakalım, bunun nafile namazı var mıdır?" Eğer nafile namazları varsa, farzların eksiği bu nafilelerle tamamlanır. Sonra diğer farzlar için de aynı şeyler yapılır” (Tirmizî, Salât, 188; Ebû Dâvûd, Salât, 145; Nesaî, Salât, 9, Tahrîm, 2; İbn Mâce, İkame, 202).
     Bu duruma göre, farz namazların eksisini sünnet ve diğer nafile namazlar tamamlamaktadır. Farz, vacib veya sünnet ayırımı yapılmaksızın ibadetlerin yerine getirilmesi müminin gayesi olmalıdır. Çünkü bu, dünyevî huzur ve mânevî mutluluk kaynağı olması yanında, ahiret için de en büyük hazırlıktır.

     Namaz Vakitleri:
     Farz namazlar ile bunların sünnetleri, vitr, teravih ve bayram namazları için vakit şarttır. Farz namazlar; sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından ibarettir. Cuma namazı da öğle namazı yerine geçer. Namazın yükümlüye gerekli olması ve kılındığında da geçerli sayılması kendisine bağlı olan "namaz vakitleri"ni bilmeyi gerektirir. Bu vakitler Kitap ve Sünnetle belirlenmiştir.
     1) Sabah Namazının Vakti:
     İkinci fecrin doğmasından güneşin doğmasına kadar olan süre, sabah namazının vaktidir. İkinci fecir; sabaha karşı doğu ufkunda yayılmaya başlayan bir aydınlıktan ibarettir. Bununla sabah vakti girmiş, yatsı namazının vakti çıkmış ve oruç tutacaklar için bu ibadet başlamış olur. Bu yüzden buna "fecr-i sadık" denir. Bunun karşıtı, birinci fecirdir. Bu, doğu ufkunun ortasında yükseklere doğru, iki tarafı karanlık ve uzunlamasına bir hat şeklinde yayılan bir beyazlıktır. Bu beyazlık kısa bir süre sonra kaybolur ve kendisini bir karanlık izler. Bundan sonra ikinci fecir doğar. Bu birinci fecre, sabahın gerçekten girdiğini göstermemesi ve yalancı bir aydınlık olması yüzünden "fecr-i kâzib" adı verilmiştir. Bu fecir gece hükmündedir. Bununla ne yatsı namazı çıkmış ve ne de sabah namazı vakti girmiş olmaz. Oruç tutacakların bu süre içinde yiyip içmeleri de caizdir.
     Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Fecir (şafak) iki tanedir. Birincisi yemeyi içmeyi haram kılan ve kendisinde namaz kılmayı helal kılan fecirdir. İkincisi ise, sabah namazını kılmak caiz olmayan, fakat yemek içmek helal olan fecr-i kâzibtir" (es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, 2. baskı, t.y., I,115).
     "Sabah namazının vakti, ikinci fecrin doğmasından, güneşin doğuşuna kadardır" (Buhârî, Mevâkît, 27; Ebû Dâvûd Salât, 2; İbn Mâce, Salât, 2; Nesâî, Mevâkît,15; Ahmed İbn Hanbel, II, 210, 213, 223).

