22 Ekim 2012 Pazartesi

İSLAM İLMİHALİ / Altıncı Bölüm: NAMAZ - Ondördüncü Konu: NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER - 1

İSLAM İLMİHALİ
Altıncı Bölüm: NAMAZ
Ondördüncü Konu: NAMAZLA İLGİLİ BAZI MESELELER -1


     Namaz İslâm dininde önemli bir ibadet olduğu için, olağan durumlarda kılınmasına özen gösterildiği gibi, olağan dışı durumlarda da çoğu zaman terkine müsamaha edilmemiş, bunun yerine, olağan dışı durumun mahiyetine ve ağırlığına göre, namaz kılışta bazı kolaylıklar sağlanmış ve böylece her gün namaz ibadeti vasıtasıyla yüce Rab ile bağlantı kurma imkânı devam ettirilmiştir.
     A) HASTA NAMAZI
     Hastalık ve yolculukta genel olarak meşakkat ve sıkıntı bulunduğu için bu durumlar, bedenî ibadetlerden özellikle namaz ve oruçta bir hafifletme, kolaylaştırma sebebi sayılmıştır.
     Taat, takata göre olduğundan, yani buyruğun yerine getirilmesi kişinin gücü ölçüsünde olduğundan hastanın namazı kendi gücüne göre belirlenmiş, hastalığın artması ve şiddetlenmesi nisbetinde namazın eda biçiminde eksiklik ve kolaylığa izin verilmiştir. Bu itibarla; meselâ kıyam, namazın önemli bir rüknü olduğu halde ayakta duramayan veya zorlukla duran kimseler nasıl mümkün ve kolay ise o şekilde oturarak kılabilirler. Oturarak dahi kılamayan, yani bu durumda rükû ve secde etmekten âciz olan kimse, imkânına göre durarak veya oturarak veya yatarak ima (başıyla, hatta bazı müctehidlere göre gözüyle işaret) eder. Tabiatiyla aslolan şekillerin korunması değil, özün yani Allah'la kurulan ilâhî bağlantının sürdürülmesi olduğundan, olağan dışı durumlarda kişi, her zaman olması gerektiği gibi, namazı kurtulunmak istenen bir yük, üzerinden atılması gereken bir borç haline getirmeden, kendi durumuna uygun bir şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. Hasta bir şekilde farz namazı kılmaya güç yetirememişse, aklı başında olduğu sürece geçirdiği namazları beşten çok değilse, sağlığına kavuştuğu zaman kazâ eder. Sağlığına kavuşamaz ise bu durumda kimi âlimlere göre ıskat etmeleri için vârislerine vasiyet eder. Aklı başında değilse yahut kaçırdığı namazları beşten fazla ise sıhhatine kavuştuğu zaman onları kazâ etmesi gerekmez (Iskat-ı salât ve devir konusu için bk. Cenaze bölümü).

