17 Şubat 2013 Pazar

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET - 2

İHLÂS VE NİYET
GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE, SÖZLERDE VE HALLERDE
İYİ NİYET VE İHLÂS (2)

     2. Mü’minlerin annesi Ümmü Abdullah Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 
     — Bir ordu Kâbe’ye saldırmak üzere yola çıkacak; bir çöle geldiklerinde baştan sona bütün ordu yere batacaktır.”
     Hz. Âişe der ki, bunun üzerine ben, Yâ Resûlallah, onların arasında ticaret için yola çıkanlar ve kötü niyetli olmayanlar varken niçin hepsi birden yere batacaktır? diye sordum. 
     Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
     — Hepsi birden yere batacak, âhirette yeniden diriltilip niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir” buyurdu.
     Buhârî, Büyû` 49; Hac 49, Müslim, Fiten 4-8. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 21; Nesâî, Menâsik 112; İbni Mâce, Fiten 30 
     Hz. Âişe
     Hz. Âişe, Peygamber Efendimiz’in eşi ve onun en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir’in kızıydı. Âişe-i sıddîka diye tanındı. Annesi Ümmü Rûmân, Peygamber Efendimiz’in çok değer verdiği bir hanımdı.
     Hz. Âişe, Efendimiz’e peygamberlik geldikten 4 yıl sonra Mekke’de doğdu. Peygamber Efendimiz’e rüyasında bir meleğin 2-3 defa “Bu senin hanımındır” diye Hz. Âişe’yi göstermesi üzerine, Efendimiz onunla Medine’de, hicretin ikinci yılında evlendi.
     Hz. Âişe Mescid-i Nebevî’ye bitişik 6 arşın genişliğindeki küçücük bir eve gelin geldi. Evinin kapısı Mescid’e açıldığı için Peygamber Efendimiz’in bütün sohbetlerini, vaaz ve hutbelerini dinlerdi. Mükemmel zekâsı, kuvvetli hâfızası ve güzel konuşmasıyla Peygamber Efendimiz’in takdirini kazanmıştı. Bu sebeple Efendimiz onunla konuşmaktan, bitip tükenmeyen sorularına cevap vermekten zevk duyardı.
     Peygamber Efendimiz’in evlendiği hanımlardan bâkire olan sadece Hz. Âişe’ydi. Hanımları içinde Hz. Hatice’den sonra en fazla onu severdi.
     Resûl-i Ekrem ile 8 yıl evli kalan Hz. Âişe’nin hiç çocuğu olmadı. Hadisimizde geçen Abdullah’ın annesi anlamındaki Ümmü Abdullah künyesini ona Peygamber Efendimiz verdi. Zira Araplarda kadın, erkek herkes bir künye alırdı. “Teyze anne sayılır” buyuran Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, ona kız kardeşi Esmâ’nın oğlu Abdullah İbni Zübeyr’den dolayı bu künyeyi verdi. Peygamber Efendimiz onun odasında vefat ettiğinde Hz. Âişe daha 18 yaşındaydı.
     Geceleri namaz kılar, çoğu zaman oruç tutardı. Öksüz ve yetimleri himâye edip yetiştirir, sonra da onları evlendirirdi.
     Tekrarlarıyla birlikte 2210 hadis rivayet etmiş olan Hz. Âişe, sahâbe arasında en çok hadis bilen yedi kişiden biriydi. Kur’ân-ı Kerîm’i bütün incelikleriyle anlar ve tefsir ederdi. Arap şiirini ve soy bilgisi demek olan ensâp ilmini de çok iyi bilirdi. Kur’ân-ı Kerîm’i, hadîs-i şerîfleri, kısaca İslâmiyet’i pek çok insana öğretti.
     Hz. Peygamber’in vefatından sonra 47 yıl daha yaşadı. Hicretin 58. yılında, tıpkı Peygamber Efendimiz gibi 63 yaşında iken Medine’de vefat etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Hadîs-i şerîfte, Kâbe’yi yıkma niyetiyle yola çıkan bir ordunun başına gelecek felâket haber verilmektedir. Bu çirkin olay, hamd olsun henüz meydana gelmedi; fakat Beytullah dediğimiz bu Allah Evi, bugüne kadar birçok defa saldırıya uğradı. Bu olaylardan biri Emevîlerin ilk yıllarında cereyan etti:
     Hz. Âişe’nin yeğeni Abdullah İbni Zübeyr, hicretin 72. yılında Emevîlere karşı halifeliğini ilân ederek Harem-i şerîfe sığındı. Emevîlerin vali ve kumandanlarından Haccâc-ı Zâlim Mekke’yi kuşattı ve Kâbe’yi mancınıkla taşa tuttu. Abdullah İbni Zübeyr arkadaşlarıyla birlikte onlara karşı kahramanca savaşarak hicretin 73. yılında şehid düştü. 
     Bir diğer Kâbe tahribi olayı, hicretin dördüncü asrında Karmatîler tarafından yapıldı. Suûdî Arabistan’daki Ahsâ’da müstakil bir devlet kurmuş olan bu insafsız insanlar, 317 (929) yılında Kâbe’yi tavaf eden birçok müslümanı kılıçtan geçirerek Hacer-i esved’i yerinden söktüler ve alıp memleketlerine götürdüler. Yirmi yıl sonra tekrar getirip yerine koydular. 
     Allah Teâlâ’nın Kâbe’ye fillerle saldıran Ebrehe ordusunu nasıl perişan ettiği Fil sûresinde anlatılmakta, ileride meydana geleceği anlaşılan bu olayda da Kâbe’yi koruyacağı görülmektedir. Fakat kıyamet yaklaştığı zaman bu mübarek binanın artık korunmayacağı, “Habeşlilerden ince bacaklı bir adamın Kâbe’yi harap edeceği” güvenilir hadîs-i şerîflerde belirtilmektedir (Buhârî, Hac 47, 49; Müslim, Fiten 57-59).
     Kâbe’yi yıkmaya gelen ordunun batacağı yer belli değildir.
     Hâtıra bir soru gelmektedir: Kâbe’ye bir kötülük düşünmeyen bazı suçsuz insanlar niçin yere batırılacaktır?
     Bunun cevabı şudur: Öyle günâhlar vardır ki, onların cezası sadece yapanlara değil, o günâhın yapılmasına göz yuman kimselere de erişir. Şu hâlde her koyun kendi bacağından asılır, diye düşünmemeli, hadîs-i şerîfte haber verilen cinsten bir belâ ile karşılaşmamak için kötülüklere aslâ göz yummamalı, meydan kötülere bırakılmamalıdır. Şayet kötülere engel olunamıyorsa, onlardan süratle uzaklaşılmalıdır.
     Hadisimizin hatırlattığı önemli konulardan biri, kötülerin yanında bulunmanın sakıncalarıdır. Bu sakıncaların en önemlisi, onların fenalıklarının tıpkı bir hastalık gibi etraftakilere bulaşmasıdır.
     Ayrıca iyi kimseleri kötülerle birlikte görenler, kötülerin yaptığı fenalığın önemsiz olduğunu zannederler. Daha da beteri, fenaların başına gelecek ceza, hadiste belirtildiği gibi, onların yanında bulunanları da yakıp kavuracaktır. Şu âyet-i kerîme zâlimlerden uzak durma gereğine işaret etmektedir:
     “Aranızdan sadece zâlimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının!” [Enfâl sûresi (8), 25]. 
     Ne var ki, kötüleri uyarmak da bir görevdir. Ahlâkı güzel, dinî bilgisi mükemmel olan kimseler onların yanına gitmeli ve kendilerine iyiyi, doğruyu ve güzeli anlatmalıdır.
     Hâtıra gelen sorulardan biri de şudur:
     İleride olacak hâdiseleri, yâni gaybı yalnız Allah bildiği hâlde, kıyamete yakın meydana gelecek bu olayı Hz. Peygamber acaba nereden öğrendi?
     Bu sorunun cevabı bir âyet-i kerîmede şöyle verilmektedir: “Görünmeyeni (gaybı) bilen Allah’tır. O sırlarını kimseye bildirmez. Ancak bu sırları dilediği peygamberine haber verir” [Cin sûresi (72), 26-27]. Demekki bu hâdiseyi Peygamber Efendimiz’e Allah Teâlâ bildirmiştir.
     Hadisimizin bize öğrettiği hususlardan biri de mâbed düşmanlarının hiç bir zaman eksik olmayacağı, her devirde değişik tahrip silahlarıyla ve değişik görünümlerde ortaya çıkacağıdır. Biz bütün mescidlere, câmilere Allah’ın evi deriz. Bütün mâbedlerin kıblegâhı olan Kâbe ise en büyük Beytullah’tır. Onu yok etmeyi aklına koyanlar eksik olmadığına göre, diğer mâbedlerin düşmanları her devirde çıkacaktır.
     Hadîs-i şerîfte asıl anlatılmak istenen husus, niyetin önemidir. Kâbe’yi yıkmaya gidenlerin arasında mâsum kimseler bulunabilir. Bunların bir kısmı savaşa zorla götürülmüş olabilir. Bir kısmı da başka bir yere giderken onlara rastlamış olabilir. Kötülük yapmayı düşünmediği hâlde kötülerin arasında bulunan kimselerin dünyadaki cezası, onlarla birlikte yok olmaktır. Âhirette ise niyetlerine göre hesaba çekileceklerdir. Şayet niyetleri kötü ise cehenneme, iyi ise cennete gideceklerdir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Ameller, niyetlere göre değer kazanır. Bir işi iyi niyetle yapanlar, onun mükâfatını görürler. Kötü bir işi istemeden yapanlar ise, kötü niyetli olmadıkları için, cezaya çarptırılmazlar. 
2. Zâlimlerin ve günahkârların arasında bulunmak, onların sayısını çok gösterir, taraftarlarının artmasına yol açar.
3. Zâlimlerden uzak durmayanlar, onların başına gelecek cezaya da ortak olurlar. 
     3. Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Mekke fethinden sonra artık hicret yok; fakat cihad ve niyet vardır. Allah yolunda savaşa çağırıldığınız zaman hemen katılın.” Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 45, Cihâd 1, 27, 184; Müslim, Hac 445, İmâret 85. Ayrıca bk. Tirmizî, Siyer 32; Nesâî, Bey`at 15 