     2) Öğle Namazının Vakti:
     Öğle vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya doğru meyletmesiyle başlar ve her şeyin gölgesinin bir misli uzamasına kadar devam eder. Cisimlerin, güneş tam tepe noktada iken yere düşen gölgesi (fey-i zeval), bunun dışındadır. Öğlenin bu vaktine "asr-ı evvel" denir. Bu, Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanîfe'ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zeval dışında, cisimlerin gölgesi, iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi vakti girmiş olur. Buna "asr-ı sânî" denir.
     Hac farizasını yerine getirmek için dünyanın her tarafından Mekke ye gelen müslümanlar, namazlarını Harem-i Şerifte kılmaya özen gösterirler.
     Cisimlerin gölgesinin mislini hesaplamada, zeval vaktinde bu cisimlerin sahip oldukları gölge, uzunluğu itibar etmede uzayan gölgeye ilâve edilir.
     Çoğunluk fakihlerin delili şu hadistir: Cebrail aleyhisselâm, Hz. Peygamber'e namaz vakitlerini öğretirken, ikinci gün her şeyin gölgesi bir misli olduğu zaman öğle namazını kıldırmıştır (Ebû Dâvûd, Salât, 2; Tirmizî, Mevâkît,1; Nesâî, Mevâkît, 6, 10,15; İbn Hanbel, I, 383, III, 330; Mâlik, Muvatta', Salât, 9).
     Ebû Hanîfe'nin delili ise, Hz. Peygamber'in şu hadisidir:
     "Öğle namazını hava serinlediği zaman kılınız. Çünkü öğle vaktindeki sıcaklığın şiddeti, cehennemin sıcaklığını andırır" (Buhârî, Mevâkît, 9, 10, Ezân, 18).
     Arabistan yöresinde sıcağın en şiddetli olduğu zaman, her şeyin gölgesinin bir misli olduğu zamandır. Bu yüzden öğleyi yazın serine bırakmak (ibrâd) müstehap sayılmıştır (el-Mevsilî, el-İhtiyâr, I, 38, 39; Zühaylî, a.g.e., I, 508).
     Cuma namazının vakti de, tam öğle namazının vakti gibidir.

     3) İkindi Namazının Vakti:
     İkindi vakti, öğle vaktinin çıktığı andan itibaren başlar ve güneşin batması ile son bulur. İkindi vakti; çoğunluk müctehidlere göre, her şeyin gölgesinin bir misli, Ebû Hanîfe'ye göre ise, iki misli olduğu andan itibaren başlar ve ittifakla güneşin battığı zamana kadar devam eder.
     Zira Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Güneş batmadan önce, ikindi namazından bir rekata yetişen kimse, ikindi namazına yetişmiştir" (Malik, Muvatta', Vükût, 5; Ebû Dâvûd Salât, 5; İbn Mâce, Salât, 2; İbn Hanbel, II, 236, 254).
     Çoğunluk müctehidlere göre, ikindi namazını güneşin sararma vaktine kadar geciktirmek mekruhtur. Çünkü Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
     "Bu vakitte kılınan namaz münafıkların namazıdır. Münafık oturup güneşi bekler. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girdiği (batmaya yüz tuttuğu) zaman, çabuk olarak ikindiyi dört rekat kılar, Allah'ı çok az anar" (Mâlik, Muvatta', Kurân, 46).
     İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğuna göre Kur'an-ı Kerim'de sözü edilen "orta namaz", ikindi namazıdır. Delil, Hz. Âişe (r.anhâ)'nin naklettiği şu hadistir:
     "Hz. Peygamber (s.a.s); "Namazlara devam edin, orta namaza da devam edin" (el-Bakara, 2/238) ayetini okudu. "orta namaz ise ikindi namazıdır" buyurdu (Ebû Dâvûd Salât, 5; İbn Hanbel, V, 8; İbn Kesîr, Muhtasaru Tefsirî İbn Kesîr. thk. M. Ali es-Sâbûnî, Beyrut 1981, I, 218).
     İkindi namazına "orta namaz" denmesi iki adet geceye ait, iki adet de gündüze ait namazın arasında bulunması yüzündendir.

     4) Akşam Namazının Vakti:
     Akşam namazının vakti, güneş yuvarlağının tam olarak batmasıyla başlar ve şafağın kaybolması ile sona erer. Ebû Hanîfe'ye göre, şafak, akşamleyin batı ufkundaki kızartıdan sonra meydana gelen beyazlıktır. Ebû Yusuf, İmam Muhammed ve Hanefiler dışındaki diğer üç mezhep ile Ebû Hanîfe'den başka bir rivayete göre ise şafak, ufukta meydana gelen kızıllıktan ibarettir. Bu kızıllık gidince, akşam namazının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer'in; "Şafak, ufuktaki kırmızılıktır" (es-San'ânî, Sûbûtüs-Selâm, I, 106) sözüdür. Hanefilerde fetvaya esas olan görüş Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşüdür.