     B) YOLCU NAMAZI
     a) Seferîliğin Mahiyeti
     Kişinin herhangi bir nedenle ikamet ettiği yerden kalkıp başka bir yere gitmesi veya gitmek için yola koyulması, Arapça'da sefer veya müsaferet olarak adlandırılmakta olup, bu şekilde yola çıkmış kişiye de seferî veya müsafir denilir. Seferînin mukabili mukimdir ve mukim bir yerde yerleşik bulunan, yolcu olmayan kişi anlamındadır. Türkçemiz'de seferîlik veya müsaferet yerine, çoğunlukla yolculuk tabiri kullanılmaktadır. Fıkıh ve ilmihal kitaplarında seferîlik veya yolculuk sözlük anlamına yakın olmakla birlikte, ondan farklı olarak, belirli bir mesafeye gitmek anlamındadır. Yolcu olan kişiyi ilgilendiren bazı özel ruhsat hükümleri bulunduğu için seferin tanımının ve mahiyetinin iyi belirlenmesi gerekir.Önceki fakihler yolcu olmanın tanımında iki farklı kriteri göz önünde bulundurmuş; kimi gidilecek mesafeyi, kimi de bu mesafe katedilirken harcanan zamanı ölçü almıştır. Her iki kriter de yaya yürüyüşü veya kafile içerisindeki deve yürüyüşüne göre hesaplanmıştır. Hanefîler'in çoğunluğunun kabulüne göre yolculuk, orta bir yürüyüşle üç günlük bir mesafeden ibarettir. Buna "üç konak" veya "üç merhale" de denir. Bir kişinin günde ancak altı saat yolculuk yapabileceği kabul edilince üç günlük yolculuk on sekiz saatlik bir zamana tekabül etmiş olmakta ve buna göre karada böyle bir yürüyüş ile, denizde ise mutedil bir havada yelkenli bir gemi ile on sekiz saat sürecek bir mesafe "sefer süresi" sayılmıştır. 
     Seferîlik belirlenirken yolun yalnız gidiş mesafesi esas alınır, dönüş mesafesi hesaba dahil edilmez. Yolculuk yapan kimse süratli gider ve bu mesafeyi daha kısa sürede katederse, bu mesafe hesabına göre yine yolcu sayılır.
     Yolculukta üç günün esas alınması ve üç günün zaman ve mesafe olarak ifade edilmesi konusunda herhangi bir âyet ya da hadis bulunmayıp, bu ayarlama İslâm hukukçuları tarafından yapılmıştır. Onlar bu zaman ve mesafe ayarını yaparken büyük ölçüde, sahâbenin Hz. Peygamber'in uygulamasını tavsif edişlerine ve onların kendi uygulamalarına dayanmışlardır. Meselâ Hanefîler üç günlük yolculuğun seferîlik hükümlerine esas olduğunu tesbit ederken büyük ölçüde, yolcu olan kişinin üç gün üç gece mest üzerine meshedebileceğini bildiren şu hadisi esas almışlardır: "Mukim kimse tam bir gün bir gece, yolcu ise üç gün üç gece mesh eder" (Müslim, "Tahâret", 85; Ebû Dâvûd, "Tahâret", 60).Daha sonra bu üç günlük yol veya on sekiz saatlik yolculuk asrımızda değişik ince hesaplarla kilometreye çevrilmiştir. Bu çevirmenin de asıl sebebi, çağımızda hızlı ulaşım araçlarının ortaya çıkması sonucu, üç günlük süre ölçütünü uygulamanın neredeyse imkânsız hale gelmiş olmasıdır. Bu hesaplara göre, kişinin yolcu sayılacağı ve yolculuk ruhsatlarından istifade edeceği mesafe, küçük bazı farklılıklarla 85-90 km. arasında tesbit edilmiştir. Ancak her iki ölçüyü yani zaman veya mesafeyi esas almanın ayrı ayrı problemleri vardır. Mesafe esas alındığında, son derece hızlı ve konforlu vasıtaların ortaya çıkması sebebiyle, bu 90 kilometrelik yolun oldukça meşakkatsiz ve çok kısa bir süre içerisinde katedilebilmesidir. Zamanın esas alınması durumunda ise yine birçok problem ortaya çıkmakta, gelecek birkaç yıl içinde seferîlik ruhsatları diye bir şey kalmayacağı, hatta zamanın esas alınması halinde bugün bile seferîlik hükümlerinden istifade edilemeyeceği ileri sürülmektedir. Bununla birlikte çağdaş İslâm bilginleri, bu ikisinden mesafe ölçüsünün daha objektif veya uygulanabilir olduğu kanaatindedirler. Hanefîler dışındaki çoğunluğa göre, namazların kısaltılmasını mubah kılan yolculuk, ortalama iki günlük yolculuk veya ağır yükle ve yaya olarak iki konaklık mesafedir.
     Seferîlik meselesinin üzerinde durulması, doğru bir tanımının yapılmaya çalışılması, bu durum için tanınmış bazı ruhsat ve kolaylıklardan istifade edilebilmesine yöneliktir. Başka bir ifadeyle, seferin ne olduğu sağlıklı bir şekilde ortaya konulmalı ki, seferî değilken seferîlik hükümlerinden istifa edilmiş olmasın veya seferî olunduğu halde sefer ruhsatlarından mahrum kalınarak gereksiz yere sıkıntı çekilmesin.
     Sefer bir yerde yerleşik bulunan kişi için normal ve sıradan bir iş değil, gelip geçici ve olağan dışı bir durumdur. Olağan dışı bir durum olduğu için sefer halindeki meşakkat, kişiye birtakım ruhsatların verilmesine sebep olmuştur, fakat hamallık gibi ağır bir işte çalışmada daha fazla meşakkat bulunduğu halde, olağan durum olması sebebiyle bu gibi ağır işler yolculuk durumuna kıyas edilmemiştir.
     Yolculuktaki ruhsatların veriliş nedeni, yolculuğun meşakkat, telâş ve normal düzenin bozulmasını içermesidir. Fakat bunlar değişken (izâfî) bir kavram olduğu için fakihler meşakkat yerine daha objektif ve herkes için geçerli bir kriter arayışına girmişler ve mesafe ayarı yapmak zorunda kalmışlardır.
     Yolculuğun içerdiği meşakkat tek boyutlu değildir. En başta yolculuğun getirdiği yorgunluk ve bedensel sıkıntılar vardır. Bunun yanında yolcunun, yolculuğun amacıyla ilgili endişe ve korkuları, geride bıraktığı işi, eşi, ailesi ile ilgili endişeleri bulunabilir. Buna bir de yol güvenliği endişesi eklenirse yolcu için tanınan ruhsatların mânası daha iyi anlaşılır. Hal böyle olunca, yolculuğa çıkan kişinin zaman kaybına tahammülü yoktur. O bir an önce işini bitirmek ve normal yerleşik hayatına dönmek arzusundadır. O halde onun yolculuk esnasında zaruri ihtiyaçları dışında oyalanmaması gerekir. İşte yola çıkan kişinin bir an önce normal yaşantısına, evine, işine dönme doğal arzusunu çabuklaştırmak için dinimizde, bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunların başında namazla ilgili olan "namazın kısaltılması" (kasr) ve "iki namazın bir vakitte kılınması" (cem`) gelir. Dikkat edilirse hem kasr, hem de cem` zaman kaybını en aza indirmek gibi bir amaca mebnidirler. Kişi namazı tam kılarak vakit kaybetmeyecek veya bir namaz vaktinde durmayıp onu öteki vakit namazıyla birlikte eda edecek ve mola zamanını ona göre ayarlayacaktır.
     Dikkat etmek gerekir ki bu ruhsatlar daha ziyade yaya olarak veya at, deve gibi hayvanlarla yolculuk yapanlar ve böyle olduğu için de yolculuğun kontrolünü elinde tutanlar için söz konusu edilmiş olmaktadır. Buna göre günümüzde toplu ulaşım vasıtalarıyla yapılan yolculuklarda bu anlam, yani namazın kısaltılması veya cemedilmesi sayesinde zamandan kazanılması durumu söz konusu değildir. Otobüslerin gidilen mesafeyi kaç saatte alacakları, nerede ve kaç dakika süreyle mola verecekleri yaklaşık olarak bellidir. Namazdan kesip zamandan kazanma durumu toplu ulaşım vasıtalarında söz konusu değildir. Ancak bu durumda da yolcunun genel seyahat programına uyma zorunluluğu, molalarda ihtiyaca göre zaman darlığı gibi sıkıntıları vardır.
     Özel arabasıyla yolculuğa çıkan kişinin bir an önce normal hayatına dönme gibi bir endişesi hem olabilir, hem de olmayabilir. Nitekim günümüzde, eskiden hiç söz konusu edilmeyen bir tatil olgusu bulunmaktadır. İnsanlar yılın belli zamanlarında denize, ormana gitmeye, tarihî ve turistik yerleri gezmeye zaman ayırıyorlar. Tatil çoğu kimseler için artık hayatın bir parçası olmuş durumda. Dolayısıyla tatil için yola çıkanların, en azından yolculuğa çıkarken, bir an önce normal hayata dönmek gibi bir endişeleri ve aceleleri yoktur.
     Bu defa da, yolculuğun hangi amaçla yapıldığı sorusunu sormak gerekiyor. Yolculuğun hangi amaçla yapıldığını sınırlama ve belirleme imkânı olmamakla birlikte genel olarak üç başlık altında toplanabilir:
     1) İş amaçlı yolculuklar.
     2) Tatil, gezi amaçlı yolculuklar.
     3) İç ve dış güvenlik amaçlı yolculuklar (daha ziyade ordu ve emniyet güçleri için söz konusudur).
     Esasen bu tür konularda objektif kriter getirildiği zaman hükmün anlaşılması ve tatbik edilmesi kolaylaşıyor ise de getirilen kriter sabitleştirilince gitgide hüküm ile hükmün konuluş amacı arasında uçurum meydana gelmekte ve hükmün konuluş esprisinin tamamen ortadan kalkması gibi bir durum ortaya çıkmaktadır.
     Sefer hükümlerinin iş ve güvenlik amaçlı yolculuklarda kural olarak uygulanabileceğini, bunun dışındaki yolculuklarda ise kişinin kendi inisiyatifine bırakılmasının doğru olacağını söyleyebiliriz. Yolculuk hali genel olarak güçlük ve sıkıntılardan hâlî olmayacağı için kişi, yerleşik bulunduğu yerden ayrıldıktan sonra ruhsatlardan istifade ihtiyacını hissettirecek bir meşakkatle karşılaşıyorsa bu ruhsatlardan istifade etmeli, ruhsata ihtiyaç duymuyorsa istifade etmemelidir. Bu durumda kişi ruhsatlardan istifade konusunda kararı kendisi vereceği için Allah katında sorumluluk da kendisine ait olacaktır. Ruhsatların kullanılmasının gerekli olup olmadığı konusundaki aşağıda gelecek olan mezheplerin farklı görüşleri, yukarıdaki formülü uygulamayı kolaylaştırmaktadır.
     b) Seferîliğin Hükümleri
     Yolculuk durumu, genel olarak meşakkat ve sıkıntı içerdiğinden bu durumdaki kişi için bazı kolaylıklar getirilmiştir. Bunlar yolcuya tanınan ruhsatlardır. Bunların başında ramazan ayında yolculuk yapan kişi için tanınan, orucu yolculuk anında tutmayıp sonraya bırakma ruhsatıdır. Normalde bir gün bir gece olan mest üzerine mesih süresi, yolcu için üç gün üç geceye çıkarılmıştır. Ayrıca yolcu olan kişinin, dört rek`atlı farz namazlarını ikişer rek`at olarak kılmasına da izin verilmiştir. Buna "kasrü's-salât" denir.
     Yolculukta dört rek`atlı namazların kısaltılarak kılınmasının câizliği konusunda âyet ve Peygamberimiz'in uygulaması bulunmakta olup ayrıca bilginler bu hüküm üzerinde icmâ etmişlerdir.
     Namazların kısaltılmasına ilişkin âyet şudur: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size kötülük etmesinden (fitne) korkarsanız, namazları kısaltmanızda bir sakınca yoktur" (en-Nisâ 4/101).
     Bu âyette kısaltmanın korku şartına bağlanmış olması, bir önceki âyette Allah uğrunda hicretten ve bir sonraki âyette savaş durumunda Peygamberimiz'in nasıl namaz kıldıracağından bahsedilmesi, bu âyetin savaş vb. gibi olağan üstü durumlara ilişkin olduğu, olağan dışı olmakla birlikte sıradan yolculuklara ilişkin olmadığı izlenimini verse de, öteden beri seferîlik konusundaki hükümler bu âyetle irtibatlı olarak ele alınmıştır.
     Bunun yanında umre, hac ve savaş için yaptığı yolculuklarda Hz. Peygamber'in namazları kısaltarak kıldığına dair şöhret derecesini aşmış haberler bulunmaktadır. İbn Ömer, Hz. Peygamber'le yaptığı yolculuklarda, Hz. Peygamber'in iki rek`attan fazla kıldığını görmediğini; aynı şekilde Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın da böyle davrandıklarını ifade etmiştir.
     Yolcunun dört rek`atlı farz namazları kısaltması mecburi midir, yoksa kısaltma konusu tamamen yolcunun tercihine mi kalmıştır?
     Bu konuda inisiyatifin tamamen yolcu olan kişiye bırakılmasının uygun olacağını yukarıda açıklamıştık. Burada, mezheplerin bu konudaki yaklaşımlarına kısaca yer vereceğiz. Hanefîler, namazların kısaltılması hükmünün Allah'tan bir bağış olduğu yönündeki rivayeti esas aldıkları için, kısaltmanın bir ruhsat değil bir azîmet hükmü olduğunu ileri sürerek bu konuda yolcuya tercih hakkı tanımamış ve kısaltmanın vâcip olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre yolcunun bilerek dört rek`atlı namazı ikiye indirmeyip dört olarak kılması mekruhtur. Bununla birlikte kişi, iki rek`at kılıp teşehhütte bulunduktan sonra iki rek`at daha kılacak olsa farzı eda etmiş, son iki rek`at da nâfile olmuş olur. Ancak selâmı tehir etmiş olmasından ötürü kötü bir iş yapmış sayılır. Seferî olan kişi, şayet birinci teşehhüdü terketmiş veya ilk iki rek`atta kıraatte bulunmamış ise farzı eda etmiş olmaz. Bu görüşün bir devamı olarak, seferde iken kazâya kalan dört rek`atlık namazların normal duruma dönüldüğünde yine ikişer rek`at olarak kılınması gerektiği söylenmiştir. Hanefîler'in bu konuda, Hz. Ömer'den nakledilen seferde namazların kısaltılması hükmünün bir hediye olduğu şeklindeki ifadenin dışında, Hz. Âişe ve İbn Abbas'ın şu sözlerini de delil almışlardır: Hz. Âişe "Namaz ikişer rek`at olarak farz kılındı; sonra hazarda ziyade olundu, seferde ise olduğu gibi bırakıldı" demiş, İbn Abbas da "Allah Teâlâ namazı Peygamberimiz'in dili ile hazarda dört rek`at, seferde iki rek`at olarak farz kılmıştır" demiştir (Buhârî, "Salât", 1; Müslim, "Salâtü'l-müsafirîn",1).
     Mâlikîler'e göre, seferde namazı kısaltarak kılmak müekked sünnettir. Şâfiî ve Hanbelîler'e göre ise yolculukta namazları kısaltarak kılmak bir ruhsat olup, kullanıp kullanmamak kişinin tercihine bırakılmıştır.
     Seferî kimse bir beldede on beş gün ve daha fazla kalmaya niyet edince mukim olur ve artık namazlarını tam kılar. Eğer on beş günden az kalmaya niyet ederse seferîliği devam eder. Şâfiî ve Mâlikîler'e göre ise, yolcu bir yerde dört gün kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar. Hanbelîler'e göre dört günden fazla veya yirmi vakitten fazla kalmaya niyet ederse namazlarını tam kılar.
     Namaz cemaatle kılındığında mukim yolcuya, yolcu mukime uyabilir. Mukim kişi, seferî kişiye uymuşsa, seferî iki rek`atın sonunda selâm verince, mukim selâm vermeyip kalkar, namazı dörde tamamlar. Namazın baş tarafını imamla kılmış ve farz kıraat yerine gelmiş olduğu için bu kişi sağlam görüşe göre, namazı başkaca kıraat etmeksizin tamamlar, yanılırsa secde etmez. Çünkü bu mukim, lâhik mesabesindedir. Yolcu, vakit içinde mukime uyduğunda dört rek`atlı bir farz namazı mukim gibi tam olarak kılar.
     Aslî vatana dönmekle yolculuk hali sona erer. Burada sefer hükümleriyle ilişkili olarak oluşturulan üç vatan anlayışından kısaca bahsedelim.
a) Vatan-ı aslî. Bir insanın doğup büyüdüğü veya evlenip içinde yaşamak istediği veya içinde barınmayı kastettiği yere vatan-ı aslî denir. Vatan-ı aslîden başka yere iş, görev vb. sebeplerle veya yerleşmek üzere göçülünce yeni yer vatan-ı aslî olur, eski yer bu vasfını kaybeder.
b) Vatan-ı ikamet. Bir kimsenin doğduğu, evlenip ailesini yerleştirdiği veya kendisi yerleşmeye karar verdiği yer olmamak kaydıyla, kişinin on beş günden fazla kalmak istediği yere vatan-ı ikamet denir.
c) Vatan-ı süknâ. Bir yolcunun on beş günden az kalmayı planladığı yere vatan-ı süknâ denir.     Bir kimse doğup yerleştiği veya karısının yerleştiği yere varınca seferî olmaz. Sadece gideceği bu yer sefer mesafesi uzaklığında ise yolculuk esnasında seferî olur.

19 Ekim 2012 Cuma

HADİS-İ ŞERİFLER - KIYAMETİN BAŞKA ALAMETLERİ

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
Onuncu Fasıl
KIYAMETİN BAŞKA ALAMETLERİ

1. (5034)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki;
     "Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun ki, vahşi hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kişiye kamçısının ucundaki meşin, ayakkabısının bağı konuşmadıkça, kendisinden sonra ehlinin ne yaptığını dizi haber vermedikçe kıyamet kopmaz."
[Tirmizî, Fiten 19, (2182).]