     Açıklamalar
     İslâmiyet’in ilk yıllarında, Mekke’de, müslümanlara hayat hakkı tanımak istemeyen müşrikler, onlara pek ağır işkenceler yapıyorlardı. Bu işkencelere dayanamayan bazı müslümanlar Allah’ın emirlerini gönül huzuruyla yaşayabilmek için kendi yurtlarını, yuvalarını terkettiler. Peygamber Efendimiz’in buyruğu üzerine Habeşistan’a hicret ettiler. Daha sonraki yıllarda Medine, müslümanların huzurla yaşayabileceği bir barınak hâline gelince, Efendimiz oraya hicret edilmesini tavsiye etti. Bir müddet sonra kendisi de oraya göçtü. Medine huzurlu bir İslâm diyarı olmakla beraber, burada bir İslâm devletinin kurulması ve yaşatılması için oradaki müslümanların sayısı yeterli değildi. Başka yerlerde bulunan müslümanların Medine’ye gelmesi bu bakımdan zorunlu idi.
     Hicretin 8. yılı Ramazan ayında (Aralık 630) Mekke fethedilip de İslâm güneşinin ilk doğduğu bu mübarek şehir İslâm diyarı olunca, artık oradan Medine’ye hicret etmenin bir mânası kalmadı. Zira müslümanların yıllarca korkulu rüyası olan Mekkeliler Hak dini kucaklamak zorunda kaldılar. Müslümanlara zararı dokunabilecek kimseler ortadan kalkınca Resûl-i Kibriyâ da Mekke’den hicret etme işini durdurdu. Böylece bu mübarek diyarın, dünya durdukça İslâm ülkesi olarak kalacağına da işaret etmiş oldu.
     Mekke’nin fethi hem İslâm tarihi hem de İslâm’ın yaşanması bakımından önemli bir başlangıç oldu. O tarihten itibaren müslümanlar güçlendiği için Medine’ye Hz. Peygamber’in yanına gelerek ona destek olmaya gerek kalmadı. Hadîs-i şerîfteki “Fakat cihad ve niyet vardır” ifadesi müslümanların hicret sonrası yeni görevlerini belirlemektedir. Bu da İslâm’ı ve müslümanları kalkındırmak için bir taraftan düşmanlarına karşı mücâdele vermek, cihad arzu ve aşkını devamlı canlı tutmak, bir taraftan da İslâm’a hizmet etme ve Allah rızasını kazanma niyetiyle, uzak diyarlara giderek ilim tahsil etmektir. Cihad ruhuyla yetişen müslüman, “Haydin savaşa” dendiği zaman korkup kaçmayacaktır. Allah’ın rızasını elde etmek için bir nevi geçici hicret olan savaşa koşarak gidecektir.
     Bütün çabalara rağmen İslâm yurdundaki kötülere ve kötülüklere karşı başarı elde edilemiyor, dinin buyrukları yaşanamıyorsa, o takdirde hicret yine gündeme gelir. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Tövbe etme zamanı sona ermeden hicret etme zamanı da sona ermez. Tövbe ise güneş battığı yerden doğuncaya kadar devam eder” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Cihâd 2; Ahmed İbni Hanbel, Müsned, IV, 99). Demek oluyor ki, hayat devam ettiği sürece ihlâs, samimiyet ve iyi niyet devam edecektir. İnsan bu özellikleri hiçbir zaman bırakmayacaktır. Gerektiğinde Allah uğrunda canla başla hizmet edecektir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Mekke fethedildikten sonra Medine’ye hicret etme mecburiyeti kalkmıştır.
2. Bir ülke İslâm diyarı olunca, orayı bırakıp başka yere gitmemelidir. Orada kalıp kötülerle ve kötülüklerle savaşılmalıdır. Bu da bir fayda sağlamıyorsa, İslâmiyet’in rahatça yaşanacağı bir yere hicret edilebilir.
3. Müslümanların, cihad aşkını hep canlı tutmaları, savaşa çağırılınca koşarak gitmeleri gerekir.
4. Yaşadığı yerden ayrılarak ilim tahsil etmek için başka yerlere ve ülkelere giden müslüman, hicret etmiş gibi sevap kazanır.

