23 Aralık 2012 Pazar

KELİMELER-KAVRAMLAR ✿✿✿ RUH (3)

KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH (3)

CENİNE RUH NE ZAMAN VERİLİR? (*)


Dr. Şeref Mahmut el-Kuzât (**)
Tercüme: Dr. Ekrem KELEŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı


     ÖZET...
__________

     Bu araştırma, cenine ruhun nefh edildiği vakti ele almaktadır. Bu konu, mesela çocuk aldırma (kürtaj) gibi mühim meselelerle çok sıkı bağlantısı olan önemli bir mevzudur. Araştırmada ruh ve hayatın şer'î naslardaki anlamını ve ruhla hayatın aynı şey olmadığını, ruhun hayattan başka olduğunu açıkladım. Mesela bitki canlı bir varlıktır. Fakat onda ruh yoktur. Ruh konusunu araştırmada bir sakınca olmayacağını da açıkladım. Bu araştırmada Ruhun cenine nefh ediliş vaktini beyan eden şer'î nasları aktardım. Hadisleri inceledikten ve karşılaştırdıktan sonra, ruhun cenine, yaygın olarak bilindiği şekilde üçüncü kırk günden sonra değil, ilk kırk günden sonra nefh edildiği sonucuna vardım.
     Arapçada "Ruh" kelimesi, "Rîh: bir şeye girmek" kelimesinden türemiştir. [1] Nefh edildiği (üflendiği) için ruh adı verilmiş olabilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ona biçim verip kendisine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygı ile eğilin." [2]
     Bir diğer ayette de şöyle buyurmaktadır: "Sonra ona biçim verip kendisine ruhundan üfledi..." [3]
     'Ruh' kelimesi, müzekker(eril)dir. Çoğulu 'ervah'tır. Hem müzekker hem müennes (dişil) olarak kullanıldığını söyleyenler de olmuştur. Müennes olarak kullanımı, muhtemelen ruhun nefs anlamına alınmış olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü bazılarına göre ruh ve nefs aynı şeydir. [4]

     Terim anlamına gelince; çoğu Kur'ân-ı Kerim'de olmak üzere çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Aşağıdaki anlamlar bunlardandır: [5]
     1. Kur'ân-ı Kerim.
     Yüce Allah (cc.) şöyle buyurmaktadır: "İşte sana da, emrimizle bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, endisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun." [6]
     Bu ayette Kur'ân-ı Kerim ruh olarak adlandırılmıştır. Çünkü Kur'ân'da insanlar için hayat vardır.
     2. Cebrâîl Aleyhisselam.
     Yüce Allah (cc.) şöyle buyurmaktadır: "Uyarıcılardan olasın diye onu Emîn ruh (Cebrâîl) senin kalbine indirmiştir." [7]
     3. Vahiy.
     Yüce Allah (cc.) şöyle buyurmaktadır: "...Kavuşma günü hakkında (insanları) uyarmak için kendi iradesiyle vahyi kullarından dilediğine indirir." [8]
     4. İsa Aleyhisselam.
     Yüce Allah (cc.) şöyle buyurmaktadır: "...Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur..." [9]
     5. Cibrîl'den başka büyük bir melek. (Bu meleğin ismini zikreden ilim adamı bulamadım.)
     Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ruh'un ve meleklerin saf saf sıralanacakları gün..." [10]
     "Melekler ve Ruh o gecede, Rablerinin izniyle her bir iş için iner de iner." [11]
     6. Ruh adıyla anılan, yiyip içen insanoğlu gibi, yaratılmış bir tür. [12] Muhtemelen bunlar cinlerdir.
     7. Meleklerden yiyip içen bir sınıf. [13] Bu görüşe dair bir delil bulamadım. Maruf olana göre, melekler yemezler içmezler.
     8. Kuvvet.
     Allah Teâlâ (cc.) şöyle buyurmaktadır: "...İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir..." [14]
     9. Hayvan ruhu
     10. İnsan anne karnındayken kendisine nefh edilen (üflenen) insan ruhu.
     AllahTeâlâ (cc.) şöyle buyurmaktadır: "Sonra ona biçim verip kendisine ruhundan üfledi..." [15]
     Hiç şüphesiz bütün bu manalardan bizi ilgilendiren, diğerleri değil, yalnızca sonuncu anlamdır.

     RUH KONUSUNA DALMAK CAİZ MİDİR?
     Allah Teâlâ (cc.): "Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki 'Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir." [16] Buyurduğu halde ruh konusunda araştırmalara dalmak caiz midir? Bu soruyu pek çok insan sormaktadır. Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
     1. Bu ayette zikredilen ruh, insan ruhu değildir. Burada söz konusu edilen ruh, Cebrâîl yahut başka bir melek veya İsa Aleyhisselamdır. Yahut da bunların dışında ruhun yukarda zikredilen anlamlarından biridir. [17]
     Gerçekte, ağır basan görüşe göre ayette geçen ruh, insan ruhudur. [18] Fakat diğer görüşlerde söz konusu edilen anlamlarda kullanılmış olma ihtimali de vardır.
     2. Ayette Yüce Allah (cc.), ruh konusunda soru soranların suallerine cevap vermemektedir. Çünkü bu soruyu soranlar, öğrenmek için değil, kargaşa çıkarmak ve sıkıntı meydana getirmek için böyle bir sual sormuşlardır. [19] Buna göre ayette, 'Ruh'un, ilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanın hakkında bilgi sahibi olamayacağı gaybî meselelerden olduğuna dair herhangi bir delalet yoktur.
     3. Ayette geçen "... Size pek az ilim verilmiştir." İfadesi, 'Ey Yahudiler, Tevrat'ta size az bir ilim verilmiştir. Ruh bilgisi, bundan değildir.' Anlamınadır. [20] Bir çok sahih hadiste, bu konuda soru soranların Yahudiler olduğu yer almıştır. Buna göre ayetin anlamı, dile getirdiğimiz mana olur. Dolayısıyla bu ayetten, insanların, Kıyamete kadar 'Ruh'un durumuyla ilgili bir şey bilmelerinin mümkün olmadığı anlamı çıkmaz.
     4. Hakkında soru sorulan, 'Ruh'un hakikati ve mahiyetidir. [21] Beşerin bilmesi mümkün olmayan, işte budur. Bunun hikmeti ise şudur: İnsanlar, kendi ruhlarının hakikatini kavramaktan aciz iseler, 'Zâtı ilâhiyye'nin hakikatini nasıl kavrayabileceklerdir? Bunu kavramaktan öncelikle aciz kalırlar. [22] Ağır basan görüş, işte budur. Allah (cc.) en iyisini bilir.

     Ruhun niteliklerine, varlığının veya yokluğunun belirtilerine gelince; bunu insanların bilmesi mümkündür. Bundan dolayıdır ki Rasulüllah (s.a.s.), sahih hadislerde bize, ruhun cenine nefh ediliş vakti, ruhların bir araya getirilmiş ordular gibi olduğu, onlardan birbirini tanıyanların uyuştuğu, birbirini tanımayanların uyuşmadığı gibi ruha ilişkin bazı meseleleri haber vermektedir. Yine ruhun müminin ve kafirin cesedinden çekilip çıkarılış tarzıyla ilgili, [23] onun definden sonra cesede geri döndürüleceğiyle ilgili, [24] fakat ruhun, 'Berzah'ta cesetle ilişkisinin dünyadaki ilişkisinden başka olduğuyla ilgili ve daha başka ruha ilişkin bazı hususlarda haberler vermiştir. Demek ki sahih olan görüşe göre, ruha ilişkin bazı şeyleri araştırmaya dinen herhangi bir engel yoktur. [25]

     İNSAN RUHU
     İlim adamları ve filozoflar, binlerce yıldır ruhu tanımlamaya çalışmaktadırlar. Tıpkı modern tıbbın ruhun hakikatine yahut da en azından bazı niteliklerine, varlığının veya yokluğunun belirtilerine ulaşmaya çalışması gibi. İşte hakkında çeşitli görüşler bulunan, -ki bunlar çoktur, hatta yüze ulaştığı söylenmektedir [26]- bu konuyla ilgili bazı görüşler:
     Bazıları ruhun hayat olduğunu söylemişlerdir. Onun nefes olduğu da söylenmiştir. Çünkü nefes kesildiği zaman insan ölür. Kimileri de onun kan olduğunu söylemiştir. Çünkü kan kaybıyla hayat sona erer. Bazıları ona bedenin niteliklerinden biri, bazıları da bedenin bir kısmı demiştir. [27]
     Gazali şöyle söylemektedir: "Ruh, insanın, bilgileri algılamasını, üzüntülerin verdiği acıları ve sevinçlerin verdiği zevkleri hissetmesini sağlayan soyut yönüdür." [28]
     Feyyumî de şöyle söylüyor: "Ehl-i Sünnetin görüşüne göre ruh, beyana ve hıtabı anlamaya yetenekli nefsi nâtıkaª olup, cesedin yok olmasıyla yok olmaz." [29]
     İbnü'l-Kayyim ise şöyle diyor: "Mahiyeti itibariyle, algılanabilir nitelikteki bedene muhalif bir cisimdir. O, nuranidir, ulvidir, hafiftir, canlıdır ve hareketlidir. Uzuvların özüne nüfuz eder ve onlarda suyun gülün içinde hareket ettiği gibi hareket eder." [30]
     İbn Kesir de; onun, bedende, suyun ağacın damarlarında dolaştığı gibi dolaşan ve cismani olmayan öz olduğunu nakletmiştir. [31]
     Cürcânî de şöyle diyor: "O, insanın, cismani olmayan, bilen, algılayan yönüdür." [32]

     Görüldüğü gibi Ehl-i Sünnetin ruhla ilgili tanımları, onun hakikatine değinmemekte, bazı niteliklerini, görevlerini ve etkilerini anlatmanın dışına çıkmamaktadır.
     Her halükarda ilim adamları, algılama, ihtiyari hareketler, işitme, görme ve hissetmenin, cesette ruhun var olduğunu gösterdiği, bunların yokluğunun ise cesette ruhun bulunmadığını gösterdiği hususunda görüş birliği halindeler. [33]
     "...Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, 'Haydi ruhlarınızı çıkarı(p teslim edi)n! Allah'a gerçek olmayan şeyler izafe ettiğiniz ve onun ayetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız' diyecekleri zaman hallerini bir görsen!" [34] ayetinde olduğu gibi bazen ruha 'nefs' denmektedir.
     Şu ayetler ruhun nefisten başka olduğunu göstermektedir:
     "Ona biçim verip kendisine ruhumdan üflediğim zaman..." [35]
     "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ama ben senin nefsinde olanı bilemem..." [36] Çünkü birini diğerinin yerine koymak sahih değildir. Eğer farklılık olmasaydı bu geçerli olurdu. [37]
     Ruha bazen kalb denir. Bazen da hayat denir. Bu kullanım, bazen akıl sahibi olmayan varlıklara hatta mecazen cansız varlıklara kadar uzanır. [38]

     Ruhun bedenle beş çeşit ilişkisi vardır: [39]
     1. Anne karnında cenin halinde iken.
     2. Canlı olarak yer yüzüne çıktıktan sonra.
     3. Uykuda. Bir yönden bedenle ilişkisi olmakla birlikte bir yönden de ondan ayrı.
     4. Berzah'ta.
     5. Kıyamet gününde. Bu en mükemmelidir. Çünkü buradaki ilişki öyle bir irtibat ki beden bu irtibatla birlikte ne ölüm kabul eder, ne uyku ve ne de bozulma.

     KUR'ÂN-I KERİM'DE HAYAT
     'Hayat' kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli anlamlara gelmektedir. En önemlileri şunlardır:
     1. İman
     Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine, insanlar arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimsenin durumu, hiç, karanlıklar içinde kalmış, bir türlü ondan çıkamamış kimsenin durumu gibi olur mu? İşte kafirlere işlemekte oldukları çirkinlikler böyle süslü gösterilmiştir." [40] Ayetteki 'ölü iken dirilttiğimiz' ifadesi, 'kafir iken imana eriştirdiğimiz' demektir.
     Bir diğer ayette de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah'ın ve Rasulünün çağrısına uyun ve bilin ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer. Yine bilin ki, onun huzurunda toplanacaksınız." [41] Bu imanın bütün şubelerini kapsamaktadır.
     2. Şehitlerin Hayatı
     Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülenlere'' ölüler' demeyin. Hayır onlar diridirler. Ancak siz bunu bilemezsiniz." [42] Bir diğer ayette de şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Tam tersine onlar diridirler, Rableri katında rızıklandırılmaktadırlar." [43]
     3. Bitkilerin hayatı
     Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah gökten su indirdi de onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti..." [44]
     Bir diğer ayette de şöyle buyurmaktadır: "...Canlı olan her şeyi sudan yarattık..." [45] Bu, insan, hayvan, bitki ve tüm canlı varlıkları kapsar.
     4. İnsan, hayvan ve benzerlerinde mevcut olan hayat
     Yeryüzüne indirildiği zaman, Yüce Allah, Adem'e şöyle buyurmuştur: " ...Orada yaşayacak ve orada öleceksiniz..." [46] Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani İbrahim, 'Rabbim, Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' demişti.(Allah ona), 'İnanmıyor musun?' deyince, 'Hayır (inandım) ancak kalbimin tatmin olması için' demişti. 'Öyleyse dört kuş tut. Onları kendine alıştır. Sonra onları parçalayıp her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra da onları çağır. Sana uçarak gelirler..." [47]
     Kur'ân-ı Kerim'de yer aldığı gibi işte bunlar, hayat kelimesinin en önemli anlamlarıdır. Nebevi Sünnette bunun üzerine eklenecek ilave bir anlam bulamadım. Hiç şüphesiz bu anlamlardan burada bizi ilgilendiren, üçüncü ve dördüncü anlamlardır. Birinci ve ikinci anlamın konumuzla ilgisi yoktur.