3. (5036)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki;
"İnsanların dünyaca en bahtiyarını adi oğlu adiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz."
[Tirmizî, Fiten 37, (2210).]

AÇIKLAMA:
Lüka' İbnu Lüka' tabirini "adi oğlu adi" diye tercüme ettik. En adi veya ayak takımı diye tercümesi de caizdir. Bununla asaletsiz, ilimsiz, görgüsüz, mürüvvetsiz kimseleri anlamamız gerekecek. Hadiste mevzu bahis edilen bahtiyarlık, dünyevî bahtiyarlıktır. Mal, mülk, servet sahibi olmak, ünvan, makam sahibi olmak gibi. Kıyamete yakın içtimâî nizamın bozulması sonucu liyakatsiz kimseler, kayırmalarla, gayr-ı meşru kazançlarla bir kısım imkanlara kavuşacaklardır. Hadis bu bozukluğu haber vermektedir.

4. (5037)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki;
     "Kıyamet, Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır."
[Müslim, İman 234, (148); Tirmizî, Fiten 35, (2208).]

AÇIKLAMA:
1- Hadisin bir başka veçhinde: "Yeryüzünde Allah Allah diyen kaldıkça kıyamet kopmaz" buyrulmuştur. Buna göre, yeryüzünde Allah Allah diyen insan bulundukça kıyamet kopmayacaktır. Bir başka ifade ile, gün gelip yeryüzünde Allah Allah diyen insan kalmayacak. Bu sebeple de kıyamet kopacaktır; hadisin zahirinde bu mana çıkar. Halbuki az yukarıda da belirtildiği üzere, başka hadislerde kıyamete kadar yeryüzünde Allah'a ibadet edenlerin eksik olmayacağı ifade edilmiştir. Az ileride kaydedeceğimiz 5043 numaralı hadiste de "kıyametin insanların en şerirleri üzerine kopacağı" ifade edilmiştir.
     Arada gözüken tearuz, alimlerce muhtelif şekillerde giderilmiştir. Birine göre; "Kıyametin kopmasından murad, kıyametin yaklaşmasıdır. Bir başka deyişle, Yemen cihetinden esip mü'minlerin ruhunu kabzedeceği belirtilen rüzgârın gelme zamanıdır. Bu rüzgârla Allah Allah diyen bütün mü'minlerin ruhu kabzedilecek, kıyamet de geri kalan şerirlerin tepesine kopacaktır. O dehşetli hadiseyi onlar gözleriyle görüp, fiilen yaşayacaklardır."
2- Hadiste geçen اللَّهُ اللَّهُ tabiri bazı rivayetlerde اللَّهَ اللَّهَ şeklinde nasb olarak gelmiştir. Bu durumda mana şöyle olur: "Allah'tan sakın diye emr-i bi'lmaruf'ta bulunan hiç kimse üzerine kıyamet kopmaz." Böylece hadis emr-i bi'lma'rufa teşvik etmiş olmaktadır.

5. (5038)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yanındaki cemaate konuşurken, bir adam gelerek;
     "(Ey Allah'ın Resulü!) Kıyamet ne zaman kopacak?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm konuşmasına devam etti, sözlerini bitirdiği vakit:
"Sual sahibi nerede?" buyurdular: Adam:
"İşte buradayım ey Allah'ın Resulü!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekleyin!" buyurdular. Adam:
"Emanet nasıl zayi edilir?" diye sordu. Efendimiz:
"İş, ehil olmayana tevdi edildi mi kıyameti bekleyin!" buyurdular."
[Buharî, İlm 2, Rikak 35.]

AÇIKLAMA:
1- Ulemânın hadisten çıkardığı fevaidin bir kısmı ilim ve ilim edebiyle ilgili:
* Sual sormanın bir edebi vardır. Konuşması esnasında alime sual sormak edebe aykırıdır. Aleyhissalâtu vesselâm bu kabalığı, cevabı geciktirmek suretiyle te'dib etmiştir.
* Soranın sualine ilgi göstermek gerekir. Sual açık değilse cevap verilmez.
* Ders alma hakkı öncelik sırasına göredir. Önce sorana cevap sırasında sual sorulmamalı. Fetva ve diğer hükümler de bu esasa göre sıraya tabidir.
* Alimin verdiği cevap açık değilse, izah istenebilir.
* İlim, sual ve cevaptır. Bu sebeple ulemâ  حُسْنُ السُّؤالِ نِصْف الْعِلْمِ "Güzel soru ilmin yarısıdır" demiştir.
* İmam Ahmed ve İmam Malik başta, ulema bu hadisin zahirinden hareketle: "Hutbe sırasında sorulan sorulara cevap vermeyiz" demişlerdir. Ancak mühim bir suale hutbe sırasında cevap vermenin müstehab olacağı da belirtilmiştir. Nitekim Müslim'de gelen bir rivayette, hutbe esnasında dinini öğrenmek üzere gelip sual soran kimseye Aleyhissalâtu vesselâm, -hutbeyi kesip- dinini öğretmiş, sonra hutbesine devam buyurmuştur.
2- Hadisten kıyamet hadisesiyle ilgili olarak çıkarılan fevaide gelince: Şârihler "iş"  diye tercüme ettiğimiz el-emr kelimesiyle dine müte-allik işleri anlamışlardır. Hilafet, (halifelik, devlet başkanlığı), imaret (emîrlik yani memurluk, valilik, komutanlık vs.), kaza (mahkeme işleri, kadılık hizmetleri), ifta (dinî meselelere fetva verme işleri) vs. Alimler, sayılan bu işlerin liyakatli olan kimselere verilmesi gerektiğini belirterek; "İmamları (devlet reislerini) Allah, kulların üzerine imam kılmış ve kullar hakkında hayırhah olmalarını farz bir vazife yapmıştır. Bu sebeple imamların mezkur vazifeleri diyanet sahibi kimselere vermesi gerekir, diyaneti olmayanları, işbaşına getirecek olurlarsa, kendilerine Allah'ın tevdi etmiş olduğu emaneti zayi etmiş olurlar" demişlerdir.
3- İbnu Hacer, emanetin zayi edilmesinin en büyük amili olarak "cehaletin galebesi ve ilmin kaldırılması"nı görür. Bu da kıyamet alâmetlerindendir. Öyleyse ilim ayakta olduğu müddetçe işler yolunda gidecek demektir. Nitekim bir hadiste Aleyhissalâtu vesselâm kıyamet alâmetleri meyanında; "İlmin, küçükler nezdinde aranması"nı zikreder.

6. (5039)- Sahiheyn'de gelen bir diğer rivayette: "Kahtan'dan, insanları değneğiyle idare eden bir adam çıkmadıkça kıyamet kopmaz" buyrulmuştur."
[Buharî, Fiten 23, Menakıb 7; Müslim, Fiten 60, (2910).]

AÇIKLAMA:
Kahtan'dan çıkacak olan bu şahsın mahiyeti ihtilaflıdır. Adil biri mi, zalim biri mi, belli değildir. İsmi de zikredilmemiştir. Hadisin verdiği zahirî manaya göre Kahtânî, zalim bir kimsedir. İnsanları koyun sürüsü gibi sopayla sevk ve idare edecektir. Bazı alimler de bu kimsenin Mehdi'yi müteakip gelerek onun yolunda devam edecek müsbet, adil bir kimse olduğunu ileri sürmüştür. Bazıları zalim mütegallibe olma ihtimalini, öbürüne nazaran daha kavi bulmuştur.
Kurtubî: "Değnekle sevketme" tabiri, Kahtânî'nin halka zorla galebe çalmasından ve halkın da ona boyun eğmesinden kinayedir der ve devamla: "Belki hadiste sopanın kendisi murad değildir, ama onun halka sert ve merhametsiz davranacağına bir işarettir" demiştir.

7. (5040)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Fırat nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmaz. Onun üzerine insanlar savaşırlar. Yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür. Onlardan her biri: "Herhalde savaşı ben kazanacağım" der."
[Buhârî, Fiten 24, Müslim, Fiten 29, (2894); Ebu Davud, Melahim 13, (4313, 4314); Tirmizî, Cennet 26, (2572, 2573).]

8. (5041)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur."
[Tirmizî, Zühd 24, (2333).]

AÇIKLAMA:
Türbüştî, "zamanın yakınlaşması" tabiri için şu açıklamayı yapar: "Bu, zamanın bereketinin azlığına ve her yerde faidesinin azalmasına hamledilir. Yahut da, insanların karşılaştıkları musibetlere ilgileri ve kalplerinin büyük fitnelerle meşguliyeti gibi sebeplerle gece ve gündüzlerinin nasıl geçtiğini idrak edememelerine hamledilir."

9. (5042)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah Teala hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen'den gönderir. Bu  rüzgâr, kalbinde zerre miktar iman bulunan hiç kimseyi hariç tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder."
[Müslim, İman 185, (117).]

10. (5043)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kıyamet sadece şerir insanların üzerine kopacaktır!" buyurdular."
[Müslim, Fiten 131, (2949).]

AÇIKLAMA:
1- Son iki hadis, kıyametin tam kopmasından önce Yemen tarafından esecek bir rüzgârla bütün mü'minlerin vefat edeceğini, geriye kötü ve şerli insanların kalacağını, kıyametin de onların tepesine yıkılacağını belirtmektedir.
Bazı rivayetlerde kıyamete yakın, mü'minlerin ruhunu kabzedecek olan rüzgârın Şam cihetinden eseceği ifade edilmiştir. Bu iki farklı rivayeti İmam Nevevî şöyle iki ayrı nokta-i nazardan te'lif eder:
* "Bu rüzgârların, biri Yemen, diğeri de Şam cihetinden olmak üzere iki tane olması mümkündür.
* Mezkur rüzgâr, bu iki beldeden birinde başlar, diğerine ulaşır, oradan da her tarafa yayılır, bu da  bir ihtimaldir."
2- Rüzgârın ipekten yumuşak olmasını, bazı alimler; "Allah'ın, mü' min kullarına bir ikram ve lütuf olarak ruhlarını zahmetsizce alacağı"  şeklinde yorumlamış ise de, diğer bazıları "Mü'minlerin ruhlarının meşakkatle alınması, onların lehinedir. Böylece günahlarından tam temizlenmiş olarak ahirete intikal ederler" diyerek itiraz etmişler ve bu manayı te'yid eden rivayetler göstermişlerdir.