     4. Ebû Abdullah Câbir İbni Abdullah el-Ensârî radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
— Bir defasında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bir gazvede bulunuyorduk. Buyurdu ki:
— Hastalıkları yüzünden Medine’de kalan öyle kimseler var ki, siz bir yolda yürüdüğünüz veya bir vâdiyi geçtiğinizde, onlar da sizinle birlikte gibidir.”
     Bir başka rivayete göre:
— Sevap kazanmada size ortak olurlar” buyurdu. (Müslim, İmâre 159)

     Câbir İbni Abdullah
     Hicretten 16 yıl önce Medine’de doğdu. Babası Uhud Gazvesi’nde ilk şehid düşen sahâbî Abdullah İbni Amr İbni Harâm’dır. Babası hayatta iken 9 kız kardeşine bakmak için savaşlara katılamamıştı. Babasının vefatından sonra Peygamber Efendimiz’le birlikte 19 gazvede bulundu. Câbir radıyallahu anh, İkinci Akabe bîatına katılan 70 kişilik heyetin en küçük üyesiydi.
     Peygamber Efendimiz Câbir’i çok severdi. Zaman zaman onu devesinin arkasına bindirir, hastalandığında ziyaretine giderdi. Babası geride bir hayli borç bırakarak şehid olduğu zaman Câbir bu borçları ödemekte zorluk çekti. Çoğu yahudi olan alacaklılar borcunu hemen ödemesini istiyorlardı. Fakat onun hurma bahçelerinden başka geliri yoktu. Üstelik o yıl mahsul de azdı. Resûl-i Ekrem Efendimiz toplanan hurmaları öbekler halinde yığdırdı. Mübarek eline ölçeği alarak herkese alacağını vermeye başladı. Fahr-i Cihân Efendimiz’in bir mûcizesi olarak Câbir’in bütün borçları ödendiği gibi hurmaların hiç eksilmediği görüldü.
     Zâtürrikâ Gazvesi’nden dönerken Efendimiz onunla sohbet etti. Yeni evlendiğini, birçok borcu bulunduğunu öğrenince devesini kendine satmasını istedi. Uzun bir pazarlıktan sonra, Medine’ye varınca teslim etmek şartıyla Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Câbir’den devesini satın aldı. Câbir deveyi teslim etmek üzere getirdiğinde, Resûlullah Efendimiz ona olan borcunu ödedikten başka deveyi de kendisine hediye etti. Efendimiz’in bu eşsiz yardım şekli ashâb-ı kirâmı duygulandırdı. Bu olay daha sonraları deve gecesi anlamında Leyletü’l-baîr diye anıldı. Resûl-i Kibriyâ o gece Câbir için 25 defa istiğfâr etti.
     Binden fazla hadis rivayet ettikleri için “müksirûn” diye anılan yedi sahâbîden biri olan Câbir radıyallahu anh, mükerrerleriyle birlikte 1540 hadis rivayet etmiştir. Bizzat kendisinin Hz. Peygamber’den duymadığı bir hadisi ashâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Üneys’in bildiğini haber aldı. Bu hadis, üzerinde mazlum hakkı bulunan kimsenin cennete giremeyeceğine dairdi. Câbir bu hadisi Peygamber Efendimiz’den duyan ilk ağızdan bizzat işitmek istedi. Fakat bu sahâbî Şam’a yerleşmişti. Câbir yılmadı. Bir deve satın alarak Medine’den yola çıktı. Bir ay süren uzun bir yolculuktan sonra Şam’a vardı ve hadisi Abdullah İbni Üneys’e sorarak öğrendi.
     Hayatının sonlarına doğru gözlerini kaybetti ve 78 (697) yılında 94 yaşında Medine’de vefat etti. Medine’de en son vefat eden sahâbî Câbir İbni Abdullah idi.
     Allah ondan razı olsun.

