2 Ocak 2013 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER - CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER - 2

KÜTÜB-İ SİTTE
HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET ve KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
Üçüncü Bab: CENNET ve CEHENNEM
İkinci Fasıl: CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER - 2

     * CEHENNEMLİKLER

 1. (5143)-  Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehennemliklerin azab cihetiyle en hafif olanı, ayağında ateşten bir nalın ve nalın bağı olan kimsedir ki, ayağındakiler sebebiyle, tıpkı tencerenin kaynaması gibi, başında dimağı kaynar. Öyle tahammülfersa bir azab duyar ki, azabca insanların en hafifi olduğu halde, kendinden şiddetli azab çeken olmadığını zanneder."
     [Buhârî, Rikak 8, Müslim, İman 363,l (213); Tirmizî, Cehennem 12, (2607).]

 2. (5144)-  Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "(Cehennemlikler derece derecedir.) Bir kısmı vardır, ateş onları topuğuna kadar yakalar, bir kısmı vardır, dizlerine kadar yakalar, bir kısmı vardır kemere kadar yakalar, bir kısmı vardır köprücük kemiğine kadar yakalar."
     [Müslim, Cennet 33, (2845).]

 3. (5145)-  Ebu'd-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehennem ehline açlık musallat edilir. Bu, içinde bulundukları azaba eşit dereceye ulaşır. Açlığa karşı yardım talep ederler. Onlara besleyici olmayan ve açlığı gidermeyen dari' (denen dikenli bir ot) verilir. Tekrar yiyecek isterler, bu sefer de boğazda tıkanıp kalan bir yiyecekle imdat edilir. (Bu da boğazlarında takılır kalır, ne ileri geçer, en de geri gelir). Derken dünyada iken, bu durumda, bir içecekle takılan lokmaları kaydırdıklarını hatırlarlar ve bir içecek talep ederler. Kendilerine demir kancalar bulunan kaplarda kaynar sular verilir. Bu kaplar, yüzlerine yaklaştırılınca, yüzlerini dağlayıp atar. Su karınlarına girince içlerini param parça eder.
     Bu sefer de: "Cehennemin bekçilerini çağırın, ola ki azabımızı biraz hafifletir!" derler. Onları çağırırlar.
     Onlar gelince: "Size peygamberleriniz bu halleri açıklayan haberleri getirmemiş miydi?" derler.
     Onlar: "Evet getirmişti (ama dinlemedik)" derler.
     Bunun üzerine, bekçiler: "Siz isteyin durun! Kâfirlerin istekleri (burada) boşadır!" derler" (Gâfir 50).
     Cehennemlikler bekçilerden ümidi kesince: "(Cehenneme müvekkel melek) Malik'i çağırın!" derler.
     (Malik gelince): "Ey Malik (söyle de) Rabbin bizim hakkımızda ölüme hükmetsin!" derler.
     Malik de onlara: "Hayır! (Siz burada canlı olarak ebedî) kalıcılarsınız!" diye cevap verecek" (Zuhruf 77).
     (Hadisin ravilerinden) A'meş rahimehullah der ki: "Bana bildirildi ki, cehennemliklerin Malik'e yalvarmaları ile Malik'in onlara verdiği cevap arasında bin yıllık zaman geçecektir. Cehennemlikler, bu sefer aralarında: "Rabbinize dua edin sizin için O'ndan daha hayırlı kimse yok!" diyecekler ve elbirlik şöyle yakaracaklar: "Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe çalmıştı, biz gerçekten sapıtmış kimselerdik. Ey Rabbimiz bizi bundan çıkar. Eğer (yine) küfre dönersek artık hiç şüphesiz ki zalimlerden oluruz" (Mü'minun 106-107).
     Rab Teala, onlara: "Cehennemin içine yıkılıp gidin! Bana bir şey söylemeyin!" diyecek" (Mü'minun 108).
     Resulullah devamla dedi ki: "Bu cevap üzerine, cehennem ehli her çeşit hayırdan ümidlerini keserler; hıçkırmaya, nedamet etmeye, dövünüp yırtınmaya başlarlar."
     [Tirmizî, Cehennem 5, (2589).]

 4. (5146)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehennemliklerin tepelerine kaynar su dökülür. Bu su, vücudlarının içine nüfuz eder, öyle ki karınlarına kadar ulaşır; içlerinde ne var ne yok, söker atar ve ayaklarını delip, geçer. Bu hâdise, "Bununla karınlarının içinde ne varsa hepsi ve derileri eritilecektir" (Hacc 20) ayetinde zikri geçen) eritme (es-Sahru) hâdisesidir. Sonra (eriyen cesedleri) eski haline iade edilir."
     [Tirmizî, Cehennem 4, (2585).]

 5. (5147)-  Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kâfirin cehennemdeki bir azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı da üç gecelik yol mesafesidir."
     [Müslim, Cennet 44, (2851); Tirmizî, Cehennem 3, (2580, 2581, 2582).]

     AÇIKLAMA: 
     Tirmizî'nin rivayetinde, deri kalınlığı kırk iki zira' olarak ifade edilmiştir. Farklılık, "Her kâfirin derisinin eşit kalınlıkta olmayacağı" şeklinde te'vil edilebilir. Yine Tirmizî'deki rivayetlerde bazı farklı bilgiler gelmiştir: "Kafirin uyluğu Beyza dağı kadardır. Oturduğu yer de üç gecelik mesafe, Medine'den Rebeze'ye kadar. -Bir diğer rivayette:- Medine'den Mekke'ye kadar ki uzaklıktır." Burada da "her kâfirin oturduğu yer aynı büyüklükte olmayacak" diye te'vil edilebilir.

 6. (5148)-  İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini kıyamet günü yerde sürür, (Mevkıf'te) insanlar onun üzerine basarlar."
     [Tirmizî, Cehennem 3, (2583).]

 7. (5149)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kıyamet günü ilk çağırılacak olan, Hz. Adem'dir.
     Hak Teala hazretleri: "Buyur ey Rabbim, emrindeyim!" der.
     Rabb Teala: "Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!" emreder.
     Adem: "Ey Rabbim ne miktarını ayırayım?" diye sorar.
     Rabb Teala: "Her yüzden doksan dokuzunu!" ferman buyurur." (Ashab bu esnada atılıp): "Ey Allah'ın Resulü! Bizden geriye ne kaldı?" derler.
     Aleyhissalâtu vesselâm: "Benim ümmetim, diğer ümmetler yanında siyah öküzün başındaki beyaz tüy gibi (az)dır!" buyurdular."
     [Buhârî, Rikak 45.]

 8. (5150)-  Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hz. İbrahim aleyhisselam, kıyamet günü, babası Azer'i (yüzünün) üzerinde bir siyahlık ve toz toprak olduğu halde görür.
     Babasına: "Ben sana dünyada iken, "Bana asi olma!" demedim mi?" der.
     Babası ona: "İşte bugün ben artık sana asi olmayacağım!" der.
     Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam: "Ey Rabbim! Sen yeniden diriltme gününde beni rüsvay etmeyeceğini vaadetmiştin. Rahmetten uzak babamın halinden daha rüsvay edici başka ne var?" diye yakarır.
     Allah Teala hazretleri: "Ben cenneti kâfirlere haram kıldım!" cevabında bulunur. Sonra şöyle nida edilir: "Ey İbrahim, ayaklarının altında ne var, biliyor musun?" İbrahim yere bakar ve kana bulanmış bir sırtlan görür. Derhal ayaklarından tutulup ateşe atılır. (İşte bu, İbrahim'in babasıdır, o çirkin surete sokulmuştur)."
     [Buhârî, Enbiya 8, Tefsir, Şuara 1.]

     AÇIKLAMA: 
1- Bu hadiste, ahirette kâfir olarak ölenlere rahmet edilmeyeceği, kişi kâfir olarak öldüğü takdirde en yüce makama bile sahip olsa oğlunun hiçbir fayda sağlayamayacağı ifade edilmektedir. Halilullah olan Hz. İbrahim, babasına yardımcı olmak isteyecek, ancak babası kâfir olarak öldüğü için şefaati kabul edilmeyecektir.
2- Azer'in sırtlan suretine çevrilmesi iki sebebe dayandırılarak izah edilmiştir:
     1) Ahmaklığı sebebiyledir. Çünkü sırtlan uyanık olması gereken şeylerde gafletiyle bilinir ve hayvanların en ahmağı addedilir. Azer de oğlunun uyarılarına rağmen ahmaklık edip, eliyle yonttuğu putlara uluhiyet izafe etmekten vazgeçmemiştir.
     2) Azer'in o pis ve çirkin surete çevrilmesi, Hz. İbrahim'in ondan teberri etmesini sağlamak içindir. Tabii görünüşüyle ateşe atılsa, Hz. İbrahim üzülecek idi. Böyle olunca nefsi ondan nefret etmiştir.

     * CENNETLİKLERİN VE CEHENNEMLİKLERİN
       MÜŞTEREKEN ZİKREDİLDİĞİ HADİSLER

 1. (5151)-  Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennet ve cehennem, aralarında (ihtilaf ederek Allah nezdinde ) dava açtılar.
     Cehennem: "Ben, mütekebbirler (dünyada büyüklük taslayanlar) ve mütecebbirler (zorbalık yapanlar) için tercih edildim!" diye dövündü.
     Cennet ise: "[Ey Rabbim!] Bana niçin sadece zayıflar ve (insanlar nazarında) düşük olanlar, (hakir görülenler) girer?" dedi.
     Allah Teala hazretleri önce cennete hitap etti: "Sen benim rahmetimsin. Kullarımdan dilediklerime rahmetimi seninle ulaştıracağım!"
     Sonra da cehenneme hitap etti: "Sen de benim azabımsın. Kullarımdan dilediğimi seninle azablandıracağım!"
     (Her ikisine yönelerek): "İkiniz(in de vazifesi var! İkiniz de) dolacaksınız!" buyurdu. Ancak cehennem, bir türlü dolmak bilmedi. Allah Teala da ayağını üzerine bastı. Derken cehennem: "Yeter! yeter!" diye inledi. Bu suretle dolmuş olan cehennemin ağzı birbirine kavuştu. Allah mahlukatından hiçbir ferde asla zulmetmez.
     Cennete gelince, Allah yeni mahlukat yaratarak onu dolduracaktır."
     [Buhârî, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 25; Müslim, Cennet 35, (2846); Tirmizî, Cennet 22, (2564).]