11. (5044)- İbnu Zuğb el-Eyâdî anlatıyor:
"Abdullah İbnu Havale el-Ezdî (radıyallahu anh)'nin yanına indim. Bana:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi, ganimet alalım diye yaya olarak gönderdi. Biz de  döndük ve hiçbir ganimet elde edemedik. Yorgunluğumuzu yüzlerimizden anlayıp aramızda doğrularak:
"Ey Allah'ım, onları bana tevkil etme; ben onları üzerime almaktan acizim! Onları kendilerine de tevkil etme, bu işten kendileri de acizdirler. Onları diğer insanlara da tevkil etme kendilerini onlara tercih ederler!" buyurdular. Sonra elini başımın üstüne koydu ve:
"Ey İbnu Havâle! Hilafetin (Medine'den) Arz-ı Mukaddese'ye (Suriye'ye) indiğini görürsen, bil ki artık zelzeleler, kederler, büyük hadiseler yakındır. O gün kıyamet, insanlara, şu elimin, başına olan yakınlığından daha yakındır" buyurdu."
[Ebu Davud, Cihad 37, (2535).]

  AÇIKLAMA:
1- Hilafetin Şam'a inmesi demek, hilafet merkezinin Medine'den Dımeşk'e yani bugünkü Şam-ı Şerif'e nakledilmesi demektir. Hilafetten maksad da hilafet-i nübüvvettir. Nitekim bu hâdise, Emevîler zamanında aynen vukua gelmiştir. İslam devletinin merkezi, Medine'den alınmış, Şam'a nakledilmiştir.
2- Hadisteki mana şudur: "İnsanların işlerini bana havale etme, ben îfa etmekten acizim, kendilerine de bırakma, şehvetlerinin ve şerlerinin çokluğu sebebiyle onlar da aciz kalırlar. Onları insanlara da havale etme; onlar da kendilerini bunlara tercih ederler ve emanet edilen bu işi yerine getiremezler. Onlar senin kullarındır, efendiler kölelerine nasıl muamele ederlerse sen de kullarına öyle muamele et!"

12. (5045)- Hz. Enes (radıyallahu anh) dedi ki:
"İstanbul'un fethi kıyamet anında olacaktır."
[Tirmizî, Fiten 58, (2240).]

13. (5046)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
"Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belanın gelmesi vacib olur!" buyurmuşlardı. (Yanındakiler): "Ey Allah'ın Resulü! Bunlar nelerdir?" diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm saydı:
* Ganimet (yani millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında) tedavül eden bir meta haline gelirse.
* Emanet (edilen şeyleri emanet alan kimseler, sorumlu ve yetkililer, memurlar) ganimet (malı yerini tutup, yağmalayıp nefislerine helal) kıldıkları zaman.
* Zekat (ödemeyi ibadet bilmeyip bir angarya ve) ceza telakki ettikleri zaman.
* Kişi annesinin hukukuna riayet etmeyip, kadınına itaat ettiği;
* Babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı;
* Mescidlerde (rızayı İlahî gözetmeyen husumet, alışveriş, eğlence ve siyasata vs. müteallik) sesler yükseldiği zaman.
* Kavme, onların en alçağı (erzel) reis olduğu;
* (Devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle tedhiş ve zulümle insanları sindiren zorba) kişiye zararı dokunmasın diye hürmet ettiği;
* İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği;
* (San'at, bale, konser gibi çeşitli adlar altında; bar, gazino, dansing ve salonlarda ve hatta  televizyon ve filim gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde) şarkıcı kadınlar ve çalgı aletleri edinildiği;
* Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, [zelzeleyi], yere batışı (hasfı) veya suret değiştirmeyi (meshi) [veya gökten taş yağmasını, (kazfi)] bekleyin."
[Tirmizî, Fiten 39, (2211).]

AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi, ümmet umumiyetle, kızıl rüzgar hâdisi olarak bilir. Hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm, kıyamete yakın İslam ümmetinin ictimâî hayatında hakim duruma gelecek pekçok içtimâî marazları nazar-ı dikkate arzetmektedir. Bu sayılanlardan herbiri hakikaten içtimâî bir hastalıktır. Beşeriyetin yaratılış hikmeti gereğince bu hastalıklara her devirde her yerde rastlanır. Ancak çerçevesi dar, gücü  zayıftır. Fakat, anlaşılan o ki, kıyameti zaruri kılan bir hal olarak, bunlar, hem yaygınlık, alaniyet ve hem de fevkalâde kesafet kazanarak cemiyetin bünyesinde kökleşeceklerdir. Beşeriyeti bir bütün olarak bir uzva, bir hey'et-i içtimaiyeye benzetecek olursak, bu büyük beşerî uzviyet tıpkı münferid bir insan gibi, bünyesine yerleşen bu kadar ağır hastalıklara dayanarak, on beş çeşit hastalıkla, ağır hasta yatan tedavisiz bir beden gibi, ölüm ona daha hayırlı ve belki de bir kurtuluş olacaktır. Kıyamet bir bakıma onulmaz şekilde içtimâî marazlarla alude olmuş beşeriyetin ölümüdür. Anlaşılacağı üzere bu küllî ölümü, beşeriyet, şeriat-ı İlahiyeyi dinlemeyerek kendi eliyle hazırlamaktadır. Hadiste sayılan on beş marazın herbiri dinin yasak ettiği bir haramdır. Dikkat edersek insanlığın, kendi eliyle ördüğü teknik çerçevenin sağladığı kolaylık ve imkanların da yardımıyla, rîhu'lhamra vetiresinde her geçen gün daha da artan bir sür'atle yol aldığını görürüz.
2- Hadisin anlaşılması için, kapalı olan bazı tabirlerin yanına parantez içerisinde açıklayıcı ilavelerde bulunduk. Burada sonradan gelen nesillerin önceden gelenlere (yani halefin selefe) hakareti meselesi ile ilgili bir açıklamayı kaydedeceğiz. Tîbî der ki: "Bundan maksad, halefin (arkadan gelenlerin) selefi (Sahabe, Tabiin ve Etbau't tabiin gibi Resulullah'ın senasına mazhar olan nesilleri) ta'n etmesi onlara bir kısım  kusurlar izafe etmesi, salih amellerde onlara ihtida etmemesidir. Bu davranışlar onlar hakkında lanet gibidir." Aliyyu'l-Kârî te'vile kaçmaya gerek olmadan, selefe lanet eden zümrelerin varlığına dikkat çekerek "Bunlar kâfir veya mecnundur, ama lanet edici bir zümredir" der ve ilave eder: "Bu zümre sadece lanetle de yetinmeyip, selefi tekdir de ediyor. Bu cinayeti işlerken dayanakları fasid olan hevaları, kısır olan efkârlarıdır. Böyleleri mesela Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman radıyallahu anhüm ecmain'in, (Resulullah'tan sonra) hilafeti haksız olarak ele geçirdiğini, aslında hilafetin Hz. Ali'nin hakkı olduğunu iddia ederler. Gerçek şu ki, bu iddia batıldır ve bu hususta selef ve halef bütün ümmet icma etmiştir. Bu icmaya karşı çıkan münkirlerin iddialarının hiçbir değeri yoktur. Kur'an ve sünnette hilafetin Resulullah'tan sonra Hz. Ali'ye ait olduğuna dair hiçbir delil, hiçbir nass mevcut değildir."

14. (5047)- İbnu Amr İbnu'l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbetu'l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir."
[Müslim, Fiten 118, (2941); Ebu Davud, Melahim 12, (4310).]

15. (5048)- Hz. Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (birgün):
"Beytu'l Makdis'in imarı Yesrib'in harabıdır. Yesrib'in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame İstanbul'un fethidir, İstanbul'un fethi Deccal'in çıkmasıdır!" buyurdular Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz'ın) dizine vurdular ve:
"Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi" buyurdular."
Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. (Yani Aleyhissalâtu vesselâm'ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh)'dir.)"
[Ebu Davud, Melahim 3, (4294).]

AÇIKLAMA:
Burada, birbiriyle irtibatlı olarak zuhura gelecek bazı hadiseler nazar-ı dikkate arzedilmektedir. Ebu Davud bu hadisi Emaratu'l-Melahim başlığı altında kaydeder. Buna göre, sayılan hadiseler melhame denen büyük savaşların çıkmasına alamettir; o da Deccal'in çıkmasına...
* Beytu'l-Makdis, Mescidu'l-Aksa denen Kudüs şehrindeki mukaddes mesciddir. Onun umranı, imandır. İmar da insanca, gelirce, malca çokluğa kavuşmasıyla gerçekleşir.
* Yesrib, Medine-i Münevvere'nin cahiliye devrindeki eski adıdır.
Hadisi bazı şarihler: "Mescid-i Aksa'nın imarı Medine'nin harabının sebebidir" diye anlamıştır. Ancak Aliyyu'l-Kârî, "sebeb"i kabul etmez, "Mescid-i Aksa'nın imarı, Medine'nin harab olma zamanına rastlar"  şeklinde  açıklama getirir.
Bazı şarihler, "Beytu'l-Makdis'in imarı"ndan, harab edildikten sonra yeniden imar edilmesini anlarlar. "Çünkü derler, ahirzamanda, o harab olur, kâfirler sonra imar ederler." Bazı şarihler: "Umran, mükemmel şekilde imardır. Öyleyse, Beytu'l-Makdis, Medine'nin harabı zamanında normalin üstünde mükemmel bir imara mazhar olacaktır. Çünkü Beytu'l-Makdis'in harab olması mevzu bahis değildir" demiştir.
* Hadiste geçen melhame yani büyük savaştan, Şam ile Rum arasında çıkacak büyük bir savaş anlaşılmış ise de, İbnu Melek "Şam'la Tatarların arasında geçen savaşın kastedildiğini" söyler. Aliyyu'l-Kârî: "Birinci görüş daha doğru" der.
Bazı alimler, bunlardan herbirinin, kendinden sonra vukua gelecek bir hadisenin alâmeti olduğunu belirtir.
Resulullah, Hz. Muaz'a, bu söylediklerinin yakin ifade ettiğini belirtmiştir. Gerçekten de hepsi çıkmıştır.

16. (5049)- Abdullah İbnu Büsr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Melhame ile Medine'nin fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci yılda da Mesih Deccal çıkar."
[Ebu Davud, Melahim 4, (4296); İbnu Mace, Fiten 35, (4093).]