     RUH İLE HAYAT ARASINDAKİ FARK
     Şimdi de ruh ile hayat arasında bir fark var mı, ona bakalım.
     Bazıları yukarıda zikrettiğimiz gibi ruhu hayat olarak görmektedir. Bu görüş için, şer'î naslardan yahut aklî veya ilmi bir delil zikreden görmedim.
     Bu meselede benim doğru kabul ettiğim görüş, ruhun hayattan başka olduğu, bu ikisinin bazen birleştiği bazen de ayrıldıkları görüşüdür. Bunu gösteren çeşitli deliller bulunmaktadır. İşte bu delillerden bazıları:
     1. Yukarda zikrettiğim bazı şer'î naslarda görüldüğü ve botanik bilginlerinin hiçbir şüpheye meydan ermeyecek şekilde belirttikleri gibi bitki canlı bir varlıktır. Beslenir, fotosentez yapar, gelişir ve çoğalır. Fakat onun iradesi ve seçimi yoktur. Bitki, ruhu olmayan canlı bir varlıktır. Bildiğim kadarıyla hiçbir şer'î nasta, insan, hayvan ve kuş hakkında yer almış olduğu gibi, bitkide ruh olduğu yer almamaktadır.
     2. Cenin, kendisine ruh üflenmeden önce canlı bir varlıktır. Döllenme anından ve rahme ulaşma öncesinden itibaren beslenir ve gelişim gösterir. Hiç şüphesiz bu esnada kendisinde hayat vardır.
     İbn Kayyim şöyle söylemektedir: Ruh üflenmeden önce ceninde, tıpkı bitkide olduğu gibi gelişme ve beslenme hareketi vardır. Bu gelişme ve beslenme hareketi, iradeye dayalı değildir. Kendisine ruh üflenince, bu gelişme ve beslenme hareketine, hissetme ve irade hareketi de eklenir. [48]
     Bırakın döllenmiş hücreyi, spermde bile hayat vardır. Şu kadar var ki yumurta ile birleşme olmaksızın onda hayatını sürdürme ve gelişme yeteneği yoktur. Aynı şekilde yumurtada da hayat vardır. Ancak o da döllenme olmaksızın varlığını sürdürme yeteneğine sahip değildir. Döllenme tamamlandığı zaman ise, varlığını sürdürmeye ve gelişmeye elverişli ilk insan hücresi oluşur.
     Şu halde cenin, döllenmeden itibaren canlı bir varlıktır. Fakat şer'î nasların açıkladığı gibi onda kesinlikle ruh yoktur. Bundan dolayıdır ki o, iradeli hareketlerde bulunamaz. İradeli hareketler, ruhun varlığının delilidir. [49]
     3. Ruh üflenmeden önce nasıl ki ceninde hayat varsa, ruh çıktıktan sonra da cesette hayat kalır. Bu organdan organa değişir. Bazısında hayat, ölümden sonra yalnızca dakikalarla ifade edilebilecek kadar bir süre devam ederken, bazısında saatlerce sürebilir. Bu organlar bitkin düşüp duruncaya kadar görevlerini yapmaya devam eder.

     Hatta günümüzde, böbrek, kalp ve başka organ nakillerinde olduğu gibi, insan organlarından bir çoğunu, hayatını muhafaza ederek insandan ayırmak, sonra da onu bir başka bedene nakletmek mümkün hale gelmiştir.
     5. Uyku halindeki kişi, hiç şüphesiz hayattadır. Vücudunun sistemleri çalışmaktadır. Solunum yapar, kalbi atar ve diğer hayat belirtileri kendini gösterir. Fakat onda ruh var mıdır? Bu, ilk etapta garip karşılanacak bir sorudur. Fakat şer'î naslara baktığımızda, buna cevap teşkil edecek çeşitli sarih naslar bulabiliyoruz. Bu nasların en önemlileri şunlardır:
     a. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır : "Allah (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır." [50]
     Buna göre Allah ölüm esnasında ve uyku esnasında ruhları alıyor; ölümüne hükmedilmiş olanların ruhları tekrar cesetlerine gönderilmiyor, ölümüne hükmedilmemiş olanların cesetleri ise uykuda alındıktan sonra tekrar bedenlerine gönderiliyor.
     b. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, geceleyin sizleri kendinizden geçirip alandır..." [51]
     c. Hz. Peygamber (s.a.s.), uykudan uyandığında " Hamd, bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a mahsustur. Dönüş, ancak onadır." Derdi. [52]
     d. Rasûlüllah (s.a.s.) bize, uykuya yatacağımızda şöyle dememizi emretmiştir: " Allah'ım, Senin adınla yanımı yere koyup oradan yine Senin adınla kaldıracağım. Eğer nefsimi (ruhumu) tutarsan onu bağışla. Şayet gönderirsen, onu salih kullarını muhafaza ettiğin şekilde muhafaza et. [53]
     e. Ebu Katade hadisi. O şöyle söylemiştir: Bir gece Rasûlüllah (s.a.s.) ile birlikte yolculuk yaptık. Topluluktan bazıları, gecenin sonuna doğru 'Mola versen [54] Ey Allah'ın Rasûlü' dediler. Rasûlülah, 'Uyuyup kalarak namazı geçirmenizden korkuyorum' buyurdu. Bilal 'Ben sizi uyandırırım' dedi. Bunun üzerine yattılar. Bilal de (nöbeti esnasında) sırtını binitine dayamıştı. Gözlerini uyku bastı. Nihayet o da uyuyup kaldı. Rasûlüllah (s.a.s.), güneşin üst yuvarlağı doğmuş haldeyken uyandı ve 'Ey Bilal, Hani, söylediğin nerde kaldı?' dedi. O da 'Üzerime daha böyle hiç uyku çökmedi.' Deyince Rasûlüllah, 'Şüphesiz ki Allah dilediği zaman ruhlarınızı alır ve dilediği zaman onları geri döndürür...' buyurdu. [55]
     Bu naslar, Allah'ın uyuyan kişinin ruhunu aldığını göstermektedir. Fakat bu geçici yahut cüz'i bir alıştır. Bu alış esnasında, ölüm halinde olduğu gibi ceset bozulmaz.
     Bu durumu ilim adamları çeşitli ifadelerle anlatmışlardır. Bazıları, ruhun bedenle uyku halindeki ilişkisi, uyanıklık halindeki ilişkisinden farlıdır; Uyanıklık halindeki ilişki, uyku halindekinden daha güçlüdür, demişlerdir. [56]
     Bazıları da şöyle söylemektedir: Ölümle uykuyu aynı noktada birleştiren husus, ruhun bedenle ilişkisinin kopmasıdır. Bu kopuş, bazen zahiren olur ki bu uyku halidir. Bunun içindir ki, uyku ölümün kardeşidir denmiştir.Bazen da batınen olur ki bu da ölümdür. [57]
     Ebu İshak ez-Zeccâc şöyle diyor: Uyku halinde insandan ayrılan nefs(ruh), temyiz için olandır. Ölüm halinde ayrılan ise, hayat için olandır. Bununla birlikte solunum da ortadan kalkar. [58]
     İbn Hacer de şöyle diyor: Ruhun alınmasından dolayı mutlaka ölüm gerçekleşmez. Ölüm, ruhun bedenle ilişkisinin zahiren ve batınen kopmasıdır. Uyku ise yalnızca zahiren kopmasıdır. [59]
     Ebu Nasr el-Kuşeyrî, 'Uyku halinde ruh alınmaz, uyku halinde alınan nefstir' diyenlerin bu görüşlerini reddederken şöyle diyor: Bu, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Çünkü "... Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır..."{Zümer 39/42} ayetinden anlaşılan, her iki halde de alınanın aynı şey olduğudur. Öyleyse Allah ruhu iki durumda almaktadır; uyku halinde ve ölüm halinde. [60]
     İbn Kesir, uyku halinde ruhun alınmasını küçük ölüm şeklinde adlandırmaktadır. [61]
     İşte bu şekilde, uyku halinde ruhun alınması hususundaki naslar sarihtir. Bu nasları zahirinden koparmak için hiç bir delil yoktur. Bu naslar ruh ile hayat arasındaki farkı pekiştirmektedir. Allah daha iyi bilir.