     5) Yatsı Namazının Vakti:
     Yatsının vakti, kırmızı şafağın kaybolduğu andan itibaren başlar ve ikinci fecrin doğmasına kadar devam eder. İkinci fecir doğunca yatsının vakti çıkmış olur. Delil, İbn Ömer (r.a)'den rivayet edilen şu hadistir: "Şafak kırmızılıktır. Şafak kaybolunca namaz kılmak farz olur" (es-Sanânî, a.g.e., I,114). Başka bir delil, Ebû Katade hadisidir: "Uyku halinde kusur yoktur. Kusur ancak, diğer namazın vakti gelinceye kadar namazı kılmayandadır" (Müslim, Mesâcid, 311).
     Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmek müstehaptır. Gecenin yarısına kadar geciktirmek mübah, bir özür bulunmadıkça ikinci fecre kadar geciktirmek ise mekruhtur. Çünkü bu durumda namazı kaçırmaktan korkulur.
     Vitir namazının vaktinin başlangıcı, yatsı namazından sonradır. Vitrin sonu ise, ikinci fecrin doğmasından biraz önceye kadardır.
     Vitir namazını, uyanacağından emin olmayan kimse için uyumadan önce kılmak, uyanacağından emin olan kimse için ise, gecenin sonuna kadar geciktirmek daha faziletlidir.
     Teravih namazının vakti, tercih edilen görüşe göre, yatsı namazından sonradır, sabah namazının vaktine kadar devam eder. Teravih, vitir namazından önce de, sonra da kılınabilir. Ancak yatsı namazı kılınmadan önce teravih namazı kılınsa, iadesi gerekir.
     Bayram namazlarının vakti, güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra başlar, güneşin gökyüzünde en yüksek noktaya çıkışına (istivâ) kadar devam eder. Ramazan bayramı namazı, bir özür sebebiyle birinci gün istivâ zamanından önce kılınamazsa, ikinci gün istivâ zamanına kadar kılınır, artık özür bulunmasa da üçüncü gün kılınamaz. Kurban bayramı namazı ise, bir özür sebebiyle, birinci gün kılınamazsa ikinci gün kılınır. İkinci gün de bir özür sebebiyle kılınamazsa üçüncü gün istivâ zamanına kadar kılınır. Bu namazları bir özür bulunmaksızın böyle ikinci veya üçüncü güne bırakmak ise çirkin bir ameldir. Bu bayram namazları, istivâ zamanından veya zeval vaktinden sonra ise hiç bir halde kılınamaz. Kazaları da caiz değildir (namaz vakitleri için bk. İbnül-Hümâm, Fethul-Kadîr, I, 151-160; İbn Âbidîn, Reddül-Muhtâr, I, 321-342; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 59-62; eş-Şîrâzî, el-Mûhezzeb, I, 51-54; İbn Kudâme, el-Muğnî, I, 370-395; ez-Zühaylî, a.g.e., I, 506 vd.).

     6) Kutuplarda Namaz Vakitleri:
     Bu konuda iki görüş vardır.
     a. Vakit, namazın bir şartı olduğu gibi, farz olmasının da sebebidir. Bu yüzden bir yerde, namaz vakitlerinden bir veya ikisi gerçekleşmezse, o vakitlere ait namazlar, o yer halkına farz olmamış olur.
     Meselâ, bazı yerlerde, yılın bir mevsiminde daha akşam namazının vakti çıkmadan sabahın ikinci fecri doğarak sabah namazının vakti girmektedir. Artık bu gibi yerlerde yatsı namazı düşmüş olur. Bu konuda, abdest organlarından bir veya ikisini kaybeden kimsenin bu organları yıkama yükümlülüğünün düşmesine kıyas yapılarak namazın da düşeceğine fetva verilmiştir.
     b. Araştırmacı bazı fakihlere göre, bu gibi yerlerdeki müslümanlar da beş vakit namazla yükümlüdürler. Bulundukları yerde bu namazlardan herhangi birinin vakti gerçekleşmezse, o namazı kaza olarak kılarlar veya o beldeye en yakın olup, beş vakit namazların vakitleri tam olarak gerçekleşen beldenin vakitlerine göre, takdir ederek namazları edaya çalışırlar. Her ne kadar vakit, namazın bir şartı ve bir sebebi ise de, namazın asıl sebebi Allah'ın emri oluşudur. Bu yüzden bütün müslümanlar, bu beş vakit namazı kılmakla yükümlüdürler. İmam Şâfiî'nin görüşü de bu şekilde olup, ihtiyata uygun olan da budur.
     Güneşin uzun süre doğmadığı veya batmadığı kutup bölgeleri ve yakınlarında da yukarıdaki esaslara göre amel edilir. Bu gibi yerlerde yaşayan müslümanların, oruç ve zekâtları konusunda da bu şekilde bir takdir uygun düşer (İki namazı bir vakitte kılmak için "Cem'i Takdim ve Cem'i Tehir" konularını araştırın).