     5. Enes radıyallahu anh şöyle dedi:
— Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Tebük Gazvesi’nden döndüğümüz sırada şöyle buyurdu:
— “Medine’de bizden geride kalan öyle kimseler vardır ki; bir dağ yoluna, bir vâdiye girdiğimizde onlar da bizimle yürüyormuş gibi sevap kazanırlar. Çünkü onları birtakım mâzeretleri alıkoymuştur.”
     Buhârî, Megâzî 81, Cihâd 35. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihad 19; İbni Mâce, Cihâd 6

     Enes İbni Mâlik
     Medineli olan Enes daha on yaşında bir çocukken Resûl-i Ekrem Efendimiz bu güzel şehre hicret etti. Annesi Ümmü Süleym, onu elinden tutarak Resûlullah Efendimiz’e getirdi. Enes’in iyi bir çocuk olduğunu söyleyerek onu Efendimiz’in hizmetine verdi. Enes akşama kadar Peygamber Efendimiz’in yanında bulunur, akşam olunca da Kuba’daki evlerine giderdi. Efendimiz’in yanında pek çok savaşa katıldı.
     Peygamber Efendimiz çok zeki bir çocuk olan Enes’i pek severdi. Enes’in söylediğine göre kendisine “oğulcuğum!” diye seslenir, onu hiç azarlamaz, döğmez, beğenmediği bir iş yapsa bile, “Bunu niçin yaptın?” demezdi. Zaman zaman ona “iki kulaklı” anlamında “Zül üzüneyn” diye takılırdı.
     Hz. Peygamber Enes’e uzun ömürlü, çok çocuklu ve varlıklı olması, Allah Teâlâ’nın onu cennetine koyması için dua etti. Efendimiz’in duası aynen gerçekleşti. Enes yüz yılı aşkın bir hayat sürdü. Pek çok çocuğu, torunu ve serveti oldu.
     Resûl-i Ekrem’den duyup öğrendiği, mükerrerleriyle birlikte 2286 rivayetle en çok hadis bilen yedi sahâbînin üçüncüsü idi. Okuma yazması olduğu için duyduğu hadisleri yazardı. Bu rivayetleri Medine’de ve daha sonra yerleştiği Basra’da yüzlerce talebesine öğretti.
     Peygamber Efendimiz’i en iyi tanıyanlardan biri olduğu için, tıpkı Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem gibi yaşar, onun gibi namaz kılardı. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz’e ait bir çubuğu ve onun bir saç telini hep yanında taşırdı. Öldüğü zaman bu çubuk, vasiyeti üzerine, kabirde yanına, Efendimiz’in saç teli de dilinin altına kondu.
     Enes’in annesi Ümmü Süleym ile üvey babası Ebû Talha, ileri gelen ashâb-ı kirâmdandı. Peygamber Efendimiz onların evine sık sık uğrar, orada nâfile namaz kıldırır, Ümmü Süleym’in yemeğini yer, evlerinde öğle uykusuna yatar, onlara hayır dua ederdi.
     Enes hicretin 93. yılında, 103 yaşında Basra’da vefât etti.
     Allah ondan razı olsun.

     Açıklamalar
     Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hicretin 9. yılında yapılan Tebük Gazvesi’nden dönerken söylediği bu hadîs-i şerîf, niyet ve ihlâsın önemini belirtmektedir.
     Asr-ı saâdette bir savaş çıktığı zaman, bütün sahâbîler o savaşa katılmak için can atardı. Herkes kendi imkânlarıyla veya varlıklı müslümanların yardımlarıyla savaşa hazırlanırlardı. Maddî imkânsızlıkları yüzünden savaşa katılamayanlar, büyük bir sevaptan mahrum kaldıklarını düşünerek üzülür, gözyaşı dökerlerdi. Bu defa da öyle olmuştu. Resûl-i Kibriyâ’nın bu son gazvesine gidemeyenler hep İslâm ordusunu düşünmüşler, savaşa katılan bahtiyarların arasında olmayı hayâl etmişlerdi.
     Her iki hadîs-i şerîfte de, hastalıkları veya başka mâzeretleri yüzünden savaşa katılamayan bazı müslümanların, savaşa katılan mücâhidler gibi sevap kazanacakları ifade buyurulmaktadır. Zira ellerinden gelseydi onlar da savaşa gidecekler, nice eziyetlere katlanacaklar, hatta canlarını Allah yolunda seve seve vereceklerdi.
     Nisâ sûresinin 95. âyetinde, bütün imkânlarını ortaya koyarak Allah yolunda savaşan kimselerle, özürleri bulunmadığı halde savaşa gitmeyip evlerinde oturanların bir olmadığı söylenmekte, savaşanların ötekilerden üstün sayıldığı belirtilmektedir. Bu âyet-i kerîme, hadisimize ters düşmemektedir. Zira âyette mâzeretsiz olarak savaşa gitmeyenlerden, burada ise mâzereti sebebiyle savaşa gidemediği için üzülüp ağlayan mücâhid ruhlu yiğitlerden söz edilmektedir. İki grup arasında dağlar kadar fark vardır.
     Allah yolunda cihad etmek, şehâdet şerbetini kana kana içmek arzusuyla yanıp kavrulduğu halde, maddî ve bedenî güçsüzlük yüzünden buna imkân bulamayanları, korkaklık, tenbellik veya rahatına düşkünlük gibi sebeplerle savaştan kaçanlardan ayıran husus, niyet, samimiyet ve ihlâstır. İnsanı Allah katında değerli kılan işte bu özelliklerdir.