     AÇIKLAMA: 
     Burada idrak ve şuurdan uzak bilinen cennet ve cehennemin konuşması, iddialaşması vs. mevzubahistir. Alimler, hadisi izahta farklı görüşler ileri sürmüştür. Bir kısmı zahirî mananın te'vil edilmesi gereğini kabul eder.
     Nevevî der ki: "Bu hadis zahiri üzeredir, te'vil gerekmez. Allah, cennet ve cehenneme temyiz ve idrak yaratmıştır. Dolayısıyle münakaşa ve mübaheseye muktedirler."
     İbnu Battal, Mühelleb'in: "Bu münakaşanın gerçekten vukuu caizdir, Allah onlarda hayat, fehim ve konuşma yaratmış olabilir. Allah Teala hazretleri herşeye kadirdir" dediğini kaydeder.
     Bazı şarihler, mecaz olmasının caiz olduğunu söyler ve Mülk suresinde cehennemin sözü olarak geçen "Daha var mı?" ifadesinin de böyle olduğunu belirtir. Bu ihtilafta cehennemin, kendisine gelenlerle övündüğünü görmekteyiz. Zannetmiştir ki, dünyadaki büyüklerin içine atılması, Allah nezdinde, kendisine cennetten daha iyi bir durum kazandırmaktadır. Cennet de kendisine hep Allah'a dost olanların konması sebebiyle Allah nezdinde cehennemden daha iyi bir mevkie sahip olduğu zannındadır. Ancak Allah Teala hazretleri, onlara, içinde iskan edilenler sebebiyle birinin diğerine bir üstünlükleri olmadığını belirtmektedir.
     Cennet ve cehennemin bir cüz'üne, Allah'ın konuşma hassası vererek onları konuşturabileceğini kabul edip, hadisin zahire göre anlaşılmasını esas alan müfessirlerden bazıları "Ahiret yurdu hayatın ta kendisidir" (Ankebut 64) ayetini de delil getirirler. Bunlara göre "Ahirette her ne varsa canlıdır. Cennet ve cehennem de canlıdır, öyleyse konuşmaları sahihtir."
     Lisan-ı halin de muhtemel olduğu söylenmişse de çoğunluk nezdinde, Nevevî'nin belirttiği mülahaza evladır.

 2. (5152)-  Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Hakkıyla cehennemlik olan cehennemlikler var ya, onlar cehennemde ne ölürler ne de yaşarlar. Lakin günahları (yahut hataları denmiştir) sebebiyle ateşe duçar olan bir kısım kimseler vardır ki, ateş onları tamamen öldürür. Yanıp kömür olduktan sonra, kendilerine şefaat edilme izni verilir. Böylece grup grup getirilirler ve cennet nehirlerine dağıtılırlar. Sonra:
     "Ey cennet ehli! Bunların üzerlerine su dökün" denilir. Bunlar, sel yatağında biten bir ot gibi yeniden biterler."
     [Müslim, İman 306, (185).]

 3. (5153)-  Yine Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Mü'minler cehennemden kurtarılıp, cennetle cehennem arasındaki köprüde bir müddet hapsedilirler. Bu sırada, aralarında dünyada geçmiş olan haksızlıklar kısas edilir. Böylece günahlardan temizlenip paklandıktan sonra cennete girmelerine izin verilir. Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, onlardan herbiri, cennetteki evini, dünyadaki evinden daha iyi bilir."
     [Buhârî, Mezalim 1, Rikak 48.]

     AÇIKLAMA: 
     1- Bu hadiste, imanla kabre giren herkesin, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceği belirtilmektedir. Ancak, cehennemliklerin birbirlerine karşı işlemiş oldukları zulümler de son defa kısas edilip, günahtan eser kalmadıktan sonra, "şefaat"le cennete alınacaklardır. Hadis, günah kiri bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini ifade eden "Üzerinde kul hakkı bulunan hiç kimse cennete giremez" hadisini te'yid eder.
     2- Hadisten hareketle bazı alimler "Cennetle cehennem arasında da bir köprü olmalı" diyerek cehennem üzerindeki köprüden ayrı ikinci bir köprünün daha varlığını iddia etmiştir. Ancak umumiyetle, bunun malum köprünün uzantısı olacağı kabul edilmiştir.
     3- Hadiste mevzubahis edilen temizlenme hadisesi, birbirlerine karşı hakları olan kimsenin günahını verip sevabını alma şeklinde bir ödeşmedir. Mevzubahis olan temizlenme bu suretle cereyan edecektir. Üzerinde ödenmemiş kul hakkı bulunan kimse, ona kendi sevabından verecek ve şahsî derecesini düşürecektir. Öbürü de sevabını almakla derecesini yüceltecektir, alacak sevabı kalmamışsa, bunun günahından ona yüklenecektir.

 4. (5154)-  İmran İbnu Husayn (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'in şefaati ile, bir kısım insanlar cehennemden çıkacak, cennete girecektir. Bunlara cehennemlikler denecektir."
     [Buhârî, Rikak 513, Ebu Davud, Sünnet 23, (4740); Tirmizî, Cehennem 10, (2603).]

 5. (5155)-  Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek.
     Allah Teala hazretleri: "Çıkarın bunları!" buyuracak. Onlara: "Niçin bağırıyorsunuz?" diye soracak.
     Onlar: "Bize merhamet edesin diye böyle yaptık!" diyecekler.
     Rab Teala: "Benim size rahmetim, gidip kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!" buyuracak. Onlar gidecekler. Biri kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selametli kılacak. Diğeri kalkar fakat kendini ateşe atamaz.
     Allah Teala hazretleri: "Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini atmaktan alıkoyan nedir?" diye sorar.
     Adam: "Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha göndermeyeceğini ümid ediyorum!" der.
     Allah Teala hazretleri: "Haydi ümidini verdim!" der. İkisi de Allah'ın rahmetiyle cennete sokulurlar."
     [Tirmizî, Cehennem 10, (2602).]

 6. (5156)-  İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennete en son giren kimse, bazan yürür, bazan ağlar. Ateş de arada sırada onu yalar geçer. Cehennemi tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve; "senden beni kurtaran Allah münezzehdir! Allah Teala hazretleri, bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi verdi!" der. Derken ona bir ağaç gösterilir. "Ya Rabbi! der, beni şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan içeyim."
     Allah Teala hazretleri: "Ey ademoğlu! Dilediğini versem benden başka bir şey istemezsin değil mi?" der.
     Adam: "Ey Rabbim, ondan başka bir şey istemeyeceğim!" der ve başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca yaklaştırır. Adamcağız, onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama, evvelkinden daha güzel bir ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp: "Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık senden başka bir şey istemeyeceğim!" der.
     Allah Teala: "Ey ademoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin? Ben seni yaklaştıracak olsam başka şeyler isteyeceksin!" der. Adam, başka şey istemeyeceği hususunda söz verir. Rabbi de onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona yaklaştırır. Adam onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer.
     Sonra ona cennetin kapısının yanında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine: "Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey istemiyorum!" der.
     Rab Teala: "Ey ademoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair bana söz vermemiş miydin?" der.
     Adam: "Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey istemeyeceğim!" der. Rabbi onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği bir şey görmüştür. Onu bu ağaca yaklaştırır. Adam ona yaklaştırılınca cennet ehlinin seslerini işitir. (Dayanamayıp): "Ey Rabbim! Beni cennete sok!" der.
     Rab Teala: "Ey ademoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir! Dünya kadarını ve beraberinde mislini versem razı olur musun!" der.
     Adam: "Ey Rabbim! Benimle istihza mı ediyorsun? Sen ki Âlemlerin Rabbisin!" der."
     İbnu Mes'ud bu noktada güldü ve: "Niye güldüğümü sormuyor musunuz?" dedi.
     "Niye güldün söyle!" dediler. "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da böyle gülmüştü. "Niye güldünüz?" diye soruldu da: "Rabbülalemin'in, adamın "Sen ki Âlemlerin Rabbisin, benimle istihza mı ediyorsun?" demesine gülmesine gülüyorum!" dedi.
     Allah Teala hazretleri: "Ben seninle istihza etmiyorum. Lakin ben, Azimüşşanım (dilediğimi yapmaya kadirim!) " buyurdular."
     [Müslim, İman 310, (187).]