     Namaz Çeşitleri: Namaz dört kısma ayrılır.
     1. Farz-ı ayn olan namazlar. Beş vakit namaz ve cuma namazı gibi. Bunların her yükümlü için bizzat yerine getirilmesi gerekir.
     2. Farz-ı kifâye olan namaz. Cenâze namazı gibi. Bu, topluluk tarafından yapılması istenilen bir emirdir. Topluluktan bir kısmı bunu yerine getirince, diğerlerinden sorumluluk kalkar. Eğer bunu hiç kimse yerine getirmezse hepsi günahkâr olur. Allah yolunda cihad, iyiliği emir kötülüğü yasak etme, müslümanlar arasında bir halife seçme de bu çeşit farzlardandır (Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1960, s. 54, 55, 363, 364; Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Terc. Abdulkadir Şener, Ankara 1986, s. 37-39).
     3. Vacib olan namazlar. Vitir namazı, bayram namazları gibi. Sübut yönünden kesin, fakat delâlet bakımından zannî olan delile dayalı emirler vâcib hükmündedir. Bu, Hanefilerin benimsediği bir prensiptir. Diğer mezheplerde farz ile vacib aynı anlamda kullanılır. Onlara göre bir şey farz değilse sünnettir. Vacibin işlenmesine sevap, terkine azap vardır. Ancak vacibi inkâr eden dinden çıkmaz.
     4. Nâfile namazlar. Farz ve vacipten fazla olarak kılınan namazlara nâfile denir. Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmak amacıyla kendiliğinden kılındığı için bunlara "tatavvu"da denir. Sünnetler de nâfile içine girer. Her sünnet nâfiledir, fakat her nafile sünnet değildir. Peygamberimizin kıldığı nâfile namazlar sünnettir.

     Namazların Rekâtları:
     Namazların rekatlarını şu şekilde sıralayabiliriz: Sabah namazının iki rek'at sünneti, iki rek'at da farzı vardır. Öğle namazının dört rek'at ilk sünneti, dört rek'at farzı, iki rek'at da son sünneti vardır. İkindi namazının dört rek'at sünneti, dört rek'at da farz vardır. Akşam namazının üç rek'at farzı, iki rek'at da sünneti vardır. Yatsı namazının dört rekat ilk sünneti, dört  rekat farzı, iki rekat da son sünneti. Vitir namazı üç rekattır.
     Bayram namazları ise ikişer rekattan ibarettir. Teravih namazı yirmi rekattır. Diğer nafile namazlar da en az ikişer rekat olur.
     Namazın şartları:
     Namazın geçerli olması için bazı şartların ve rükünlerin bulunması gereklidir. Şart, sözlükte alâmet demektir. Bir terim olarak şart; varlığı kendisinin varlığına bağlı bulunan, fakat onun gerçek varlığından ve mâhiyetinden ayrı olan şeydir. Rükün ise, sözlükte; en kuvvetli taraf demektir. Bir terim olarak rükün; bir şeyin varlığı kendisine bağlı bulunan ve o şeyin esas unsur ve parçalarını teşkil eden esaslardır. Şer'i hüküm olarak şart ve rükne farz vasfı verilir. Bunların her ikisi de farzdır. Bu yüzden bazı fakihler bu konuya "namazın farzları” başlığını koymuşlardır. Bir de namazın farz olmasının şartları vardır. Bunlar müslüman olmak, büluğ çağına ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç tanedir (Şürünbülâlî, Merakul-Felah, s. 28; eş-Şirazî, el-Muhezzeb, 1, 53; İbn Kudâme, el-Muğni, I, 396-401; ez-Zühâylî, el-Fıkhuul-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk 1405/1985, I, 563 vd)
     Namazın farzları on ikidir. Bunlardan altısı daha namaza başlamadan bulunması gereken farzlar olup şunlardır:
     1) Hadesten temizlenme 2) Necasetten temizlenme, 3) Avret yerini örtmek, 4) Kıbleye yönelmek, 5) Vakit, 6) Niyet. Bunlara, "namazın şartları" denir.
     Diğer altısı da namaza başladıktan sonra bulunması gereken farzlar olup şunlardır:
     1) İftitah tekbiri, 2) Kıyam, 3) Kıraat, 4) Rükû, 5) Sücûd, 6) Son oturuşta "et-Tehiyyâtü"yü okuyacak kadar bir süre oturmak. Bunlara da "namazın rükünleri" denir.

