16 Ocak 2013 Çarşamba

HADİS-İ ŞERİFLER / Riyâzü’s-Sâlihîn - Giriş


Riyâzü’s-Sâlihîn
İmâm Nevevî
"Peygamberimizden Hayat Ölçüleri"
Prof. Dr. M. Yaşar KANDEMİR
Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
Yrd. Doç. Dr. Raşit KÜÇÜK


     Bu çalışma, Erkam Yayınları tarafından 8 cilt olarak yayımlanmış bulunan “Riyâzü’s-Sâlihîn: Peygamberimizden Hayat Ölçüleri” (Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük; İstanbul; 2001) isimli eserin hadis meallerinden oluşmaktadır. Metinler Erkam Yayınları’ndan sağlanmış, sayfa düzeni Edam (Eğitim Danışmanlığı ve Araştırmaları Merkezi) tarafından yapılmıştır. Gösterdiği kolaylık, yardım ve işbirliği için Erkam Yayınları’na, katkılarından dolayı Edam’a teşekkür ederiz.


     Allah’a hamd, Resûl-i Ekrem’ine, onun âl ve ashâbına salât ü selâm olsun.

     İmâm Nevevî’nin Riyâzü’s Sâlihîn’i necip milletimizin din kültüründe öncelikli yeri olan hadis kitablarının başında gelir. Zira Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi’nden sonra, merhum Hasan Hüsnü Erdem ve Kıvâmüddin Burslan tarafından dilimize tercüme edilerek Diyânet İşleri Başkanlığı’nca yayımlanan ikinci hadis kitabı Riyâzü’s-Sâlihîn olmuştur. Uzun yıllar bu tercüme vâsıtasıyla kendisinden istifâde edilen eser, gördüğü rağbet sebebiyle son senelerde birkaç tercümeye ve Delîlü’l-fâlihîn adındaki şerhinden yapılan tercüme bilgilere dayanan kısa bir şerh çalışmasına kavuşmuş bulunmaktadır.
     Zengin muhtevâsı ve mükemmel tertibi ile dikkat çeken bu değerli eser, diğer İslâm ülkelerinde daha ziyâde kelimelerinin açıklanması tarzındaki ilmî neşirlerle daima güncelliğini korumuştur. İslâm ülkelerinin pek çoğunda, çeşitli seviyedeki dinî öğretim kurumlarının ders proğramlarında okunmasının yanında bilhassa vaaz ve irşad faaliyetlerinin de vaz geçilmez el kitabı hüviyetiyle geniş bir kullanım alanına sahip olmuştur. Giderek derinlik kazanan sünnet kültürümüz, uzunca bir zamandan beri -diğer hadis kaynaklarının yanında- bu değerli eserin de yeni ve doyurucu bir şerhe kavuşturulması ihtiyacını hissettirmekteydi. Özellikle din hizmeti verenlerin, cemaatlarını aydınlatmakta kendisinden güvenle faydalanacakları bir şerhe olan ihtiyaçları daha da büyüktü.
     Güzel yurdumuzda her geçen gün biraz daha gelişen tebliğ ve irşad alanları ve yeni yeni siyasî özgürlüklerine kavuşan Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’ndeki müslümanların ihtiyaçları dikkate alındığında Riyâzü’s-sâlihîn gibi bir esere daha fazla görev düştüğü kabul edilecektir. Bu düşünce ve tesbitlerden hareketle, öncelikle din hizmeti veren müfti, vâiz, imam ve hatiplerimizin, aynı zamanda İslâm’ı öğrenmek ve uygulamaya koymak isteyen üniversite ve lise talebelerinin ve İslâmî konularda bilgilenme ihtiyacı duyan halkımızın bu ihtiyaçlarını karşılayacak bir tercüme ve orta büyüklükte bir şerh çalışması yapmaya karar verdik. Uzun bir hazırlık döneminden sonra, her seviyedeki insanımızın istifâdesini kolaylaştırmayı esas alan bu tercüme ve şerhi yazmaya başladık.
     Tercüme ve şerhin mâhiyetinden kaynaklanan güçlüklere, komisyon çalışmalarının tabiî ve kaçınılmaz güçlükleri de eklenince, iş gerçekten daha uzun bir zaman ve mesâî gerektirdi. Mütercim ve şârihler olarak aramızda geliştirdiğimiz prensipler listesinin âzamî ölçüde uygulanabilmesi için birimizin yaptığı tercüme ve şerh, diğerleri tarafından baştan sona okunup kontrol edildi. Öyle ümid ediyoruz ki, bu yolla hem üslûpta belli bir yaklaşım sağlanmış hem de kaçınılması mümkün olmayan hataları en aza indirme imkânı yakalanmış oldu.
     Bu çalışmamızı mütalaa buyuracak aziz okuyucularımızın dikkatlerini çekeceğini sandığımız bazı uygulamalarımızı şöylece sıralamak mümkündür:

1. Konu başlıkları elden geldiğince kısa ve özlü yazılmış, daha sonra tam tercümesi verilmiştir.
2. Konu başlarındaki âyetler kısaca açıklanmıştır.
3. Hadis metinlerinden sonra, Nevevî’ye ait bazı açıklamalar Arapça metinden çıkarılmış, ancak bu bilgiler şerh esnasında dikkate alınmıştır.
4. Hadislerin sahâbî râvileri, ilk geçtikleri yerde hadisin tercümesinden hemen sonra kısaca tanıtılmıştır.
5. Hadislerin, el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzı’l-hadîsi’n-nebevî esas alınarak Kütüb-i Sitte çerçevesinde tahrici yapılmış; ancak Nevevî’nin göstermediği kaynaklar “Ayrıca bk.” diyerek verilmiştir.
6. Hadislerin kitap içinde tekrarlandığı yerlere işaret edilmiştir.
7. Hadisler her geçtiği yerde, özellikle o konuyla ilgili yönleri açısından şerh edilmiştir.
8. Şerhte günümüzün şartları ve ihtiyaçları göz önünde bulundurulmuş, hadislerin bu açıdan ihtivâ ettiği mânalar, anlaşılır bir dille ifade edilmeye çalışılmıştır.
9. Açıklamalar esnasında Kütüb-i Sitte şerhleri yanında Ali el-Kârî’nin Mirkâtü’l-mefâtîh adlı pek değerli Mişkâtü’l-Mesâbîh şerhi daima göz önünde bulundurulmuştur.
10. Şerhte bir konu hakkındaki farklı görüşler içinden genellikle biri tercih edilerek verilmiş, bunlar ayrıca tartışılmamıştır.
11. Yazımda genellikle Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin (DİA) imlâsı esas alınmış, şahıs isimlerinin yazımında Arapça gramer kurallarına değil, Türkçe söyleyişe uyulmuştur. Meselâ Zeyd b. Abdillah ismi, Zeyd İbni Abdullah diye yazılmıştır.
12. Son cilt, aranan her konunun kolaylıkla bulunabileceği çok yönlü ve bilimsel bir fihrist cildi olarak düşünülmüştür. İnşallah bu fihrist yardımıyla kitaptan sıhhatli ve süratli olarak yararlanma imkânı temin edilmiş olacaktır.

     İşlediği konulara dair âyetler ve Kütüb-i Sitte’den seçilmiş hadisler ihtivâ eden Riyâzü’s-sâlihîn’in her türlü bilimsel mesâîye lâyık bir hadis kitabı olduğu açıktır. Biz gerçekleştirdiğimiz bu tercüme ve şerh çalışmasının, sünnet kültürümüze katkıda bulunacağını ümid ediyoruz. Kökleri geçmişin karanlığı ile emperyalistlerin İslâm coğrafyasını talan iştihasında yatan, müslümanların inanç, amel ve düşünce birliğini yıkmayı ve ümmet şuurunu ortadan kaldırmayı hedefleyen, sünnet aleyhindeki çalışmaların yazılıp konuşulduğu bir sırada böyle bir eserin gün yüzüne çıkması bizim için ayrı bir sevinç ve şükür konusudur.
     Müslüman milletimize hizmet etmek arzusuyla orta hacimde, sade, anlaşılır bir şerh olarak kaleme aldığımız bu çalışmanın, yüce Rabbimiz’in rızâsına ve sevgili Peygamberimiz’in şefaatine vesîle olmasını dileriz.
     Ayrıca eserin yayımını üstlenerek hiç bir fedakârlıktan kaçınmadan en güzel şekilde neşrini gerçekleştiren Erkam Yayınevi yetkililerine, özellikle hazırlık safhasında bize yardımcı olan Hadis Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi Aynur Uraler’e, hadis metinlerini büyük bir özenle dizen Hasan Alioğlu’na, eseri yayına hazırlama ve tashihte gösterdiği titizlik ve ciddiyetten dolayı muhterem Mustafa Eriş’e ve her kademede emeği geçen diğer görevlilere teşekkür ederiz.