AÇIKLAMA:
Hadiste geçen Medine'den maksad İstanbul'dur. Çünkü Medine, kelime olarak şehir demektir. Kelime burada lügat manasında kullanılmış olmaktadır. Mamafih yine Ebu Davud'un bir rivayetinde "Büyük melhame, İstanbul'un fethi ve Deccal'in çıkması yedi ay içerisindedir" denilmektedir. Bu hadiste Medine yerine İstanbul zikredilmiştir.
İki hadis arasında dikkat çeken bir müşkil var: Birinde "yedi yıl" denirken, diğerinde "yedi ay" denmektedir. İbnu Kesir şöyle bir açıklama ile müşkili gidermeye çalışır: "Melhame'nin başı ile sonu arasında altı yıl vardır. Sonu ile İstanbul kastedilmiş olan Medine'nin fethi arasında bir yakınlık vardır. Öyle ki, bu Deccal'in çıkmasıyla birlikte yedi ay içerisinde olur."
Aliyyu'l-Kârî, tearuzun halledilemez durumda olduğunu belirttikten sonra melhame-i kübra ile Deccal'in çıkması arasında yedi yıl olduğunu belirten hadisin, yedi ay olduğunu söyleyen hadisten daha sahih olduğunu -Ebu Davud'un kaydına dayanarak- cezmen ifade eder.

18 Ekim 2012 Perşembe

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Uzman Yardımcısı 80 Personel Alacak


AİLE VE SOSYAL POLİTİKALAR
UZMAN YARDIMCILIĞI SINAVI DUYURUSU
SINAVA İLİŞKİN GENEL BİLGİLER

     Resmi Gazetede yayımlanan 14/08/2012 tarih ve 28384 sayılı Aile ve Sosyal Politikalar Uzmanlığı Yönetmeliği’nin ikinci bölümünde yer alan hükümler kapsamında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı merkez teşkilatında münhal bulunan Genel İdare Hizmetleri Sınıfında 8. dereceden 80 adet Aile ve Sosyal Politikalar Uzman Yardımcısı kadrosuna atama yapılmak üzere, aşağıda belirtilen öğrenim dallarının herhangi birinden mezun olan adaylar için yazılı ve sözlü sınav yapılacaktır.


BölümlerKadro SayısıYazılı Sınava Katılacak Aday SayısıPuan TürüPuanı
1.GrupSosyal Hizmetler. Psikoloji, Çocuk Gelişimi ve Eğitimi, Sosyoloji, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik (PDR). Halkla İlişkiler. İletişim20400KPSS P470
2.GrupHukuk. Uluslararası ilişkiler. Kamu Yönetimi, İktisat, isletme. Maliye. İstatistik. Ev EkonomisiAile ve Tüketici Bilimleri. ÇalışmaEkonomisi ve Endüstriyel İlişkiler (ÇEKO), Ekonometri. Ekonomi601200KPSS P71 KPSS P10970


     SINAVA BAŞVURU ŞARTLARI, YERİ VE İSTENEN BELGELER
     Bakanlığın www.aile.gov.tr internet adresinde yer alan Aile ve Sosyal Politikalar 
Uzman Yardımcılığı Sınavı Başvuru Formunu, belirtilen süreler içerisinde internet ortamında yarışma sınavına katılmak üzere doldurarak müracaat edenlerden başvurusu kabul edilen adayların KPSS puanı en yüksek olandan başlamak üzere ilan edilen kadroların 20 katı kadarı yazılı sınava çağırılacaktır. Son sıradaki adayla aynı puanı almış aday bulunması halinde bu adaylar da yazılı sınava katılmaya hak kazanacaktır. İnternet ortamında başvurusunu yapan ve yazılı sınava katılmaya hak kazanan adaylar Bakanlık internet sayfasında duyurulacaktır.

Başvuru Şartları
1. Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) tarafından, 09-10 Temmuz 2011 
veya 07-08 Temmuz 2012 tarihlerinde yapılan Kamu Personeli Seçme Sınavlarında (KPSS), tabloda belirtilen puan türlerinden 70 ve üzeri puan almış olmak,
2. En az 4 yıllık eğitim veren fakültelerin, tabloda belirtilen bölümlerinden veya bunlara denkliği Yüksek öğretim Kurulunca kabul edilen 4 yıllık fakültelerin birinden son başvuru tarihi itibariyle mezun olmak, 
3. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin birinci fıkrasının (A) 
bendinde belirtilen genel şartlara sahip olmak,
4. Yazılı Sınavın yapılacağı tarih itibariyle 35 yaşını doldurmamış olmak,
5. Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak, 
6. Görevini devamlı olarak yapmaya engel olabilecek akıl hastalığı bulunmamak, 
7. Süresi içinde başvurmuş olmak.


     Yarışma Sınavına, alanlar itibariyle ilân edilen Aile ve Sosyal Politikalar Uzman 
Yardımcısı kadro kontenjanı için öngörülen sayıda başvurunun olmaması halinde kadro ve 
ihtiyaç durumuna göre alanlar arasında sayı belirleme ve değişiklik yapma yetkisi Bakanlığa 
aittir. Eksik belge ve bilgileri bulunan adayların başvuruları işleme konulmayacaktır. Yazılı 
ve sözlü sınava gelen adaylar, yanlarında geçerli bir kimlik belgesi (nüfus cüzdanı veya 
pasaport) bulunduracaklardır.

     SINAV ÜCRETİ 
     Yazılı yarışma sınavına  katılmaya hak kazanan ve Bakanlık internet sayfasında 
isimleri yayımlanan adaylar 50 TL (Elli TL KDV Dahil) sınav ücreti yatıracaklardır. Sınav 
ücretinin yatırılacağı hesap numaraları başvuruların yapılacağı tarihte Aile ve Sosyal 
Politikalar Bakanlığı web sitesinde (www.aile.gov.tr) duyurulacaktır. Başvuruları kabul edilip sınava girmeyenler ile şartları uymadığı halde başvuru yapanlar veya eksik belgelerle başvuru yapanlara sınav ücreti iade edilmeyecektir.

     Yazılı Sınava Çağrılacak Adaylardan İstenecek Belgeler
1) T.C. Kimlik Numarası beyanı,
2) Diploma veya mezuniyet belgesinin aslı veya Bakanlıkça aslı gibidir onaylı sureti,
3) KPSS sonuç belgesi çıktısı,
4) İki adet vesikalık fotoğraf,
5) Başvuru formunun çıktısı
6) Sınav ücreti dekontu (dekont üzerinde başvuru yapan adayın adı ve T.C. kimlik 
numarası bulunması gerekmektedir.)

     İnternet ortamında başvurularını yapan ve yazılı sınava katılmaya hak kazandığı, 
Bakanlık internet sitesinde açıklanan adayların 19-30 Kasım 2012 tarihleri arasında 
belgelerini Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Personel Dairesi Başkanlığının bulunduğu 
Eskişehir Yolu Söğütözü Mahallesi 2177 Sokak No:10/A Kat:1 Çankaya/ANKARA adresine 
bizzat teslim etmeleri gerekmektedir. Posta ile yapılan başvurular kabul edilmeyecektir.

     YAZILI SINAV 
     Test usulünde yapılacak yazılı yarışma sınavı, sınav takvimi tablosunda  belirtilen 
tarihte Ankara’da yapılacak olup internet başvuruları tamamlandıktan sonra sınava girmeye 
hak kazanan adaylar ile sınavın yapılacağı adres ve sınav saati; Aile ve Sosyal Politikalar 
Bakanlığı (www.aile.gov.tr) internet sayfasında ilan edilecektir. Adaylara istenilen evrakların teslimi esnasında sınava giriş belgesi düzenlenip verilecektir.

     Yazılı Sınav Konuları
     Yazılı sınav ile;
a) Lisans eğitimine ait meslek bilgileri,
b) Bakanlığın görev alanına ait bilgileri,
c) Genel kültüre ve yeteneğe ilişkin bilgileri ölçülür.

     1 inci gruptan sınava girecekler:
     Sosyal Hizmet, Ekonomi, Sosyoloji, Siyasal Bilimler, Sosyal Antropoloji, Psikoloji ve 
Sosyal Psikoloji, Genel Sosyoloji ve Metodoloji, Kurumlar Sosyolojisi, Uygulamalı Sosyoloji, 
Sosyoloji Tarihi, Sosyal Değişme, Köy Sosyolojisi, Psikoloji, Felsefe, Genel Hukuk, 
Bilgisayar, İstatistik ve Yöntembilim Temel Felsefe, Mantık, İstatistik ve Sosyoloji, 
Psikolojiye Giriş, Öğrenme Psikolojisi, Deneysel Psikoloji, Çağdaş Psikoloji Akımları, 
Gelişim Psikolojisi (Çocukluk, Gençlik, Yetişkinlik, Yaşlılık), Fizyolojik Psikoloji, Psikolojik 
Testler, Zekâ-Kişilik Psikolojisi, Anormal Davranış Psikolojisi, Halkla İlişkiler, Çocuk 

     Gelişimi ve Eğitimi,2 nci gruptan sınava girecekler:
     Genel İktisat, Mikro İktisat, Makro İktisat, Türkiye Ekonomisi, Uluslararası İktisat, 
Para-Banka Finansal Yönetim, Uluslararası Finans, Pazarlama, İşletme İktisadı ve Genel 
İşletme Siyasi Tarih, Uluslararası İlişkiler Kuramları, Uluslararası Örgütler, Avrupa 
Bütünleşmesi, Medeni Hukuk, Uluslararası Hukuk, Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku, 
Anayasa Hukuku, Ceza Hukuku (Genel Hükümler) ve İdare Hukuku (Genel Hükümler)
Yukarıda alanlar itibarıyla belirtilen konu başlıkları, yazılı sınavın genel çerçevesini 
belirlemekte olup bu husus, her konu başlığından soru sorulacağı veya başka alanlardan soru 
sorulmayacağı anlamına gelmemektedir.

     SÖZLÜ SINAV
     Yazılı sınavda başarılı olan adaylardan her bir alan için ayrılan kontenjan sayısının 
dört katı kadar aday sözlü sınava çağrılacaktır. Ancak başarı oranı, ilan edilen kadronun dört katının altında olursa yalnızca başarılı olanlar mülakata çağrılacaktır. Mülakata çağrılan en düşük puana sahip adayla aynı puanı alanlar da sözlü sınava alınacaktır. 
     Sözlü sınav şeklinde uygulanacak yarışma sınavı takvim tablosunda belirtilen tarihte 
Ankara’da yapılacak olup sınava girmeye hak kazanan adaylar ile sınavın yapılacağı adres ve sınav saatleri; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (www.aile.gov.tr) internet sayfasında ilan edilecektir. Adaylar için ayrıca sınava giriş belgesi düzenlenmeyecektir.