12 Mart 2012 Pazartesi

İSLAM İLMİHALİ ... Altıncı Bölüm: NAMAZ ... 9. Konu: CEMAATLE NAMAZ (C - İMAMA UYANIN HALLERİ)


İ S L A M    İ L M İ H A L İ
Altıncı Bölüm: Namaz
9. Konu: CEMAATLE NAMAZ
     B) İMAMLIK
(Bu konunun geçmiş bölümlerine yukarıdaki linklerimizden bağlanabilirsiniz)

C) İMAMA UYANIN HALLERİ
     Namazı yalnız kılana münferid, imama uyarak kılana muktedî denilir. İmama uyan kişi (muktedî) için üç ayrı durum söz konusu olabilir. İmama uyan kişi ya "müdrik" ya "lâhik" ya da "mesbûk"tur. Şimdi bunları kısaca açıklayalım.

     a) Müdrik
     Müdrik "idrak etmiş, yetişmiş, kavuşmuş" gibi anlamlara gelir. İlmihal ıstılahında, namazı tamamen imamla birlikte kılan kimseye müdrik denir. İmama en geç birinci rek`atın rükûunda yetişen kimse o rek`ata yetişmiş sayılır ve müdrik adını alır. İftitah tekbirini almış ve imam rükûda iken kendisi rükûa varmış ise o rek`atı tam kılmış sayılır.
     Namazı cemaatle kılmanın ecri, tek başına kılmaktan yirmi yedi derece daha fazla olduğu için şu durumlarda tek başına kılınan namaz bırakılarak imama uyulur:
     Bir kimse tek başına bir farz namazı kılmaya başladıktan sonra, bulunduğu yerde o farz cemaatle kılınmaya başlansa, tek başına kılan eğer henüz secdeye varmamış ise namazı hemen keserek imama uyar. Cemaate muhalefet görüntüsü vermemek için böyle davranması müstehap sayılmıştır. Bu durumda selâm vermesine gerek yoktur. Edeben sağ tarafa selâm vermesi uygun olur diyen de vardır. Tek başına kıldığı namazda secdeye varmış ise bakılır: Eğer kıldığı namaz sabah ve akşam namazı ise yine bırakır ve imama uyar. Fakat bunların ikinci rek`atı için secdeye varmış ise, artık bırakmayıp namazı kendisi tamamlar ve selâm verdikten sonra cemaat devam ediyor bile olsa imama uymaz. Çünkü imama uyması halinde, imamla birlikte kılacağı namaz nâfile hükmünde olacaktır. Halbuki, sabah namazının farzından sonra nâfile kılınamadığı gibi, üç rek`atlı bir namaz da nâfile olarak kılınamaz. Eğer başladığı ve ilk rek`atın secdesine vardığı namaz öğle, ikindi ve yatsı namazı gibi dört rek`atlı bir farz ise, bu takdirde kıldığı bir rek`ata bir rek`at daha ilâve eder, teşehhütte bulunur, selâm verip imama uyar. Kendisinin kıldığı iki rek`at namaz nâfile olmuş olur.
     Böyle bir namazın üçüncü rek`atında bulunup da henüz secdesine varmamış ise, hemen ayakta veya oturarak selâm verip namazdan çıkar, imama uyar, tek başına kıldığı iki rek`at, nâfile olmuş olur. Fakat bu namazın üçüncü rek`atının secdesini de yapmış bulunursa, artık bunu tamamlar, farzı yerine getirmiş olur. Ancak bu namazı öğle veya yatsı namazı olursa tek başına kıldığı bu farzdan sonra imama yine uyabilir. İmamla kılacağı namaz nâfile olur. Fakat bu durumda ikindi namazı olursa imama uyamaz. Çünkü ikindi namazından sonra nâfile namaz kılmak mekruhtur.
     Nâfile bir namaza başlamış olan kimse, yanında cemaatle namaza başlansa, bu nâfileyi iki rek`at olmak üzere kılar, bundan sonra selâm verip cemaate katılır. Üçüncü rek`ata kalkmış ise, onu da dördüncü rek`at ile tamamlamadıkça namazını kesmez. Ancak nâfile namaza başlayan kimse, kılınmaya başlanan bir cenaze namazını kaçırmaktan korkarsa, nâfile namazı hemen bırakır, cenaze namazı için imama uyar, sonra nâfileyi kazâ eder. Çünkü cenaze namazının telâfi imkânı yoktur.
     Cemaatle sabah namazının kılındığını gören kimse, cemaate yetişeceğini zannederse hemen sabah namazının sünnetini kılar ve gerek görürse Sübhâneke ile eûzüyü ve sûre ilâvesini bırakarak yalnız Fâtiha ile, rükû ve secdelerde de birer tesbih ile yetinebilir. Bundan sonra imama uyar. Ancak imama yetişeceği kanaatinde olmazsa sünnete başlamayıp imama hemen uyar, artık bu sünneti kazâ da etmez. Eğer sünnete başlamış ise bunu tamamlar.
     Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının cemaatle kılınmaya başladığını gören kimse, bunların sünnetini kılmadan doğruca imama uyar, sonra öğlenin dört rek`at sünnetini kazâ eder. İkindinin sünnetini ise vaktin kerahati dolayısı ile kazâ edemez. Yatsı namazının dört rek`at ilk sünneti, gayr-i müekked bir sünnet olduğu için dilerse kazâ eder, dilerse etmez.