30 Aralık 2012 Pazar

KELİMELER - KAVRAMLAR / RUH KONUSUNDAKİ SAPIK DÜŞÜNCELER

KELİMELER - KAVRAMLAR
RUH ÇAĞIRMA

     Varlık dünyasının sadece bizim beş duyumuzla algılayabildiklerimizden ibaret olmadığını, meleklerden söz ederken bir parça anlatmaya çalışmıştık. Gerçekten de bizim boyumuzun yetiştiği dünya, yetişemediğinin yanında çok küçük kalır. Bunu aklımızla anlayabiliyoruz. Öyleyse aklımızı biraz daha çalıştırmak zorundayız. Anadan doğma kör olan bir adam düşünün. Bu adamın gözle algılanabilen renklerden hiçbir haberi olamaz. Kendisine şekilleri ve boyları aynı olan iki kalem verseniz ve şu kırmızı, şu da yeşildir, deseniz, o kalemleri eliyle şöyle bir yoklar ve hiçbir fark hissetmeyince kendisiyle eğlendiğinizi bile zannedebilir. Hattâ o, görmenin bile ne olduğunu bilemez. Fakat buna rağmen aklını kullanırsa kendisinin hiç hissetmediği bir renk âleminin bulunduğuna karar verebilir.
     Bizim beş duyumuz değil de, altı ya da daha fazla duyumuz olsa idi, acaba şimdi hissedemediğimiz başka dünyaları öğrenemeyecek miydik? Elbette öğrenecektik. Çünkü varlık âleminin sadece bizim bildiklerimiz olmadığını gösteren birçok olayla karşılaşıyoruz. Sağlam rüyalar, bunlardan sadece bir tanesi. Bilinmeyen, görünmeyen başka başka şeyler de var. Madde, mânâya esirdir. Mânâyi hiç kabul etmeyip maddeye esir olan, her ikisine de esir olur. Melekler, cinler ve şeytanlar hep o göremediğimiz mânâ âleminin varlıklarıdır. Yani mânâ âleminin de kötü olanları vardır. Öyleyse göremediğimiz, duyamadığımız, fakat vicdanımızın sesinden dinlediğimiz o âlemi bir bilenden öğrenmeliyiz ki, oranın şerleri ile ilişki kurmayalım. İşte bu bilenler peygamberlerdir.
     Bunları şunun için söylüyoruz;
     Bedenimiz gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruhumuz da muhtaçtır. Sadece maddeye inanan insanlar, birgün kendilerinde bir boşluk ve bir eksiklik hissediyorlar. Daralıyor, sıkıntı duyuyor ve bir arayış içerisine giriyorlar. Bu durumun, ruhların acıkması olduğunu anlamıyorlar ama, madde dünyası kendilerine dar geliyor ve ellerini dünyanın perdesinden mânâ âlemine doğru uzatıyorlar. Tanımadıkları, bir bilene sormadıkları o dünyadan, körün odun diye yılana sarılması gibi, ellerine geleni alıyorlar. Çoğu zaman o âlemin kötüleriyle karşılaşıyorlar ama, kötü olduğunu anlamadan, susuz insanın çamaşır suyu diklemesi gibi kabulleniyorlar, çünkü ruhları o kadar muhtaçtır ki, kendi dünyası ile ilgili olarak bulduğu her şeyi, iyi-kötü ayıramadan kabulleniyor. Halbuki, Peygamberliğin önderliğinde ruhuna, o âlemin en güzel gıdalarını takdim edebilir ve "doygunluk ve olgunluğa" erebilirdi.
     Bütün bunları, ruh çağırma olayının, aslında mânâya inanmayanların suratına kendi elleriyle çarptıkları bir tokat olduğunu anlatmak için söylüyoruz.

     Konunun öbür yönüne dönersek; bu adamların "ruh çağırma" diye, önce kendilerini kandırdıklarını peşinen söyleyebiliriz. Gerçi bu tür ruh çağırma celselerinde, bir takım seslerin çıktığı, bir takım kıpırdanmaların olduğu, hattâ bir takım varlıkların görüldüğü ve hattâ bunların fotoğraf makinesiyle resimlerinin çekildiği bir gerçektir. Yani işin olağanüstü bir yönü vardır. Ancak bu esrarengiz güç onların dediği gibi ruh değil, insanlarla her fırsatta kolayca ilişkide bulunabilen cinlerdir. Onlar insanların bu tür zaaflarını ve bilgisizliklerini fırsat bilir ve bununla, onlar gibi daha yüzlercesini saptırabilirler. Sebep; bu zavallı insanların bir delik bulup ellerini, ötesini görmedikleri o delikten içeri sokmaları ve ellerine geleni yakalayı vermeleridir.
     Evet, insanlar öldükten sonra da ruhlar hayattadır ve kalıcıdır. Ancak, tekrar dünyaya gelmeleri ve görünmeleri mümkün değildir. Onlar ya nimet, ya da azap görmektedirler. Halbuki, çağrıldığı sanılanlardan hiçbir ruh kendi başına gelenleri anlatmış değildir.
     Peygamberimiz, Bedir savaşı günü bir kuyuya atılan kâfir leşlerine: "Nasıl, Rabbinizin size söylediklerinin doğru olduğunu gördünüz mü? Ben, Rabbimin bana vaadettiğinin doğru olduğunu gördüm" diye hitap edince bir sahabi, "ey Allah'ın elçisi, bu ölü insanlar sizin söylediklerinizi duyarlar mı?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyuyor değilsiniz. Ne var ki onlar bana cevap veremezler" buyurmuştur. (Mûslim, cenâiz26. ) Herhalde Peygamber'e cevap vermeyen ruhların; bu adamlara cevap verebilmesi mümkün olamaz.
----------------------
Ruh Hakkında İslam Dışı İnançlar

     Eski Mısır ve Çinliler ikili ruh inancına sahiptiler. Mısırlılar, ölümden sonra bir ruhun cesedin yanında kaldığına, diğerinin ise ölüler diyarına gittiğine inanırlardı. Çinliler, insanın ölümüyle birlikte kaybolan bir ruhu yanında ölümden sonrada yaşayan ve kendisine tapınılması gereken üstün bir ruhun (Hun) varlığına inanmaktaydılar.
     Yunan felsefesinde ruh kavramının içerdiği anlam, dönmelere ve felsefi akımlara göre değişmiştir. Epikuruscular ruhun beden gibi atomlardan meydana geldiğini ileri sürerlerken, Platoncular ise, ruhu ilahlarla soy birliğine sahip, madde ve cisimden soyut bir tözsel ilke olarak kabul ediyorlardı.
     Hristiyanlıktaki ruh anlayışı, antik batının putperest etkisiyle vahiy gerçeğinden farklı bir platforma oturtulmuştur. Mesela, Allah bir ruh olarak telakki edilir ve Ruhul Kudüs (Cebrail), teslis inacının bir unsuru olarak Allah'a şirk koşulur. Öte taraftan, insanlara ait ruhlar konusunda da bir takım gerçek dışı ve mesnetsiz iddialar ortaya atılmıştır. Misal olarak vermek gerekirse, İncil'de "Ruh, rüzgar gibi, istediği yere eser. Rab ile birleşen onunla bir ruh olur" (P.Janet G.Seallies, 148)
     Bazı sapık dinlerde, ölümsüz olan ruhların bir beden den başka bir bedene geçtiğine inanılmaktadır. Ruh göçü (Reenkarnasyon) denilen bu inanışa göre, ölen bir kimsenin ruhu tekrar bir bedenle dünyaya döner ve bu sonsuza dek böyle sürer. Hint inançlarında yer etmiş bu düşünce Mısırda da yaygındı. Antik Yunan filozoflarından Pyhtagoras, ruj göçüne inanmakta, Platon ise bilginin önceki yaşamdan kalan bir birikim olduğu iddiasını desteklemek için ruh göçünü delil olarak ileri sürmekteydi.

     Yanlış, Sapık Anlayışlara Temel Olan Bazı Notlar, Sözler:
* "Mutlu olmak istiyorsak, hayatın cisimde değil, ruhta olduğuna inamalıyız." (Tolstoy)
* "Bizi şartlardan çok, ruh yapımız mutlu kılar." (Voltaire)
* "Ruhu öldürmek, cismi öldürmekten daha büyük bir cinayettir." (Gerhart Hauptmann)
* "İnsan ruha bakmalı, güzel bir vücutta güzel bir ruh olmazsa neye yarar." (Euripidies)
* "Gören, duyan yalnız ruhtur, geri kalan her şey sessiz ve sağırdır." (Epicharm)
* "Ruhun da vücut gibi ihtiyaçları vardır." (Rousseau)
* "Basit bir ruh mutluluklarla övünür, felaketlerle de yere serilir." (Epicure)


     Ruh Çağırma
     Zamanımızda bazı kimseler arasında, ruh çağırma ve ruhlarla temas kurma özentisi mevcuttur. Derinliğine İslami bilgisi bulunmayan hayal sahiplerinin saplanıp kaldığı bir özentidir. Bu moda bize Batı'dan gelmiştir.


     Ruh Çağırma Yanılgısı:
     Kimi bir masanın etrafına toplanıyor, alfabe harfleri yazılmış bir kağıdı masa camının altına yerleştirip camın üzerine bir fincan koyuyor, fincanın üzerine de parmaklarını temas ettiriyor. Buna da Kur'an-ı Kerimi alet ediliyor bazı süreler de okunuyor ve böylece sözüm ona ruh çağrılmış olunuyor. Kimi de medyum aracılığıyla kah babasının kah dedesinin ruhunu çağırıp, geçmişten gelecekten sorular sorulup, sözüm ona keyifli epeyi de heycanlı dakikalar geçirmekteymişler. Kim zaman bir şair kimi zaman da sözüm ona bir velinin ruhu çağırılır bu seanslarda.
     Evet, çağın bir çok manevi hastalığından biride ruh çağırmadır. Çağrıya uyanın ruh olduğu sanılmakta, şeytan olduğunun hiç farkına varılmamaktadır. Bir kimsenin rüyada ihtilamına sebep olan hayal, hakikatte şeytanın ta kendisidir.

     "Nârı Nur sanma ateş yakar 
     Cini cân sanma şeytan çarpar..."