     RUHUN VERİLMESİ (NEFHEDİLMESİ )
     I. Konuyla ilgili naslar
     1. Abdullah b. Mes'ud (ra.) Hadisi:
Abdullah b. Mes'ud (ra.) şöyle söylemiştir: Rasûlüllah (s.a.s.) -ki o, doğru söyler ve kendisine doğru bildirilir- bize, (insanın yaratılış evrelerini) şöyle anlattı: "Sizden birinizin yaratılışı [**] annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada bunun gibi 'alaka' olur. [***] Sonra yine bunun gibi 'mudğa' olur. Sonra Allah bir melek gönderir ve kendisine dört şey emredilir: Rızkı, eceli, ameli ve said mi yoksa şaki mi olacağı(nın yazılması)... [62]
     2. Birinci maddede zikredilen hadisin Müslim rivayeti: "Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra onda bunun gibi 'alaka' olur.¨ Sonra yine bunun gibi 'mudğa' olur. Sonra ona melek gönderilir ve kendisine ruh üflenir. Meleğe dört kelime emredilir: Rızkı, eceli, ameli ve said mi yoksa şaki mi olacağı(nın yazılması)..." [63]
     3. Huzeyfe b.Esîd (ra.) in, Peygamber (s.a.s.) e ulaştırdığı rivayete göre Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Nutfe, rahimde kırk yahut kırk beş gecede yerleştikten sonra, üzerine melek girer ve: 'Ya rabbi, Şaki mi olacak, said mi?' diye sorar ve bunlar yazılırlar.Tekrar: 'Ey Rabbim, erkek mi olacak yoksa dişi mi?' diye sorar. Bunlar da yazılır. Ameli, eseri, eceli ve rızkı hep yazılır. Sonra sayfalar dürülür. Artık o sayfalara ne bir ekleme yapılır ne de onlardan bir şey eksiltilir." [64]
     4. Huzeyfe b. Esîd (ra.), Rasûlüllah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir: "Nutfenin üzerinden kırk iki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir. Melek ona şekil verir; kulağını, gözünü, cildini, etini ve kemiklerini yaratır. Sonra:'Ya Rabbi, erkek mi olacak, dişi mi?' diye sorar. Rabbin dilediğine hükmeder, melek de yazar. Sonra: 'Ya Rabbi eceli?' der. Rabbin dilediğini söyler. Melek yine yazar. Sonra: 'Rızkı?' der. Rabbin dilediğine hükmeder. Melek yine yazar.Sonra melek, yazılan sayfa elinde olduğu halde çıkar. Emrolunduğunun üzerine hiçbir ekleme yapmaz ve ondan hiçbir şey eksiltmez." [65]
     5. Huzeyfe b. Esîd (ra.), kulaklarıyla Rasûlüllah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu işittiğini söylemiştir: "Nutfe,rahimde kırk gece kalır. Sonra melek ona şekil verir..." [66]
     6. Rasûlüllah (s.a.s.) in sahabisi Huzeyfe b. Esîd (ra.), kendisine ref' ederek Rasûlüllah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah,kendi izniyle bir şey yaratmak dilediği vakit, rahime müvekkel bir meleği, kırk küsur gece dolunca gönderir..." [67]
     7. Cabir.b.Abdillah (ra.), Rasûlüllah (s.a.s.) in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Nutfe, rahimde kırk gün yahut kırk gece karar kıldığı zaman Allah ona bir melek gönderir. Melek: 'Ya Rabbi, rızkı nedir?' der..." [68]
     II. Son beş hadis, ruhun verilmesini (üflenmesini) açıkça zikretmemektedir. Bu hadisler ancak, ceninin yaratılmasını ve kaderinin yazılmasını ifade etmektedir. Bunları burada zikretmemin sebebi şudur: Birinci ve ikinci hadis, kaderin yazılmasının ruhun üflenmesiyle birlikte olduğunu açıkça belirtmektedir. Mesela ikinci hadis şöyle söylüyor: "Sonra ona melek gönderilir ve kendisine ruh üflenir. Meleğe dört kelime emredilir: Rızkı, eceli, ameli ve said mi yoksa şaki mi olacağı(nın yazılması)..." Burada ruhun üflenmesiyle kaderin yazılmasının birbirinden ayrılmazlığı söz konusudur. Bu ikisi birlikte meydana gelmektedir. İkisinin ayrı zamanlarda olduğunu açıklayan bir tek hadis yoktur. Bunun için, ruhun üflenme, kaderlerin yazılma veya ceninin yaratılma zamanını zikreden hadislerin hepsini delil gösterdim. Bunların hepsi, bir vakitte ve meleğin bir gönderilişinde tamamlanmaktadır.
     III. İlim adamlarının iki hadisin arasını bağdaştırma konusundaki görüşleri
     İlim adamları, Buhari ve diğerlerinin rivayet ettiği Abdullah b. Mes'ud hadisi ve yine Müslim'in rivayet ettiği aynı hadisle, Huzeyfe hadisinin rivayetleri ve Cabir hadisi arasında bir teâruz (birbirine ters düşme) bulunduğunu gözlemlemişlerdir.
     Birinci hadisin zahiri, Ruhun üflenmesi ve insanın kaderinin yazılmasının, üçüncü kırk günden sonra yani beşinci ayın başında olduğunu açıklamaktadır. Halbuki diğer hadislerin hepsi, bunun ilk kırk günden sonra, yani yaklaşık olarak ikinci ayın ortalarına doğru olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu, hadis alimlerinin, "Muhtelifu'l-hadis" [§] adını verdikleri şeydir.
     Hadis alimleri, böyle durumlarda, aralarında tercihe gitmeden önce, birbirine zıt olan hadisler arasını bağdaştırmaya çalışmanın zaruri olduğunu ifade etmektedirler. Bu mümkün olmazsa, bu hadisler arasında tercihe gitmekten başka çare kalmaz; racih olan (ağır basan yani daha kuvvetli olan) alınır, mercuh olan(hafif kalan yani racihe göre daha zayıf kalan) terk edilir. [69]
     Bu hadislerden birinin diğerini neshetmiş olması da mümkün değildir. Çünkü nesh, ancak emirlerde ve nehiylerde olur, haberlerde olmaz.
     Birinci hadisle diğerlerinin arasını bağdaştırma konusunda ilim adamlarına ait pek çok görüş vardır. Fakat bunları üç gurupta toplamak mümkündür.
     Birincisi, bu hadislerin birini diğerine hamletmeksizin zahirlerine göre aralarında uyum sağlama çabasıdır. İşte bunlardan bazıları:
     1. Bir defa ilk kırk günden sonra bir defa da üçüncü kırk günden sonra olmak üzere kaderlerin yazılması iki kere gerçekleşir. Ruhun üflenmesi de ikinci yazımla birlikte yani üçüncü kırk günden sonra olur. [70]
     İbn Kayyim şöyle söylemektedir: Bunun bir benzeri şudur: Yüce Allah yaratılmışların kaderlerini gökleri ve yeri yaratmadan elli bin yıl önce takdir etmiştir. Sonra Kadir gecesinde yıl içinde olacakları aynı şekilde takdir eder. Bu, genel takdire göre daha özel bir takdirdir. [71]
     İbn Receb el-Hanbelî de şöyle söylüyor: Daha zahir olan(azhar), bunun bir defa vuku bulmuş olmasıdır. [72]
     Bildiğim kadarıyla cenin için anne karnında iken iki defa yazım olduğu bir tek hadiste bile geçmemektedir.
     2. Kaderin yazılması ilk kırktan sonra, şekil verme (tasvîr), ikinci kırktan sonra ruhun üflenmesi ise üçüncü kırktan sonra gerçekleşir. [73]
     Bu görüş, nasların desteklemediği bir yaklaşımdır. Çünkü naslar, meleğin görevlendirilişiyle ilgili olarak, şekillendirme, ruh üfleme ve kaderin yazılmasının kendisinde gerçekleştiği bir tek gönderilişten söz etmektedir. Allah daha iyi bilir.
     3. Kaderin yazılması ilk kırktan sonra, şekillendirme ve ruh üflenmesi ise üçüncü kırktan sonra olur. [74]
     Bu görüş, genellikle ilk kırktan sonra henüz yaratılışın gerçekleşmemiş olduğu şeklindeki yanlış kanaate dayanmaktadır. Tam tersine yaratılışın büyük bir kısmı bu evrede tamamlanmaktadır. [75]
     4. Bu, ceninden cenine değişir. Bazı ceninlere, ruh ilk kırktan sonra, bazılarına ise üçüncü kırktan sonra üflenir. [76]
     Bazıları da ceninlerin çoğuna ruhun, üçüncü kırktan sonra, bir kısmına ise ilk kırktan sonra üflendiğini söylemektedir. [77]
     İbn Hacer, ilk görüşün yani kaderlerin yazılmasının iki defa vuku bulduğunu ifade eden görüşün daha uygun olduğunu söylemektedir. [78]
     5. Konuyla ilgili rivayetlerin farklılığı, hamilelik sürelerinin farklılığına dayanmaktadır. Çocuk vardır, altı ayda doğar, çocuk vardır iki yılda. İkisinin arasında bir çok basamak vardır. [79]
     Bu görüş doğru değildir. Çünkü tıbben hamileliğin on ayı geçmediği artık apaçık ortadadır. On ayı geçtiği zaman cenin anne karnında ölmektedir.
     Bazı fakihlerin, hamilelik süresinin bazen bu süreyi aştığı yolundaki görüşlerine gelince; bunlar mevsuk haberlere dayanmakta, veya cenin anne karnında ölmekte ve kireçleşerek orada uzun süre kalmakta ve bunu hamilelik süresinden saymaktadırlar. Yahut da bu, psikolojik hamilelik durumlarından olup bazen süre uzamakta sonra bu esnada hakiki hamilelik ve doğum gerçekleşmekte ve insanlar bunu, iki sene veya daha önceden gerçekleşmiş bir hamilelik zannetmektedirler. [80]
     6. İbn Mes'ûd'un rivayeti kızlara, Huzeyfe'nin rivayeti ise erkeklere hamledilir. [81] Bu, cinsiyet bezesinin, erbezi veya yumurtalık olarak ayrılmasında erbezinin oluşumunun, yumurtalıktan önce olması üzerine bina edilmiş bir görüştür. Bu eski alilerimizin zikrettiği bir meseledir. Tıbbî olarak ancak yirminci asrın yetmişli yıllarına doğru bilinebilmiştir. Fakat aradaki fark bu dereceye varmaz. Fark üç beş günü geçmez.Her ikisi de yedinci hafta bilinir. [82]
     İbn Receb, bunun Huzeyfe hadisinin zahirine muhalif olduğunu söylemektedir. [83]
     İkincisi, Son altı hadisin ilk hadise hamledilmesi. Bu görüş sahipleri, İbn Mes'ûd hadisini, kaderin yazılmasının şekillendirme zamanında gerçekleştiğini gösteren diğer hadisleri tefsir edici nitelikte görmektedirler. [84] Şöyle söylüyorlar: Bu ancak 'Mudğa' [*] aşamasından sonraki dördüncü evrede olur. Bu ilim adamları 'Mudğa'nın üçüncü kırk günde olduğu kanaatindedirler. Bunun, İbn Mes'ûd hadisine uygun düştüğünü söylemektedirler. [85]
     Diğer bir yorum da İbn Mes'ûd hadisinin dışındaki hadislerde geçen 'kırk gün' ifadesiyle üçüncü kırk günün kastedildiği değerlendirmesidir.
     İbn Kayyim, bunun, çok uzak bir ihtimal olduğunu, hadisin zahirinin bunu kesinlikle reddettiğini söylemektedir. [86]
     Üçüncüsü, Birinci hadisin diğer hadislere hamledilmesi.
     Müteahhirinden bazı ilim adamlarının tercihi budur. Şöyle söylemektedirler: 'Yaratma, şekillendirme ve kaderlerin yazılması, ikinci kırk günde gerçekleşir. Bu, İbn Mes'ûd hadisine ters düşmez.' Bu ilim adamları, bu konuda bazı tabiplerin görüşlerine dayanmaktadırlar. [87]

     Bu kanaatteki ilim adamları, İbn Mes'ûd hadisini şöyle değerlendirmektedirler: Rasulüllah(s.a.s)in, '...sonra ona bir melek gönderilir...' ifadesi, kendisinden önceki '... Sonra yine bunun gibi 'mudğa' olur...' cümlesi üzerine değil, 'sizden birinin yaratılışı annesinin karnında kırk günde toplanır.' cümlesi üzerine atfedilmiştir. 'Sonra orada bunun gibi 'alaka' olur. Sonra yine bunun gibi 'mudğa' olur.' Cümleleri, matuf ile matuf aleyh (kendisi atfedilenle üzerine atıf yapılan) cümleler arasında itiraziye (ara cümle) olur. Bu da üç 'evre'nin ara verilmeden peş peşe zikredilmesi içindir. Bu tür kullanımlar caizdir. Kur'ân-ı Kerim'de, sahih hadislerde ve Arap dilinde yer almaktadır. [88] Bu ilim adamlarının sözlerinin gereği şudur: Ruhun üflenmesi, ilk kırktan sonra tamamlanır. Çünkü yaratma ve kaderin yazılması, birinci ve ikinci hadislerin işaret ettiği gibi ruhun üflenmesi döneminde olmaktadır.

     IV. Tercih
     Şüphesiz ilim adamlarının büyük bir çoğunluğu(cumhur), ilk hadisin zahirine göre hareket ederek ruhun üflenmesinin, üçüncü kırk günlük dilimden sonra hemen veya on gün içinde yani her iki halde de beşinci ayın başında olduğu kanaatine varmışlardır. Bu görüş öyle şüyu bulmuş ve yaygınlaşmıştır ki artık bir çok ilim adamı nezdinde, kendisinde hiç şüphe bulunmayan bir gerçek ve tartışılmaz bir inanç haline gelmiştir. Hatta bazı alimler bunun üzerinde ittifak olduğunu aktarmışlardır. [89]
     Öyle görünüyor ki bunu, ilkinki hadisin zahirine göre hareket edenler yapmışlardır. Çünkü ilkinki hadis daha meşhurdur, kaynakların çoğu onu zikretmiştir. Huzeyfe hadisini ise yalnız Sahih-i Müslim'de, Cabir hadisini de yalnızca İmam Ahmed'in Müsned'inde bulabiliyoruz.
     Bundan dolayıdır ki bu mevzuya giren ilim adamlarından bir çoğu, bu hadislerden bir şey aktarmamışlardır. İlmi açıdan bu kabul edilebilir bir durum değildir. Konuyla ilgili hadislerden bir kısmını bırakarak diğer bir kısmına itimat etmek doğru olmaz. Tam tersine bir konuyla ilgili hadislerin hepsini bir araya getirerek aralarını uzlaştırmak gerekir.
     Bazı ilim adamları da bu hadisler arasında tercih yapmaya meylederek İbn Mes'ûd hadisini tercih etmişlerdir. [90] Tercihin, ancak uzlaştırmanın mümkün olmaması halinde olacağı malumdur. Oysa yukarda zikrettiğimiz gibi burada uzlaştırma mümkündür. Kaldı ki uzlaştırma mümkün olmasa dahi birinci hadisin diğerlerine tercih edilmesi konusunda soru işaretleri vardır.
     Bazıları da bir kısım insanların, yaratmanın, daha önce değil de ancak üçüncü kırk gün içinde olacağı yolundaki zanlarına dayanarak Huzeyfe ve Cabir hadisleriyle Müslim rivayetini, İbn Mes'ûd hadisiyle uzlaştırmak için zahirlerinden çevirerek [91] onun üzerine hamletmişlerdir. Halbuki bu zannın hatalı olduğu ortaya çıkmıştır. Böyle bir zan,hadisleri zahirlerinden çevirmek için geçerli değildir.     Bazıları da 'Nutfe dört aylık olunca, Allah ona bir melek gönderir de melek kendisine ruh üfler' hadisi gibi ruhun üflenmesinin dört aydan sonra olduğunu açıklayan zayıf hadislere itimat etmişlerdir. Halbuki bu hadis munkatı'dır. [92] Yahut da 'Nutfe anne karnında değişmeden kırk gün olduğu gibi kalır...' [93] hadisi gibi 'Nutfe', 'Alaka' ve 'Mudğa' evrelerinden her birinin kırk gün olduğunu açıklayan zayıf rivayetlere dayanmaktadırlar.
     Heysemî, (bu hadisin senedindeki ravilerden bazılarıyla ilgili olarak) şöyle söylemektedir:Ebu Ubeyde, babasından işitmemiştir.Ali b.Zeyd de 'seyyiü'l-hıfz'dır. [94]
     Dört ayı veya her bir 'evre'nin kırk gün olduğunu açıkça telaffuz eden hadislerin hepsi de zayıf hadislerdir. Bunları delil olarak almak uygun değildir.
     Öyle görünüyor ki en doğrusu, ilk hadisi diğerleri üzerine hamletmektir. Çünkü birinci hadiste 'dört ay' veya 'nutfe evresi'nin tek başına kırk gün olduğu telaffuz edilmemektedir. Tam tersine , 'sizden birinin yaratılışı annesinin karnında kırk günde toplanır.' İfadesinden, nutfeden alakaya, alakadan mudğaya kadar yaratılışın hepsinin kırk gün içinde tamamlandığı anlaşılır. [95] Bunun içindir ki herhangi bir sahih veya hasen rivayette, bu cümleden sonra nutfe kelimesi gelmemiştir.