     b) Lâhik
     İmamla birlikte namaza başlamasına rağmen, namaz esnasında başına gelen bir durum sebebiyle namaza ara vermek zorunda kalan ve bu sebeple namazın bir kısmını imamla birlikte kılamayan kimseye lâhik denir. İmamla birlikte namaza başladığı halde uyku, gaflet, dalgınlık, abdestinin bozulması gibi mazeretler sebebiyle namaza ara vermek durumunda kalan kimse, namaza ara vermesini gerektiren durumun ortadan kalkmasından sonra konuşmadan, dünya işleriyle meşgul olmadan ve şayet abdesti bozulmuşsa, en kısa yoldan yeniden abdest alıp gelerek, bıraktığı yerden namazına devam eder. Şayet imam namazı bitirmişse, bu kişi sanki imamın arkasında namaz kılıyormuş gibi namazını tamamlar. Yani imama uymuş bulunan kimse gibi kıraat etmez, yaklaşık olarak imamın okuyacağı sure kadar bekler. Sadece rükû ve secdedeki tesbihleri, bir de oturuştaki dua ve salavatları okur. Bu arada sehiv secdesini gerektirecek bir iş yapsa, imama uyan kimse kendi hatasından ötürü sehiv secdesi yapmadığı için, kendisi de sehiv secdesi yapmaz. İmam sehiv secdesi yapacak olsa, lâhik olan kimse, imamla kılamadığı kısımları telâfi etmeden imama uymuş ise, bu secdeleri yapmaz ve hemen ayağa kalkıp namazını tamamlar ve imamla birlikte yapamadığı sehiv secdesini namazı tamamladıktan sonra yapar. Seferî bir imama uyan mukim bir kimse de kendisinin tamamladığı kısımlarda, lâhik gibidir.
     Lâhik mümkün olursa, önce kaçırdığı rek`atları veya rükünleri kazâ eder, sonra imama tâbi olarak onunla selâm verir. Meselâ imama uyan kimse birinci rek`atın kıyamında uyuyup da imamın secdeye vardığı anda uyansa hemen rükûa varır, sonra secdeye vararak imama yetişir. Lâhik, imama yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur ve yetişemediği rek`at veya rükünleri imam namazdan çıktıktan sonra kazâ eder. Meselâ dördüncü rek`atta iken burnu kanasa saftan ayrılır, namaza aykırı düşecek bir şey ile uğraşmaksızın hemen abdest alır, yetişmiş olduğu yerde imama tâbi olur. İmam selâm vermiş olursa, bu dördüncü rek`atı kendi başına hiçbir şey okumaksızın imamın arkasında kılıyormuş gibi tamamlar. Çünkü lâhik, imamın arkasında namaz kılıyor hükmündedir.