     Ruh Çağırmanın Aslı Nedir?
     İşin esası şudur: İblis, yeni dünyaya gelen insanoğlunu saptırmak için emrindeki şeytanlardan birini tayin eder. Bu habis cin o kişiden ölene kadar ayrılmaz, her durumda onu zarara sokmak ister. Cenab-ı Hak da o kulunu, şeytanların zararından korumak için koruyucu melekler tahsis eder. Ölüm vaki olunca melekler âlam-i melekût'a, rûh Berzah âlemine döner. Şeytan ise burada kalır.
     Berzah alemine göçeden ruh, bir kâfirin ruhu ise müebbed hapse mahkumdur. Berzah Cehennemindedir. Müminlerin avamının ruhları ise, muayyen gün ve zamanlarda, izne bağlı olarak çıkabilmektedirler. Peygamberlerin, şehidlerin ve velilerin ruhları ise, serbesttirler, fakat onları getirmek medyumun haddi değildir.
     Medyumun, bir gayri muslimin ruhunu getirebilmesi aklen ve naklen çok uzaktır. Berzah aleminden dışarı çıkması izne bağlı bulunan müminlerin ruhunu getirmesi ise zayıf bir ihtimaldir, bir peygamberin ve bir velinin ruhunun getirilmesi ise hayal ötesinde hayaldir.
     Medyumun davetine bir velinin geldiğine ancak şeytanın ağına düşmüş olanlar inanabilir.


     Medyumun Davetine Gelen Kimdir?
     Medyum tarafından yapılan davet, hava dalgalarıyla şeytanın antenlerine ulaşır. Çağrılan kimseye hayatta iken musallat olan şeytan hemen oraya gelir. Ölen kimsenin kimsenin yaptığı iş ve konuşmalara ve hayatta olan kimse ile olan münasebetlerine vakıf olduğu için sorulanlara gerekli ve çok kere isabetli cevabı vermeye ve bu yoldan da oradakileri kendine bağlamaya çalışır ve ağına düşürür, sıra zehirini sunmaya gelmiştir.
     Şüphe uyandırmamak için o seansa iştirak eden yakınına namaz kılmasını ve içki gibi haramlardan el çekmesini bile tembih eder. Kazın geleceği yerden tavuğun esirgenmeyeceği gibi imanını çalacağı insanlara bu gibi tavizler vermekten çekinmez. Onun hilesi çoktur. Yetersiz bilgisi olanı kolaylıkla saptırabilir.
     Unutulmamalıdır ki, bu olayları meydana getirenler cin ve şeytan alemine mensupturlar. 
     Hadis-i Şerif:
     "Hiç bir kimse yoktur ki onun bir şeytanı olmasın"

     Âyet-i Celile:
     "Onun dünyadaki arkadaşı olan şeytan şöyle der: "Ey Rabbimiz, onu ben azdırmadım, fakat kendisi uzak bir sapıklık içindeydi." (Kaf Suresi 90)

     Ruh çağırma iş ile uğraşanlar cin ve şeytanın maskarası olan insanlardır. Allah korusun.


     Reenkarnasyon
     Ölümden sonra ruhun, bir bedenden diğer bir bedene geçmesini kabul eden sapık bir inanıştır. Arapça'da bu inanışa "tenasuh, tecessum ve hulûl" denir. Türkçede "ruh göçü" olarak adlandırılmaktadır. Bu insanlar kendileri'ne bir isim buldular; "Ruhçuluk".
     Bu inanç, Hindistan'da Hinduizm'den doğmuş ve buradan tüm Dünya'ya yayılmıştır. Bu inanç Hinduizm (Brahmanizm) ile birlikte, Budizm, Taoizm, Caynizm, Maniheizm gibi Asya'nın eski dinlerinde de görülür. Tenasüh'ün en eski yazılı kaynağı, Hinduizmin kutsal metinleri olan Upanişad'lardır.
     Tenasüh İnancında manevi mükafat veya ceza, yapılan kötülük veya iyiliğin karşılığı olarak ruhun bir hayvan veya insan cesedine girerek alçalması veya yükselmesidir. Bedenler ruhların kalıpları gibidir, ruh kalıptan kalıba, bedenden bedene göç etmektedir.
     Bu düşünceyi ortaya atanların iddiası şudur: "Ruhlar ezelde yaratılmış ve tekamül etmeleri için dünyaya bir bedene sokularak gönderilmiştir. Bu sebeple dünyaya geldiği zaman yaşadığı 60-70 senelik ömür ona tekamül için yetmez. Öldükten sonra dünyaya tekrar tekrar gelip bedenlenmesi gerekir. İnsan ruhu, cesedini terkettikten sonra, karada, havada veya denizde yaşayan herhangi bir hayvanın bedenine girerek varlığını devam ettirip gitmektedir. Hatta bazı ilkel milletler, insan ruhunun, önce madenlere, sonra bitkilere, daha donra da insanlara geçerek devamlı devir şeklinde tekrar tekrar gelip bedenlendiğine inanırlar. Hindulara göre, tenasuh yalnızca insanlara has değildir. Tanrılar da ölür ve yeniden bir başka kalıpta doğabilirler. Onlara göre; şu an insan veya hayvan gördüğünüz ruh belki daha önce Tanrı olarak dünyaya gelmiş olabilir.
     Bu düşüncede olan insanlar, dünyayı bir imtihan dünyası olarak değil de hep bir azar dünyası ve bir tür hapishane olarak yorumlanmakta ve bir musibet olarak görmektedirler. Yine bu düşünceye göre bütün musibet, afet ve belalar ve nimetler, mutluluklar önceki hayatında yapmış olduğu iyi ya da kötü işlerin neticesidir. Önceki hayatının mükafat veya cezasının belli olması için, insanın tekrar, tekrar dünyaya gelerek mükafat veya ceza çekmesi gerekir.
     Hatta uzantısı Türkiye'de bulunan bu insanlar, bir fare gördüklerinde başında oturup ağlarlar. Sorulunca şöyle derler: "Bu bir insan idi. Kim bilir hangi günahı işledi de bu hale geldi." Fareyi veya başka bir hayvanı bir insan olarak görürler, insanın ruhunun fareye girdiğine inanırlar. Böyle bir düşünce ile farenin başında ağlarlar.
     Mısır'da ilkel olarak görünen bu köhne görüş, Hind'de mistik bir şekil, Yunan:'da felsefi bir elbiseye sokulmuştur. Eski Yunan'da, M.Ö. 6.asırda ortaya çıkan Orfik Dininde görülür. Pythagoras ve Eflatun tarafından benimsenir ve geliştirilir. İran da ise bu batıl inanca bir ahlak ve din süsü verilmiştir. Bu görüş, Zerdüşt ve Mendikiler gibi dini guruplar tarafından da benimsenmişir. Kelt ve İskandinav dinleri, Yahudiliğin bazı batini mezheplerinde de görülmektedir. İslam'dan sonra bu batıl felsefe, fikir dünyasından silinip gitmesine rağmen zaman zaman tesirini göstermiştir. İran'da eskilerden gelen bu batıl felsefe, Şiiliğin aşırı kolu olan "gulat-i şia" ya da girmiştir. Mutezile, Karmati, batıni, Nusayriye ve durziler de tenasuha inanırlar. Nusayriler, kendileri dışındakilerinin ruhlarının hayvan cesetlerine gireceklerini, Ali'ye inanan gerçek Nusayrilerin ise yıldız haline dönerek nurlar alemine döneceğine inanırlardı. Bazı sözde mutasavvıflar ölen bir insanın ruhunun, ölmeden evvelki davranışlarına ve yaşayışına bağlı olarak insan veya hayvan şeklinde tekrar dünyaya geldiklerini ve ceza çektiklerini iddia ederler, ahirete inanmazlar.
     Bütün semavi dinlere göre tenasuh inancı batıldır. Tenasuha inanmak imanla ve özellikle ahiret inancı ile bağdaşmaz. Bir insan bu dünyada yaptıklarından sorumludur. Sorumlulukta ruhun bedeninde payı vardır. Her bir insan bedeninin bir ruhu ve her ruhunda bir bedeni vardır. Bu inanca göre bir insan ruhunun yüzlerce bedeni olmuş olur. Ahirette her insan bedeni ile dirileceğinden, ancak ruhun bulunacağı ceset dirilecek, diğerleri ruhsuz olduklarından dirilemeyecektir. Diriltilse bir tek ruh olacağından diğerleri ruhsuz olarak diriltilecektir. Ruhsuz beden ise insan değildir. İnsan kendi ruhuyla insandır.

     Kur'an-ı Kerim Reenkarnasyon Nazariyesini Şöyle Reddeder:
     "Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında, "Rabbim, der, lütfen beni geri gönder. Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır." (Muminun Suresi 99-100)

     Tenasuh inancını İslam akaidi ile uzlaştırmak ve dini öğretiden temellendirmek isteyenler görüşlerine delil olarak bazı ayetler ileri sürerler. Bunlar içinde ilk bakışta tenasuh lehinde yorumlanmaya müsait gibi görülen ayetler şunlardır:
     "Sizi ölü iken dirilten Allah'ı nasıl inkar ediyorsunuz! Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz" (Bakara Suresi 28)

     "İnkar edenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de günahlarımızı itiraf ettik. Bu ateşten çıkmaya bir yol varmıdır?" (Mümin Suresi 11)

     Bunlardan birinci ayetteki " Ölü idiniz, Allah sizi diriltti" şeklindeki başlangıç kısmı insanların ölü halde bulunan topraktan yaratıldığını ifade etmektedir. İnsanın varlık sürecinde üç safha vardır. Yaratılış, ölüm ve ahirette tekrar diriliş. Şu halde bu ayetin açık veya gizli bir şekilde tenasuh inancı ile hiçbir ilgisi olmamakta, aksine redetmektedir.
     İkinci ayet ise, kafirlerin cehennemde Allah'a yakarışlarını tavsir etmekte olup, onların birinci öldürme, dünya hayatını bitiren ilk ölüm; ikinci öldürme kabirdeki birinci diriltmeyi takip eden ölüm; ikinci diriltme de ölümden sonra kıyametteki dirilmedir. Şu halde dünya hayatı dikkate alınmamıştır. Çünkü dünyada inkâr ettiklerini kabul ve itiraf ile günahlarını itiraf ediyorlar. Dolayısıyla tenasuh ile bir irtibatı yoktur. Tenasuh inancında akli bakımdan da tutarsızlıklar görülmektedir.