     Mütercim ve Şârihler
10 Eylül 1996

15 Ocak 2013 Salı

KELİMELER - KAVRAMLAR / SABIR

KELİMELER - KAVRAMLAR
SABIR

     Acıya katlanma, sıkıntı ve meşakkatlere karşı soğukkanlılıkla mukavemet etme, aklın ve dinin gösterdiği yolda sebat etme.
     Sabır ruhun bir melekesidir, güzel bir huydur. Tahammülü zor ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak sabır ile olur. Bir hakkı müdafaa ve muhafaza etmek için gösterilen sebat, sabretmekle mümkündür. Allah'ın emirlerini yerine getirmek, aklın ve dinin hoş görmediği ve nefsin meşrû olmayan istek ve arzularına mukavemet edebilmek, hayatta elde olmadan başa gelen ve insana büyük elem ve keder veren bela ve musîbetlere karşı koyabilmek ve bunların üstesinden gelebilmek için sabırlı olmak ve sabretmeye alışmak lazımdır.
     Bütün faziletlerin anası, hayatta muvaffak olmanın ve kemale ermenin sırrı bu güzel özelliktir. Her türlü rezaletin sebebi sabırsızlık veya gerektiği kadar sabır gösterememektir. Sabır her faziletin üstünde bir değer taşır.

     "Şüphesiz Allah Teâlâ sabredenlerle beraberdir" (el-Bakara, 2/153, 155).
     Sabrın sonu selamettir, başarıdır. Sabır acıdır. Fakat sonucu tatlıdır.
     Hz. Peygamber (s.a.s);
     "Sabreden başarıya ulaşır",
     "Sabır başarının anahtarıdır",
     "Sabır bir ışıktır",
     "Sabır cennet hazinelerinden bir hazinedir"
     "Sana sıkıntı veren şeylere karşı sabretmende bir çok hayır vardır" buyurarak sabrın faziletini anlatmıştır.
     Hz. Peygamber (s.a.s); "Sabır, acı bir olayın yaptığı sarsıntıya karşı ilk anda gösterilen tahammüldür" (Buhârî, Cenâiz, 32) sözüyle bir felaketle ilk karşılaştığı zamandaki sabrın önemini vurgulamıştır. Sabretmek, mahkûmiyete, meskenete ve zillete razı olmak, haksız tecavüzlere, insan haysiyetine gölge düşürecek saldırılara katlanmak ve bunlara ses çıkarmamak anlamına gelmez. Çünkü meşru olmayan şeylere karşı sabretmek caîz değildir. Bunlara karşı içten elem duymak ve bunlarla mücadele etmek gerekir. İnsanın kendi gücü ve iradesiyle üstesinden gelebileceği kötülüklere katlanması ya da karşılayabileceği ihtiyaçları karşısında gevşemesi sabır değil, acizlik ve tembelliktir.
     Rasulullah (s.a.s); "Ya Rabbi! Acizlikten ve tembellikten sana sığınırım" (Buhari, Cihad, 25) diye dua etmiştir.
     Bazı sıkıntılar vardır ki, kulun irade ve gücünü aşar. Böyle felaketler başa geldiği zaman heyecana kapılmadan ve şikayet etmeden takdir-i ilâhiye razı olup sabretmek müminlerin özelliklerindendir. Nitekim Cenab-ı Allah Kuran-ı Kerimde sabr-ı cemili (güzel sabır) emretmektedir. (Yusuf, 12/18). Rasulullah (s.a.s) "Sabr-ı cemil şikayet edilmeyen sabırdır" buyurmuştur. Aslında; elden bir şey geldiği zamanlarda sabretmek, gelmediği zamanlarda da sabırsızlık göstermek doğru değildir ve lüzumsuz bir harekettir.
     Kur'ân-ı Kerim'in yetmişten fazla ayetinde zikredilen sabır, insan tabiatına aykırı olan zorunlu hallere uymak ve güçlüklere karşı koymak demektir. Sabrın gâyesi, beklenmedik olaylar, içine düşülen güçlükler karşısında tedirgin olmamak, paniğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allah Teâlâ sabredenlere mükâfatını hesapsızca vereceğini müjdelemiş ve onları övmüştür.
     Mü'minler, çoğu zaman sırf inandıkları için Allah düşmanlarının zulüm ve kötülüklerine hedef olurlar; çeşitli işkencelere uğrar, onlarla savaşmak zorunda kalırlar. İşte bu durumda sabır, mü'minin güç kaynağı, imanının koruyucusudur. Hz. Musâ'ya inananlara Firavun eziyet etmek isteyince onlar: "Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır ve bizi müslüman olarak öldür" (el-Araf 7/126) diye duâ etmişlerdi. Sevgili Peygamberimiz ve ilk müslümanların, yapılan işkence ve eziyetlere nasıl sabır ve tahammül gösterdikleri bilinen bir husustur.
     İbadetlerin nefsimize ağır gelen yönleri de sabırla hafifler. Böylece huzur içinde günde beş vakit namaz kılar, sıcak yaz günlerinde hiç bir sıkıntı duymadan oruç tutarız. Diğer ibadetler ve ahlâkî davranışlarda böyledir. Aşağıdaki âyetler bunu göstermektedir:
    "Her kim sabreder ve suç bağışlarsa, bu hareket arzu edilen en iyi işlerdendir" (eş-Şurâ, 42/43);
     "İçinizden mücahitleri ve sabredenleri belirtelim diye sizleri mutlaka imtihan ederiz. Haberlerinizi de denetleriz" (Muhammed, 47/31).
     Çoğu zaman insan nefsine uyar; Allah Teâlâ'nın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak ona zor gelir, nefse hoş gelen fena arzularını tatmin etmek ister, iyilik ve faziletlerden kaçınır. Meselâ; cebindeki parasını eğlence ve zevkleri için harcamak, bir yoksula vermekten daha hoş gelir. Bir çocuk için oyun oynamak, ders çalışmaktan daha ilgi çekici görünür. Gezip tozmak, çalışıp kazanmaya tercih edilir.
     İşte bu durumda, insanın, kendisine zor gelse bile, iyi olanı, faydalı olanı seçmesi, sabır ve tahammülle onu yerine getirmeye çalışması çok güzel bir davranıştır.
     Ayrıca insanlar hayat boyunca, bolluk veya yokluk içinde kalabilir, sağlıklı iken hastalanır, sel, deprem, yangın gibi felâketlerle karşılaşabilir; bütün bu durumlarda insanın en büyük dayanağı sabırdır. Aksine davranış, insanı Allah Teâlâ'ya isyana ve nankörlüğe sürükler. Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmuştur: "Doğrusu kim Allah'tan korkar ve düştüğü felâkete sabrederse; muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz" (Yusuf, 12/90).
     Peygamberler sabrın en büyük örnekleridir. Çünkü onlar bütün güçlükleri sabırla karşılamışlardır. Dileğimiz Allah (c.c.)'ın bizi, "belâlarına çok sabreden ve nimetlerine çok şükreden" kullarından eylemesi olmalıdır (İbrahim, 14/5).
     Sabrın sonu selâmettir. Sabır, iman ve ibadetin, ilim ve hikmetin, kısaca bütün faziletlerin başıdır. Sabırlı insan iyi insandır. İyi işler yapıp birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kurtuluşa ereceklerini Allah Teâlâ haber vermiştir. Sabır zafere giden yoldur (el-Asr, 103/1-3).
     Peygamber Efendimiz;
     "Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir" (Tirmizi, Birr, 76).
     "Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük fayda vardır" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307) buyurmuştur.
     Ayrıca Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
     "Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz; sabredenleri müjdele" (el-Bakara, 2/ 155).
     Bu ve benzeri âyetlerden Allah Teâlâ'nın insanları çeşitli sıkıntılara uğratarak imtihan ettiğini ve bu imtihanı sabredenlerin kazandığım öğreniyoruz.
     Sabırla bütün zorluklar halledilmekte, her türlü engel aşılmaktadır. Onun için atalarımız: "Sabırla koruk, helva olur" demişlerdir.
     Hz. Peygamber şöyle buyuruyor:
     "Mü'minin işi hayrete şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu özellik yalnız mü'mine özgüdür. Zira sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırlıdır. Başına belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırlıdır" (Riyâzüs-Sâlihin, 1, 54).
     Bizim için mutlaka hayırlı olduğuna inandığımız sabır, bütün peygamberlerin ortak sıfatıdır. Allahın dinini tebliğ ederken hepsi çeşitli sıkıntılara uğramış, kendilerine eziyet edilmiş, yurtlarından çıkarılmış, hükümdarlar tarafından zindana atılmış ama onlar daima sabretmişlerdi. Kuran-ı Kerimde peygamberlerin sabrını dile getiren pek çok ayet-i kerime vardır. Rasulullahın hayatı ise baştan sona en güzel sabır örnekleri ile doludur. Bu sebeple her müslümana düşen görev, kurtuluşun sabırda olduğunu düşünerek, Allah'dan sabır dilemek ve sabırlı olmaktır.