     İmama uyanın abdesti üçüncü rek`atta bozulsa abdest aldıktan sonra dördüncü rek`atta imama yetişse, önce kıraatsız olarak üçüncü rek`atı kılar. Bundan sonra imama uyar, onunla dördüncü rek`atı kılarak selâm verir. Fakat imama bu şekilde yetişemeyeceğini anlarsa, hemen imama tâbi olur, imam selâm verince kendisi kalkar, üçüncü rek`atı kıraatsiz olarak kılar ve selâm verir.
     Bir kimse yukarıda sayılan mazeretler dışında da lâhik durumuna düşebilir. Meselâ imamla birlikte namaz kılarken imamdan önce rükû veya secdeye varan kimse ya da imamdan önce rükû veya secdeden kalkan kimse yahut da bir veya birkaç rek`atı imamla birlikte kılamayan kimse de imam selâm verdikten sonra tek başına tamamlayacağı kısımlarda lâhik durumundadır.
     Bir kimse imama birinci rek`ata yetişemezse, yetişemediği rek`atlar bakımından mesbûk olduğu gibi, yetiştiği rek`atlardan birinde ârız olan durum sebebiyle de lâhik konumuna düşebilir ve böylece bir kişi aynı anda hem lâhik hem mesbûk olmuş olur.
Cemaat sevabından mahrum kalmamak için lâhikin hükümlerini yerine getirmekte yarar olmakla birlikte, bu ayrıntılara dikkat etmekte bazı güçlükler bulunduğu için, bu durumda kalan kimselerin namazlarına yeniden başlayıp kendilerinin kılması daha uygun görülmüştür.

     c) Mesbûk
     İmama namazın başında değil, birinci rek`atın rükûundan sonra, ikinci, üçüncü veya dördüncü rek`atlarda uyan kimseye mesbûk denir. Son rek`atın rükûundan sonra imama uyan kimse bütün rek`atları kaçırmış olur.
     Mesbûkun hükmü, kaçırdığı yani imamla birlikte kılamadığı rek`atları kazâya başladıktan sonra, tek başına namaz kılan kimse gibidir. Sübhâneke'yi okur, kıraat için eûzü besmele çeker ve okumaya başlar. Çünkü bu kimse kıraat bakımından namazın baş tarafını kazâ etmektedir. Bu durumda eğer kıraati terkederse namazı fâsid olur.
     Sübhâneke duasını okuma yeri, eğer kılınan namaz öğle ve ikindi namazı gibi gizli okunan namaz ise iftitah tekbirinden sonradır. Eğer açıktan okunan namaz ise ve imam kıraat etmekte iken yetişmiş ise, sağlam görüşe göre Sübhâneke'yi okumayıp imamın kıraatini dinler, Sübhâneke'yi kendi kazâ edeceği rek`atlarda okur ve tek başına namaz kılanlarda olduğu gibi Sübhâneke'den sonra eûzü besmele çeker.