     Reenkarnasyon iddialarının makul olabilmesi için insanın, şu anda yaşadığı ileri sürülen önceki hayatını mutlaka hatırlaması gerekirdi. Halbuki hiç kimse daha önce bir bedende yaşadığını hatırlamamakta, aksine insan, kendisinde onun diğer varlıklardan ayrı bir kişiliğe sahip olduğunu gösteren bir benlik şuuru bulunduğunu hissetmektedir.
     Tenasuh akidesi ahlaki nedensellik ihtiyacını tatmin etmekten ve insanın sorumluluğunu temellendirmekten de uzaktır. İnsanın kalıtım yoluyla ebeveynden çocuklara intikal eden ruhi-bedeni özellikleri açıklanamamaktadır.
     Dünyada sürekli olarak devam eden nüfus artışına makul bir izah getirilememekte. Ölümle birlikte başka bir bedene intikal eden ruhun kendi karekterine uygun bir bedeni nasıl seçtiği ve bu durum karşısında kalıtımın nasıl açıklanacağı bilinmemektedir. Tenasuh inancına göre evrendeki ruhlar belli sayıdadır. Bu durumda dünya nüfusunun statik olması veya azalması gerekirdi. Halbuki realite bunun aksini göstermektedir.
     Bu batıl düşünceyi İslam alimleri reddetmiş apaçık bir küfür olduğunu beyan etmişlerdir. Özellikle Hindistan'da yaşamış olan İmam-ı Rabbani şiddetli bir dille bu düşüncenin küfür olduğunu söylemiştir. İslamda bu felsefeye inanmak batıldır. İnanan kâfir olur.
     Günlük hayatta sıklıkla karşılaşılan tenasuh iddialarının çoğunun magazin haberciliği üretimleri, geri kalanlarının da çağımızda bu safsatayı yeniden sergilemek isteyen bazı art düşünceli simalar olduğunu, Ahiret inancını zedelemek için batıl düşünceye sarıldıklarını unutmayalım.

KELİMELER - KAVRAMLAR / MELEKLERE İMAN

KELİMELER - KAVRAMLAR
MELEKLERE İMAN

     Melek; erkeklik ve dişilik özelliği olmayan, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, doğmayan, doğurmayan, normal gözle görülmeyen, Allah'ın emirlerine itaat eden yaratıklardır.
     Arap dili uzmanlarına ve bazı İslâm âlimlerine göre "Melek", arapça bir kelime olup, "Elûk" veya "Elûke" kökünden gelir. Elûk, "götüren", elûke ise "haber götüren" manâsınadır. Çoğulu "melâike" gelir. Ancak "melek" kelimesinin, Arapça'da bazan, hem tekil, hem çoğul manasında cins ismi olarak kullanıldığı da görülür. Bu kelimenin kökü sayılan "elk", aslında, "risalet" yani "elçilik"; melekde, "elçi" demektir. Kelime önce, mef'al vezninde "melek" idi. Sonra hemze "lâm" harfinden sonraya alınarak "melek" olmuş; daha sonra hemze de kaldırılarak "melek" haline getirilmiştir. Bu gibi değişikliklere Arapçada çokça rastlanır.
     Müfessir İbn Hayyâm ve dilcilerden Rağib el-İsfahânî, melek kelimesinin, "kuvvet ve iktidar sahibi" anlamına gelen "melk" veya "mülk" kökünden türetildiği görüşündedirler. Dolayısıyla melek kelimesi lügat bakımından; haberci, elçi, kuvvet ve iktidar sahibi, tedbir ve tasarruf manalarına gelmektedir. İslâm dininde ise; melek denince, akla önce, peygamberlere gönderilen ilâhî elçiler; sonra, insanlar ve kâinat üzerinde Allah (c.c.) namına tasarrufta bulunan ve O'nun emirlerini ve verdiği vazifeleri aynen yerine getiren kudret sahibi manevî varlıklar gelmektedir.
     İngiliz müsteşriklerinden D. B. Macdonald, melek kelimesinin İbranîceden Arapçaya geçmiş olabileceği düşüncesine kapılmış ise de, daha sonraki araştırmalarında İbranicenin çok eski kitabelerinde böyle "bir fiilin hiç bir izine rastlanmadığını itiraf etmiştir (Macdonald Melek mad. İA., Fazla bilgi için bk. "İbni-Manzur Lisânül-Arap, XII, 386-387; Râğib el-Müfredât s. 49; M. Hamdi Yazır Hak Dini Kur'an Dili, I, 301-303).
     Meleklerin hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında bazı farklı görüşler varsa da; Ehl-i Sünnet âlimlerinin Kitap ve Sünnete dayanan ortak görüşleri icmalî olarak şöyledir: Melekler; Allah Teâlâ'ya ibadet ve taatle meşgul olan ruhanî, nuranî, lâtif varlıklardır. Allah'ın kendilerine verdiği her emri derhal ve aynen yerine getirirler ve asla itaatsizlik etmezler (et-Tahrîm, 66/6) Melekler, "emanet" sıfatıyla muttasıfdırlar. Kur'ân-ı Kerim'in birçok ayetlerinde meleklerin, kâinattaki bütün varlıklar gibi bağımsız olarak yaratılan, fakat insanlara ve diğer canlı ve maddî yaratıklara mahsus olan yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi sıfatlardan; erkeklik ve dişilik gibi cinsiyetten ve her çeşit günah işlemekten uzak, daima Allah'ı tenzih ve tesbih eden nuranî lâtif varlıklar olduğu bildirilmiştir. Bu özellikleri sebebiyle, Cenab-ı Hak tarafından kendilerine verilen her türlü işleri yapmaya, en kısa zamanda en uzak yerlere süratle gitmeye, diledikleri şekil ve surette görülmeye muktedir olan, Hak Teâla'nın mükerrem kulları, şerefli ve kutsal yaratıklarıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur:
     "Belki onlar, Allah'ın şerefli kullarıdır. Onlar Allah'ın sözünden önce söz söylemezler ve O'nun emrettiklerini (hemen) yaparlar" (el-Enbiya, 21/26-27); "Onlar, Allah'ın emirlerine (isyan edip) karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim 66/6); "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katındakiler O'na ibadet etmekte (asla) kibir göstermezler ve (asla) yorulmazlar. Gece ve gündüz durmadan (yorulmadan) O'nu tesbih (ve takdis) ederler" (el-Enbiyâ, 21/19-20).
     Şu ayet-i kerîmelerde ise Allah (c.c.); "Gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediğine (dilediğini) artırır. Muhakkak ki Allah her şeye kadirdir." (el-Fâtır 35/1); "Onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Biz de Ruhumuzu (Cebrail a.s) ona gönderdik. (O) ona düzgün bir insan şeklinde göründü " (Meryem, 19/17) buyurmaktadır. Ayrıca Peygamber (s.a.s), Cibril (a.s)'i insanlardan biri (Ashab'dan Dihyetü'l-Kelbî) suretinde gördüğünü meşhur Cibril hadisinde beyan etmiştir (Buhârî, İman, 1; Müslim, İman, 1).
     Bu ayetlerden ve onları açıklayıp manaca destekleyen pek çok sahih hadislerden, her müslümanın melekler hakkında, aşağıda sıralanan özelliklerine inanması gerekmektedir:
1. Melekler, Allahu Teâlâ'nın yarattığı kullarıdır. Öyle ise onlar, Hak Teâlâ'nın haşa kızları, çocukları olmadıkları gibi, asla düşmanları da değildir (Putperest Arap müşriklerin ve eski din mensuplarının melekler hakkındaki sapık inançları hayalî olup batıldır).
2. Melekler, Allah'ın emirlerine harfiyen bağlıdırlar. O'na asla karşı gelmez ve isyan etmezler, herhangi bir yasağını çiğnemezler, günah işlemezler. Çünkü "İsmet" ve "Emanet" sıfatlarıyla muttasıfdırlar. Bütün meleklerin ortak özelliği; daima Allah'a hamd ve senada bulunmak, O'nu itaat ve ibadetle, tesbih etmektir (el-Enbiyâ, 21/26-27; el-Mümin, 40/7).
3. Meleklerin, nuranî mahiyetlerine uygun (yaptıkları iş ve vazifelerine göre) ikişer, üçer, dörder kanatları vardır. Bu husus, Allah kelâmı Kur'an ayetleriyle sabittir. Ancak; gâib (görülmeyen) âlemden olan, maddî kesafetten soyutlanmış, mahiyeti bilinmeyen melekleri kuşlar gibi kanatlı, maddî varlılar olarak tasavvur etmek, yanlış bir anlayıştır. Çünkü onlar Allahu Teâlâ'nın irade ve takdiri ile bizim gözlerimizle görülecek şekilde yaratılmamış, Kuran'ı Kerimde bir konuda açık bilgi verilmemiştir. Sözü edilen kanat, meleğin yaratılış gayesi ve nuranî mahiyeti ile bağdaşan, vazifelerini en süratli bir şekilde yerine getirmelerine delâlet eden manevî bir kanat, bir kuvvet ve iktidar sembolüdür. Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifade tarzıdır. Nitekim, din ve dünya ilimlerine sahip olan bir kimseye, mecazen "zül-cenaheyn" iki kanat sahibi dendiği gibi; anaların çocukları için "şefkat ve merhamet kanatları"ndan bahsedilir. Hristiyanlar ise melekleri, bir kuş gibi kanatlı olarak düşünür ve tasvir ederler. Onların İslâm itikadından ayrıldıkları bir husus da budur.
4. Kur'ân'a ve Sünnete göre melekler, gözle görülmeyen, nurdan (ışıktan) yaratılmış olmalarına rağmen, Cenab-ı Hak onlara, gerektiğinde diledikleri kesif cisimler ve insan şekline girerek görünme gücünü bağışlamıştır (M. Said Ramazan el-Butî, Kübrâl-Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 271-278; A. A. Aydın İslâm İnançları, I, 402-403).