     'Sonra orada bunun gibi 'alaka' olur. Sonra yine bunun gibi 'mudğa' olur.' İfadesine gelince; bununla kırk günlük sürelerin kastedildiği açık değildir. Tam tersine başka anlamlara gelmesi ihtimali de vardır. Mesela, alaka ve mudğa evreleri de ceninin henüz ruhunun bulunmaması ve kaderinin yazılmamış olması açısından nutfe gibidir, şeklinde bir değerlendirme yapabiliriz. Bu ifadelerden sonraki 'Sonra ona melek gönderilir ve kendisine ruh üflenir. Meleğe dört kelime emredilir' sözü de buna işaret etmektedir.
     Hadiste geçen 'bunun gibi' ifadesiyle sürenin kastedilmediğini destekleyen hususlardan biri de bizzat bu İbn Mes'ûd hadisinin Müslim rivayetidir. Bu rivayet şöyledir: "Sizden birinizin yaratılışı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra onda bunun gibi 'alaka' olur. Sonra yine onda bunun gibi 'mudğa' olur...' Hadiste geçen ve tercümede 'onda' şeklinde yansıtılan 'fî zâlike' ifadesi, 'fî zâlike'l-vakt : O vakitte' anlamınadır ki bu da başka değil, ilk kırk gündür. Dolayısıyla hadiste geçen 'bunun gibi' ifadesinin, 'vakit'ten başka bir anlamla açıklanması uygun düşer. Hiçbir zorlamaya gitmeksizin anlam şöyle olur: Sonra bu vakitte tıpkı bu yaratılışın toplanması(Cem') gibi alaka olur,mudğa olur. Burada alaka ve mudğa ile ilk toplanma -ki bu nutfedir-arasında bir benzerlik vardır. Bu benzerlik, henüz ruhun bulunmaması olabilir-ki bana göre kuvvetle muhtemel olan budur- yahut henüz kaderin yazılmamış olması veya bunların oluşumunun bir defa da değil de tedrîcî olarak gerçekleşmesi yahut da ceninin bütün bu aşamalarda yaratılışının henüz tamamlanmamış bulunması olabilir. Allah en iyisini bilir.
     Bazıları, bizim bu değerlendirmemize göre Rasulülah (s.a.s.)’in 'Sonra 'alaka' olur.' İfadesinin izah edilemeyeceğini zannetmektedirler. Buna şöyle cevap verilebilir: Burada 'sonra' edatıyla yapılan sıralama, haber verilenin değil, haberlerin sıralanması kabilindendir. [96]
     İşte bu şekilde ilk hadisin birden fazla anlama gelme ihtimali vardır. Diğer hadisler ise sarihtir, tek değildir ve birden fazla sahabiden rivayet edilmiştir. Hiç şüphesiz ihtimalli olan, sarih olana hamledilir. Tersi yapılmaz. Dolayısıyla sarih olan, ihtimalli olana hamledilmez. Allah en iyisini bilir.

     RUH HANGİ GÜN ÜFLENİR? (NEFHEDİLİR?)
     Ruhun ilk kırk günden sonra üflendiğini tercih ettikten sonra, ruhun üflendiği günü kesin bir şekilde bilmek mümkün müdür? Sorusuna gelelim.
     Şu ana kadarki gelişmeler çerçevesinde ilmî olarak ruhun üflendiği günü bilmemiz mümkün değildir. Konuyla ilgili hadisleri ise ruhun üflendiği günü belirleme yönünden dört guruba ayırabiliriz.
     Birinci gurup: Ruh, kırkıncı gece ile kırk beşinci gece arasında üflenir. "Nutfe, rahimde kırk yahut kırk beş gecede karar kıldıktan sonra, üzerine melek girer..." Yukarda geçen üçüncü hadis. [97]

     İkinci gurup: Kırk ikinci geceden sonra üflenir. "Nutfenin üzerinden kırk iki gece geçti mi..." Dördüncü hadis.
     Üçüncü gurup: Kırk geceden sonra üflenir. "Nutfe, rahimde kırk gece kalır. Sonra melek ona şekil verir..." İkinci, beşinci ve yedinci hadisler.
     Dördüncü gurup: Kırk küsür gece dolunca üflenir. Yedinci hadis.
     Bu rivayetlerin arasını uzlaştırmak mümkün müdür?
     Bu rivayetler birkaç şekilde uzlaştırılabilir:
     Birincisi, bu, ceninden cenine değişir. [98] Ruhun üflendiği en az süre kırk, en çoğu da kırk beş gecedir. Ceninlerin çoğuna ruh, kırk iki geceden sonra yani kırk üçüncü gün üflenir. Bu, hadiste geçen kırk yahut kırk beş gece ifadesini ravinin tereddüdü olarak değil de hadisin bir parçası olarak saydığımız takdirdedir. Aslolan, sika ravi, duyduğunu rivayet eder. Bu ifadenin, ravinin tereddüdüne dayandığını gösteren bir şey bulamadım. Ancak şu söylenebilir: Bu hadis, Ebu't-Tufeyl'den o da Huzeyfe'den olmak üzere tereddüt taşımayan başka rivayetlerle de aktarılmıştır. Fakat zahirde bu rivayetler de belli bir gün üzerinde ittifak etmemektedir.
     Hadisteki tereddütlü ifadenin, hadisin aslında yer almadığını, bunun raviden kaynaklandığını farzederek bunun diğer rivayetlere vurulmasının uygun olacağını düşünürsek; bu takdirde ruhun üflenmesi, kırkıncı gün ile kırk üçüncü gün arasında olur.
     Ruhun üflenmesinin, ceninden cenine değişeceğini söyleyen görüşü destekleyen hususlardan biri de muhtemelen, ruhun üflenmesinin, yaratılış evreleriyle bağlantılı olmasıdır. Yukarda, ceninlerin gelişim hızının, tıpkı çocuklarda ve erginlerde olduğu gibi farklılık gösterdiğini anlatmıştık. [99] Dolayısıyla buna bağlı olarak ruhun üflenme zamanının, ceninden cenine farklılık göstermesinde yadırganacak bir şey yoktur.
     İkincisi, Ruhun üflenmesine ilişkin sürenin kırk günü aşan kısmı belirlenmemiştir. [100] Dolayısıyla ruhun üflenmesi konusunda muayyen bir gün belirleyemeyiz. Fakat ruhun, kırk ile kırk beşinci gün arasında üflendiğinde şüphe yoktur. Bu, ne bundan önce ne de sonradır. Ancak bunun hangi günde olduğunu bilemeyiz.
     Bu görüş, bazı ravilerin, rivayetlerinde hata ettikleri düşüncesi üzerine bina edilmiştir. Şu kadar var ki ravilerin rivayetlerinde hata ettikleri düşüncesine ancak, rivayetler arasını uzlaştırmak mümkün olmadığı zaman gidilir. Aslolan, sika ravinin hata etmemiş olacağıdır. Tersi değildir. Burada hadislerin arasını uzlaştırmak mümkündür.
     Bazı ravilerin hata etmiş olduğunu kabul etsek bile, burada bu görüş sahiplerinin söylediklerine değil, tercihe gitmek uygun düşer. Bunun içindir ki diğer uzlaştırma yollarından birini almamız daha doğru olur.
     Üçüncüsü, üçüncü hadisteki(Nutfe, rahimde kırk yahut kırk beş gecede...) ifadesinde ravinin tereddüdü vardır. Dolayısıyla bu hadis, ifadesinde tereddüt bulunmayan diğer hadislere hamledilir.Diğer hadisler de şöyle uzlaştırılır:
     Dördüncü hadisin açıkça ifade ettiği gibi ruh, kırk ikinci geceden sonra üflenir. Bu altıncı hadiste geçen "kırk küsur gece dolunca..." ifadesine de uygundur. Çünkü ruh, kırk ikinci gecenin sona ermesiyle üflenir. İki tam geceyle birlikte üçüncü gecenin bir kısmı, küsur kavramına dahildir. Buna göre bu iki hadiste verilen rakamlar, ruhun üflenme zamanını ifade eden adedi belirlemek üzere yer almış olmaktadır.
     Kırk adedini telaffuz eden rakamlar ise yaklaşık ifade olmak üzere zikredilmişlerdir. Dilde-özellikle zaman ifadelerinde- bu tür kullanımlar çoktur. [101]

     Dördüncüsü, Üçüncü, beşinci ve yedinci hadislerin, ruhun cenine, nutfe rahimde karar kıldıktan kırk gün sonra üflendiğini açıkça ortaya koydukları görülmektedir. Kırk rakamını telaffuz eden bütün rivayetler bu konumdadır. Şu halde bu rivayetlerden maksat, ruhun cenine, döllenmeden sonra değil,nutfenin rahimde yerleşmesinden kırk gün sonra üflendiğidir.
     Dördüncü hadisteki "Nutfenin üzerinden kırk iki gece geçti mi,..." ifadesine gelince; bu, ruhun, döllenmeden kırk iki gece sonra gerçekleştiği anlamınadır. Altıncı hadis de bu konumdadır.

     Nutfenin (zigot), döllenmeden itibaren üçüncü günde rahmin içine girdiği de ortaya çıkmış bulunmaktadır.
     Bu görüşe göre hadisler arasındaki uyum şöyledir: Cenine ruh,döllenmeden kırk iki gece veya nutfenin rahmin içine girmesinden kırk gün sonra üflenir.
     Şu kadar var ki üçüncü hadiste , rahimde yerleştikten sonra ifadesi yer almaktadır. Bunun, 'nutfei emşâc'in(katışık nutfe) oluşumu anından itibaren altı yedi güne ihtiyacı vardır. Bu, yaklaşık olarak üçüncü günde gerçekleşen rahmin içine girişin dışındadır.
     Nutfei emşâc(katışık nutfe), rahmin içine girdiği zaman hemen yerleşmez. Rahmin cidarına tutununcaya kadar üç beş gün daha yolculuğuna devam eder ve orada yerleşir.
     Bu sebeple bu görüş,kuvvetli değildir. Allah en iyisini bilir.
     Beşincisi, Üçüncü görüşte açıklandığı gibi ruh cenine, yumurtanın döllenmesinden itibaren değil, -üçüncü hadiste ifade edildiği şekilde- nutfenin rahimde yerleşmesinden itibaren kırk ikinci geceden sonra üflenir. Çünkü nutfe, yaklaşık olarak ancak yedinci günde, rahim cidarına tutunduğu esnada yerleşir. Buna göre ruhun üflenmesi, kırk dokuzuncu geceden sonra yani sekizinci haftanın başında olur. Allah daha iyisini bilir.
     Benim kuvvetli bulduğum görüş budur. Çünkü bu, hiç birini ihmal etmeksizin rivayetler arasında uyum sağlamakta ve 'rahimde yerleşme'yi zikretmeyen hadisleri mutlak kabul ederek mukayyed hadisler üzerine hamletmektedir.
     Ruhun üflenmesinin ceninden cenine değişeceğini söyleyen birinci görüşe -ki bu güçlü bir görüştür-itimat ettiğimiz takdirde de netice itibariyle ruh, cenine kırk yedinci gece ile kırk dokuzuncu gece arasında üflenmektedir.
     'Kırk beş gece' rivayetine itimat ettiğimizde ise ruhun üflenmesi elli ikinci geceye kalmaktadır. Allah daha iyisini bilir.

     ARAŞTIRMANIN SONUÇLARI
1. Ruhu araştırmaya dinen bir engel yoktur.
2. Şer’î nasların delalet ettiği gibi ruh hayattan başkadır.
3. Ağır basan görüşe göre cenine ruh, hamilelikten itibaren üçüncü kırk günlük zaman diliminden sonra değil, ilk kırk günden sonra üflenir.
4. Ruhun cenine dört aydan sonra üflendiğini açıkça ifade eden sahih veya hasen bir tek hadis yoktur.
6. İbn Mes'ûd hadisinin Buhari rivayetini, bu hadisin Müslim rivayeti ve diğer beş hadisle uygun düşecek şekilde anlamak uygun olur.
7. Naslardan racih olan(ağır basan/kuvvetli olan) a göre, ruh cenine, döllenmeden itibaren kırk dokuzuncu günden sonra üflenir.