     Hadislerden Öğrendiklerimiz
1. Allah yolunda savaşan kimsenin attığı her adım, yaptığı her davranış ona sevap kazandırır.
2. Allah katında makbul olan bir işi imkânsızlıkları sebebiyle yapamayanlar, onu yapmayı ihlâs ve samimiyetle arzu ettikleri takdirde, yapmış gibi sevap kazanırlar.

15 Şubat 2013 Cuma

KELİMELER - KAVRAMLAR / SADAKAT

KELİMELER - KAVRAMLAR
SADAKAT

     Doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulmuş samimi ve sağlam dostluk, içten bağlılık ve gerçek dostluk, kalb doğruluğu, samimiyet ve ihlas anlamında bir İslâm ahlakı terimi. Doğru olmak, sözünde durmak ve sözünü yerine getirmek anlamına gelen sadaka (sa-da-ga) fiilinden türemiş bir isimdir.
     Doğru muamelede bulunmak, sıdk ve ihlâs ile dostluk etmek, herhangi bir kişisel çıkar ve garazdan uzak ve her yönüyle Allah rızası için halis olan dostluk da sadakattir. Sadakat; daha ziyâde kardeşinin Allah rızası için iyiliğini istemek ve ona hayırhak olmak, kardeşlik ve dostlukta hâlis ve samimi olmak anlamlarında kullanılır. Herhangi bir doğruluk ve dürüstlüğe de sadakat denilir. Zıddı hıyanettir. Sıdkın (doğruluğun) zıddı ise kizb (yalan)dir.
     Müslümanların işlerinde ve çeşitli muamelelerinde birbirlerine karşı sadakat borcu vardır. Meselâ evlilikte karı koca birbirlerine karşı sadakatle mükelleftirler. Evlilik süresince zevc ve zevce birbirlerine karşı sadakat göstermek mecburiyetindedirler. Eşler arasında boşanma sebeplerinden birisi de sadâkat borcunun ihlâlidir. Nasıl olursa olsun eşler arasında sadâkatin ihlali geçimsizlik sebebidir.
     İşçinin yanında çalıştığı işverenin iş sırlarından öğrendiklerini, işverenin rakibine açıklaması doğru değildir. İşçinin öğrenmiş olduğu sırları saklaması bir sadâkattir. İşçinin sadakatsiz olması, işveren için haklı bir fesih hakkı doğurur. İşveren, işçinin sadakat borcunu ihlâlinden zarara uğramışsa, bu zararın tazminini isteyebilir.
     Müslümanlar sözlerinde ve işlerinde sadık olmalıdırlar. Muamelelerinde ve iş münasebetlerinde çeşitli hile ve dalâverelerle birbirlerini aldatanlar hâindirler. Peygamberimiz "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuştur. Dostluk, kardeşlik ve vefâkârlık da bir sadâkattir. Verilen sözü yerine getirmek, ahdinde durmak, borcu ödemek, din ve akılca lüzumlu görülen işleri ifâ etmek, emanetlere riayet etmek, üzerine aldığı vazifeleri, hakkını vererek yerine getirmek ve vazifeleri ehline vermek de sadâkattir, aksi ihânettir.
     Hakkı bilerek ibadet ve taâtlarda ve kul haklarında tam bir sadakat gösteren, kötü huy ve nefsin âfetlerinden temizlenen kimse sadâkatli (sadık)" mü'mindir. Mü'minlerde sadâkatül-hakk (hakka bağlılık) en önemli esas ve temel vazifedir.

     "İnsana sadâkat yakışır görse de ikrah
     Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah."
                                               Ziya Paşa

     Sırf Allah rızası için, iyilik ve hayır yollarında yardımlaşmak için sıdk ve ihlâs ile dostluk etmek de sadâkattir. Allah için doğruluk ve dürüstlük uğrunda, iman yolunda meydana gelen sadakati (dostluğu) muhafaza etmenin sevabı pek büyüktür. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâla Kıyamet gününde, benim büyüklüğüm için sevişenler (ve dost olanlar) nerede? Onları, benim himâyemden başka bir gölgenin olmadığı himayem altında gölgelendireyim, diye buyurur" (Müslimden naklen Mansûr Ali Nâsıf, et-Tâc, V, 83).
     Yine Rasûlüllah; aralarında akrabalık ve alış-veriş münasebeti bulunmadan Allah sevgisi ile O'nun yolunda sadâkatle sevişenlerin derecelerine peygamberler ve şehidlerin gıbta edeceklerini anlatarak şöyle buyurmuştur: "Vallahi, onların yüzleri nurdur ve nur üzerindedirler. İnsanlar korktuğu vakit onlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları vakit onlar mahzun olmazlar. Haberiniz olsun ki, Allah'ın gerçek dostları için korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de" (Ebû Davûd'dan, et-Tâc, V, 83).
ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ
Muhiddin BAĞÇECİ

14 Şubat 2013 Perşembe

İSLAM TARİHİ / Hz. Zeyneb'in (ra.) Vefatı ve Hicri 7.-8. Yıl Yaşanan Birkaç Hadise