Şamil İslam Ansiklopedisi

14 Ocak 2013 Pazartesi

GÜMRÜK ve TİCARET BAKANLIĞINA 1791 PERSONEL ALINACAK




GÜMRÜK VE TİCARET BAKANLIĞI
AÇIKTAN PERSONEL ALIM İLANI
     "Gümrük ve Ticaret Bakanlığına ilk Defa Yapılacak Atamalar Hakkında Yönetmelik" hükümleri doğrultusunda aşağıda sınıfı, genel ve özel şartları, atanacak görev yerleri ile sayıları belirtilen kadrolara sözlü sınav sonrası açıktan atama yapılacaktır.
Başvuru Tarihi : 17 Ocak 2013 - 26 Ocak 2013
Sözlü Sınav Tarihleri : 27 Şubat 2013 - 02 Nisan 2013

     Sözlü sınava-girmek isteyenlerin; Bakanlığın kurumsal internet sitesinde (www.gtb.gov.tr) yer alan iş talep formunu elektronik ortamda doldurarak müracaat etmeleri gerekmektedir. Adaylar aynı anda açılan birden fazla unvan için başvuruda bulunamazlar. Posta ile veya diğer şekillerde yapılan müracaatlar kabul edilmeyecektir. 2012 yılı KPSS puanı ile merkezi yerleştirme sonucu B grubuna ait herhangi bir kadro veya pozisyona yerleştirilen adaylar (ataması yapılanlar ve yerleştirildiği halde ilgili kuruma başvurmayanlar) başvuramazlar. Söz konusu adayların atamaları yapılmayacaktır. Sözlü sınava, KPSS başarı sırasına göre atama yapılacak kadro sayısının iki katı aday çağrılacaktır. Son sıradaki adayla aynı puana sahip olan birden fazla aday bulunması halinde, bu adayların tümü sözlü sınava çağrılacaktır. Sözlü sınava girmeye hak kazanan adayların ad ve soyadları ile sınav yerleri, sözlü sınav tarihinden en az on gün önce Bakanlık kurumsal internet sitesinde ilan edilmek suretiyle duyurulacaktır. Ayrıca adaylara yazılı bildirimde bulunulmayacaktır.
     - Sözlü sınavı kazananlardan başvuru belgelerinde gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin sınavları geçersiz sayılacak ve atamaları yapılmayacak; atamaları yapılmış ise iptal edilecek, bu kişiler bundan sonra açılacak olan sınavlara katılamayacak ve haklarında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır. Bu şekilde Bakanlığı yanıltanlar kamu görevlisi ise, ayrıca durumları çalıştıkları kurumlara da bildirilecektir.
Sözlü sınava adaylar "fotoğraflı ve onaylı bir kimlik belgesi (nüfus cüzclanı, ehliyet, pasaport vb.)" ile girebileceklerdir.
     - Sözlü sınavda adayın; "kavrama, muhakeme ve ifade yeteneği; liyâkati, temsil kabiliyeti, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu; özgüveni, ikna kabiliyeti ve inandırıcılığı; bilgi düzeyi, genel yeteneği ve genel kültürü; bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı" yüz tam puan üzerinden değerlendirilecektir.
     - Sözlü sınavda en az 70 puan alanlar başarılı sayılacak ve adayların başarı puanı, KPSS puanı ile sözlü puanının aritmetik ortalaması alınarak hesaplanacaktır.
Başarı puanı en yüksek adaydan başlamak suretiyle, atama yapılacak olan kadro sayısını geçmeyecek kadar asil aday belirlenecektir.
     Adayların başarı puanının eşit olması halinde; KPSS puanı yüksek olana, bunun eşit olması halinde aynı puanı alan adaylar arasından diploma tarihi itibariyle önce mezun olmuş olana, bunun aynı olması halinde de yaşı büyük olan adaya öncelik verilecektir.
     - Sınavı kazanan adayların atamaları, istenilen belgelerin ilan edilecek olan son teslim tarihini takip eden otuz gün içerisinde bilgisayar ortamında kura usulü ile yapılacaktır. Atamalara ilişkin liste Bakanlık kurumsal internet sitesinde ilân edilecektir. Ayrıca ilgililere yazılı tebligat yapılacaktır.
     Başvuruda bulunacakların aşağıda belirtilen genel ve özel şartları taşımaları gerekmektedir.