     Melekler Neden Görünmezler?
     Melekler, nurdan yaratılan, ruhanî ve lâtif varlıklar oldukları için, kendilerine mahsus olan bu mahiyet ve hakikatları onların insan gözüne görünmesine engel teşkil eder. Çünkü, maddî olan insan gözü, melekler gibi nuranî, lâtif ve soyut varlıkları görebilecek şekil ve vasıfda yaratılmamıştır. Ancak Cenabı Hak, hidayet rehberi olarak gönderdiği üstün vasıflı insanlar olan peygamberlerine bu kuvveti verdiğinden, yalnız onlar melekleri hakikî hüviyetleri veya Allah'ın dilediği surette görebilirler.
     Kur'an-ı Kerim'de insanların topraktan; cinlerin ve şeytanın yalın ateşten yaratıldıkları, "Cin'i de, yalın ateşten yarattık" (er-Rahman, 55/15) âyetiyle beyan olunmakta ise de; (iblis) Ben ondan (Âdem'den) daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi" (es-Sâd 38/76) ayetinde görüleceği gibi; meleklerin hangi maddeden yaratıldığı bildirilmemiştir. Ancak Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe (R.anha) dan nakledilen sahih bir hadiste Peygamber Efendimiz (s.a.s), "Melekler nurdan, cinler yalın bir ateşten yaratıldı" (Sahih-i Müslim 7/226 (1333 H.)) buyurmuştur. Bu hadis, meleklerin maddî olmayan nuranî, lâtif varlıklar olduğuna, meleklerle cinlerin iki aynı asıldan gelen iki ayrı varlıklar olduğuna delâlet etmektedir.

     Meleklere İman, Her Müslümana Farzdır:
     Meleklerin mana ve hakikatı, cinsleri, sıfat ve özellikleri hakkında Ehli Sünnet alimlerinin Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimiz (s.a.s)'in sahih hadislerine dayanan (ve yukarda açıklanan) ortak görüşleri, her müslümanın inanması gereken melek anlayışını ortaya koymaktadır. Vasıfları ve görevleri Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetlerinde tafsilî olarak anlatılan meleklere iman etmek, İslâm'da iman esaslarından biridir. Bu inanç, İslâm dininin inanç sistemi arasında çok önemli bir yer işgal eder. Çünkü melekler; Rab Teâla'nın insanlara bir lütfu ve keremi sayılan "peygamberlik müessesesi"nin temeli olan Allah'ın "ilâhî vahyini", görülmeyen gayb âleminden, insanlara, onlar arasından seçilen peygamberlere indiren "Allah'ın ilâhî elçileri"dir. Melekler, yaratılan bu âlemin, göklerde ve yeryüzünde nizam ve intizamını sağlayan Allah'ın ruhanî yaratıkları, insanları koruyan, onlara hayrı ve iyiliği ilham eden, yaptıkları işleri yazan şerefli kâtipler, nuranî yüce varlıklardır.
     Bu esasa göre, vahye ve peygamberliğe, hatta ahirete ve gaybiyyât denilen "ahiret ahvali"ne, Cennet ve Cehenneme inanmak ancak meleklere iman etmekle mümkün olur. O halde peygamberlere ve onlara indirilen semavî kitaplara inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren, vahyi ve kitapları indiren "meleklerin varlığına" kesin olarak inanmak lâzımdır. Bu bakımdan, "meleklere iman", "peygamberlere iman" demektir. Melekleri inkâr ise, peygamberliği de inkâr sayılır. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman; "iman esasları" arasında "Allah (c.c)'a iman"dan sonra yer almıştır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de; Allah'a imandan sonra meleklerine, daha sonra kitaplarına ve peygamberlerine iman etmek emredilmiştir: Bakara sûresinde, Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar. Her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı..." (2/285) buyurulur. Esasen diğer iman esaslarına (ahirete, kaza ve kadere) iman etmek de, herşeyden önce Allah Teâlâ'ya, sonra O'nun meleklerine inanmakla mümkün olur. Bu bakımdan meleklere iman, Kur'an da, Allah'a imandan hemen sonra zikrolunmuştur. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den Hz, Ömer (r.a)'ın rivayet ettiği meşhur hadiste, peygamberimiz (s.a.s), vahiy meleği Cibril (a.s) ile konuşmuş, kendisine "iman nedir" diye sorduğunda Resulullah (s.a.s), şöyle cevap vermiştir: "İman; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayriyle şerriyle kadere inanmaktır" (Müslim, İman 1; ayrıca Buharî, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî de benzerlerini rivayet etmişlerdir). Bu ve benzeri kesin nasslarla sabit olan meleklerin varlığını inkâr eden; Kur'an, Sünnet ve İcma-ı Ümmet ile, kâfir olur. Çünkü Hak Teâlâ, Kim Allahı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse; o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nahl 16/2) buyurmuştur. Dolayısıyla, melekleri inkâr etmek, hem Kur'an'ı, hem de peygamberliği inkâr sayılır.
     O halde gerçek şudur ki; meleklerin varlığı naklen sabit, aklen caizdir. Çünkü, bütün peygamberler meleklerin var olduklarını bildirmişler. Hz. Peygamber (s.a.s)'de onları bizzat görmüş ve var olduklarını haber vermiştir. Kur'ân-ı Kerim de meleklerden, onların vasıflarından yaptıkları çeşitli vazifelerden, Allah katındaki yüksek derecelerinden söz eden pekçok âyet vardır. Allah kelâmı olan Kur'an'ın her verdiği haber haktır ve gerçeğin kesin ifadesidir. Peygamberler ise, masumdurlar. İsmet, sıdk, tebliğ ve emanet sıfatları ile muttasıf olduklarından, asla yalan söylemezler. O halde müslümanlar, Kur'ân ayetleri ve sahih hadislerle kesin olarak sâbit olan, bütün geçmiş peygamberlerin ve semavî dinlerin varlıklarında ittifak ettikleri meleklere iman etmekle mükelleftirler. Bu sebeble, şer'an (Kitap ve Sünnet ile) sabit olan melekleri inkâr etmek, küfrü gerektirir. İnkâr edeni iman ve İslâm dairesinden çıkarır. Bu konuda varid olan muhkem ayetleri ve şer'î delilleri te'vile kalkışmak asla caiz değildir. , Melekler, "gaybiyyât" denilen görülmeyen âlemde mevcut nuranî lâtif varlıklar olduklarından; biz onları göremezsek de, var oldukları, dinî naklî delillerle sabit olduğundan, insan aklı da onların varlığını inkâr edemez. Gerçi akıl, melâikenin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle isbat edemez. Fakat, aklı selîm, gözle görülmeyen bu gibi lâtif varlıkların varlığının imkansız olmadığına, aksine onların da, "vücudu caiz" olan şeylerden olduğuna delâlet eder. Çünkü; meleklerin varlığını inkâr edebilmek için, aklî, felsefî veya ilmî verilere dayanan hiç bir delil ortaya konulamaz. Aksi halde; gözümüzle göremediğimiz ve bu gün ilmin ve felsefenin mahiyet ve hakikatini tesbit edemediği "hayat cevheri"nin, "insan ruhu"nun ve aklımızın da varlığını inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mahiyetini bilemiyoruz diye; ne ruhu, ne aklı, ne hayat gerçeğini ve ne de görünmeyen, fakat varlığı ilmen bilinen kuvvet ve enerji gibi gerçekleri inkâr edemeyiz. O halde, ruh ve akıl gibi maddî olmayan ve "mücerredât" denilen maddeden soyutlanmış manevî, gaybî varlıklara da inanmaya mecburuz. Bu gibi soyut varlıklar, müşahede (gözlem) ve tecrübeye dayanan müsbet ilmin sınırları dışında kalan fizik ötesi, gaybî, manevî yaratıklardır. Nitekim, özellikle Sokrat ve Eflatun gibi İlâhîyat Felsefesiyle uğraşan ve bir çok eski filozoflar, fizik ötesi ruhanî varlıkların var olduğuna inanmak zorunda kalmışlar ve onlara "misaller âlemi", "ervâhı ulviyye" ve "nüfûz-ı mücerrede" gibi felsefî isimler vermişlerdir. Bu günkü müsbet ilimlerle uğraşan meşhur bilginlerin büyük çoğunluğu, fizik ötesi bir takım kuvvet ve varlıkların bu maddî-kevnî âlemde görülen bazı olayların meydana gelmesine sebeb olduğunu kabul ve itiraf etmektedirler. Bütün bu gerçekler ve ilmî veriler, meleklerin varlığının aklen caiz ve mümkün görüldüğüne kesin olarak delâlet etmektedir. Özet olarak diyebiliriz ki, melekler de, aklımız ve ruhumuz gibi vardır.
     Gerçi biz onları göremiyoruz ama, peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrail (a.s) elçiliği ile Allahu Teâlâ'nın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar, vahiy meleği aracılığı ile Allah'ın emir ve yasaklarını alıp, öğrenmişler ve insanlığı hidayete ve saadete yöneltmişlerdir. Nitekim Kur'ân-ı Kerimde, Peygamberimiz (s.a.s)'e aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki bütün müslümanlar, Kur'ân-ı Kerim'in ve Peygamber (s.a.s) Efendimizin haber verdiği ve aklın da varlığını inkâr etmediği meleklere inanırlar. Çünkü melekleri inkâr, mukaddes kitapları ve peygamberleri de inkâr etmeyi gerektirir.
     Kur'ân-ı Kerim'de geçen pek çok ayetlerde meleklerin çeşitli görevleri belirtilmiş, yaptıkları işlerin önemine ve özelliğine göre aldıkları özel isimler beyan olunmuştur. Yerlerde ve göklerde, Kürsî'de ve Arş etrafında, Beytu'l Ma'mur ve Sidre-i Münteha'da, Cennet ve Cehennem'de sayısız melekler vardır. Bütün meleklerin çok çeşitli olan görevlerine ve yaptıkları işlerin mahiyetine göre tanzim edip bunları yöneten dört büyük melek, meleklerin başları ve amirleridir. Bu görevlerin en başta geleni ve en önemlisi; peygamberlere Allah (c.c.)'ın ilâhî vahyini ulaştırmak, yani Allah'ın emirlerini tebliğ etmektir. Bu bakımdan, melek denilince akla her şeyden önce, "Cebrail" adıyla tanınan vahiy meleği gelir. Sonra diğer görev gruplarının başları olan Azrâil, Mikâil ve İsrâfil gelir. Bu dört melek meleklerin "Resulleri"dir.