İSLAM TARİHİ
Hz. Zeyneb'in vefâtı

     Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 8. senesine kızı Hz. Zey­neb’­in vefatı ha­di­sesiyle girdi. 
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice validemizden olan kızlarından ilkiydi. Gariptir ki Pey­gam­be­ri­mizin İbrahim hâriç, diğer erkek ço­cukları İslam’dan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri halde, kızları muhte­rem babalarının risâlet devresine yetişmişlerdir. Yine Hz. Fâtıma hâriç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefat etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kib­ri­ya’nın bekâ âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.
     Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz otuz yaşlarında iken dünyaya gelmişti. [1] Annesi Hz. Hatice’yle birlikte iman etmişti. Pey­gamber Efendimize risâlet kırk yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb, Müslüman olduğunda henüz on yaşındaydı.
     Hz. Zeyneb’in kocası Ebu’l-Âs b. Rebi, Hz. Hatice’nin kız kardeşi Hâle’nin oğlu idi. Zaten evlilikleri de Hz. Hatice’nin arzusu üzerine olmuştu.
     Ebu’l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Re­sûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb’in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü he­­nüz o sıra Cenab-ı Hak tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hü­küm gel­me­mişti. [2]
     Hz. Resûl-i Ekrem, Medine’ye hicret ettiği halde, kocasının müsaade etme­yişi sebebiyle değerli kerimesi Hz. Zeyneb Mekke’de kalmak zorunda bırakıl­mıştı. Ancak rahmet-i İlâhî, Ebu’l-Âs’ı Bedir Muharebesi’nde Müslümanların eline esir düşmekle Hz. Zey­neb’­in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zîşan Efen­dimiz, esirler arasın­da bulunan Ebu’l-Âs’ı fidye almaksızın serbest bırakınca, o da bu taltife bir karşılık olsun diye düşünmüş olacak ki Hz. Zeyneb’i, Mek­ke’ye varır varmaz, Medine’ye, muhterem pederinin yanına gön­dermişti.
     Hicret’in 7. yılında Ebu’l-Âs da Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb’i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi. [3]
     Hz. Zeyneb vefat edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriya Efen­dimiz, kerimesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıka­rıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı. [4] Sonra, kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve “Zey­neb’­in zayıflığını dü­şünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah’a yalvardım; O da bu dileğimi kabul buyurdu!” dedi. [5]
     Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Zeyneb’i, ilk defa üzerinde taşındığı sedirle kabre koydu; kabre de damadı, Hz. Zeyneb’in kocası Ebu’l-Âs b. Rebi’in yar­dımıyla indirdi.

     Vefat Sebebi
     Hz. Zeyneb, Mekke’den Medine’ye deve üzerinde hev­deç içinde hicret eder­ken, Zîtuva mevkiinde, Ku­reyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hadise çocuğunun düşmesine se­bep olmuştu. Akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefatına sebep olarak bu has­talık zikredilir. [6]
Notlar:
[1] İbn Hacer, el-İsabe, c. 4, s. 312.
[2] İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 306.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 8, s. 33.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 36.
[5] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 8, s. 131.
[6] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 309; İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 177.
Hz. Ömer’in Türebe’ye Gönderilmesi
     Peygamber Efendimiz, Havazin kabilesinden dört oymağın, Medine’ye tak­ri­ben on kilometre uzaklıkta bulunan Türebe vadisinde bir araya geldikle­ri­ni haber aldı. Bu oymaklardan biri olan Sa’d b. Bekroğulları, Hayber Yahudile­­rinin Hicret’in 6. yılında Medine’ye yapa­cakları baskında kendilerine yardım edecekleri vaadinde de bulunmuşlardı.
     Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicret’in 7. senesi Şâban ayında Hz. Ömer’i otuz kişilik bir askerî birliğin başına kumandan tayin ederek Tü­re­be’ye gönderdi.
     Düşman, mücahitlerin kendilerine doğru gelmekte olduğunu haber almış ve kaçmıştı. Oraya varan İslam birliği kimseye rastlayamadı.
     Hz. Ömer, emrindeki birlikle buradan ayrılarak Medine yolunu tuttu. Cedr denilen mevkiye geldiklerinde kılavuz, orada bulunan Has’amoğulları üzerine yürümesini teklif edince, Hz. Ömer, “Re­sû­lul­lah (a.s.m.), onlarla çarpışmamı emretmemiştir!” diye cevap verdi. Hiçbir çarpışma olmadan Hz. Ömer birli­ğiyle Medine’ye döndü. [1]
Hz. Ebû Bekir’in Havazinlilere Gönderilmesi
     Bir bakıma Hz. Ömer’in Türebe’ye yaptığı seferi tamamlamak ma­hiyetini taşı­yan bu seferde, Peygamber Efendimiz, yine Şâban ayında, Hz. Ömer dön­dükten sonra, Hz. Ebû Bekir’i, Necd bölgesindeki Havazinliler üzerine yürü­mek için vazifelendirdi. Beraberindeki askerî birlikle Havazinlilerin yurduna varan Hz. Ebû Bekir, onlara ansızın bir baskın düzenledi. Bazılarını öldürdü­ler, bazılarını da esir aldılar; bir kısım ganimet de ele geçirerek Medine’ye geri döndüler. [2]
Eban b. Said b. Âs’ın Müslüman Olması
     Eban b. Said b. Âs, Peygamber Efendimizin akrabası idi. Soyu, Efendimizle üçüncü dedesi Abdülmenaf’ta birleşiyordu.
     Babası Ebû Uhayha, Ku­reyş müşriklerinin ileri gelenlerindendi. Hudeybiye Seferi’nden önce idi. Eban, ticaret mak­sadıyla Şam’a git­miş­ti. Orada karşılaş­tığı bir Hıristiyan papazına, “Ben Ku­reyşliyim! İçimizden biri çıktı; pey­gam­ber olduğunu söylüyor. Senin bu husustaki fikrin nedir?” diye sorar.
     Papaz, “Onun ismi nedir?” der.
     Eban, “Muhammed’dir” cevabını verince, Papaz, “Dur, sana onu tarif ede­yim” diye söyler ve Resûl-i Ekrem Efendimizin şekli ve şemalini, sıfatlarını, babasının, dedesinin soyunu tek tek anlatır.
     Eban, Pey­gam­be­ri­mizin aynen anlattığı gibi olduğunu söyleyince de papaz, “Öyle ise, vallahi, o önce Araplara, sonra da yeryüzüne hâkim olacaktır! Sen, o sâlih zâta ben­den selam söyle!” der. Bunun üzerine Eban, Mekke’ye gelir ve birtakım araştırma ve soruşturmalardan sonra Hicret’in 7. yılı başlarında İsla­miyetle şereflenir. [3]
Hz. Ömer’in, Cemile bint-i Sâbit’le Evlenmesi
     Hz. Ömerü’l-Faruk, Hicret’in 7. yılında, Medineli Müslümanlardan Sâbit b. Aklah’ın kızı Cemile’yle evlendi. Önceki ismi Asiye olan Cemile Hâtun, Pey­gamber Efendimiz hicretle Medine’ye gelince, ona ilk bîat edip Müslüman olan on kadından biri idi.
     Hz. Ömer, evlendikten sonra onun ismini beğenmeyip, Cemile diye değiş­tirdi. Ancak o, bunu kabul etmek istemedi. Annesinin kendisine taktığı isimle yâd edilmesini arzu ediyordu.
     Durumu Peygamber Efendimize iletti. Hz. Resûl-i Ekrem ona, “Bilmez mi­sin ki muhakkak, Allah, Ömer’in dili ve kalbi iledir” dedikten sonra, “Senin ismin Cemile’dir!” buyurdu. Hz. Ömerü’l-Faruk’un (r.a.) Âsım adındaki oğlu, bu Cemile Hâtun’dan dünyaya gelmiştir. [4]