     BAŞVURU İÇİN GEREKEN ŞARTLAR
1- Genel Şartlar: 657 sayılı Devlet Memurları Kanunun 48 inci maddesinde belirtilen genel şartlara sahip olmak. 2012 yılı KPSS'de lisans mezunları için KPSSP3, önlisans mezunları için KPSSP93 ve ortaöğrenim, mezunları için KPSSP94 puan türlerinden 70 ve üzeri puan almış olmak,
2- Özel Şartlar;
Sıra NoUnvanTeşkilatıNiteliklerKPSS Puan TünüAlım Yapılacak MiktarSnıfıDerecesi
1Veri Hazırlama ve Kontrol işletmeni IVHKİIMerkez1- iletişim Fakültesi mezunu olmak
2- Milli Eğitim Bakanlığınca veya üniversitelerce düzenlenen ve hizmet içi eğitim niteliğinde olmayan bilgisayar kursunu başarıyla bitirdiğine ilişkin sertifika veya yükseköğrenimde bilgisayar eğitimi aldığına dair transkript sahibi olmak
KPSSP34GİH6,7.8
2Veri Hazırlama ve Kontrol işletmeni IVHKİIMerkez1- Güzel Sanatlar Fakültelerinin Gfdfik veya Grafik Tasarım bölümlerinin birinden mezun olmak.
2- Milli Eğitim Bakanlığınca veya üniversitelerce düzenlenen ve hizmet içi eğilim niteliğinde olmayan bilgisayar kursunu başarıyla bitirdiğine ilişkin sertifika veya yükseköğrenimde bilgisayar eğitimi aldığına dair transkript sahibi olmak
KPSSP32GİH6,7,8
3AvukatMerkezAvukatlık ruhsatına sahip olmakKPSSP340AH6.7,8
4AvukatTaşraAvukatlık ruhsatına sahip olmakKPSSP32AH6.7,8
5Muhafaza MemuruTaşra1- En az dört yıllık eğitim veren hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler, iktisat, işletme, maliye, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler, fakülte, yüksekokul veya bölümleri ile bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulu tarafından onaylanmış yurt içi veya yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarının fakülte, yüksekokul veya bölümlerinden mezun olmak
2- Sınava başvuru tarihinde 30 yaşından gün almamış olmak, 126/01/1984 tarihi ve daha sonra doğanlar başvurabilir
3- Erkekler en az 172 cm, bayanlar ise en az 165 cm boyunda olmak. "Sağlık Bakanlığına bağlı tam teşekküllü Devlet hastanelerinden görevini devamlı yapmasına engel olabilecek akıl hastalığı veya bedensel ozurlu olmadığını, psikiyatrik bir hastalık, kişilik bozukluğu, nörolojik rahatsızlığı, şaşılık, körlük, gece körlüğü, renk körlüğü, işitme kaybı, topallık, kekemelik, kas veya iskelet sisteminde hareket kısıtlılığı ve benzeri engeller bulunmadığını belirten, "Yurdun.her yerinde görev yapabilir ve silah kullanabilir" ibareli sağlık kurulu raporu" almak (Söz konusu rapor, sözlü sınavda başarılı olanlardan atam»öncesi istenecektir Rapor ibraz edemeyenlerin ve sözlü sınav esnasında yapılacak ölçümde boy şartını taşımayanların kurumumuzca ataması yapılmayacaktır.)
KPSSP31000GİH6,7,8
6Muayene MemuruTaşra1- En az "dört yıllık eğitim veren hukuk, siyasal bilgiler, iktisadi ve idarî bilimler, iktisat, İşletme, maliye, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler fakülte, yüksekokul veya bölümleri ile bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulu tarafındon onaylanmış yurt içi veya yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarının fakülte, yüksekokul veyo bölümlerinden mezun olmak
2- Sınava son müracaat tarihi itibariyle 35 yaşını doldurmamış olmak 126.011978 tarihi ve doha sonra doğanlar başvurabiliri
KPSSP3200GİH6.7,8
7MemurTaşraEn az dört yıllık eğitim veren yüksek öğretim kurumlarının hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme ve iktisadi ve idarî bilimler fakülteleri, uygulamalı bilimler yüksekokullannın gümrük işletme bölümünden ya do bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca onaylanmış yurt içi veya yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlorının fakülte, yüksekokul veya bölümlerinden mezun olmak.KPSSP3280GİH6.7,8
8İcra Memuru1 "TaşraEn az dört yıllık eğitim veren yüksek öğretim kurumlarının hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme ve iktisadi ve idarî bilimler fakültelerinden ya da uygulamalı bilimler yüksekokullannın gümrük işletme bölümünden veya bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca onaylanmış yurt içi veyo yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlorının fakütte.yüksekokul veya bölümlerinden mezun olmakKPSSP325GİH6,7,8
9icra MemuruTaşraEn az iki yıl süreli eğitim veren ithalat-ıhracat, uluslararası ticaret, uluslararası ticaret yönetimi, dış ticaret, uluslararası ticaret ve lojistik, lojistik yönetimi, adalet meslek yüksekokulu ile meslek yüksek okullarının adalet, gümrük işletme veya gümrük işleri bölümünden yo da bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca onaylonmış yurt içi veya yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarının yüksekokul veya bölümlerinden mezun olmak.KPSSP9310GİH7,8,9
10Bilgisayar işletmeniTaşraMeslek Yüksekokullarının, Bilgisayar Operatörlüğü. Bilgisayar, Bilgisayar Operatörlüğü ve Teknikeriiği, Bilgi İşlem programlannın birinden mezun olmakKPSSP9380GİH7,8,9
11TeknikerTaşraMeslek Yüksekokulların, Haberleşme Teknolojisi, Elektronik Haberleşme, Telekomünikasyon. Haberleşme. Elektronik Haberleşme Teknolojisi, Elektronik. Elektrık-Elekîronik , Endüstriyel Elektronik, Elektrik-Elektronik Teknikeriiği , Elektronik Teknolojisi programlannın birinden mezun olmakKPSSP935TH7,8,9
12TeknisyenTaşraMesleki veya teknik eğitim veren ortoöğretim kurumlannın Elektronik, Elektrik-Elektronik. Endüstriyel Elektronik. Telekomünikasyon programlarının birinden mezun olmak.( KPSSP9450TH9,10,11
• 13KaptanTaşra1- Üniversitelerin en az dört yıllık eğitim veren Deniz ve Liman İşletme. Denizcilik İşletmeleri Yönetimi, Deniz İşletmeciliği ve Yöneticiliği, Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi, Güverte bölümlerinin birinden mezun olmak
2- En az Vardiya Zabitliği Belgesine sahip olmak
3- Goc veya Roc Telsiz Yeterlilik Belgesine sahip olmak
KPSSP35TH6,7,8
14KaptanTaşra1- Meslek Yüksekokullarının; Denizcilik, Denizcilik Hizmetleri, Deniz ve Liman İşletme, Deniz ve Liman İşletmeciliği, Deniz İşletmeciliği ve Yönetimi, Deniz Ulaştırma ve İşletme, Deniz Haberleşme, Güverte proğramlarının birinden mezun olmak
2- En az Vardiya Zabitlıliği Belgesine sahip olmak 3- Goc veya Roc Telsiz Yeterlilik Belgesine sahip olmak
KPSSP935TH7,8,9
15MakinistToşra1- Üniversitelerin en az dört yıllık eğitim veren Gemi Makinaları veya Gemi Makineleri bölümlerinin birinden mezun olmak
2- En Az Makine Zabitliği Belgesine sahip olmak
KPSSP32TH6,7,8
16MakinistTaşra1- Meslek Yüksekokullarının Gemi Makineleri veya Gemi Makineleri İşletme programlarının birinden mezun olmak
2- En az Makine Zabitliği Belgesine sahip olmak
KPSSP932TH7,8,9
17ŞoförTaşra1- Lise mezunu olmak,
2- En az (B) sınıfı surucu belgesine sahip olmak,
KPSSP945GİH10,11,12
18MemurDöner SermayeEn az iki yıl süreli eğitim veren ihracat-ithalat, uluslararası ticaret, uluslararası ticaret yönetimi, dış ticaret, uluslararası ticaret ve lojistik, lojistik yönetimi, adalet meslek yüksekokulu ile meslek yüksek okullarının adalet, gümrük işletme veya gümrük işlen bölümünden ya da bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca onaylanmış yurt içi veya yurt dışındaki yüksek öğretim kurumlarının yüksekokul veya bölümlerinden mezun olmakKPSSP9325GİH7,8,9
19Anbar MemuruDöner SermayeMeslek Yüksekokullannın , Mağazcf İşletmeciliği, Perakende Satış ve Mağaza Yönetimi, Perakendecilik ve Moğaza Yönetimi, Genel İşletme, İşletme, İşletmecilik, İş İdaresi, Ticaret ve Yönetim. Endüstriyel Yönetim. İşletme Yönetimi programlarının birinden mezun olmak.KPSSP9312GİH7,8,9
20Satış MemuruDöner SermayeMeslek Yüksekokulların; Elektronik Ticaret. E-Ticaret, Internet ile Pazarlama, Pazarlama. Pazarlama ve Satış. Piyasa Araştırmalan ve Pazarlama, Satış Yönetimi, Satış ve Reklam Yönetimi. Piyasa Araştırmolan ve Reklamcılık, Reklamcılık Yönetimi, Mağaza İşletmeciliği, Perakende Satış ve Mağaza Yönetimi. Perakendecilik ve Mağaza Yönetimi programlarının birinden mezun olmakKPSSP9311GİH7,8,9
21Veznedarv Döner SermayeMeslek Yüksekokulların, Borsa ve Finans. Para ve Sermaye Yönetimi, Menkul Kıymetler ve Sermaye Piyasası, Finans, Finans ve Muhasebe, Emtia Borsası, Sermaye Piyasası ve Borsa, Muhasebe, Bilgisayar Destekli Muhasebe, Bilgisayarlı Muhasebe ve Vergi Uygulamaları, Muhasebe ve Vergi Uygulamaları, Maliye programlarının birinden mezun olmak.KPSSP9310GİH7,8,9
22TeknikerDöner SermayeMeslek Yüksekokulların; Elektrik. Elektrik-Elektronik, Elektrik-Elektronik Teknikeriiği , Endüstriyel Elektronik programlannın birinden mezun olmakKPSSP933TH7,8,9
23TeknisyenDöner SermayeMesleki veya teknik eğitim veren ortaöğretim kurumlannın Makine, Motor, Motorculuk, programlannın birinden mezun ojmakKPSSP944TH8,9,10
24ŞoförDöner Sermaye1- Lise mezunu olmak,
2- Enaz (B)sınıfı surucu belgesine sahip olmak,
KPSSP949GİH10,11,12
Sıra NoUnvanTeşkilatıAlım Yapılacak iller
1Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni IVHKİIMerkezAnkara
2AvukatMerkezAnkara
3AvukatTaşraVan. Diyarbakır
4Muhafaza MemuruTaşraAdana, Afyonkarahisar. Ağn, Ankara, Antalya, Artvin, Aydın, Balıkesir, Bursa, Çanakkale, Çorum, Denizli, Diyarbakır, Edirne, Elazığ, Erzurum, Eskişehir, Gaziantep, Giresun, Hakkari, HtHay, İsparta, Mersin, istanbul, izmir, Kastamonu, Kayseri, Kırklareli, Kocaeli, Konya, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Nevşehir, Ordu, Rize, Sakarya, Somsun, Sinop, Sivas, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa, Uşak, Van, Zonguldak, Aksaray, Koraman, Kırıkkale, Batman, Şırnak, Bartın, Ardahan, İğdır, Yalova, Karabük, Kilis
SMuayene Memuru
6icra Memuru
7Bilgisayar işletmeni
8Tekniker
9Teknisyen
10ŞoförTaşraAğrı, Hakkari, İğdır, Şırnak, Van
11KaptanTaşraÇanakkale, Hatay, İstanbul, Mersin, Somsun, Trabzon
12MakinistTaşraÇanakkale, Hatay, İstanbul, Mersin
13MemurTaşra81II.
14MemurDöner SermayeAnkara, Antalya, Mersin, Gaziantep, Hatay, Diyarbakır, Şımak, Van. Ağrı, Trabzon, Samsun, Zonguldak, Kocaeli, istanbul. Edirne, Bursa. İzmir, Malatya
15Anbar Memuru
16Satış Memuru
17Veznedar
18Tekniker
19Teknisyen
20Şoför