Hamd, alemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
* Dirâsât Dergisi, XIII.Cilt, Sayı: 12.
** Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesinde öğretim üyesi. Aynı zamanda Ürdün İslâmî Tıp Cemiyeti üyesi. Doktorasını 1981 yılında Ezher Üniversitesinde tamamladı.
[1] Ahmed b. Fâris b. Zekeriyya (Ö.395H/1004M), Mu'cemu Mekâyîsi'l-lüğa, 6C, Tahkik: Abdüsselam Harun, Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî,Kahire 1980, II/454.
[2] Sâd suresi, 38/72
[3] Secde suresi, 32/9
[4] Ahmed b. Ali el-Mukrî el-Feyyûmî (Ö.770H/1368M), el-Mısbâhu'l-Münîr fî Garîbi'ş-Şerhi'l-Kebîr, Tahkik: Abdülazim eş-Şenâvî, Dâru'l-Maârif, Kahire, s.245 (Bundan sonra bu kaynağa, 'Feyyûmî, Mısbâhu'l-Münîr' şeklinde atıf yapılacaktır.
[5] Ahmed b.Ali b. Hacer el-Askalânî (Ö.852H/1448M), Fethu'l-Bârî Şerhu Sahîhi'l-Buhârî, 13 C.+ Mukaddime,el-Matbaatü's-Selefiyye, Kahire, VIII/402.(Bu kaynak bundan sonra, 'İbn Hacer, Fethu'l-Bârî ' şeklinde gösterilecektir.) ; Muhammed b. Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî (Ö.671H/1272M), el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, 20 C, Dâru'l-Kütüb'l-Arabî, Kahire 1967M, X/323.(Bu kaynak bundan sonra geçtiği yerlerde 'Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân' şeklinde gösterilecektir.)
[6] Şûrâ suresi, 42/52.
[7] Şuarâ suresi, 26/193-194.
[8] Gâfir suresi, 40/15.
[9] Nisâ suresi, 4/171.
[10] Nebe' suresi, 78/38.
[11] Kadr suresi, 97/4. Not: Bu son iki ayette geçen ruh kelimesiyle Cibrîl'in kastedildiğini ifade eden bir çok müfessir vardır. (Mütercim)
[12] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/402.
[13] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/402.
[14] Mücadele suresi, 58/22.
[15] Secde suresi, 32/9
[16] İsrâ suresi, 17/85.
[17] İsmail b. Kesir el- Kuraşî ed-Dimeşkî (Ö.774H/1372M), Tefsiru'l-Kur'âni'il-Azîm, 4C, Dâru Ihyai't-Türâsi'l-Arabî, Kahire 1969, III/61 (Bundan sonra bu kaynağa, İbn Kesir, Tefsir şeklinde atıf yapılacaktır.); İbnHacer, Fethu'l-Bârî, VIII/402.
[18] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/402-403.
[19] İbn Kesir, Tefsir, III/61.
[20] Kurtubî. el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, X/324; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/404.
[21] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/402
[22] Kurtubî, el-Camiu li Ahkâmi'l-Kurân, X/324.
[23] Ebu Davud, Süleyman b. El-Eş'as es-Sicistânî (Ö.273H/886M), es-Sünen, IIC, Matbaatü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire1952, II/540. (Bu kaynağa bundan sonra, ' Ebu Davud, Sünen' şeklinde atıf yapılacaktır.
[24] Ahmed b. Huseyin el-Beyhakî(Ö.728h/1065M), İsbâtü Azâbi'l-Kabr, Dâru'l-Furkân, Amman 1983, s. 38
[25] İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdülhalim (Ö.728H/1327M), Mecmûu'l-Fetâvâ, XXXVIIC, IV/231.(Bundan sonra bu kaynağa, 'İbn Teymiyye, Fetâvâ' şeklinde atıf yapılacaktır.); İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/404; İbn el-Kayyim, Muhammed b. Ebî Bekr (Ö.751H/1350M), er-Rûh, IC, Dâru'l-Fikr, Amman 1985,s.212. (Bu kaynak geçince, 'İbn Kayyim, Ruh' şeklinde zikredilecektir.
[26] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/403.
[27] İbn Teymiyye, Fetâvâ, III/31; Feyyûmî, Mısbâhu'l-Münir, s.245; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/403.
[28] Gazali, Ebu Hamid, Muhammed b. Muhammed (Ö:505H/1111M), Ihyau Ulûmi'd-dîn, 5C, Dâru'r-Reşad el-hadîse, el-Mağrib, IV/494. (Bundan sonra bu kaynağa, 'Gazali, Ihya' şeklinde atıf yapılacaktır.)
ª 'Nefsinâtıka', insanın canlılar arasındaki yerini belli eden, külli ve cüz'î meseleleri algılayan, zatında maddeden soyutlanmış fiilinde ise maddeden kopamayan cevheri, özü demektir. (Çeviren)
[29] Feyyûmî, Mısbâhu'l-Münir, s.245.
[30] İbn Kayyim, Ruh, s. 249.
[31] İbn Kesir, Tefsir, III/61.
[32] Ali b. Muhammed eş-Şerîf el-Cürcânî (816H/1413M), et-Tarifat, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1978, s.118.
[33] Gazali, Ihya, IV/494; İbn Kayyim, Ruh, s. 249; Ahmed er-Ramlî (Ö.1004H/1595M) Nihayetü'l- Muhtâc ila Şerhi'l-Minhâc, VIII C;Hamişinde Haşiyetü'ş-Şibramlisi ve er-Raşîdî var. VII/15; Ali b.Süleyman el- Merdâvî (Ö.855H/1451M), el-İnsaf fi Ma'rifeti'r-Râcih mine'l-Hılaf ala Mezhebi'l-İmam Ahmed b.Hanbel, Matbaatü's-Sünneti'l-Muhammediyye, Kahira 13761 H/1451M, VII/331, IX/452.
[34] En'am suresi, 6/ 93.
[35] Sâd suresi, 38/72
[36] Maide suresi, 5/116.
[37] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/403.
[38] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, VIII/403.
[39] İbn Kayyim, Ruh, s.65.
[40] En'am suresi, 6/122
[41] Enfal suresi, 8/24.
[42] Bakara suresi, 2/154.
[43] Âl-i Imran suresi, 3/169.
[44] Nahl suresi, 16/65.
[45] Enbiya suresi, 21/30.
[46] Araf suresi, 7/25.
[47] Bakara suresi, 2/260.
[48] İbn Kayyim, Muhammed b. Ebî Bekr (Ö.751H/1350M), et-Tibyan fi Aksâmi'l-Kur'ân, I C, el-Mektebetü't-Ticariyye el-Kübra, Kahire 19331, s. 351. (Bundan sonra bu kaynak geçince 'İbn Kayyim, Tibyan' şeklinde gösterilecektir.
[49] İbn Kayyim, Tibyan, s. 339-351.
[50] Zümer suresi, 39/42.
[51] En'am suresi, 6/60.
[52] Muhammed b. İsmail el-Buhârî (Ö. 256H/869M), el-Câmiu'l-Müsnedü's-Sahîhu'l-Muhtasar min Umûri Rasûli'llah sallallahü aleyhi ve sellem ve Sünenihi ve Eyyâmih bi şerhi İbn Hacer, XIII C+Mukaddime, et-Tab'atü's-Selefiyye,11/115. {Buhari, Deavat 8} Hadis No: 6314. (Bundan sonra bu kaynağa 'Buhari, Sahih' şeklinde atıfta bulunulacaktır.); Müslim b. Haccac en-Nisâbûrî (Ö. 256H/874M), Sahihu Müslim, V C, Tahkik: Muhammed Fuad Abdülbaki, Dâru Ihyai'l-Kütübi'l-Arabiyye, Kahire 1955, 4/2083 {Zikir 17} Hadis No:2711, Babu ma yekûlü ınde'n-nevm. (Bu kaynağa bundan sonra 'Müslim, Sahih' şeklinde atıf yapılacaktır.)
[53] Buhari, Sahih, Tevhid 13; 13/378, Hadis No: 7893. Babü's-Süâl bi Esmâillahi Teâlâ; Müslim, Sahih, 4/2085 {Zikir 17} Hadis No: 2714, Bâbü ma Yekûlüınde'n-Nevm.
[54] 'Gecenin sonuna doğru mola vermek' karşılığıyla çevrilen terim, 'Ta'rîs'tir. 'Ta'rîs, yolcunun, gecenin sonunda uyku ve dinlenme için mola vermesi demektir. Ebu's-Saâdât el-Mübarek b. Muhammed el-Cezerî (İbn Esîr, Ö. 606H/1209M), en-Nihaye fi Garîbi'l-Hadis ve'l-Eser, IV C, el-Mektebetü'l-İslamiyye, 3/206. (Bundan sonra bu kaynak geçince 'İbn Esîr, Nihaye' şeklinde gösterilecektir.)
[55] Buhari, Sahih, 3/66; {Mevakît 35}, Hadis No: 595; Ebu Davud, Sünen,1/104 {Salat 11} Hadis No:435; Nesâî Ahmed b. Şuayb b. Ali (Ö. 303H/915M), es-Sünen, IV C Her cild iki cüz, Dâru'l-Fikr,Beyrut 1930, 2/106, Kitâbü'l-İmâme, 47 Bâbü'l-Cemâa li'l-fâiti mine's salât. (Bu kaynağa bundan sonra 'Nesâî, Sünen' şeklinde atıf yapılacaktır.)
[56] İbn Kayyim, Ruh, s.65.
[57] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/114.
[58] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/114.
[59] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, II/67
[60] Süleyman b. Ömer el-Uceylî (Ö.1204H/1789M), el-Fütûhâtü'l-ilâhiyye bi Tavîhi Tefsiri'l-Celâleyn li'd-Dekâikı'l-Hafiyye, IV C, Matbaatü İsa el-Halebi, Kahire, III/602.
[61] İbn Kesir,Tefsir, IV/55.
** Yaratılış şeklinde çevirdiğimiz kelime, hadiste 'halk' olarak geçmektedir. [Çeviren]
*** 'Alaka' ve 'Mudğa' kelimeleri, insanın yaratılış evrelerini anlatan ayetlerde de geçmektedir. {Bakınız: Mü'minûn suresi, 23/14; Hac suresi 22/5} 'Alaka'nın, erkeğin spermiyle döllenmiş kadın yumurtasından oluşan hücre topluluğunun rahim cidarına asılıp gömülmüş şekli, 'Mudğa'nın da, ceninin, üzerinde diş izlerini andıran şekiller taşıdığı, henüz uzuvlarının oluşmadığı evresi olduğu ifade edilmektedir. (Bakınız: Kur'ân-Kerim Meâli, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını, Hazırlayanlar: Doç. Dr. Halil Altuntaş, Dr. Muzaffer Şahin. Bu ayetlerle ilgili açıklamalar.) [Çeviren]
[62] Buhari, Sahih, Kitabü Bed'i'l-halk (Babu zikri'l-melâike) 6/303, Hadis No:3208; Kitabü'l-Enbiya 1, VI/363 Hadis No:3332;Kitabü'l- Kader 1, XI/6594; Kitabü't-Tevhid 27, (Kavlühü Teâlâ ve lekad sebekat kelimetüna) XIII/440; Ebu Davud, Sünen, Kitabü's-Sünne 16 (bab fi'l-kader) II/530; Tirmizi, Muhammed b. İsa b. Sevra(Ö:279H/892M) el_Câmi', Dâru'l-Fikr, Beyrut 1980, V C, Kitabü'l-Kader 4, III/302, Hadis No: 2220, (Bu kaynağa bundan sonra 'Tirmizi,Cami' şeklinde atıf yapılacaktır.); Ahmed b. Hanbel eş-Şeybânî (Ö.241H/855M), el-Müsned, VI C, Dâru'l-Fikr, Beyrut,I/382,430; (Bu kaynağa bundan sonra 'Ahmed b. Hanbel, Müsned' şeklinde atıf yapılacaktır.)
[63] Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1, Hadis No: 2643, IV/2036
[64] Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1, Hadis No: 2644, IV/2037; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/7.
[65] Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1, Hadis No: 2645, IV/2037.
[66] Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1, Hadis No: 2645, IV/2037.
[67] Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1, Hadis No: 2645, IV/2037.
[68] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/397. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid' de şöyle söylüyor: "Bu hadisin senedinde ismi geçen Hasîf hakkında İbn Maîn ve bir gurup hadisçi sika demişlerdir. Ancak Hasîf'in sika olup olmadığı ihtilaflıdır. Hadisin diğer ravileri sikadır." Ancak beşinci maddede zikrettiğimiz Huzeyfe hadisi, bunu desteklemektedir.
§ "Hadis ilminin en önemli konularından biri olan muhtelifu'l-hadis, iki hadisin mana yönünden zâhiren birbirine zıt olarak varid olması halinde aralarında cem ve telif yapılması, yahut iki hadisten birinin tercihiyle diğerinin terki ve tercih olunanla amel edilmesidir." Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1980, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi yayını [Çeviren].
[69] Hafız Irakî, Abdurrahim b. Huseyn (Ö. 806 H/1403M), et-Takyîd ve'l-İzah Şerhu Mukaddimeti İbni's-Salah, el-Mektebetü's-Selefiyye, 19691, s. 285; Suyutî, Abdurrahman b. Ebi Bekr (Ö. 911 H/1505 M), Tedrîbü'r-Râvî fi Şerhi Takrîbi'n- Nevevi, II C, Dâru'l-Kütübi'l-Hadîse, Kahire 19662, II/197.
[70] İbn Receb el-Hanbelî, Abdurrahmanb. Şihabü'd-din Ahmed (Ö. 795 H/1392 M), Câmiu'l-Ulûmi ve'l-Hıkem, Bir cilt, Mektebetü'r-Risâle el-Hadîse, Amman, s. 51. (Bu kaynağa bundan sonra 'İbn Receb, Câmiu'l-Ulûm' şeklinde atıf yapılacaktır)
[71] İbn Kayyim el-Cevziyye, Muhammed b. EbîBekr (Ö.751H/1350M), Avnu'l-Ma'bûd'un hamişinde basılan Ebu Davud şerhi, el-Matbaatü's-Selefiyye, XII/478 (Bundan sonra bu kaynağa 'ibn Kayyim, Şerhu Süneni Ebî Davud' şeklinde atıf yapılacaktır)
[72] İbn Receb, Câmiu'l-Ulûm, s. 51.
[73] Yahya b. Şeref en-Nevevî(Ö.676H/1277M), Şerhu Sahîhi Müslim. IX C, Her mücelled iki cilt, Dâru ıhyai't-Türâsi'l-Arabî, Beyrut, XVI/190. (Bundan sonra bu kaynak geçtiğinde 'Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim' şeklinde atıf yapılacaktır.
[74] İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV/240; İbn Receb, Câmiu'l-Ulûm, s. 47; Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim,XVI/191; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/484; İbn Kayyim, Tibyan, s.347.
[75] Dr. Bâr, Halku'l-İnsan, s. 378.
[76] İbn Receb, Câmiu'l-Ulûm,s.51.
[77] Muhamed b. Allan es-Sıddîkî (Ö. 1057H/1647M), Delîlü'l-Falihîn li Turukı Riyâzi's-Salihîn, VIII C, Dâru'l-Kitâbi'l-Arabî, Beyrut, IV/8. (Bundan sonra bu kaynak geçtiğinde, 'Sıddîkî, Delîlü'l-Falihîn' şeklinde atıf yapılacaktır.
[78] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/486.
[79] Halil b. Ahmed es-Sehâranfûrî (Ö.1346H/1927M), Bezlü'l-Mechûd fi Halli Ebî Davud, XX C, Dâru'l-Kütübi'l-İliyye, Beyrut, XVIII/238.
[80] Bâr, Halku'l-İnsan, s. 452 vd.
[81] Sıddîkî, Delilu'l-Falihîn, IV/8.
[82] Bâr, halku'l-İnsan, s. 397; Dr. En-Nesîmî, et-Tıbbu'n-Nebevî, III/337
[83] İbn Receb, Câmiu'l-Ulûm, s. 48.
[84] Kurtubî. el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, XII/8.
* 'Mudğa' ile ilgili açıklama için s. 9 daki ilgili dipnota bakılabilir.
[85] İbn Teymiyye, Fetâvâ,IV/242; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/485.
[86] İbn Kayyim,et-Tibyan, s. 346-347; Bakınız: Üçüncü hadisten sonuncusuna kadar ilgili hadisler.
[87] İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV/242;İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/485.
[88] Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI/191; İbn Receb, Câmiu'l-Ulûm, s. 51.
[89] Kurtubî. el-Câmiu li Ahkâmi'l-Kur'ân, XII/8; Nevevî, Şerhu Sahihi Müslim, XVI/191; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/481,484,485.
[90] İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV/241
[91] İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV/242; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/484.
[92] Bu hadisi İbn Ebi Hatim tahric etmiştir. Bakınız: İbn Receb, Câmiu'l-Ulum, s. 49; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/486.
[93] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/374.
[94] el-Heysemî, Ali b. Ebî Bekr (Ö.807H/1404M), Mecmau'z-Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, X C, Dâru'l-Kitâbi'l-Arabî, Beyrut, Tarih yok, VII/193. 'Seyyiü'l-hıfz', hadisleri iyi ezberleyemeyen raviler hakkında kullanılan bir hadis terimi olup cerh lafızlarındandır.(Çeviren)
[95] İbn Kayyim, Tibyan, s. 337; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/481
[96] İbn Receb, Câmiu'l-Ulum, s. 49; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/485.
[97] Bu hadis ve bundan sonra gelecek hadislerin tahrici yukarda geçmiştir. İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/485.
[98] İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/481.
[99] Bâr, Halku'l-İnsan, s. 233.
[100] İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV/241; İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XI/481.
[101] İbn Teymiyye, Fetâvâ, IV/241.