     Sözlü Sınavda Adaylardan İstenecek Belgeler
1. Sağlıkla ilgili olarak görevini devamlı olarak yapmaya engel bir durumun bulunmadığına dair yazılı beyanı,
2. Erkek adayların askerlik ile ilişiği olmadığına dair yazılı beyanı,
3. 4 adet vesikalık fotoğraf,
4. Sabıka kaydına dair yazılı beyanı,

     Sözlü Sınav Konuları
     Sözlü sınavda, adaylar;
a) Sınav konularına ilişkin bilgi düzeyi,
b) Bir konuyu kavrayıp özetleme, ifade yeteneği ve muhakeme gücü,
c) Liyakati, temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu,
ç) Özgüveni, ikna kabiliyeti ve inandırıcılığı,
d) Genel yetenek ve genel kültürü,
e) Bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı,
     yönlerinden değerlendirilecektir.

     Adaylar Yarışma Sınavı Kurulu tarafından (a) maddesi için 50, diğer maddelerde 
yazılı olan özelliklerin her biri için 10 puan üzerinden değerlendirilecektir. Sözlü sınavda 
başarılı sayılmak için, kurul başkan ve üyelerinin yüz tam puan üzerinden verdikleri puanların aritmetik ortalamasının en az yetmiş olması şarttır.

     SINAV SONUCU
     Yazılı ve sözlü sınav sonucunda; adayların yazılı sınav puanı ile sözlü sınavının 
aritmetik ortalaması alınarak puanı en yüksek adaydan başlanarak atama yapılacak kadro 
sayısı kadar asıl, asıl aday sayısının yarısı kadar da yedek aday belirlenecektir. Yedek listede yer alan adayların hakları, ilân tarihini takip eden üç ay için geçerlidir ve daha sonraki sınavlar için müktesep hak veya herhangi bir öncelik teşkil etmeyecektir.
     Sınav sonuçları Bakanlığın internet sayfasında duyurulacaktır.

     DİĞER HUSUSLAR
     Asil listede yer alanlardan atama işlemlerinin yapılması için kendilerine bildirilen süre 
içinde geçerli bir mazereti olmadığı halde başvurmayanlar ile gerekli şartları taşımadığı 
sonradan anlaşılanların atama işlemleri yapılmayacaktır. Atama yapılması için kendilerine 
bildirilen süre içinde mazeretsiz olarak başvurmayan veya ataması yapıldığı halde süresi 
içinde göreve başlamayan adaylar için sınav sonuçları kazanılmış hak sayılmaz. 
     Kendilerine yapılacak bildirimde belirtilen süre içinde başvuruda bulunmayanlar, atama işleminden sarfınazar edenler, atamaları iptal edilenler ile memurluğa atanma şartlarından herhangi birini taşımadığının anlaşılması üzerine ataması yapılmayanların yerlerine, yedek listeden atama yapılacaktır.
     Başvurusu kabul edilip, isimleri yarışma sınavına katılabilecekler arasında yer alanlardan, gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılır ve 
atamaları yapılmaz. Bunların atamaları yapılmış olsa dahi iptal edilir. Bunlar hiçbir hak talep edemez ve haklarında 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Bu şekilde Bakanlığı yanıltanlar kamu görevlisi ise durumları çalıştıkları kurumlara bildirilir.

     İTİRAZ
     Adaylar sınav sorularına ve uygulamasına ilişkin itirazlarını soru ve cevap anahtarının 
www.meb.gov.tr internet adresinde yayımından itibaren en geç 3 (üç) iş günü içerisinde, 
sınav sonucuna ilişkin itirazlarını ise sonucun adaya duyurulmasından itibaren en geç 7 (yedi) iş günü içerisinde ASPB’ye yapacaklardır. 
     Adaylar, itiraz başvurularını Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü’nün 
Döner Sermaye İşletmesi’nin T.C. Ziraat Bankası Şubesi Beşevler/ANKARA, Türkiye 
Vakıflar Bankası Ankara Merkez Şubesi ve Türkiye Halk Bankası Küçükesat Şubelerinden 
herhangi birine, “Kurumsal Tahsilât Programı” aracılığı ile 10 TL (On TL KDV Dahil) itiraz 
ücreti yatırarak alınan banka dekontu ve sınav adının yazılı olduğu dilekçe ile yapacaklardır. 
     Banka dekontu, T.C. kimlik numarası, adı, soyadı, imza ve adresi olmayan dilekçe, faksla yapılan itiraz ile süresi geçtikten sonra yapılan itirazlar dikkate alınmayacaktır.



     SINAV TAKVİMİ
Sınav Duyurusu ve Kılavuzu İlanı: 15 Ekim 2012
İnternet Başvurusu Tarihleri: 05 - 15 Kasım 2012
Sınava Girecek Adayların İlânı: 19 Kasım 2012
Belgelerin Teslimi: 19 Kasım - 30 Kasım 2012
Sınav Giriş Yerlerinin Duyurulması: 06 Aralık 2012
Yazılı Sınav: 16 Aralık 2012
Sınav Sorularının ve Cevap Anahtarının Yayınlanması: 17 Aralık 2012
Yazılı Sınav Sonuç İlanı: 07 Ocak 2013
İtiraz Tarihleri: 07 - 15 Ocak 2013
İtiraz Karar Tarihleri: 25 Ocak 2013
Sözlü Sınav: 28 Ocak – 09 Şubat 2013

Bilgi Alma Ve İletişim Bilgileri:
     Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Personel Dairesi Başkanlığı 
Eskişehir Yolu Söğütözü Mah. 2177 Sokak
No:10/A 1 Kat Posta Kodu: 06510 
Çankaya/ANKARA
Tel :  (312) 705 52 81,  (312) 705 52 78,   (312) 705 52 74

16 Ekim 2012 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR ... NEHİY

KELİMELER - KAVRAMLAR
NEHİY


     "Nehâ" fıilinin mastarı; "ilâ" edatı ile ulaşma, varma; "an" edatı ile menetme, yasaklama; fiilden el çekme ve fiili terketme isteğine delalet eden sözcük anlamında bir fıkıh usulü terimi.