10 Ocak 2013 Perşembe

İSLAM TARİHİ / Benî Mürre Seferi

İSLAM TARİHİ
Benî Mürre Seferi

     (Hicret’in 8. senesi Sefer ayı)
     Hendek Muharebesi’nde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan b. Harb kumandasındaki on bin kişilik ordunun dört yüz­ü­nü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi; [1] ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimizin Hicret’in 7. yılında kendilerini cezalandırmak için gön­derdiği Beşir b. Sa’d kumandası altındaki otuz kişilik mücahit birliğinin 28’ini de şehit etmişlerdi. [2]
     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu İslam düşmanı kabileye de gereken dersi ver­mek istiyordu. Bunun için Gâlib b. Abdullah’ı iki yüz kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.
     Gâlib b. Abdullah, emrindeki mücahitlerle Benî Mür­re­lerin çok yakınına ka­dar sokuldu. Orada mücahitlere bir hitabede bulundu. Özetle, “Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü Re­sû­lul­lah (a.s.m.), ‘Benim kumandanıma itaat eden bana itaat etmiş, ona itaatsizlik eden de bana itaat­sizlik etmiş olur’ buyurmuştur. Bu­na binaen, siz, her ne za­man bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize ita­at­sizlik etmiş olursunuz” [3] dedi.
     Mücahitler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoğunu öldürdüler, kadın ve ço­cuk­larını da esir aldılar; birçok deve sığır ve davarı ise ganimet olarak ele ge­çirdiler. [4]
     Hz. Üsame’nin, Bir Adamı Müşrik Sanarak Öldürmesi
     Hz. Üsame b. Zeyd, Mirdas b. Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu, Kumandan Gâlib b. Abdullah’a anlattı.
     “Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi.”
     Gâlib b. Abdullah, “Peki, bunun üzerine kılıcını kınına sok­tun mu?” diye sor­­­du.
     Hz. Üsame, “Hayır...” dedi. “Vallahi, boyun damarını kesmedikçe vaz­geç­me­­­dim!”
     Mücahitler hep birden, “Vallahi” dediler. “Sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen bir ada­mı öldürdün!”
     Hz. Üsame, yaptığına son derece üzüldü. Gâlib b. Abdullah bundan sonra emrindeki mücahit­ler­le Me­dine’­ye döndü.

     “Adamın Kalbini Yardın mı?”
     Medine’ye gelince, Hz. Üsame, hadiseyi Peygamber Efen­dimize anlattı. Resûl-i Kibriya, hiddetle, “Ey Üsame! Demek, sen, ‘Lâ ilâhe illallah’ demiş olan bir adamı öldürdün, ha!” diye bu­yurdu. Hz. Üsame, mâzeret beyan etti: “Yâ Re­sû­lal­lah! O, ancak silahtan korktuğu için ‘Lâ ilâhe illallah’ demiştir!”

     Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu mâzeret beyan edişe daha da hiddetlendi; “Bâ­ri, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi yoksa yalandan mı söy­lediğini öğrenseydin ya!” buyurdu. [5]
     Hz. Re­sû­lul­lah’ın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsame der ki: “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki ‘Keşke, o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım!’ diye içim­den temenni ettim.” [6]
     Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki Hz. Üsame’nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalâğa ile ifadesidir. Hz. Üsame, bu adamın ke­lime-i tevhidi getirmesine ehemmiyet ver­meyip öldürürken, “Kâfirlerin, Bizim azabımızı gördükleri zamandaki imanları kendilerine fayda vermeyecektir” [7] meâlindeki ayetin zâhiriyle istidlâl etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz, sadece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.
     “Size, selam veren ve Müslümanlık şiârını [alâmetini] gösteren kişiye, ‘Sen mü’min değilsin!’ demeyiniz” [8] meâlindeki ayet-i kerime de bu hadise üzerine nâzil olmuştu. [9]
____________________________________________________________
Dip Notlar:
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 66.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 119.
[3] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 126.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 126; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 197.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 4, s. 271; Müslim, Sahih, c. 1, s. 96.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 4, s. 271; Müslim, a.g.e., c. 1, s. 96.
[7] Gafir, 85.
[8] Nisâ, 94.
[9] ez-Zebidî, Tecrid-i Sarih, Terc.: Kâmil Miras, c. 10, s. 293.

Peygamber Efendimiz (sav.) in Hayatı
Yazar: Salih Suruç

İSLAM İLMİHALİ / ORUÇ / HİLÂLİN GÖRÜLMESİ

İSLAM İLMİHALİ
Yedinci Bölüm:
ORUÇ
Dördüncü Konu:
ORUCUN RÜKÜN ve ŞARTLARI
     İbadetlerde "rükün", o ibadetin meydana gelmiş sayılabilmesi için bulunması zorunlu olan ana unsurlar demektir. Orucun rüknü, oruç süresince yeme içme ve cinsî ilişkiden uzak durma anlamına gelen "imsak"tir. Niyet de, aşağıda açıklanacağı üzere bazı mezheplerce rükün sayılmaktadır. Hangi durumlarda rüknün ihlâl edilmiş olacağı konusu, ileride orucun şartları ve orucu bozan davranışlar bahsinde ayrıntılı şekilde incelenecektir.
     İbadetin vücûb sebebi, o ibadetin mükellef tarafından bizzat yerine getirilmesi yükümlülüğünün başladığını gösteren maddî göstergelerdir (alâmet). Meselâ vaktin girmesi namaz yükümlülüğünün, zenginlik zekât yükümlülüğünün sebebi sayılmıştır. Orucun vücûb sebebi ise vakittir, yani ramazan ayının girmesidir. Buna göre, yükümlülük şartlarını taşıyan kimsenin ramazan ayına ulaşması oruç emrinin fiilen ona yönelmesi anlamına gelir. Vücûb sebebi tabiriyle kastedilen budur. Nitekim "... ramazan ayına yetişen onu oruçlu geçirsin" (el-Bakara 2/185) âyeti de bu yükümlülük-sebep ilişkisini göstermektedir.
     Namaz ibadetinde vakit, namazın hem vücûb sebebi hem de sıhhat şartı olduğundan onun sebep yönü üzerinde ayrıca durulmamıştır. Ramazan ayı ise, orucun sadece vücûb sebebi olduğundan ayrıca üzerinde durulmasına ihtiyaç vardır. Konuyu önemli hale getiren bir diğer sebep de ramazan ayının başlangıç ve bitişinin tesbitinin nasıl yapılacağı konusunun öteden beri tartışmalı oluşudur. Literatürde bu konu "rü'yet-i hilâl" yani hilâlin görülmesi meselesi olarak adlandırılır.

     A) HİLÂLİN GÖRÜLMESİ
     Kamerî aylar, adından anlaşıldığı gibi başlangıcı ve bitişi ayın hareketlerine göre belirlenen aylardır. Ramazan orucu, ramazan ayında tutulduğundan ve ramazan ayı da ay takvimine göre her sene değiştiğinden, oruca başlayabilmek için öncelikle, ramazan ayının başladığını tesbit etmek gerekmektedir. Peygamberimiz "Hilâli (ramazan hilâli) görünce oruca başlayınız ve hilâli (şevval hilâli) görünce bayram ediniz. Hava bulutlu olursa içinde bulunduğunuz ayı otuza tamamlayınız" buyurmuştur (Buhârî, "Savm", 5, 11; Müslim, "Sıyâm", 3-4, 7-10). Bir başka hadiste de "Hilâli görmedikçe başlamayınız, hilâli görmedikçe bayram etmeyiniz. Hava bulutlu olur da hilâli göremeyecek olursanız, ayı otuza tamamlayın" (Buhârî, "Savm", 11) buyurulmuştur. Bunun için şâban ayının 29. gününden itibaren hilâli görme araştırmaları yapmak gerekmiştir. Aynı şekilde, ramazan ayının çıkıp şevval ayının girdiğini anlamak, dolayısıyla bayram günü oruç tutmuş olmamak için bu defa ramazanın 29. gününden itibaren hilâl gözetlenir ve görülmeye çalışılır. Şâban ayının yirmi dokuzunda hava bulutlu olur da ay görülemezse, kamerî aylar bazan 29 bazan 30 çektiğinden, Peygamberimiz'in direktifi doğrultusunda şâban ayının otuz çektiği farzedilerek ona göre davranmak gerekir.
     Bir hadislerinde Peygamberimiz "Biz ümmî bir toplumuz; hesap ve okuma yazma bilmeyiz. Şunu biliriz ki ay, ya 29 ya 30'dur" (Buhârî, "Savm", 11,13; Müslim, "Sıyâm", 15; Ebû Dâvûd, "Savm", 4) buyurmuştur.
     Rivayet edildiğine göre Peygamberimiz hilâli gördüğü vakit ramazanın bereketli ve huzurlu geçmesi için dua ederdi.