21 Aralık 2012 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR ✿✿✿ RUH (2)

KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH (2)
     Daha önce Rehber Ansiklopedisi'nden alıntı yapılıp sitemize eklenmişti. Aşağıdaki not da, Diyanet işlerinin...


     Sözlükte "can, nefs, hayatın kendisine bağlı olduğu varlık, maddenin zıddı" anlamlarına gelen ruh, Kur'ân'da yirmi dört yerde geçmiş ve şu anlamlarda kullanılmıştır: Rahmet, melek, Cibril, vahiy ve Kur'ân, ilham, Hz. İsâ ve ruh. Ruhun çeşitli tanımları yapılmıştır. Kur'ân'da, "Sana ruhtan soruyorlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindedir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir" buyurulmaktadır (İsrâ, 17/85).
     Buna göre ruhun mahiyetini bilmemiz mümkün değildir, mahiyetini sadece Allah bilir. Biz ancak onun varlığını yaptığı işlerden ve hareketlerinden anlayabiliriz. İnsan, beden ve ruhtan müteşekkil bir varlıktır.
     İnsan öldükten sonra ruh yaşamaya devam eder. İlâhî hitâba muhatap olan, sorumluluk yüklenen ve mükellef olan ruhtur. İnsan ruhu dünyaya gelmeden önce ruhlar âleminde idi. Bu âleme geldikten sonra ise asli vatanı olan o âleme kavuşmanın hasret ve iştiyâkı ile yaşar. (M.C.)
Hareketli Ayıraç Gifleri 2013
KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH
     Bu bölüm Şamil İslam Ansiklopedisi'nden alıntı yapılıp sitemize eklenmiştir...

     İnsana hayat veren ve onu, düşünen, anlayan, idrak eden bir kişi haline sokan maddî olmayan, ölümsüz varlık. Can, nefes, öz, nefis, ilham, vahiy, cebrail vb. anlamları vardır.
     Rûh kavramının, insanın yaşam ve var oluşuyla ilişkilendirilmiş bir şekilde tarih boyunca üzerinde durulmuş, mahiyeti hakkında çeşitli açıklamalar getirilmiş ve tezler ileri sürülmüştür. Ancak, rûhun madde dışı bir yapıya sahip olması onun tanımlanmasını imkânsız kılmakta ve ileri sürülen görüşleri askıda bırakmaktadır.
     Bazılarına göre rûhlar latif cisimlerdirler ve vücuttaki damarlar vasıtasıyla bedende dolaşan ve ona hayatiyet kazandıran havaî varlıklardırlar. Pnevma denilen ve maddî olarak düşünülen rûh, birçok felsefi ekole göre bedeni sadece ayakta tutan hayat kuvvetinden ibaret sayılmayıp, bizzat nefsin kendisidir (Paul Janet-Gabriel Seaille s, Metalib ve Mezahib, çev. M. Hamdi Yazır, İstanbul 1978, 145; ayrıca bk. Ali et-Tehanevî, Keş-Şafu İstilahatı'l-funun, İstanbul 1984, I, 541). Bununla birlikte çok eskilerden beri, maddî özelliklerden tamamen somutlanmış bir rûh kavramının varlığı değişik topluluk ve kültürlerce kabul görmüştür. İnsanlık tarihi boyunca, cismanî cesetten farklı, onun içine yerleşmiş maddesiz ve ölümsüz bir varlığın bulunduğuna inanılmıştır.
     İnsanlık tarihinin belki de ilk dönemlerine kadar uzanan ve insanları üzerinde düşündürmeye sevkeden ruh kavramının doğuşunu ilk insanın Allah'dan vahiy alan bir peygamber olmasıyla izah etmek mümkündür. Ruh, insanların vahiy çizgisinden sapmalar gösterip, putperest yönelişlere bekletmeleriyle birlikte, değişik anlamları içeren ve tapınma, korku, ümit gibi hisleri harekete geçiren bir doğa üstü varlık haline geldi. İlkel puta tapıcılık dinlerinde, cansız, donuk cisimlerden yapılan şekil verilmiş putlar veya kutsal sayılan diğer cansız varlıklar, hareketsiz oldukları ve yerlerinden kımıldamaya güç yetişemeyecekleri bilindiği halde onlara tapınılır ve onlardan isteklerde bulunulurdu. Bu, çağdaş putperest toplumlarda devam eden bir davranış şekli olarak varlığını sürdürmektedir. İnsanların böyle bir yola sapmalarının sebebi, tapındıkları bu cisimlerde ruhî bir kuvvetin ve yaptırım gücünün var olduğuna inanılmasıdır.

     Rûh konusunda tarih boyunca temelde iki akım sürekli karşıt doktrinler geliştirerek düşüncelerini ispatlamaya çalışmışlardır. Bunlardan biri, maddî âlemin dışındâ maddesiz, manevî bir âlemin ve bu âleme mensup varlıkların mevcudiyetini kabul edenlerin oluşturduğu grup; diğeri de madde dışında başka bir varlığı tanımayan eski tabirle Maddiyyün denilen Materyalistlerin oluşturduğu ekol. Ancak ruhun varlığını kabul eden din ve düşünceler, onun tanımlanması ve mahiyeti hakkında birbirinden oldukça farklı anlayışlara sahip olmuşlardır.
     Eski Mısırlılarda ve Çinlilerde ikili bir rûh inancı hâkimdi. Mısırlılar, ölümden sonra rûh (soluk)'un birinin cesedin yanında kaldığına, tinsel (ruhî) olan diğerinin de ölüler diyarına gittiğine inanmaktaydılar. Çinliler ise insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir rûh yanında, ölümden sonra da yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir rûhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar. Hintliler ise öldürdükleri düşman savaşçılarının sağ ellerini keserlerdi. Böylece inançlarına göre ölüm sonrası yaşamlarında silah kullanmaları engellenmiş olurdu. 
Yunan felsefesinde rûh kavramının içerdiği anlam, dönemlere ve felsefe akımlarına göre değişiklikler göstermiştir. Epikuroscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, rûhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı. Batı felsefesinde rûh üzerindeki tartışmalar ortaçağ ve sonrasında devam etmiştir.
     Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Meselâ, Allah bir rûh olarak telakki edilir ve Ruhul-Kudüs (Cebrail), teslis inancının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur. Öte taraftan, İnsanlara ait rûhlar konusunda da birtakım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Meselâ, İncil'de "Rûh, rüzgar gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (bk. P. Janet-G. Seailles, a.g.e., 148) denilmektedir.
     Bazı dinlerde, ölümsüz olan rûhların bir bedenden başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır. Rûh göçü (tenasuh) adıyla anılan bu inanışa göre, ölen bir kimsenin rûhu tekrar başka bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böylece sürüp gider. Hint inançlarında yer etmiş olan bu düşünce eski Mısır'da da oldukça yaygındı. Onlara göre, kötü rûhlar hayvan bedenlerine hulül ettirilerek iyileşip iyileşmedikleri denenir, iyi rûhlar ise üç bin yıllık bir cennet yaşamından sonra yeniden dünyaya dönerler. Cesedlerin mumyalanmasının sebebi, yeniden dünya yaşamına dönecek olan rûhların kendi bedenlerini bulmalarını sağlamaktır. Bu ilkel rûh göçü inancı günümüzde de kendisine taraftar bulabilmekte ve bazı toplumlarda kitle inancı şeklinde varlığını sürdürmektedir.
     Eski batı toplumlarının çoğu ruh göçü inancına sahip olmuşlardır. Antik Yunan filozoflarından Pythagoras, ruh göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için rûh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi. Rûh kavramı hakkında tarih öncesi devirlerden beri süregelmekte olan ve her çağda üstüne yeni bir şeyler eklenen nazariyelerin birer hayal ürünü ve vehimden ibaret olduğu bir gerçektir. (bk. Tenasüh mad.).


     Allah Teâlâ, Hz. Adem'le başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s) ile son bulan vahiy süreci içerisinde insan oğlunu bir çok gaybî meselede bilgilendirmiştir. Madde dışı âleme dair bilinen bilgilerden sağlıklı ve güvenilir olanı sadece, Allah'ın peygamberleri aracılığıyla insanlara ulaştırmış olduğu bilgilerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de insanı canlı kılan anlamdaki ruhun mahiyeti hakkında hemen hemen hiç bir bilgiye yer verilmemiş olmasından hareketle; ilahî hikmetin, ruhun hakikatini, Allah'ın insanoğluna vermiş olduğu ve bütün bilginin yanında çok cüz'i kalan malumatın dışında tuttuğu söylenebilir.