     Bir fiilin yapılmamasını istemek şu şekillerden biri ile olur.
1. Nehiy sıygası ile şu ayetlerde olduğu gibi. Birbirinizin mallarını horam yollarla yemeyin. Ancak bu malların sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı olması durumu müstesnadır" (en-Nisâ', 4/29); Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın" (el-İsrâ; 17/33).
2. Fiilden el çekme isteğini bildiren emir siygası ile; "Ve alış-verişi bırakın" (el-Cum'a, 62/9); Eğer ger çek müminler iseniz Allah'tan korkun da faizden henüz alınmamış olan kalanı bırakın" (el-Bakara, 2/278).
3. Nehiy mastarından türetilmiş fiil ile buna aşağıdaki ayetler örnek gösterilebilir: "O Resul, size neyi verdi ise onu alın. Sizi nelerden nehyetmişse ondan da kaçının" (el-Haşr, 59/7). "Siz iyiliği emreder, kötülükten de nehyedersiniz" (Âli İmran, 3/110); ...Allah çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar" (en-Nahl, 16/90).
4. Haram kılmak anlamında "tahrîm" mastarından türetilmiş fiil ile veya helâllığın olumsuz şekli ile şu ayetler örnektir: "O, onlara temiz olan şeyleri helal, pis ve necis olan şeyleri ise haram kılar" (el-A'râf, 7/157);
     "Size ölü hayvan eti, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların eti haram kılınmıştır" (el-Mâide, 5/3). Helâlın olumsuzluğu yoluyla yasaklamaya ise şu ayetler örnek verilebilir: "Onlara (kadınlara) verdiklerinizden bir şey almanız helâl değildir" (el-Bakara, 2/229); Kadınlara, Allah'ın rahimlerinde yarattığı şeyi gizlemeleri helâl olmaz" (el-Bakara, 2/228).
     Çoğunluk müctehidlere göre nehiy, nehyedilen fiilin haram kılındığını gösterir ve özel karine bulunmadıkça "haram kılma" dışında bir anlama çekilemez. Karine varsa nehiy, kerahet anlamını da içerir. Meselâ; Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığınız vakit, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın" (el-Cuma, 62/9). Bu ayetteki yasaklama, cuma namazı sırasında alış-veriş yapmanın mekruh olduğuna delâlet etmektedir. Bu yasağı "haramlıktan" çıkarıp "kerahet" anlamına sokan karine şudur: Burada nehiy bizatihi alışveriş hakkında değildir. Alış-veriş, kişiyi farz eden cuma namazından alıkoyma endişesiyle yasaklanmıştır. Yine; "Açıklanması halinde hoşunuza gitmeyecek bir kısım şeyler vardır ki, onlar hakkında soru sormayın" (el-Mâide, 5/121). Bu ayetteki yasaklama zarara ve eziyete yol açan fıilin terkedilmesi konusunda "irşad (yol gösterme" anlamını taşımaktadır.
Bazı usulcülere göre nehiy, nehyedilen fiilin meknıh olduğunu gösterir. Özel karine bulunmadıkça haram kılındığını göstermez. Bazılarına göre ise haram ve kerahet arasında müşterektir. Karineye göre bunlardan birisine hamledilir.
     Nehiy derhal ve sürekli olarak hüküm bildirir. Yasaklanan bir fiilden derhal ve sürekli olarak el çekmek gerekir. Çünkü bu fiildeki zarar ve kötülükten ancak bu şekilde korunmak mümkün olur.
     Nehiy bir muamelenin özü ile ilgili olmayıp, akdin gereklerinden olan bir sakatlıkla ilgili bulunursa, bu nehiy sadece özellik olarak fesadını gerektirir; amelin kendisi meşru olarak kalır. Onlar bu çeşit fiile "fasit" adını verirler. Eksiklik amelin gereklerinden olmayıp, onu çevreleyen bir durumdan ötürü ise, amel batıl da fasıt da olmaz. Amel sahih olarak kalır ve kendisine normal olarak bağlanan sonuçlar bağlanır. Fakat hakkında yasaklama bulunduğu için yapılması mekruh olur.
     Eğer yasaklama amelin mahiyeti ve özündeki bir eksiklik sebebiyle konulmuşsa, amelin batıl olacağı konusunda görüş birliği vardır. Meselâ; murdar ölmüş hayvan etinin, ana karnındaki yavrunun ve henüz ortada olmayan belirli ekinin satışı batıl olup, bunlara hiçbir sonuç bağlanmaz. Çünkü akdin konusu mevcut değildir.
     İbadetler konusunda fasit ve batıl eş anlam ifade ederken, Hanefilere göre muamelatta bu iki terim farklı anlamda kullanılır. Fasit akde bazı sonuçlar bağlanır. Meselâ; şahitsiz akdedilen nikâh fasittir. Yeniden şahitlerin önünde akit yenilenerek bu eksiklik giderilebilir. Yine vade belirlenmeden yapılacak vadeli satış fasittir. Fakat sonradan vadeyi belirleyerek bu eksikliği gidermek mümkündür.
     Nehiy akdin veya ibadetin gereklerini çevreleyen bir dış sebepten dolayı olmuşsa bu akit veya ibadet Hanefilere göre kerahetle birlikte sahih olur. Meselâ; Şaban'ın son günü mü, yoksa Ramazan'ın ilk günü mü olduğu şüpheli kalan şek gününde oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu günde tutulan oruç mekruh olmakla birlikte sahihtir. Bayram günleri oruç tutmak yasaklanmıştır. Bu, ibadetin özü sebebiyle olan bir yasaklama değildir. Yeme, içme ve ikram gününe katılımı sağlamak için konulan bir yasaktır. Pazara getirilen malı yolda çevirip almak, akit yapılmışsa batıl olmaz. Burada da yasaklama sebebi karaborsaya ve piyasaya kontrollü mal sürerek fiyatların yükselmesine sebep olma endişesine dayanır. Yine, birisinin dünür olduğu kızı, o vazgeçmeden istemek ve nikâh akdi yapmak da mekruh olmakla birlikte sahihtir.
     Zahirilere, Ahmed b. Hanbel'e ve İmam Mâlik'ten bir rivayete göre, bir konuda nehiy varsa, bu ister öz ile ilgili olsun ister akdin gerekleri veya bu gereklerin çevrelediği durumlarla ilgili bulunsun, akit batıl olur. Onlar fâsit ve batılı muamelatta da eş anlamlı olarak kabul ederler.
     Bu konuda dayandıkları delil Hz. Peygamber'in şu hadisidir: "Bizim emrimize (dinimizin talimatına) uygun olmayan her iş merduttur" (bk. Buhârî, İ'tisâm, 20; Sulh, 5; Ebû Dâvud Sünnet"5; İbn Mâce, Mukaddime, 3). Bu hadis şâriin emir ve isteğine uygun olmayan her türlü işin onun nazarında geçersiz sayıldığına açık bir delildir. Şu halde şâriin emrine aykırılık ister amelin niteliği ve özü, isterse gerekli vasıflardan biri ile ilgili olsun, bu amel ile hedeflenen hükümler o amele bağlanamaz (Ebû Zehra, Usûlül-Fıkh, Dârul-Fikril-Arabî tab'ı, y.y., 1377/1958, s. 179 vd.; Zekiyüddin Şa'ban, Usûlül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 288 vd.).
     Nehyin ikinci bir alanı, toplumda görülen haram ve mekruhlara engel olmak için yapılan irşad ve mücadele faaliyetleridir. Buna "münkerden nehiy" denir. Bu görev, fertlerle devlet arasında ortaklaşa yönleri bulunan bir görevdir. Çünkü Allah'ın emirlerini ikame etmek ve İslâm'a aykırı olan işleri engellemek devlet gücünün varlığına dayanır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten nehyeden bir topluluk bulunsun. Onlar felaha erenlerin ta kendileridir" (Âli İmrân, 3/104); "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsizin. İyiliği emreder, kötülükten menedersiniz ve Allah'a iman edersiniz" (Âli İmrân, 3/110). Yüce Allah, kötülüğe engel olmaya çalışmamaları nedeniyle yahudilerin lânete uğradıklarını şöyle ifade buyurur: "İsrailoğullarından olup da küfredenler, Davud'un ve İsâ b. Meryem'in diliyle lânetlendiler. Bu, âsi olmaları ve haddi aşmaları sebebiyledir. Onlar işledikleri herhangi bir kötülükten birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Gerçekten yapmakta oldukları o hal ne kötü idi" (el-Mâide, 5/78, 79).
Bütün müminler iyiliği emir ve kötülükten nehiyle görevlidir. Kur'an-ı Kerim'de bu genel görevden şöyle söz edilir: "Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirinin dostu ve velisidir. Onlar iyiliği emreder ve kötülüğü de nehyederler" (et-Tevbe, 9/71). Ehl-i küfrün bu konuda yardımlaşma içinde oldukları şöyle bildirilir: "Kafir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur" (el Enfâl 8/73).
Kötülüğe engel olmanın gereğini vurgulayan birçok hadis gelmiştir. Bu konuda genel prensip şu hadiste ifade edilir: "Siz hepiniz çobansınız. Hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz. Devlet başkanı bir çobandır, tebaasından sorumludur; erkek, ailesi içinde bir çobandır, aile fertlerinden sorumludur; kadın, kocasının evinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur..." (Buhârî, Cum'a,11; İstikrâz, 20; Vesâyâ, 9; Nikâh, 81, 90; Ahkâm, l; Müslim, İmâre, 20; Ahmed b. Hanbel, II, 111). İyiliği emir kötülükten nehiy görevini yapmayan toplumun karşılaşacağı tehlikeyi Allah elçisi şöyle haber verir: "Ruhumu kudret elinde tutan Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olmaya çalışırsınız, ya da fazla geciktirmeden size azap indirir. Sonra O'na dua edersiniz, fakat duanızı kabul etmez" (et-Tergîb ve't-Terhîb, III, 230, el-İsbehânî İbn Ömer (r.a)'ten).
     Sonuç olarak Allah elçisi, her müminin içinde bulunduğu imkan ve şartlara göre Allah'ın emir ve yasaklarının yaşanması için mücadele vermesi gerektiğini şu hadisi ile belirlemiştir: "Sizden kim haram veya mekruhun (münker) işlendiğini görürse, onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse, diliyle engellesin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Ancak el ve dille mücadeleyi bırakıp, işi kalbe bırakmak imanın zayıf tarafıdır" (Müslim, İman, 78; Tirmizî, Fiten,11; Nesâî, İmân,17; Ahmed b. Hanbel, III, 20; Ebû Dâvud, Salât, 242; Melâhım,17; İbn Mâce, İkâme, 155; Fiten, 20; bk. Emr-i bil-Ma'rûf ve Nehyi Anil-Münker" maddesi).

ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Hamdi YUSUFOĞLU

İSLAM TARİHİ ... Uhud Muharebesi Sonrası


İSLAM TARİHİ
Uhud Muharebesi Sonrası
    Hamraü'l-Esed Seferi
     Uhud’dan Medine’ye dönen Peygamber Efendimizin gönlü bir türlü rahat değildi. Ku­reyş müşriklerinin geri dö­nüp Medine’ye saldırmaları ihtimalini göz önünde bulunduruyordu.
Ayrıca Uhud mağlubiyetinin Müslümanlar aleyhinde gerek içte ve gerekse dışta meydana getirdiği bir menfi hava vardı. Bu havanın da bir an evvel ber­taraf edilmesi gerekiyordu. Müslümanların es­ki güç ve cesaretlerini koruduk­ları, etrafa gösterilmeliydi.
     Peygamber Efendimiz, Uhud’dan Medine’ye Cumartesi günü dönmüş idi. Pazar günü sabah namazını kıldırdıktan sonra, Hz. Bilâl’i huzuruna çağırdı ve “Re­sû­lul­lah, düşmanınızı takip etmenizi size emrediyor! Dün, Uhud’da bi­zim­le birlikte çarpışmada bulunmayanlar gelmeyeceklerdir. Sadece, Uhud’a katı­lanlar geleceklerdir!” diye seslenmesini kendisine emretti. [81]
     Sahabelerin çoğu Uhud’dan yaralı dönmüşlerdi. Buna rağmen Re­sû­lul­lah’ın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda çarpışmak için yaptığı davete icabet etmede asla tereddüt göstermediler.


    Yaralı İki Kardeşde Cihat Aşkı
     Abdü’l-Eşheloğullarından iki kardeş olan Abdullah ile Râfi’ b. Sehl, ağır ya­ralı idiler. Nebiyy-i Ekrem Efendimizin bu davetini duyunca bir anda yaraları­nın ağrı sızısını sanki unutuverdiler ve “Ne yapıp da bu davete katılabiliriz?” diye düşünmeye başladılar. “Binecek bir bineğimiz bile yok! Yoksa Re­sû­lul­lah’la gazâya çıkma fırsatını kaçıracak mıyız?” diyorlardı.
     Abdullah, Rafi’e, “Haydi, gidelim” deyince, Rafi, “Vallahi, benim yürümeğe takatim yok!” diye cevap verdi.
     Abdullah diretti:
     “Haydi, gel! Olmazsa, bir hayvan kiralarız!”
     Sonunda yola çıktılar. Rafi takatten kesilince, Abdullah onu sırtlıyordu. Böylece mücahitlere katıldılar. [82]
     Ağır yaralılardan biri de, Üseyd b. Hudayr adındaki sahabeydi. Yedi ağır yarası vardı. Onların tedavisiyle meşgul olmak istiyordu. Fakat Resûl-i Ek­rem’in emrini duyunca, yaralarının tedavisini bir tarafa bırakarak mücahitlere katıldı.

    Medine’den Ayrılış
     Resûl-i Ekrem Efendimiz de bizzat yaralı idi. Yüzünde iki halka yarası vardı, alnı yarılmıştı, azı dişi kırılmış, dudağı yarılmıştı, sağ omuzu yaralanmıştı. Bu haliyle sefere çıkıyordu. Mescide girip iki rekât namaz kıldı. Sonra da zırhlı gömleğini giydi ve miğferini başına geçirdi. Gözlerinden başka yeri gö­rün­mü­yordu. Bu haliyle ordusunun başına geçti. Sancağı Hz. Ali’ye verdi, ye­rine de Abdullah b. Ümmî Mektum’u vekil bırakarak Medine’den ayrıldı.