     Kur'ân-ı Kerim'in beyanına göre melekleri, şu üç büyük grupda toplamak mümkündür:
A) "İlliyyûn, Mukarrebûn" diye anılan melekler. Bunlar, daima Allahu Teâlâ'yı tenzih ve tehlil ile, O'na ibadet ve taatla meşguldürler. Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile istiğrak halindedirler.
B) "Müdebbirât" diye bilinen melekler olup, bu kâinatın nizam ve intizamını temin etmekle görevlidirler. Allah'u Teâlâ'nın yerlerde ve göklerde irade ve kudretinin tecellisine aracılık ederler.
C) Her şeyden önce, Peygamberlere vahyi ilâhîyi ulaştırmakla görevli olan ilahî elçilerdir. Bunlar genellikle bütün insanların ruhî halleri ve tekâmülleri ile meşguldürler. İnsanlarla ilgili çeşitli görevleri vardır.

     Gerçek şudur ki; bütün meleklerin ne gibi görevleri olduğunu tafsilâtıyla bilmemize imkân yoktur. Ancak Kur'ân-ı Kerim, meleklerin bazı görevlerini ve her göreve göre onlara verilen melek ismini haber vermiştir. Onlara, bildirildiği isim ve vasıflarıyla inanmak gereklidir. Çünkü bu görev ve ve isimler kesinlik ifade eden dinî nasslarla sabit olmuştur. Genellikle insanların ruhî tekâmülleri, dünya ve ahiret hayatları ile ilgili olan meleklerin, Kur'an ayetleri ve Peygamberimizin sahih hadisleri ile beyan olunan görevleri ve her birinin isimleri ana hatlarıyla şöylece özetlenebilir:

1- Melekler, Allah'tan vahiy getiren ilâhî, elçilerdir. Meleklerin insanlarla ilgili en büyük ve en önemli görevleri; onları hidayete sevkeden, iki cihanda saadet ve selâmete ulaştıran ilâhî vahyi peygamberlere tebliğ etmek, Allah'ın kelâmını, emir ve hükümlerini, mümtaz kulları olan peygamberlerine ulaştırmaktır. Meleklerin başta gelen bu görevleri, bir çok Kur'an ayetleri ile sabittir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı "elçiler" yapan Allah'a hamdolsun. Allah dilediğine dilediğini (peygamberlikle) arttırır. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir" (el-Fatır, 35/1). Bu ayette Allah (c.c), yüce zatı ile peygamberleri arasında risaletini ve ilâhî vahyi onlara tebliğ eden "melekler" yarattığını bildiriyor. Kanat tabiri; ruhlar âleminde, meleklerin kudretini ve Allah'ın ilâhî emirlerini süratle yerine getirdiklerini beyan eden mecazî bir ifadedir. Başka bir ayette de şöyle buyurur.

"Allah, kullarından dilediğine kendi emrinden bir ruh (vahiy) ile "melekleri" indirerek şöyle der: (insanları) uyarın ki; benden başka (tapılacak) ilâh yoktur. Benden korkun" (en-Nahl, 16/2). Ayetten anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ, ilâhî vahyini vahiy melekleri vasıtasıyla, dilediği seçkin kulları olan peygamberlerine indirir. Onlar insanlara, Allah'ın birliğini, ibadete ve korkulmaya lâyık tek mabud olduğunu bildirirler. Ayette vahiy, ruha benzetilmiştir. Çünkü ruh, nasıl cesedin dirilmesine sebeb olursa; vahiy de insanları ve milletleri dirilten bir ruh gibidir. Bu iki ayette vahiy meleklerinden bahsedilmekte ise de, Kur'ân-ı Kerime göre Hz. Muhammed (s.a.s)'e vahyi getiren meleğin ismi Cebrail'dir. Bu kelime bazı âlimlerin görüşlerine göre, "Allah'a hizmet eden", manasına olup, Arapçası "Cibril"dir. Allah (c.c) şöyle buyuruyor: "Deki: Kim Cibrile düşmansa, bilsin ki, o, Kuranı Allah'ın izniyle-kendinden öncekileri tasdik edici ve müminlere yol gösterici ve müjdeci olarak-senin kalbine indirmiştir" (el-Bakara, 2/97). Cibril Kur'an'da "Ruhu'l-Emin" ve "Ruhul-Kudüs" olarak da geçer: "Şüphesiz ki Kur'an, âlemlerin Rabbinin indirdiği (bir kitap) tır. Onu "Ruhu'l-Emin" (Cebrail) senin kalbine, uyaranlardan olman için indirmiştir" (eş-Şuarâ, 26/192-193), "De ki onu "Ruhu'l Kudüs" (mukaddes, temiz ruh) Rabbinden hak olarak indirdi" (en-Nahl 16/102). Hz. Muhammed (s.a.s)'den önceki peygamberlere de vahyin aynı yolla indirildiği bildirilmiştir (en-Nisâ, 4/163). Cebrail (a.s)'a "Vahiy meleği" ve "Namusu Ekber" de denir. Dört büyük melekten biri olarak, "Rasul" diye de anılır. O, Vahiy meleklerinin başı ve resuludur. En büyük ve en şerefli melektir (ayrıca bk. Cebrail, maddesi),

2- Meleklerin önemli vazifelerinden biri de; Allah'ın sevgili kulları olan peygamberlerini destekleyerek onlara kuvvet vermek, karşılaştıkları güçlükleri kolaylaştırmak ve üzüntülü anlarında onları teselli etmektir. Bu yardım ve manevî destek, hemen her peygamber için daima görülmüştür. Bunun örnekleri çok olup, pekçok Kur'an ayetleriyle sabittir. Bu konuda, diğer peygamberler arasında Hz. İsâ (a.s)'nın ismi çok geçer. Çünkü İsâ peygamber ve annesi Hz. Meryem, Yahudilerin ciddi hücumlarına ve çirkin iftiralarına maruz kalmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde (el-Bakara, 2/87, 253 ve en-Nisâ 4/110), Hz. İsa'ya; Ruhu'l-Kudüs, yani Cebrail (a.s) tarafından kuvvet verildiği bildirilmiştir. Bir ayette şöyle buyurulur: "..Meryem oğlu İsa'ya apaçık deliller verdik, onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik" (el-Bakara 2/87 ve 253). Melekler, Peygamber (s.a.s) Efendimiz için, daima salâvat getirirler (el-Ahzab, 33/56).

3- Melekler, peygamberlerle beraber olan, onların yolunda yürüyen imanları kuvvetli gerçek müminlere ve salih kullara da kuvvet vererek destek olurlar. Müminlere darlık zamanlarında (özellikle, Allah yolunda savaşırken saf tutarak) yardım ederler ve müjdeler verirler. Kur'ân-ı Kerim'de: "Rabbimiz Allah'tır deyip dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerlerine (müjdeci) melekler iner. Onlara: Korkmayın, mahzun da olmayın, size vadedilen Cennetle sevinin. Sizin dünya hayatında da, ahirette de dostlarınız Biziz" (el-Fussilet, 24/30-31) buyrulur. Meleklerin, müminlere inişi, onların dünyada hayrı ve doğru olanı kalplerine ilham etmeleri şeklinde olabileceği gibi; onları huzurlu kılmak, Allah'ın kendilerine vadettiği Cennetle müjdelemek şeklinde de olabilir. Bu gruptaki yardımcı melekler, müminlere dünya ve ahirette dost ve arkadaş olduklarını söyleyerek, sıkıntılı hallerinde onları teselli ederler. Nitekim Hak Teâlâ, Peygamber (s.a.s)'e ve beraberindeki Ashâb-ı Kirama, kâfirlerle Allah yolunda savaşırken onlara yardım eden ve müminleri düşmanlarına muzaffer kılan melekler gönderdiğini bildirir. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Hani siz Rabbinizden imdat (yardım) istemiştiniz. O da; "Ben size birbiri ardından gelen bin melekle imdat ediyorum" diye duanızı kabul etmişti" (el-Enfâl, 8/9-10). Diğer bir ayette; "Rabbinizin, indirdiği üçbin melekle yardım etmesi yetmez mi?" (Âl-i İmran, 3/123); Başka bir ayette beşbin melek indirildiği (3/124); bir diğerinde, "kuvvetli rüzgâr ve göremediğiniz askerler gönderdik" (el-Ahzâb 33/9) buyurulur. Nitekim müslümanların, kâfirlerle yaptıkları üç savaşı da Allah'ın izni ve meleklerin yardımı ile kazandıkları tarihen sabittir.