     Kur'ân-ı Kerim'de rûh kelimesi değişik bir kaç anlamda kullanılmıştır.
     Allah Teâlâ, Hz. Âdem (a.s)'ın cesedini topraktan şekillendirdikten sonra ona kendi rûhundan üflemiş ve böylece Adem (a.s) hayat kazanmıştır. Yine, insanı ana rahminde yarattıktan sonra, ona kendi rûhundan üflemiş ve onu rûh sahibi canlı bir insan haline getirmiştir:

     "Her şeyi en güzel şekilde yaratan, insanı önce balçıktan vareden sonra insan soyunu adi bir suyun özünden yaratan, sonra şekil verip düzelten, ona kendi ruhundan üfleyen... O'dur" (es-Secde, 32/7-9);
     "Hani bir zaman Rabbin melekler: "Ben balçıktan bir insan yaratacağım; Şeklini tamamlayıp rûhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin" demişti" (es-Sa'd, 38/71-72)
     Ana karnında insan yaratılışının aşamaları ve rûhun ona üfürülüşü hak. ayrıca bk. Buhari, Enbiya, I ; Müslim, Kader, I ). İsa (a.s)'ın babasız olarak yaratılışı anlatılırken de rûh, aynı anlamda kullanılır: "Irzını koruyan Meryem'i de hatırla. Biz ona ruhumuzdan üfledik..." (el-Enbiya, 21/91: Ayrıca bk. Et-Tahrim, 66/12). İsa (a.s) bundan dolayı rûhullah (Allah'ın rûhu) olarak da isimlendirilmiştir (bk. Buharî, Tefsiru Sûre, 2; Tevhid, 19; Müslim, İman, 322; Ahmed b. Hanbel, III, 368).

     Yine ruh kelimesi Cebrail (a.s)'ın karşılığı olarak kullanılmaktadır. Bu anlamda, "Ruhul-Kudüs" ve "Ruhul-Emin" terkipleri ile geçmektedir: "De ki; "Kur'ânı, Ruhul-Kudüs (Cebrail), Rabbimin katından hak olarak indirdi" "...Meryemoğlu İsa'ya da açık mucizeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs ile te'yid ettik" (el-Bakara, 2/87, 253); "Uyarıcılardan olasın diye, bu Kur'ân-ı açık bir Arapça lisanıyla senin kalbine, "Ruhul-Emin" (Cebrail) indirmiştir" (eş-Şuara, 26/ 193-195).

     Bazı âyetlerde de rûh kelimesi ile Allah, Teâlâ'nın vahyi, yani âyetleri kastedilir: "Allah meleklerini, vahyi (ruh) ile, kullarından dilediğine göndererek..." (en-Nahl, 16/2; ayrıca bk. el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52).

     Dört âyette rûh, Allah Teâlâ'nın emrine bağlanmıştır (el-İsra, 17/85; en-Nahl, 16/2; el-Mü'min, 40/15; eş-Şûra, 42/52). Rûhu Allah'ın emrine bağlayan ve muhtevasından ruh ile neyin kastedildiği açıkça anlaşılmayan;
     "Ey Muhammed! Sana ruhtan sorarlar. De ki; "Ruh, Rabbimin emrindendir (O'nun bildiği bir iştir) size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) mealindeki âyet, ruh konusu üzerindeki tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Müfessirler bu âyette ruhtan Cebrail'in, İsa (a.s)'ın, Kur'ân'ın ve Hz. Ali (r.a)'a isnad edilen ve fakat doğruluğu çok şüpheli sayılan tuhaf bir yaratık kılığındaki bir meleğin kastedildiği şeklinde değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Kelamcıların ve müfessirlerin çoğuna göre ise bu âyette sorulan ruh, cesede hayat veren şeydir (Kurtubî, el-Cami li Ahkâmil-Kur'ân, Beyrut 1966, X, 323-324; Fâhreddin er-Râzî, Tefsirül-Kebir, XXI, 36). Görüş sahibi müfessirler, peygamberden, insanı canlı kılan bu ruhun mahiyeti, insan bedeninde gördüğü fonksiyonu, cisimle birleşmesinin şekli ve yaşama olan bağlantısının sorulduğunu ileri sürmüşler ve işte bu şeyin Allah'tan başka hiç bir kimse tarafından bu yönlerinin bilinmediğini kabul etmişlerdir (bk. Kurtubî, aynı yer).

     Er-Râzî, ruhun; mahiyetinin kadîm veya hadis (sonradan yaratılıp yaratılmadığı) olduğu, cesedlerin ölümünden sonra bâki mi kaldığı, yoksa onunda fena mı bulduğu; ruhun saadeti ve şekavetinin ne olduğu vb. açılarından öğrenilmek istendiğini; Allah Teâlâ'nın da buna cevap olarak: "De ki ruh Rabbimin emrindedir" mealindeki âyeti indirdiğini söylemektedir (er-Râzî, a.g.e., XXI, 37). Evet, ruhun yaradılışının Allah Teâlâ'nın en büyük fiillerinden biri olduğunu ortaya koymakta; insanın, varlığı hakkında kesin bilgisi olmasına rağmen, nefsinin hakikatını kavramaktan aciz olduğunu bildirmektedir (Kurtubî, aynı yer).

     Kelamcılar insan terimi üzerinde dururlarken, insan olarak isimlendirilen şeyin cesed mi, ruh mu yahut da her ikisi mi olduğu konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. İleri sürülen bir takım delillere göre, insan olarak isimlendirilen ve muhatap alınan şeyin görünen bu cesed olmadığı; onun ölümüyle yaşamaya devam eden ruhun insan olarak adlandırıldığı isbata çalışılmıştır. Nassların kesin olarak ortaya koyduğu gibi ruh, cesedin ölümünden sonra yaşamaya devam etmekte; ceza ve mükafat ile muhatap olmaktadır. Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de "Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin; bilakis onlar diridirler; fakat siz farkında değilsiniz" (el-Bakara, 2/ 154) buyurmaktadır.

     Rasûlüllah (s.a.s); "Âllah'ın peygamberleri ölmezler. Onlar bir dünyadan ötekine nakledilirler" ve "kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmaktadır. Bu ifadeler, insan olarak isimlendirilen varlığın, cesedin ölümünden sonra da yaşamaya devam eden ruhun olduğuna delalet etmektedir. Yani insan bu cesed ve kalıptan başka bir şeydir (Râzî, a.g.e., XXI, 41).

     Her ne kadar ruhun mahiyeti, niteliği, fonksiyonları vb. yönlerinin insan bilgi ve idrakinin ötesinde olduğu, bu âyete (el-İsra, 17/85) dayanılarak kabul edilmişse de; bazı âlimler ruh hakkında konuşma hususunda bir sakınca görmemişler ve onu izah etmeye çalışmışlardır. Alusî, ruhun ulvî (yüce), nuranî ve hayat sahibi olan bir varlık olduğu görüşündedir. Ancak ona göre ruh, mahiyet itibariyle duyu organlarıyla hissedilebilecek cisimler gibi değildir. Bu, bir anlamda suyun gül içinde dolaşması gibidir. O, ne hulûlü ve ne de ayrılmayı kabul etmez. Bedende dolaştığı sürece ona bağlı olarak tüm organlara hayat verir. İbn Kayyım el-Cevziyye de aynı görüştedir.

     Kur'ân-ı Kerim'de; "Rabbın, Ademoğlunun sûlblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak; "Ben, sizin Rabbiniz değil miyim?" demiş, onlar da; "Evet şahidiz, Sen bizim Rabbimizsin" diye cevap vermişlerdi. Bu kıyamet gününde, "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir... (el-A'raf, 7/172) meâlindeki ayetin tefsirinde âlimler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşler hakkındaki farklılıklar, Allah Teâlâ'nın, insanlara; bu soruyu sormasının ne zaman, insanın yaradılışı ve gelişiminin hangi aşamasında ve ne şekilde olduğu gibi konular çerçevesinde ortaya çıkmıştır.

     Tirmizî'nin naklettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Allah Teâlâ, Adem'i yarattığında onun sırtını sıvazlamış ve kıyamet gününe kadar Allah Teâlâ'nın onun zürriyetinden yaratacağı her insan onun sırtından düşmüştür...” (İbn Kesîr, Hadislerle Kur'an-ı Kerim tefsiri, Terc. Bekir Karlığa-Bedrettin Çetiner, İstanbul 1985, VII, 3135).
     Başka bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Allah Teâlâ Adem'in sülbünden Nu'man yani Arafat'ta ahit almıştır. Onun sülbünden yarattığı her zürriyeti çıkarmış, önünde yaymış, saçmış, onlarla doğrudan konuşup; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar şöyle demişlerdi: "Evet, biz buna şahidiz." (İbn Kesir, a. g. e. , VII, 3133).
     Müfessirler bu konuda deliller çerçevesinde değişik görüşler ileri sürmüşlerse de, insanların Adem (a.s)'ın yaradılışından sonra topluca yaratılmış oldukları, dolayısıyla "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuyla, ruhların muhatap olduğu sonucu da çıkarılabilir. Nitekim Ubey b. Ka'b'dan gelen bir rivâyette o; "Rabbin Ademoğullarının sülblerinden zürriyetlerini çıkarmış." âyeti hakkında şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kıyamet gününe kadar ondan olacakların tamamını o gün huzurunda toplamış, önce onları ruh haline getirmiş, sonra onlara şekil vermiş, sonra da onları kendi nefisleri üzerine şahit tutarak "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuştu... (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3136-3147). Bu rivâyetten açıkça anlaşıldığı gibi, ruhların, anlayan, idrak eden ve kelâma muhatap olup cevap verebilen kişilik kazanmış yapıda yaratılmış oldukları kabul edilmektedir. Ebu Hureyre (r.a) de bu konuda şöyle demiştir: "İlim erbabı, ruhların bedenlerden önce olduğu ve Allah'ın onları konuşturup şahit kıldığı hususunda ittifak etmişlerdir" (İbn Kesir, a.g.e., VII, 3145).
     Rasûlüllah (s.a.s)'den nakledilen "Ruhlar toplu cemaatlerdir. Onlardan birbiriyle tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar da ayrılırlar" (Buharî, Enbiya, I; Müslim, Birr, 159) hadis-i şerifi de ruhların bedenlerden önce yaratılmış olduğuna işarettir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî, Mısır 1959, VII, 179-180). Bedrüddin el-Aynî, bu hadisi şerhederken şöyle demektedir:
     "Bu delil, ruhların (cesed için) araz olmadığını, onların cesetlerden önce mevcut olduklarını ve cesedin yok olmasından sonra da var olmaya devam edeceklerini ortaya koymaktadır" (Umdetul-Karî, Mısır 1972, XII, 371). Ruhların toplu olarak yaratıldıkları ve sonra da cesedlere dağıtıldıkları söylenmektedir (a.g.e., aynı yer). Görüldüğü gibi alimler, bu konu ile alakâlı âyet ve hadislerin tefsirinde ruhların bedenlerden önce toplu olarak bir defada yaratıldıkları, Allah Teâlâ'nın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Sorusuna muhatab oldukları ve sonra da insanın ana rahminde yaratılmasıyla cesedlere nefhedildikleri sonucuna varmaktadırlar.
     Ruhun anne karnındaki cenine nefhedilmesi (üfürülmesi), insanın rahimde oluşumu ve gelişmesi hadis-i şerifte şu şekilde ifade edilmiştir: "Şüphesiz sizden birinizin teşekkülâtı annesinin karnında kırk günde toplanır. Sonra orada o kadar bir müddette bir pıhtı olur. Sonra o kadar müddette orada bir parça et haline gelir. Sonra, Allah ona bir melek gönderir. Meleşe; "Amelini, ecelini, rızkını, Şakî ve sa'id olacağını yazması şeklinde dört kelime emrolunur. Sonra da ona ruh üfürülür..." (Buhârî, Enbiya, I). Abdullah b. Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilen bu hadis, Müslim tarafından ruhun üfürülmesi, dört emirden önce zikredilerek rivayet edilmektedir (Müslim, Kader, I).
     Ruhun ölümlülüğü ve ölümsüzlüğü üzerinde de tartışmalar yapılmıştır. Ruh, ölümden sonra nerede kalmaktadır? Her insanın ömrü, Allah tarafından takdir edilmiş olup, ne bir artma ve ne de bir eksilmeye tabi tutulmaz. Allah'ın takdir etmiş olduğu zaman dolunca, ya bir sebeb çerçevesinde ya da sebebsiz olarak insan ölür. Yani, ölüm meleği (Azrail) tarafından ruh kabzolunur, bedenden geri alınır. Ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar geçici olarak kalacağı aleme "Berzah alemi" denir. Berzah âlemi, dünya ile ahiret arasında bir geçiş yeridir ve bu iki alemden de farklı olup, mahivetini ancak Allah Teâlâ bilmektedir. Ancak, Berzah aleminde ceza ve mükafatın ruhlar üzerinde etkili olacağını, "Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir şukurdur" (Tirmizi, Kıyâmet, 26) hadisi bildirmektedir.
     Alimlerin çoğunluğuna göre (ki doğru olan görüş budur), ruhlar beka (süreklilik) için yaratılmışlardır. Ezeli değildirler; ancak, ebedidirler, ölen, insanın cesedidir. Ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, kıyamet gününde tekrar bedenine dönünceye kadar, Allah'ın nimet ve azabına muhatap olacağı bir gerçektir.