Notlar:
[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 2, s. 89-117; Taberî, Tarih, c. 3, s. 99; İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 418.
[2] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 117; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 99; Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 3, s. 191.
[3] İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 5. s. 417.
[4] İbn Sa’d, a.g.e., c. 5, s. 15, c. 8, s.12; İbn Esir, a.g.e., c. 5, s. 417.

13 Şubat 2013 Çarşamba

670 Gelir Uzman Yardımcısı alınacak. (GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI'na)


GELİR İDARESİ BAŞKANLIĞI

GELİR UZMAN YARDIMCILIĞI
GİRİŞ SINAVI DUYURUSU


I - SINAVA İLİŞKİN BİLGİLER
Gelir İdaresi Başkanlığınca, aşağıdaki tabloda belirtilen yerlerde açık bulunan kadrolara atanmak üzere, 670 Gelir Uzman Yardımcısı alınacak.
ATANACAK YERLERKONTENJAN SAYISITOPLAM
 MERKEZ30 
 BOLVADİN6 
AFYONKARAHİSARÇAY670
DİNAR7
 EMİRDAĞ11 
 SANDIKLI10 
İSTANBULMERKEZ300300
 MERKEZ206 
 ALİAĞA6 
 BAYINDIR4 
 BERGAMA5 
 ÇEŞME5 
 KEMALPAŞA8 
İZMİRKINIK4300
KİRAZ4
 MENDERES8 
 MENEMEN8 
 ÖDEMİŞ8 
 SELÇUK7 
 TİRE11 
 TORBALI12 
 URLA4 
     Sınava katılma şartlarını taşıyan ve usulüne uygun olarak başvuranların; il bazında toplam kadro sayısının 10 (on) katından fazla olması halinde, tercih ettikleri il dikkate alınarak puanı en yüksek olan adaydan başlamak üzere 10 (on) katına kadar aday giriş sınavına alınacaktır.
     Adaylar, başvuru sırasında sadece bir ili tercih edebilecek ve tercih edilen bu ilin ilçelerini öncelik sırasına göre başvuru formunda işaretleyecek, ancak daha sonra bu tercihlerinden vazgeçemeyecektir. Eşit puan almış olmaları nedeniyle son sıradaki aday sayısının birden fazla olması halinde ise bu adayların tümü sınava çağrılacaktır.

     II - SINAV TARİHİ VE YERİ
- Giriş sınavının yazılı bölümü 30 Mart 2013 tarihinde saat 10:00'da Ankara'da yapılacaktır.
- Giriş sınavının yazılı bölümüne katılmaya hak kazanan adaylar ile yazılı sınavın yapılacağı adres; e-Devlet portalı www.turkiye.gov.tr ile Gelir İdaresi Başkanlığı www.gib.gov.tr internet sayfalarında yazılı sınavdan en az 10 gün önce ilan edilecektir.

     III - SINAV BAŞVURU ŞARTLARI
- 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48 inci maddesinin (A) bendinde yer alan genel şartları taşımak,
- En az 4 yıllık lisans eğitimi veren fakültelerin Hukuk, Siyasal Bilgiler, İktisat, İşletme, İktisadi ve İdari Bilimler fakülte/bölümlerini veya bunlara denkliği yetkili makamlarca kabul edilen 4 yıllık fakültelerden birini son başvuru tarihi itibariyle bitirmiş olmak,
- Yazılı sınavın yapıldığı tarihte 35 yaşını doldurmamış olmak,
- Erkek adaylar için askerlikle ilişiği olmamak,
- Görevini devamlı olarak yapmaya engel bir durumu olmamak,
- ÖSYM tarafından 09-10 Temmuz 2011 ve 07-08 Temmuz 2012 tarihlerinde yapılan Kamu Personel Seçme Sınavlarının birinden KPSSP 49 türünden 70 ve üzeri puan almış olmak,
- Süresi içinde başvurmuş bulunmak.

     IV - SINAV BAŞVURUSU
- Başvurular, 25 Şubat 2013 tarihinde başlayıp 08 Mart 2013 tarihinde sona erecektir.
- Başvurular, elektronik ortamda http://esinav.gib.gov.tr/esinav/adaygiris.jsp adresinde yer alan "Gelir İdaresi Başkanlığı Sınav Başvuru Formu"nun doldurulması suretiyle yapılacaktır. Başvuru Formunun doldurulması ve iletilmesine ilişkin açıklamalar belirtilen internet sayfasında yer almaktadır.
     Bununla birlikte adaylar mesai saatleri içerisinde Gelir İdaresi Başkanlığı Eğitim Merkezi Şehit Cem Ersever Caddesi Çınardibi Sokak No: 31 Lalegül, Demetevler/ANKARA adresine gelerek şahsen sınav başvurusunda da bulunabileceklerdir.
- Posta yoluyla gelen başvurular KPSS puanlarının kontrolü yapılamadığından kabul edilmeyecektir.