    Keşif Kolu
     Peygamber Efendimiz önden üç kişilik bir keşif kolu gönderdi. Biri yorulup yolda kaldı. Ku­reyşliler, diğer iki gözcüyü fark ettiler ve fırsat kollayarak on­ları yakalayıp şehit ettiler.
Resûl-i Ekrem, Hamraü’l-Esed mevkiine vardı, karargâ­hını orada kurdu. Şe­hit edilen gözcülerden ikisini de ora­da bir kabre defnetti. Sonra geceleyin yak­mak üzere mücahitlere odun toplamalarını emir buyurdu. Gece olunca bü­tün ateşler yakıldı. Yakılan beş yüze yakın ateş, etrafa bir korku ve dehşet sal­dı. Müşrik ordusu ortalıkta görünmüyordu. Sadece uyuyup kalan biri ya­ka­landı. Bu adam, Bedir’de Müslümanların eline düşen, fakat bundan sonra Pey­gam­be­ri­mize ve Müslümanlara şiirleriyle eziyet ve hakaret etmeyeceğine dair söz verince fidyesiz salıverilen şâir Ebû Azze idi. Verdiği sözünde durma­mış ve tekrar Uhud’a gelerek müşrikleri şiirleriyle Müslümanların aleyhinde tahrik edip durmuştu.
     Ebû Azme, yine Peygamber Efendimizden, serbest bırakılması için dilekte bulundu. Ancak bu sefer aldığı cevap sert ve kesin oldu: “Mü’min, bir yılanın de­li­ğinden iki kere sokulmaz. Vallahi, bundan sonra seni serbest bırakarak Mek­ke’de ellerini yanaklarına sürüp ‘İki kere Muhammed’i aldattım, onunla gö­nül eğlendirdim!’ dedirtmem!” Emir üzerine, boynu vuruldu. [83]

    Huzaalı Mabed’in Pey­gam­be­ri­mizle Konuşması
     Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz Hamraü’l-Esed mevkiinden ayrılmış de­ğildi. Bu sırada Tihame bölgesinde oturan Hu­zaalılardan Ma’bed b. Ebî Ma’bed huzuruna geldi. Huzaalıların Müslümanları ka­dar müşrik olanları da Peygam­ber Efendimize son derece bağlı idiler; olup bitenlerden hiçbir şeyi on­dan giz­le­mezlerdi.
     Mabed, henüz Müslümanlığı kabul etmemişti, ama Resûl-i Ekrem Efendi­mize sâdık biri idi. “Yâ Muhammed! Uhud musibeti bizim de gücümüze gitti. Allah’ın onlara karşı sana sıhhat ve âfiyet vermesini dileriz!” diyerek Peygamber Efendimize bir nevi teselli vermeye çalıştı.
     Mabed, Peygamber Efendimizle bu konuşmasından sonra yoluna devam et­ti. Revha denilen mevkide müşriklerin toplantı halinde olduklarını gördü. On­lar, Müslümanların üzerine yürümek maksadıyla bu toplantıyı tertiplemiş­lerdi. Şöyle diyor­lardı: “Muhammed’in sahabelerini, en şerefli ve en cesur adamlarını öldürdük, fa­kat onların köklerini tamamıyla kazımadık. Bu durumda Mekke’ye nasıl gi­de­ce­ğiz? Onlardan geri kalanlarının da üzerine yürüyüp işlerini bitirmeliyiz!”
     Görüldüğü gibi, gelişmeler, Peygamber Efendimizin kanaatini doğrulu­yordu. Müşrikler dönüp Medine üzerine yürümeyi düşünüyorlardı.

    Mabed’le Ebû Süfyan Arasında Geçen Konuşma
     Ku­reyş’in reisi Ebû Süfyan, Mabed’le karşılaşınca, “Ey Mabed! Geldiğin yerden ne haber?” diye sordu.
     Mabed, “Muhammed ve sahabeleri, şimdiye kadar bir benzeri daha görül­memiş sayıda askerle takibinize çıktılar!” diye cevap verdi.
     Ebû Süfyan hayretle, “Eyvah! Neler söylüyorsun sen?” dedi.
     Mabed gayet sâkin bir eda ile “Vallahi, sen buradan ayrılmadan, atların alınlarını görürsün” diye konuştu. Ebû Süfyan, hiddetli hiddetli, “Vallahi, biz de onlara saldırmak için bir araya gelmişiz. Geri kalanlarının da köklerini ka­zıyacağız!” dedi.
     Mabed, Ebû Süfyan’ın hiddetine aldırmadan, “böyle teh­likeli bir işe girişmemeni tavsiye ederim! Vallahi, ben o kalabalığı görünce, haklarında bazı beyitler söylemekten kendimi alamadım.”
     Ebû Süfyan’ın hiddeti meraka döndü. “Neler söyledin bakayım!” dedi. Ma­bed şiirine başladı:
     
Çokluklarından ve dehşetli gürültülerinden,
     az kalsın hayvanım korkusundan yere düşecekti!
     Sanki, yeryüzünde insan ve at seli akıyordu.

     Yanlarında mızrak ve kal­kan­ları bulunmayan,
     Silahsız, bodur ve şanlı arslanlar koşuşuyorlardı sanki!
     Ağırlıklarından yeryüzü çökecek sandım!
     Acele yanlarından uzaklaştım.
     Onlar, yalnız olmayan ve yardımsız kalmayan reisleriyle yükselmişler!
     Onlar, sizinle karşılaşınca, Betha vadisi, sâkinleriyle beraber sallanacak!
     ‘Yazık oldu!’ dedim, ‘Ebû Süfyan b. Harb’a!’
     Ben, güneşin altında kavrulan Mekkeliler ve

     onlardan her düşünen kimse için,
     neticenin dehşetli olacağını haber veren ikazcıyım!
     Anlatmaya çalıştığım ordu Ahmed’in ordusudur ki;

     o ordu bayağı insan­lardan teşekkül etmemiştir!
     Tavsiflerim ve ikazlarım da boş lâflardan ibaret değildir.” [84]

     Mabed’in şiirini beğenip öven Ebû Süfyan’la arkadaşlarının kalplerine kor­ku düştü. Müslümanlar üzerine yürüme kararından vazgeçip Mekke’nin yolu­nu tuttular. Müslümanlar lehine büyük bir hizmet ifa etmiş olan Mabed ise, kabilesinden biriyle durumu Peygamber Efendimize bildirdi.
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hamraü’l-Esed’de üç gece kal­dı. Düş­mandan her­hangi bir hareket görmeyince Medine’ye döndü. Bu sefer, mevkiin adına nisbetle Hamraü’l-Esed Seferi olarak da anılır. Bu sefer münâsebetiyle inen ayet-i kerimelerin birkaçında meâlen şöyle buyrul­du:
     “Yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Resûlünün davetine icabet edenler ve hele onlardan iyilik edip fenalıktan sakınanlar için çok büyük mükâfat vardır. Onlar öyle kimselerdir ki halk, kendilerine ‘düşmanlarınız, size karşı ordu hazırladılar; o halde onlardan korkun’ dedi de, bu söz onların imanlarını ar­tırdı ve üstelik ‘Allah bize kâfidir ve O ne gü­zel vekildir!’ dediler.” [85]


    UHUD MAĞLUBİYETİNİN BAZI HİKMETLERİ
     Uhud Muharebesi’nde Müslümanların mağlup duruma düşmeleri, bir kıs­mı­nın yaralanması, diğer bir kısmının şehit olmasının birtakım hikmetleri var­dı:
1) Allah ve Resûlünün emirlerine en ufak bir muhalefetin Müslümanları büyük bir felâketle karşı karşıya getirebileceği, bu musibetle gayet açık bir su­rette anlaşılmıştır. Zira, Peygamber Efendimiz, Ayneyn tepesine yerleştirdiği ok­çulara, yerlerinden ayrılmamaları için şiddetli emir verip tembihlediği hal­de, onlar, “Müslümanlar galip geldiler” düşüncesiyle yerlerini terk ederek bu emre muhalefet ettiler. Yerlerini terk etmeleri neticesinde ise, Müslümanla­rın elde ettikleri parlak muzaf­feriyet bir anda acı bir mağlubiyete döndü.
2) Peygamberlerin de dünya mihnet ve meşakkatinden uzak kalmayacakları dersi verilmiştir. Zira, onlar, insanlara her hususta rehber gönderilmişlerdir. Peygamber

Efen­dimiz de, bütün insanlığa mutlak rehber ve imam olarak gön­derilmiştir; ta ki insanlar, gerek şahsî ve gerekse içtimaî hayatlarını alâkadar eden düsturları ondan öğrensin. Eğer İlâhî yardıma mazhar olup, her halinde harikulâdelere ve mucizelere istinad etseydi, o vakit mutlak imam ve insanlı­ğın en büyük rehberi olamazdı.
     Bu hikmete binaendir ki Peygamber Efendimiz, yalnız davasını tasdik et­tirmek için ara sıra ihtiyaç duyulduğunda, münkirlerin inkârlarını kırmak için mucize göstermiştir; sâir zamanlarda o da diğer insanlar gibi Cenab-ı Hak­k’­ın kâinata koyduğu adetullah kanunları çerçevesinde hareket ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, “sipere girmeyi” emrederdi. Uhud’­da olduğu gibi de yara alır, zahmet çekerdi. Ayrıca şayet Pey­gamber Efendimiz, her zaman İlâhî yar­dıma mazhar olup mucize­ler göstermiş olsaydı, o zaman aklı bir nevi imana icbar etmiş duruma girerdi. Bu ise, dünyadaki imtihanın sırrına aykırı olurdu. O zaman, ister istemez Ebû Cehil de, Ebû Leheb de iman edip Hz. Ebû Bekir es-Sıddık safına geçecekti. Gerçek Müslümanlarla münafıkların birbirlerinden ayırt edilmesi bu durumda mümkün olmazdı.

     Bilhassa, muharebeler esnasında, İlâhî yardımların zaman zaman gecikmesi neticesinde, kalben iman etmemiş münafıklar, sözleri ve davranışları ile ken­dilerini açığa vuruyorlardı. Böylece, onları tanıyabilme imkânı da doğ­muş oluyordu.3) Müşrikler içinde, o zamanda, sahabeler safında bulunan büyük sahabe­le­re istikbâlde mukabil gelecek Hz. Hâlid b. Velid, Amr b. Âs gibi birçok zât var­dı. Denilebilir ki hikmet-i İlâhîyye, istikbâl­de sahabeler safında yer alıp bü­yük hiz­metler görecek olan bu zât­ların şanlı ve şerefli olan istikbâlleri nokta-i naza­rın­da bütün bü­tün izzetlerini kırmamak için, istikbâlde elde edecekleri ha­se­natlarına bir peşin mükâfat olsun diye, bu galibiyeti onlara vermiş.     “Demek, mâzideki sahabeler, müstakbeldeki sahabelere karşı mağlup ol­muşlar; ta o müstakbel sahabeler, berk-i süyûf [kılıç] kor­ku­suy­la değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslamiyete girsin ve o şehamet-i fıtrîyeleri çok zillet çekmesin!” [86]
Notlar:
[81] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 49.
[82] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 107.
[83] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 110-111; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 43.
[84] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 108-109.
[85] Âl-i İmrân, 172-173.
[86] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, s. 26.
Salih SURUÇ

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...