     Şehidlerle alakalı (el-Bakara, 2/ 184) âyet buna delalet etmektedir. Yine Allah Teala; "Her nefis ölümü tadacaktır" (Alû İmran, 3/185) buyurmaktadır. Nefsin ölümü tatması, bedenin ölümü esnasında ölüm acısını hissetmesi, bedenden ayrılırken acı duymasıdır. Tadmak için diri ve duyarlı olmak gerekmektedir. Nefsin ölümü, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bedenden ayrılan ruh, içinde kazandığı şekli bedensiz olarak sürdürür.

    Bazı alimler; "Sûr'a üflendi, göklerde ve yerde bulunanlar, korkudan düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın dilediği müstesna" (ez-Zümer, 39/68) meâlindeki âyete dayanarak; kıyamet gününde Allah'ın dilediği bazı kimseler hariç, yerde ve gökte bulunanların hepsinin öleceğini söylemişlerdir. Bu "bayılmak" anlamındaki "sa'k" kelimesini ölüm olarak değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu doğru değildir. Çünkü Allah Teâlâ; "Orada (Cennette) ilk ölümden başka ölüm tadmazlar" (ed-Duhan, 44/56) buyurmaktadır. Âyet, Cennet ehlinin, dünyada öldükten sonra bir daha ölmeyeceklerini haber vermekte ve ruhun ölümsüzlüğünü dile getirmektedir. Zira, Cennetteki ruhlar, kıyamette tekrar ölselerdi, ikinci kez ölümü tadmış olurlardı ki bu, zikredilen âyete ters düşmektedir.

     Kurtubî'nin hocası olan Ahmed b. Amr şöyle demektedir: "Ölüm, mutlak yokluk değil, bir halden diğer bir hale geçmektir. Şehidlerin Allah indinde diri ve rızıklandırılmakta olmaları, kendilerine verilen nimetten ötürü sevinmeleri de bunu gösterir. Şehidler diri olduklarına göre peygamberler de diri olmalıdırlar. Nitekim Peygamber (s.a.s), Mirac gecesinde, Mescid-i Aksa'da ve göklerde peygamberlerin ruhlarıyla karşılaşmış, onlarla görüşmüştür. Öte taraftan Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine selam veren herkese selamını iade edeceğini haber vererek bedeninin ölümüyle, ruhunun ölmediğini ve verilen selam ve salatların kendisine ulaşacağını bildirmektedir.

     Sûr'a üflendiği zaman, henüz dünyada bulunan bütün canlılar derhal ölürler. Fakat, daha önce ölümü tatmış ve bedeninden ayrılmış olan ruhlar ise Sûr'un dehşetinden düşüp bayılırlar. Ruhların içinde Hz. Musa'dan sonra ilk ayılan Hz. Peygamber (s.a.s) olacaktır (Buhârî, Tefsir, 9; Müslim, Fedail, 10, 161, 162).

     Bazı düşünürlere göre, ruh maddeden ayrı olup; ne âlemin içindedir, ne de dışındadır. Onun bir şekli, biçimi ve kişiliği yoktur. Kimilerine göre ise, ruh, bedenin arazlarındandır. Ruhlar ancak beden ile birbirinden ayırdedilebilirler. Bedenin ölümünden sonra ruh tamamen yok olur. Görüldüğü gibi ileri sürülen bu görüşler birer faraziye niteliğinde olup, dayanaktan yoksundurlar. Bu tür gaybî meselelerle alakalı sağlıklı bilgiler, ayet ve hadislerde verilen bilgilerle sınırlıdır.

     Ayet ve hadislerde öldükten sonra ruh; çıkma, inme, alınma, dönme, gök kapılarının kendisine açılması gibi fiillerle nitelendirilmektedir: "Ölüm sarhoşluğu içinde bulunan zalimlere; melekler, ellerini uzatmış; "Nefislerinizi çıkarınız" (derlerken) onların halini görsen” (el-En'am, 6/93);

     "Ey mutmain olan nefis! Razı olmuş ve olunmuş olarak Rabbine dön, kullarımın arasına katıl, Cennetime gir" (el-Fecr, 89/27-30); Bu nasslar ruhun bir kişiliğe sahip olduğuna işaret etmektedirler. Yine bir âyeti kerimede "Nefse ve onu şekillendirene and olsun” (eş-Şems, 91/97) buyurularak, nefsin düzenlenerek bir şekle sokulduğu ortaya konulmaktadır.
     Anlaşıldığına göre, muhtemelen ruh, bedene girmeden önce belirli bir şekle sahip değildir ve o durumu hakkında insanoğlunun hiç bir bilgisi yoktur. Anne karnında oluşan insan bedenine üflendikten sonra bir kişiliğe sahip olur. Ancak, ruh bedenle birlikte gelişir, olgunlaşır ve bir kişilik kazanır. Zaman, bedeni yıpranır fakat ruh, zamanın yıpratıcılığından etkilenmez. Kişinin iyi işleri, ibadetleri ruhu güzelleştirir, kuvvetlendirir ve olgunlaştırır. Kötü ameller ise ruhu çirkinleştirir.
     İbn Kayyim el-Cevziyye şöyle demektedir: "Yüce Allah, bedeni ruha kalıp olarak düzeltmiştir. Beden ruhun kalıbıdır. Ruh bedeninden bir şekil alır ve onunla diğerlerinden ayrılır. Ruhun taşıdığı özellikler ve kabiliyetler bedene tesir eder. Bundan dolayı beden, ruhun iyilik veya kötülüğünden etkilenir. Dünyada bedenle ruh kadar birbirine sıkı sıkıya bağlı olan ve birbirini etkileyen başka bir şey yoktur. Bundan dolayı ruh, bedenden ayrılınca, iyi bedende olan ruha; "Ey mutmain nefis, çık!" diye hitab edilir. Kötü bedende olan ruha da "Ey habis nefis, çık" denilir. Yüce Allah "Allah, öldükleri sırada nefisleri (ruhları) alır, ölmeyenleri de uykularında (bedenlerinden alıp kendinden geçirir); sonra ölümüne hükmettiğini yanında tutar, ötekilerini de belli bir süreye kadar (bedenlerine) gönderir..." (ez-Zümer, 39/42) âyetiyle nefislerin alındığını, sonra bazılarının bırakıldığını bildirmiştir. Tutulup bırakılmak, bir ferdiyyeti gerektirir. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ölenin gözü, alınan ruhunun ardından bakakalır" demiş; meleğin kabzolunan ruhun elinden tuttuğunu, bu sırada yer yüzünde benzeri görülmemiş bir koku meydana getirdiğini haber vermiştir. Eğer ruh, bir arazdan ibaret olsaydı, kokusu olmazdı. Çünkü arazın kokusu olmaz, arazın elinden de tutulmaz. Kendisinden koku gelmesi, elinden tutulması, onun insan şeklini koruduğunu gösterir" (İbn Kayyim, Kitabu'r-Ruh, s. 46-47).

     Hadislere göre kabzolunan ruhlar göklere çıkarılmakta, orada melekler iyi ruhları selamlamakta, nihayet, Rabbin huzuruna sokulmaktadırlar:
     "Mü'minin ruhu çıktığı vakit, onu iki melek karşılar, yukarıya çıkarırlar. Sema ehli "Güzel bir ruh yer tarafından geldi. Allah sana ve yaşattığın cesede salat eylesin" derler. Peşinden onu Rabbine (c.c) götürürler. Sonra "Bunu hududun sonuna kadar götürün" buyurur. Kâfirin ruhu çıktığı vakit, sema ehli; Pis bir ruh yer tarafından geldi" derler ve "Bunu hududun sonuna kadar götürün denilir" (Müslim, Cenne, 17).

     İyi amelle beslenmiş ruh, dünyadaki şeklinden daha mükemmel, daha parlak daha nurlu olmakta, ibadeti vücuduna ruh olarak yansımaktadır. Günahlarla bulanmış ruh ise dünyadaki şekline benzemekle beraber çirkin bir hal almaktadır.

     Yine hadislerden öğrendiğimize göre iyi ruhlar, yeşil kuşlar haline girip, Cennetin ağaçlarına konmaktadır. Bu, ruhların, başka şekillere de girebileceğini gösterir. Fakat her durumda ruhlar, birbirinden ayırdedilir. Ve kendi kişiliklerini muhafaza ederler.

     İbn Kayyim el-Cevziyye ise, ruhların bedenlerden daha net olarak birbirinden ayırdedilebileceğini söylemektedir. Bedenlerin birbirine benzemesi, ruhların benzemesinden fazladır. Ruhun, kendisini diğer ruhlardan ayırdedecek özellikleri ve sıfatları bedenin ayırdedici özellik ve sıfatlarından daha çoktur. Mü'min ve kâfirin bedenleri birbirine benzer ama, ruhları farklıdır. İki öz kardeş bedence birbirine benzerler, fakat ruhları asla benzemez. Düşünce ve davranışları çok farklıdır. Bu iki ruh, bedenlerinden ayrılınca, ayrılmaları gayet açık biçimde ortaya çıkar.

     Yüce ruhlar -ki melaikelerdir- bir beden içinde bulunmadan birbirinden ayırdedildiğine, cinler de yine birbirinden farklı olduklarına göre; bir beden içinde gelişen insan ruhları da elbette birbirinden ayrıdırlar ve ayırdedici özelliklerini korurlar (bk. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu'r-Ruh).

     Akaid kitapları genellikle ruhun, kabirde cesedine döneceğini bildirir. Bu inanç "Gerçekten ölü kabrine konulduğu vakit, kendisini getirenlerin oradan ayrılırken ayakkabılarının seslerini pekala işitir" (Müslim, Cenne, 17) şeklinde rivayet edilen hadise istinat etmektedir. Bu konuda İslâm âlimlerinin görüşleri şu şekildedir:

     a) Ruh, kabirde cesede girecektir.
     b) Cesetten ayrılan ruh, kabirde değil, ancak kıyamette bedene girecektir.
     c) Cesetten ayrılan ruh, artık hiç bir zaman cesede girmeyecektir. İbn Kayyim el-Cevziyye, ruhların kabirlerde cesedlerine döneceğini bildiren bazı hadislere dayanarak, öldükten sonra ruhun, kabirde cesede döneceğini, fakat bu dönüşün, dünyadaki bedene hayat vermesi şeklinde olmayacağını söylemektedir. Ona göre ruhun, bedenle beş türlü irtibatı (ilişkisi) vardır. Kabirde ruhun cesetle irtibatı, uykuda bedenle irtibatına benzer. Kabirde ruhun bedene dönmesi, bedenle bizim fark edemeyeceğimiz biçimde irtibat kurmasıdır. İbn Kayyim, bu görüşünü ruhun bedene döneceğine dair naklettiği uzun bir hadise dayandırmaktadır. (bk. el-Cevâhir fi Tefsiril-Kur'ân, IX, 117).

     Ruh hakkında âyet ve hadisler dışında ileri sürülen bütün görüşler kabule ve redde açıktır. Çünkü mutlak bilgi anlamında bir bağlayıcılıkları bulunmamaktadır.

     "Sana ruh'tan sorarlar. De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (el-İsra, 17/85) âyetindeki ruhtan, insanı canlı kılan ruhun kastedilmediğini ve dolayısıyla, insanın ruhu hakkında âlimlerin konuşmalarının câiz olduğunu ileri sürenlerin, ruh hakkında ortaya koymuş oldukları görüşler, hiç bir zaman ruhun mahiyetinin gerçekliği hakkında ne tatmin edici olmuştur ve ne de aklın ve hayalin ürünü olmaktan ileri gitmiştir. Çünkü bilgi verilmeyen konu, tamamıyla gayb alemiyle alakalıdır ve gayba dair bilgileri de Allah'tan başka kimsenin bilmesi söz konusu değildir.

     Ruh Çağırma, Ruhun varlığını kabul eden fakat hakkında sapık ve gerçek dışı bir anlayışa sahip olan kimseler, ölmüş insanların ruhlarıyla irtibat kurulabileceğini ve böylece, gayb âleminden bilgi alınabileceğini ileri sürmüşlerdir. Bu kimseler düzenlemiş oldukları ruh çağırma seanslarıyla insanları kandırmakta ve onların cehaletlerinden istifade ederek menfaat elde etmektedirler. Ruh, Allah Teâlâ'nın emrinde ve denetiminde olan bir varlıktır. Onun insanlar tarafından çağrılıp bazı istekleri yerine getirmesinin mümkün olduğuna inanmanın hiç bir dayanağı yoktur.

Şamil İslam Ansiklopedisi
Ömer TELLİOĞLU

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...