4- Meleklerin bir vazifesi de; insanların ruhen yükselmelerine yardım etmek ve onları, iyi, güzel ve hayırlı işlere yöneltmektir. İnsanlar ancak meleklerin indirdiği ilâhî vahiy ve telkin ettikleri ilâhî ilham ile ruhî hayatın ne olduğunu arılayabilir ve ruhî melekelerini geliştirerek ruhen yükselebilirler. Melekler, müminlere manevî kuvvet vererek ruhen yükselme düşüncesinin dünyada yerleşmesini sağlarlar. Meleklerin müminler, hatta kâfirler için dua etmeleri, bütün insanları ruhen yükselme yoluna sokmak içindir. Müminleri Allah'ın izniyle hidayete sevkederek onları aydınlığa çıkarmaları, hep bu ruhî yükselmeyi sağlamak içindir. Meleklerin insanlarla ilgili olan bu görevleri; onların ruhen yükselmelerine yardım etmek, böylece onları ruhî olgunluğa eriştirmek gayesi taşır. Genel olarak her türlü iyi, güzel ve hayırlı işler, bu ilham meleklerinin iyi telkinleri ve bizi o işlere yönlendirmelerinin sonucudur.

5- Bu gruptaki meleklerin diğer bir görevi de; bütün insanların hidayetleri ve doğru yolu bulmaları için duada ve şefaatta bulunmalarıdır. Şefaat, hüküm gününde günahkârlar hesabına Allah'a yalvarmaktır. Bu dua ve şefat; "Rahmeti her şeyi kuşatan Allahu Teâlâ'nın iradesiyle bütün insanlar için ise de; meleklerin yalnız müminlere mahsus olan duaları daha kuvvetlidir. Nitekim Hak Teâlâ; "Arşı yüklenen ve çevresinde bulunanlar, Rablerini överek O'nu tesbih ederler, O'na inanmışlar. Müminler için: "Rabbimiz, rahmetin ve ilmin herşeyi (kavramış ve) kuşatmıştır. Tevbe edip Senin yoluna uyanları bağışla, onları Cehennem azabından koru"diye (dua eder ve) bağışlanma dilerler... " (el-Mümin, 40/7-9) buyurmuştur. Peygamberler ve Peygamberimiz (s.a.s) için meleklerin duası ise, onları övmek ve salâtü selâm getirmekti (el-Ahzâb, 33/56). Meleklerin şefaatından şöyle söz edilir: "Göklerde nice melekler vardır ki, şefaatları hiç bir fayda vermez. Ancak, Allah'ın dilediği ve razı (hoşnut) olduğu kimseler hakkında O'nun izniyle (meleklerin şefaati) fayda verir" (en-Necm, 53/26).

29 Aralık 2012 Cumartesi

Adalet Bakanlığı En Az Lise Mezunu 348 Sözleşmeli Mübaşir Alacak.

İLAN
ADALET BAKANLIĞI'ndan
1) Adlî ve idarî yargıda çalıştırılmak üzere;

6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla yürürlüğe giren “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar” ile bu esaslarda değişiklik yapan 29/03/2009 tarihli ve 27184 sayılı Resmi Gazete de yayımlanarak yürürlüğe giren Bakanlar Kurulu Kararının 4 üncü maddesine göre, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4/B maddesi uyarınca, ilk defa istihdam edilmek üzere;

EK-1 listede yeri, unvanı ve niteliği belirtilen 348 mübaşir pozisyonu için, adalet komisyonlarınca yapılacak sözlü sınav sonucuna göre 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 114 üncü maddesi uyarınca sözleşmeli personel alınacaktır.
2) Adalet komisyonlarınca yapılacak sözlü sınava, 2012 yılı Kamu Personeli Seçme Sınavlarında (KPSS-2012), lisans mezunları için KPSSP3, önlisans mezunları için KPSSP93, ortaöğretim mezunları için KPSSP94 puan türünden 70 ve daha yukarı puan alanlar başvurabilecektir. Başvuruda bulunacakların Adalet Bakanlığı Memur Sınav-Atama ve Nakil Yönetmeliğinin 5 ve 6 ncı maddelerinde yazılı olan aşağıdaki şartları taşımaları gerekmektedir.

3) Sözlü sınava, merkezî sınavda alınan puanlar esas olmak kaydıyla, en yüksek puandan başlamak üzere ilân edilen kadro sayısının 5 katı kadar aday çağrılacaktır. Sıralama sonucunda, ilân edilen kadro sayısının 5 katı içerisine giremeyenler sözlü sınava alınmayacaktır.

4) Başvuruda bulunacakların aşağıdaki genel ve özel şartları taşımaları gerekmektedir.
I) Genel şartlar:
a) Türk vatandaşı olmak,
b) İlk defa atanacaklar için yapılacak sınavın son başvuru günü olan 06/03/2013 tarihinde 657 sayılı Kanunun 40 ıncı maddesindeki yaş şartlarını taşımak ve merkezî sınav (KPSS-2012) tarihi itibariyle 35 yaşını bitirmemiş olmak,
c) Askerlikle ilgisi bulunmamak veya askerlik çağına gelmemiş olmak, askerlik çağına gelmiş ise muvazzaf askerlik hizmetini yapmış yahut ertelenmiş ya da yedek sınıfa geçirilmiş olmak,
d) 657 sayılı Kanunun değişik 48/1-A/5 bendinde sayılan suçlardan mahkûm olmamak,
e) 657 sayılı Kanunun 53 üncü maddesi hükümleri saklı kalmak kaydı ile görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı bulunmamak,
f) Kamu haklarından mahrum olmamak,
g) Arşiv araştırması sonucu olumlu olmak.

II) Özel şartlar:
Sözleşmeli mübaşir pozisyonunda istihdam edilebilmek için; en az lise veya dengi okul mezunu olmak,

5) Başvuru yeri ve şekli:
Başvuruların sözlü sınavı yapacak adalet komisyonu başkanlıklarına veya buralara gönderilmek üzere mahallî Cumhuriyet başsavcılıklarına yapılması gerekmektedir. Mahallî Cumhuriyet başsavcılıklarına yapılan başvurulara ilişkin evrak, masrafı ilgilisinden alınmak suretiyle aynı gün acele posta servisi (APS) ile ilgili adalet komisyonu başkanlığına gönderilecektir. Posta ile veya diğer iletişim araçlarıyla yapılan başvurular kabul edilmeyecektir. (Sınav başvuruları adalet komisyonu bazında yapılacaktır. Ancak, atanmaya hak kazanan adaylar adalet komisyonlarınca EK-1 listede gösterilen merkez ya da mülhakat adliyelerinden birinde görevlendirilebileceklerdir.)

Adaylar yalnızca bir adalet komisyonunun yapacağı sınava müracaat edebileceklerdir. Bu nedenle; birden fazla komisyona başvurulması durumunda başvurular geçersiz sayılacak, bu şekilde sınava girenler kazanmış olsalar dahi atamaları yapılmayacaktır.

6) Başvuru tarihi: Başvurular 25 Şubat 2013 Pazartesi günü başlayıp, 6 Mart 2013 Çarşamba günü mesai saati bitiminde sona erecektir.

7) Sınav yeri:

Mübaşir pozisyonunda istihdam edilecekler için; Sınav, EK-1 listede belirtilen adalet komisyonları tarafından yapılacaktır. (Sınav giriş belgeleri adalet komisyonu başkanlıklarından alınacaktır.)

8) Sözlü sınav tarihi ve saati:

Mübaşir pozisyonunda istihdam edilecekler için; 3 Nisan 2013 Çarşamba günü saat 09:00’da,sözlü sınav yapılacaktır. Belirtilen günde sözlü sınavın bitirilememesi halinde takip eden günlerde sınava devam edilecektir.

9) Başvuru için gerekli belgeler:
a) Başvuru formu (Adalet komisyonları ve Bakanlığın internet sitesinden (EK–2) temin edilecektir),
b) Öğrenim belgesi (aslı veya komisyon başkanlığınca ya da ilgili öğretim kurumunca onaylı örneği),
c) KPSS-2012 sınav sonuç belgesi (aslı veya bilgisayar çıktısı ya da komisyon başkanlığınca onaylı örneği),
d) Adayların eşlerinin iş durumlarına ilişkin dilekçe şeklinde beyan,
e) Sözlü sınava katılmaya hak kazananlar ayrıca, Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliğinin 12 nci maddesine uygun olarak doldurulacak Arşiv Araştırması Formunu ibraz etmek zorundadırlar (Adalet komisyonlarından temin edilecektir).

10) Atama yapılacak yerlere ilişkin sayıları gösteren EK-1 listesi aşağıda gösterilmiştir.

Duyurulur.
NOT:
1) Sözleşmeli mübaşir pozisyonu için açılan sınava başvuracak adaylar şartları taşımaları halinde kadrolu veya sözleşmeli zabıt kâtipliği sınavına da başvurabileceklerdir.
2) Sözleşmeli mübaşir sayıları, sınav izni verilen yerlerin ihtiyaçları dikkate alınarak belirlenmiştir. Bu pozisyona müracaat ederek istihdam edilmeye hak kazananların, sınava başvuru tarihinden önceki mazeretlerine dayalı olarak naklen atamaları yapılmayacaktır.

Ayrıca, “Sözleşmeli Personel Çalıştırılmasına İlişkin Esaslar” hakkındaki 6/6/1978 tarihli ve 7/15754 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına göre, bu pozisyonlarda istihdam edilenlerin naklen atamaları özel şartlara bağlanmış olduğundan, ilgililerin ileride mağduriyete uğramamaları açısından (eş, öğrenim, sağlık vb. gibi hususları dikkate alarak) durumlarına en uygun olan adalet komisyonunda sınava girmeleri önem arz etmektedir.

3) Bölge adliye mahkemeleri için alınacak personel, bu mahkemeler faaliyete geçinceye kadar Bakanlıkça belirlenecek adliyeler emrinde görev yapacaktır.

EK-1: Sözleşmeli mübaşir pozisyonu için sınav izni verilen yerler

EK-2: Başvuru formu

Kitap Tanıtımı ღ💗ღ Yazar Şüheda Derya Terzi ❀💗❀ A'MAK-I ERVAH

  Kitap Özgün <kitapokuyalim@gmail.com> okunmadı, 00:18 (10 dakika önce)     alıcı gonulerleri@googlegroups.com      2007 de birkaç...