     Mesbûkla ilgili uygulama örnekleri:
     1. Sabah namazının ikinci rek`atında imama uyan mesbûk, tekbir alıp susar, imam ile birlikte son oturuşta yalnız Tahiyyât okur, imam selâm verince kendisi ayağa kalkar, kaçırdığı ilk rek`atı kılmaya başlar. Sübhâneke ve eûzü besmeleden sonra Fâtiha ile bir miktar Kur'an okur, rükû ve secdelerden sonra oturup, Tahiyyât ile Salli-bârik ve Rabbenâ âtinâ dualarını okuyarak selâm verir.
     2. Akşam namazının ikinci rek`atında imama uyan kimse de birinci rek`at için bu şekilde hareket eder.
     Akşam namazının son rek`atında imama uyan kimse, Sübhâneke'yi okur, imamla beraber o rek`atı kılıp teşehhütte bulunur, bundan sonra kalkar. Sübhâneke'yi okuyup eûzü besmele çeker ve Fâtiha ile bir sûre veya bir miktar âyet okur; rükû ve secdelerden sonra oturur, sadece Tahiyyât okur, sonra Allahü ekber diyerek ayağa kalkar, besmele çekip Fâtiha ile bir sûre veya birkaç âyet okuyarak, rükû ve secdeleri ve son oturuşu yapar ve selâm ile namazdan çıkar. Bu durumda üç defa teşehhütte bulunmuş olur. Bununla birlikte mesbûk, ikinci rek`atın sonunda yanılarak oturmayacak olsa, kendisine sehiv secdesi gerekmez; çünkü bu rek`at bir yönüyle birinci rek`at mesabesindedir.
     3. Dört rek`atlı namazın son rek`atında imama uyan kimse imam ile teşehhütte bulunduktan sonra kalkar, Sübhâneke, Fâtiha ve bir sûre okuyup oturur ve Tahiyyât okuduktan sonra kalkar. Geri kalan iki rek`atı tamamlar.
     4. Dört rek`atlı namazın üçüncü rek`atında imama yetişen kimse, kendisinin birinci oturuşunu imamın son oturuşuyla birlikte yapar, kalkınca ilk iki rek`atı kaza edeceği için, kendisi bu ilk iki rek`atı nasıl kılacak idiyse öylece kılar.
     5. Dört rek`atlı bir namazın ikinci rek`atında imama uyan kimse, üç rek`atı imamla kılmış olur, teşehhüt okuduktan sonra kalkar, kılamadığı ilk rek`atı kılıp oturur ve selâm verir.
     İmama ilk rek`atın rükûunda yetişen kimse, mesbûk değil müdrik sayılır. Fakat imama rükûdan sonra yetişen kimse o rek`atı kaçırmış olur ve mesbûk durumuna düşer.
     Teşehhüt miktarı oturduktan sonra imam daha selâm vermeden önce mesbûkun ayağa kalkması mekruh sayılmıştır. Ancak abdestinin veya vaktin sıkışık olması durumunda mesbûk imamın selâm vermesinden önce kalkıp namazını tamamlayabilir.
     Ebû Hanîfe'ye göre, tek başına namaz kılan kimse teşrik tekbirleri ile yükümlü olmadığı halde, mesbûk kurban bayramında teşrik tekbirlerini imam ile birlikte alır, daha sonra ayağa kalkıp kaçırdığı rek`atları tamamlar.
     İmam selâm vermeden önce Tahiyyât'ı okuyup bitirmiş olan mesbûk, isterse kelime-i şehâdeti tekrar eder, başka bir görüşe göre ise susar. En doğrusu Tahiyyât'ı yavaş yavaş okumaktır.
     İmam dördüncü rek`atta oturup yanlışlıkla beşinci rek`ata kalksa, mesbûkun namazı bu kıyam ile fâsit olur. Fakat dördüncü rek`atta oturmadan beşinci rek`ata kalkmış ise, secdeye varmadıkça mesbûkun namazı bozulmaz.
  
  

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...