     a) Hilâlin Görülme Vakti
     Hem güneş battıktan sonra daha kolay görüleceği, hem de hesabın netleşeceği düşüncesinden dolayı âlimlerin büyük çoğunluğu hilâlin gündüz değil, güneş battıktan sonra görülmesine itibar edileceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, İmam Muhammed, bir sonraki geceye ait olma ihtimalinden dolayı, zeval vaktinden önce veya sonra olmasına bakmaksızın, gündüzün görülen hilâl ile ramazan orucuna başlanamayacağı gibi ramazan orucunun bittiğine de hükmedilemeyeceği görüşündedir. Diğer mezheplerin görüşü de bu yöndedir. Ebû Yûsuf ise zevalden sonra görülecek hilâli sonraki geceye; zevalden önce görülecek hilâli ise, iki gecelik olmayan hilâlin zevalden önce görülemeyeceğine ilişkin cârî tecrübî bilgiye dayanarak, önceki geceye ait saymıştır.

     b) Rü'yet-i Hilâl Meselesi
     Rü'yet-i hilâl (hilâlin görülmesi) meselesi öteden beri üzerinde durulan ve sonu gelmeyen tartışmalara yol açan bir konudur. Tartışmanın esası şudur: Ramazan hilâlinin görülmesinde baş gözüyle görmeye mi itibar edilecektir, yoksa bu hususta astronomik hesaplara dayanmak câiz midir?
     Hilâlin, güneş battıktan sonra görülmesi, kamerî takvime göre içinde bulunulan ayın sonunu, bir sonraki ayın başlangıcını gösterir. Hilâl ilk doğduğunda çok ince olduğu ve çok kısa bir süre sonra kaybolduğu için, ilk günün hilâlini görmek büyük bir dikkat ve tecrübeyi gerektirir. O anda hafif bir sis bulunması durumunda hilâlin görülmesi mümkün olmaz. Bunun için Peygamberimiz bu gibi durumlarda içinde bulunulan ayı, otuz güne tamamlamayı emretmiştir.
     Dünyanın yuvarlak olması sebebiyle hilâlin bir yerde görülürken başka yerde görülmemesi mümkündür. Buna "ihtilâf-ı metâli" yani ayın doğuş yer ve vakitlerinin değişmesi denilir. Oruca başlarken, ihtilâf-ı metâlie itibar edilip edilmeyeceği hususunda Şâfiîler, ihtilâf-ı metâlie itibar edileceğini, dolayısıyla bir yerde görülen hilâlin oraya uzak yerler için geçerli olmayacağını söylemişlerdir. Şâfiîler'in bu konuda sağlam dayanakları bulunmamaktadır. Onlar ihtilâf-ı metâliin oruca başlamada dikkate alınmasını, güneşin hareketlerinin namaz vakitlerinin belirlemesinde dikkate alınmasına benzetmişlerdir: Namaz vakitleri belirlenirken nasıl güneşin hareketleri esas alınıyor ve meselâ akşam namazı her bölgede aynı anda kılınmıyor ise, oruca başlama vakti de böyle olabilir. Fakat bu oldukça isabetsiz bir benzetmedir. Çünkü; ayın bir aylık hareketi, güneşin bir günlük hareketine benzetilmektedir. İkincisi ihtilâf-ı metâli` dikkate alınacak olsa bile bu en fazla bir, çok istisnaî durumlarda iki günlük fark ortaya çıkaracaktır. Nitekim astronomik verilere göre ayın ilk kez görüldüğü yerle, buraya en uzak yerdeki görülüşü arasındaki süre farkı dokuz saatten ibarettir. Halbuki güneşin hareketinde, belki de her anına göre yüzlerce farklı anlarda, belki farklı bölgelerde günün her anında namaz kılınmış olmaktadır.
     Ulaşım ve iletişim imkânlarının son derece yavaş ve yetersiz olduğu dönemlerde, ihtilâf-ı metâliin dikkate alınması anlaşılabilir, izah edilebilir ve savunulabilir bir durum olsa bile iletişim imkânlarının son derece süratli olduğu günümüzde, böyle bir görüşün savunulması imkânsızdır. Kaldı ki, fakihlerin büyük çoğunluğu, ilk dönemlerden beri, ihtilâf-ı metâlie itibar edilmeyeceğini, bir yerde görülen hilâlin diğer yerler için de geçerli olacağını söylemişlerdir. Bu görüş, savunanlarının ve delillerinin güçlülüğü bir yana, bütün müslümanların aynı zamanda oruç tutmaları ve aynı zamanda bayram etmeleri sonucunu doğurduğu ve zâhiren de olsa bir birlik sağladığı için bile daha isabetli sayılmaya lâyıktır.
     Asıl tartışma astronomi ilminin verilerine göre hareket edilip edilmeyeceği noktasında toplanmaktadır. Bu konuda, astronomi ilminin verilerine itibar edilmeyeceğini savunanların argümanları oldukça zayıf görünmektedir. Bir kere, Peygamberimiz "Hilâli görünce oruç tutun..." dediğine göre, aslolan hilâlin görülmesidir; görmenin nasıl olduğu değil. Hadiste geçen rü'yet kelimesinin "baş gözüyle görmek" anlamına geldiğini iddia etmek ise bir zorlamadır; çünkü o kelimenin klasik Arapça'da anlamak, bilmek gibi anlamları vardır. Öte yandan, astronomik verilere itibar edilmeyişi, Peygamberimiz'in yukarıda geçen "Biz ümmî bir toplumuz, hesap, okuma yazma bilmeyiz" sözüne dayandırılıyorsa, bu takdirde, müslümanlar ne kadar cahil kalırlarsa o kadar iyi müslüman olurlar gibi bir anlam çıkarılması kaçınılmaz olur. Esasen Peygamberimiz'in bu sözü, o toplumun bilgi ve tecrübe birikiminin ince hesaplar yapmaya yetmeyeceğini, fakat bu işin özünde hesap meselesi olduğunu da göstermiş olmaktadır.
     Hz. Peygamber tarafından hilâlin çıplak gözle görülmesi gibi bir ölçünün getirilmiş olması, bu yöntemin kameri ayın başlangıç ve bitişini belirlemede yegâne yol olduğunu belirlemek için değil, belki de öteden beri kullanılagelen mûtat yol, her türlü şartta ve imkânsızlık içinde uygulanabilir bir yöntem olması sebebiyledir. İbadetlerin ifasında kolaylık esastır. İslâm'daki bütün ibadetlerin ortak özelliği, sade, kolay anlaşılır ve kolay tatbik edilebilir olmasıdır. Bu bakımdan İslâm'daki ibadetler, hiçbir uzmanlık ve bilim dalının gelişmediği toplumlarda bile, tarihte görüldüğü gibi, en sıradan insanlar tarafından bile kolaylıkla yerine getirilebilir. Sabah namazı kılacak olan kişi, kafasını uzatıp doğu tarafına baktığı zaman, güneşin doğup doğmadığını görebilir. Ama işin özü itibariyle yalın ve kolay olması, hiçbir zaman, bilimsel verilerin ve gelişmelerin dikkate alınmaması gerektiği anlamına çekilemez. Tam tersine bilimsel gelişmelerden, her konuda olduğu gibi, ibadetler konusunda yararlanmak gerekir.
     Günümüzde astronomi ilmi oldukça gelişmiş, ayın ve güneşin hareketlerinin hassas bir şekilde tesbiti mümkün hale gelmiştir. Artık ince astronomik hesaplar sayesinde, gelecek birkaç yıllık namaz vakitlerini gösteren takvimler bile hazırlanabilmektedir. Astronomik hesap, ayın çıplak gözle görülebilir olmasını esas aldığına göre, en doğrusu bu esasa göre hazırlanan takvimlere göre hareket etmektir. Bu konuda dünya müslümanları arasında devletler düzeyinde bir görüş birliğine varılıp, her yıl müslümanların lâhûtî bir atmosfere girmeye hazırlandıkları ramazan ayında onları tereddüte düşüren ve ibadet şevklerini kıran rü'yet-i hilâl tartışmasına bir son verilmesi günümüz müslümanlarının ortak dileğidir. Bu suretle, hiç değilse oruç ve bayram münasebetiyle bir birlik ve beraberlik içinde olunmuş, ideolojik söylemler için istismar edilen bir konu olmasının önüne geçilmiş, İslâm ülkelerinin anlamsız bir rekabet ve gruplaşma içine girmesi de önlenmiş olur.
     Klasik dönem fakihleri de, rüyet-i hilâl tartışmasını kesmek maksadıyla, kamu otoritesinin (hâkim) bu konudaki kararını herkes için bağlayıcı kabul etmişlerdir. Ülkemizde, her yıl yaşanan anlamsız ve lüzumsuz tartışmalara son vermek için, bu alanda kamu otoritesi sayılan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın astronomik veriler esas alınarak kabul ve ilân ettiği takvime uyulması en doğrusudur. Bu suretle müslümanlar arasında gereksiz yere oluşturulan gerginlik ve soğukluk ortadan kalkacak ve bayramın bütün ülkede aynı günde yapılmış olması, birlik ve beraberlik ruhunun kuvvetlenmesine katkıda bulunacaktır. Bununla birlikte, astronomik hesapla tatmin olmayıp hilâlin gözle görülmesi gerektiğini düşünenler, meseleyi tabii mecraından saptırmamak ve fitneye sebep olmamak şartıyla sadece kendi nefislerinde gözle görmeyi esas alarak davranabilirler. Unutmamalı ki müslümanlar arasında fitneye sebep veya alet olmak büyük günahtır. Kur'an diliyle ifade etmek gerekirse,"Fitne, savaştan (öldürmekten) bile kötüdür" (el-Bakara 2/191, 217).

8 Ocak 2013 Salı

HADİS-İ ŞERİFLER / RÜ'YETULLAH (ALLAH'IN GÖRÜLMESİ)

   K Ü T Ü B - İ    S İ T T E   

HADİS-İ ŞERİFLER
KIYAMET ve KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
Dördüncü Bab: RÜ'YETULLAH (ALLAH'IN GÖRÜLMESİ)

 1. (5157)-  Cerir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor:

     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir dolunay gecesi, aya baktı ve: "Siz, şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin)."
     Cerir der ki: "Resulullah, sonra şu ayeti okudu: "Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et!" (Taha 130).
     [Buhârî, Mevakitu's-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizî, Cennet 16, (2554).]

   AÇIKLAMA: 
  1- Sadedinde olduğumuz hadis, kıyamet günü mü'minlerin, Allah Teala'yı gözleriyle göreceklerini ifade ediyor. Rü'yetullah meselesi, ulema arasında derin tahlillere ve münakaşalara mevzu olmuş kelamî bir meseledir. Şu kadarını söyleyelim: Ehl-i Sünnet uleması ahirette Allah'ı mü'minlerin göreceği hususunda müttefiktir. Bu meselede, pek çok hadisten başka, Kur'an-ı Kerim'den de delil gösterilmiştir. "Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır, Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir)." (Kıyamet 22-23).
   Haricîler, Mu'tezile ve Mürcie'den bazıları "Görme işi, görülen şeyin mahluk olmasını bir mekan işgal etmesini gerektirir" mülahazasıyla rü'yetullahı inkar etmişler, mezkur ayette geçen "görecek" kelimesini "bekleyecek" diye te'vil etmişlerdir. Kendi görüşlerine delil olarak: "O'nu gözler idrak edemez" (En'am 103) ayetiyle, Hz. Musa hakkında söylenmiş olan "Sen beni göremeyeceksin" (A'raf 143) ayetlerini zikretmişlerdir. Ancak Ehl-i Sünnet, bu ayetlerin dünyadaki görmeyi nefyettiğini söyleyerek, onların iddiasına itibar etmemiştir.
   2- Hadiste geçen "sıkışıklığa düşmeyeceksiniz" tabiri, rivayetlerde farklı imlalarla gelmiştir. Hepsi, görme olacağını ifade etmede bütünleştiler. Söz gelimi hilalin görülmesi rahat değildir, bazıları zorlanır, belli noktalarda görüldüğü için tezahum ve sıkışıklık mevzu bahis olabilir. Halbuki dolunay görülmesi herkes tarafından, zahmetsizce vukua gelir, birbirlerini itmeye de gerek kalmaz. İşte kıyamette Rab Teala'nın görülmesi bu çeşitten bir görülmedir.

 2. (5158)-  Hz. Süheyb (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Cennetlikler cennete girince Allah Teala hazretleri: "Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim!" buyurur. Cennetlikler: "Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi cennete koymadın mı? Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)" derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir."
     Süheyb der ki: "Resulullah bu sözlerinden sonra şu ayeti tilavet buyurdular.(Mealen): "İyi iş, güzel amel yapanlara, daha güzel iyilik bir de ziyade vardır" (Yunus 26).
     [Müslim, İman 297, (181); Tirmizî, Cennet 16, (2555).]

 3. (5159)-  Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor:
     "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a: "Sen Rab Teala'nı hiç gördün mü?" diye sordum. "Nurdur, ben O'nu nasıl görürüm" buyurdular."
     [Müslim, İman 291, (178); Tirmizî, Tefsir, Necm, (3278).]

   AÇIKLAMA: 
     Nevevî, bu hadisin manasını şöyle tavzih eder: "Bunun manası: "O'nun hicabı (perdesi) nurdur, O'nu ben nasıl görebilirim?" demektir. İmam Ebu Abdillah el-Mazirî de: "...manası: "Nur, görmede bana mani oluyor, tıpkı herkes için olduğu gibi: Işık gözü kamaştırır, bakanla, araya girdiği eşyanın bakan tarafından görülmesine mani olur" demektir."
     Müslim'in bir rivayetinde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Zerr'in "Rabbini gördün mü?" sorusuna verdiği cevap "Bir nur gördüm" şeklindedir. Bunu şarihler: "Ben, nur gördüm o kadar, başka bir şey görmedim" şeklinde tavzih ederler.
     İki rivayet zahirde zıt gibi görünür ise de, aslında böyle bir zıddiyet yoktur. Aynı manada birleşirler. Çünkü birincide kastedilen, gözün görmekten aciz kalacağı baskın nurdur. Resulullah bunu göremediğini ifade buyurmaktadır. İkinci nur, birinci perde olan, görülebilecek bir nurdur. Resulullah bu perde nuru görmüştür. Nitekim gece karanlığında bakılınca karşıdan bize ışık tutulsa ışığı görürüz, ancak gerisini göremeyiz.
     Allah'ın nura nisbetini ifade eden nassları te'vil ederek anlamaya çalışan bir kısım alimler, "Allah semavat ve arzın nurudur" ayeti ile, Allah'ı nur olarak ifade eden diğer hadisleri "Allah nurun halıkıdır" şeklinde bir te'vile tabi tutarlar. Bunlara göre Allah'a nur demek, teşbih olmaktadır. Zira, nur, bir nevi cisimdir. Halbuki Allah لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ dir. Yani "Onun bir benzeri yoktur."
     Mevzu, müteakip hadiste daha da açıklığa kavuşacak.

 4. (5160)-  Mesruk rahimehullah anlatıyor:
     "Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'ye dedim ki: "Ey anneciğim! Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) Rabbini gördü mü?" Bu soru üzerine: "Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur. Şöyle ki: Kim sana: "Muhammed Rabbini gördü" derse yalan söylemiş olur. (Hz. Aişe bu noktada, sözüne delil olarak) şu ayeti okudu. (Mealen): "Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder" (En'am 103).
     Devamla dedi ki: "Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira ayet-i kerimede (mealen): "Hiçbir nefis yarın ne kesbedeceğini bilemez" (Lokman 34) buyrulmuştur.
     Kim sana Muhammed'in vahiyden bir şey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü ayet-i kerimede (mealen): "Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın" (Maide 67) buyrulmuştur. Lakin Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Cibril'i (suret-i asliyesinde) iki sefer görmüştür."
     [Buhârî, Tefsir, Maide 7, (Bed'ül-Halk 6, Tefsir, Necm 1, Tevhid 4; Müslim İman, 287, (177); Tirmizî, Tefsir, En'am (3070).]

   AÇIKLAMA: 
     Bu hadis, bazı tariklerinde şöyle başlar: "Mesruk der ki: "Ben Hz. Aişe'nin yanında dayanmış duruyordum. Bana: "Ey Ebu Mesruk! Üç söz vardır, kim onlardan birini söylerse, Allah'a en büyük iftirayı yapmış olur..." dedi.
     Hz. Aişe Allah hakkında en büyük iftira olarak tavsif ettiği sözleri yukarıda kaydettiğimiz üzere teker teker sayar ve onların butlanını gösteren ayetleri zikreder.
     Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin cedelî üslubundan, bu üç iddianın, daha onun zamanında piyasada tedavül ettiğini ve meselelerin münakaşa edilmeye başlandığını anlamaktayız. Hadisin Teysir'e intikal eden veçhinde yok ise de, başka vecihlerinde bu meselelerden bazısına, Mesruk'un, mukabil ayet okuyarak itiraz ettiğini görmekteyiz. Mesela, Hz. Aişe'nin: "O'nu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder" ayetiyle delillendirdiği, "Allah'ın görülemeyeceği" fikrine karşı şöyle der:
     "Ey mü'minlerin annesi! Bana mühlet tanı, beni fazla sıkıştırma. Allah Teala hazretleri: "Yemin olsun ki, peygamber onu apaçık ufukta gördü" (Tekvir 23); "Yemin olsun ki, onu başka bir inişte de gördü" (Necm 13) buyurmadı mı?" dedim. Hz. Aişe de: "Bu ümmetten, o meseleyi Resulullah'a ilk soran ben oldum. Aleyhissalâtu vesselâm: "O Cibril'dir. Ben onu bu iki defadan başka halkedildiği şekilde görmedim. Onu, semadan inerken vücudunun büyüklüğü arz ile sema arasını kaplamış olarak gördüm" buyurdular" der.
     Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'dan gelen bazı rivayetler de meselenin o zaman ciddi şekilde münakaşa edildiğini gösterir. Bir rivayette İbnu Ömer'in, Abdullah İbnu Abbas'a adam göndererek "Muhammed Rabbini gördü mü?" diye sordurduğunu, İbnu Abbas'ın da: "Evet!" diye cevap verdiğini, bir başka rivayette İbnu Abbas'ın: "(Ateşte yanmayan) hulle ile Hz. İbrahim'in, kelam (Allah'la konuşma) ile Hz. Musa' nın, rü'yet (Allah'ı görmek) ile de Hz. Muhammed'in mümtaz kılınmasına hayret mi ediyorsunuz? [Allah Teala hazretleri] İbrahim'i hulle ile, Musa'yı kelamla, Muhammed'i de rü'yetle seçkin kıldı" dediğini görmekteyiz.
     İbnu Abbâs, bu ifadelerinde "görme" hadisesini mutlak bırakmıştır. Yani bu ifadelerde Resûlullah'ın Cenab-ı Hakk'ı "gözleriyle" gördüğü manası da mevcuttur. Halbuki, yine İbnu Abbas'tan bize nakledilen bazı rivayetlerde bu görme hâdisesi "gözle" değil "kalble" vuku bulmuştur. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde "Onun gördüğünü kalb yalan çıkarmadı.. Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında gördü" (Necm 11-14) âyeti hakkında şöyle demiştir: "O, Rabbini kalbiyle iki sefer görmüştür." Bir başka tarikte "O'nu kalbiyle gördü" demiş, bir başka rivayette "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Rabbini gözüyle görmedi, bilakis kalbiyle gördü" diye ısrar etmiştir.
     Alimler, bu meselede Hz. Aişe'nin nefyi ile İbnu Abbas'ın isbatını şöyle te'lîf ederler: "Nefiy gözle görmekle ilgilidir, isbat ise kalble görmekle ilgilidir." Ve derler ki: "Kalble rü'yetten maksad, kalbin hakiki görmesidir. Sadece ilim husulü değildir. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Allah'ı her an bilmekte idi. Öyleyse, rü'yeti isbattan maksad, Allah'ı kalbi ile görmesidir. Ona hâsıl olan rü'yet, kalpte yaratılmış olan rü'yettir, tıpkı diğer insanlara gözde yaratılan rü'yet gibi. Rü'yet (görme) hâdisesi ise, her ne kadar âdeten gözde yaratılması câri ise de, hadd-i zâtında, aklen husûsi bir şarta bağlı değildir."
     İbnu Hacer, mevzuyu, önceki hadisin şerhi zımnında kaydettiğimiz rivayetleri de zikrederek tahlile şöyle devam eder: "İbnu Huzeyme kuvvetli bir senetle Hz. Enes'ten: "Muhammed Rabbini gördü" rivayetini kaydeder. Müslim'de Ebu Zerr rivayeti olarak, onun Resûlullah'a bu hususta sorduğu, Resûlullah'ın: "Nurdur, nasıl görebilirim?" dediği kaydedilmiştir. Ahmed'de yine Ebu Zerr'den: "Bir nur gördüm" cevabını aldığını, İbnu Huzeyme'de Ebu Zerr'in: "Allah'ı kalbiyle gördü, gözüyle görmedi" dediği kaydedilmiştir. Böylece, Ebu Zerr'in Nur'u zikirdeki gayesi açıklık kazanmaktadır: "Nur, Resûlullah'ın, Allah'ı gözüyle görmesine mâni olmuştur."
     İbnu Hacer devamla der ki: "Kurtubî, el-Müfhim'de, "Bu meselede tevakkuf etmek gerekir" diyenlerin görüşünü tercih eder. Bu görüşü birkısım muhakkiklere nisbet eder ve: "Bu babta kesin bir delil yok" diyerek mezkur görüşü takviye eder ve devamla der ki: "Her iki görüş sahiplerinin istidlalde kullandıkları deliller zahirde müteârızdırlar ve te'vile kâbildirler. Mesele ise, amelî meselelerden değil ki, zannî delillerle iktifa edilsin. Bu mesele akideye girmektedir. Akide hususunda katî delillerle istidlâl edilir. İbnu Huzeyme, Kitâbu't-Tevhîd'de rü'yetin isbatını tercih etmiş, bu hususta istidlal için sözü uzatmıştır. Onu burada zikretmeyeceğiz. İbnu Abbâs'tan vârid olan görüşü, "rü'yet iki sefer vaki oldu, biri kalbiyle" diye te'vil eder. Bu hususta kaydettiğim seni iknaya yeterlidir."
     İbnu Hacer, Ahmed İbnu Hanbel'in de rü'yeti isbat edenlerden olduğuna dair rivayet geldiğini kaydeder, ancak bunun bir rivayet hatası olduğuna dair yapılan açıklamaları da kaydeder.
     Rü'yetin sübutuna meyleden Nevevî der ki: "Hz. Aişe, rü'yeti merfu bir hadise dayanarak reddetmiyor, eğer nezdinde bu hususta bir rivayet olsaydı onu zikrederdi. İstinbatını, ayetin zâhirinden zikrettiği manaya dayandırmıştır. Halbuki bu meselede sahâbeden birkısmı kendisine muhalefet etmiştir. Usul kâidesine göre, sahâbeden biri bir hükme varır, diğer bir sahâbe de ona muhalefet ederse, onun bu sözü kesin, bağlayıcı bir hüccet olmaz."
     İbnu Hacer, Nevevî'nin bu sözünü kaydettikten sonra, bunu nasıl söylediğine hayretini ifade eder ve Hz. Aişe'nin, Müslim'de gelen ve biri şu açıklamamızın baş tarafında kaydettiğimiz rivayet (*)olmak üzere kaydettiği birkaç rivayetle, Hz. Aişe'nin bu meselede Resûlullah'ın açıklamasına dayandığını belirtir.
     Hadiste mevzu edilen bu husus, Resûlullah'ın Cebrail aleyhisselâm'ı fıtrî ve aslî hüviyetiyle iki sefer görmesidir. Bunun biri yeryüzünde vukûa gelmiştir. Vahyin bidayetlerinde, yukarı ufukta, arz ve sema arasını dolduran bir azamette görmüştür. İkincisi ise, Mîraç sırasında, Sidretü'l-Münteha'nın yanında vukûa gelmiştir.
______________
(*) Mezkur rivayette, Hz. Aişe, sorusu üzerine Mesrûk'a: "Bu ümmetten, o meseleyi Resûlullah'a ilk soran ben oldum. Aleyhissalâtü vasselâm : "O, Cibril'dir!.." buyurdular" demiştir.

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...