V - SINAV ŞEKLİ VE KONULARI
- Giriş sınavı, yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamalıdır.
- Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı yazılı bölümü test usulü gerçekleştirilecek olup, sınav konularına aşağıda yer verilmiştir.
a- Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
b- Hukuk Grubu; Anayasa Hukuku, İdare Hukuku ve İdari Yargı Hukuku, Medeni Hukuk Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku (Genel Hükümler-Şirketler-Kıymetli Evrak), İcra ve İflas Hukuku (Genel Hükümler),
c- İktisat Grubu; Makro İktisat, Mikro İktisat, Uluslararası İktisat, İşletme İktisadı, Uluslararası Ekonomik İlişkiler ve Kuruluşlar,
d- Maliye Grubu; Kamu Maliyesi, Maliye Politikası, Türk Vergi Sisteminin Genel Esasları,
e- Muhasebe Grubu; Genel Muhasebe, Maliyet Muhasebesi, Şirketler Muhasebesi, Mali Tablolar Analizi, Ticari Hesap.

VI - DEĞERLENDİRME
- Yazılı sınavın değerlendirilmesi sonucu, 100 üzerinden 70 ve üzeri puan alan adaylardan; yerler itibarıyla, adayların başvuru sırasında tercih ettikleri il dikkate alınarak en yüksek puan alan adaydan başlamak üzere, o il için atama yapılacak toplam kadro sayısının iki katına kadar aday sözlü sınava çağrılacaktır. Ayrıca, son sıradaki adayla eşit puan alan adaylar da sözlü sınava çağrılacaktır.
- Yazılı sınavda başarılı olamayanlar sözlü sınava alınmayacaktır.
- Sözlü sınavda, adayların muhakeme gücü, bir konuyu kavrama, özetleme ve ifade etme yeteneği, genel ve fiziki görünümü ile davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğu, yetenek ve kültürü, bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığı da göz önünde bulundurularak, her adaya sınav kurulu başkan ve üyelerinin her biri tarafından ayrı ayrı 100 üzerinden puan verilir. Verilen bu puanların aritmetik ortalaması sözlü sınav puanını teşkil eder.
- Sözlü sınavda başarılı olmak için alınan puanın 70 puandan az olmaması gerekmektedir.
- Giriş sınavı puanı, sözlü sınavda başarılı olan adayların sözlü sınav puanı ile yazılı sınav puanının aritmetik ortalaması alınarak hesaplanacaktır.
- Giriş sınavı sonuçları, puanı en yüksek adaydan başlamak suretiyle başarı derecesine göre sıraya konulacak ve atama yapılacak kadro sayısı kadar aday asil, % 25'ine kadar aday ise yedek olarak tespit edilecektir.
- Asil ve yedek listelerinde sıralama yapılırken, adayların giriş sınavı puanının eşit olması halinde, yazılı puanı yüksek olan adaya; yazılı puanının da eşit olması halinde, KPSSP 49 puanı yüksek olan adaya öncelik tanınacaktır.
- Yedek listede yer alan adayların hakları aynı il için yapılacak müteakip yazılı sınav tarihine kadar geçerli olup, daha sonraki sınavlar için müktesep hak veya herhangi bir öncelik teşkil etmez. Ayrıca, bu süre içerisinde başka bir il için açılan sınavda başarılı olarak ataması yapılan yedek adayların hakları sona erer.
- Giriş sınavından 70 ve üzerinde puan almış olmak asil ve yedek listedeki sıralamaya giremeyen adaylar için müktesep hak teşkil etmez.
- Asil ve yedek listeler, bu duyuruda belirtilen yerler göz önünde bulundurulmak suretiyle oluşturulacaktır.

VII - SINAV SONUÇLARININ DUYURULMASI VE İTİRAZ
- Yazılı sınavda başarılı olan adayların sözlü sınav yeri, günü, saati ve sözlü sınav sonuçları Başkanlığın ilan için ayrılmış yerlerinde ve "http://www.gib.gov.tr " internet adresinde duyurulacaktır.
- Giriş sınavında başarılı olan adayların ad ve soyadları ile aday numaralarının yer aldığı asil ve yedek listeler Başkanlığın ilan için ayrılmış yerlerinde ve " http://www.gib.gov.tr " internet adresinde duyurulacaktır. Ayrıca, asil ve yedek listelerde yer alan adaylara sonuç yazı ile bildirilecektir.
- Sınav sonuçlarına, duyurunun yapıldığı günü takip eden tarihten itibaren yedi gün içerisinde dilekçe ile itiraz edilebilir. İtirazlar, sınav kurulu tarafından incelenir ve en geç beş iş günü içinde karara bağlanıp sonuç ilgiliye yazılı olarak bildirilir.

VIII - DİĞER HUSUSLAR
- Asil listede yer alanlardan atama işlemlerinin yapılması için kendilerine bildirilen süre içinde geçerli bir mazereti olmadığı halde başvurmayanlar ile gerekli şartları taşımadığı sonradan anlaşılanların atama işlemleri yapılmayacaktır. Atama yapılması için kendilerine bildirilen süre içinde mazeretsiz olarak başvurmayan veya ataması yapıldığı halde süresi içinde göreve başlamayan adaylar için sınav sonuçları kazanılmış hak sayılmaz.
- Kendilerine yapılacak bildirimde belirtilen süre içerisinde başvuruda bulunmayanlar, atama işleminden sarfınazar edenler, atamaları iptal edilenler ile memurluğa alınma şartlarından herhangi birini taşımadığının anlaşılması üzerine ataması yapılmayanların yerlerine, yedek listedeki adaylar sırası ile ve aynı esaslara göre atanacaktır.
- Adayların tabloda gösterilen iller dışında bir ili tercih etmeleri veya birden fazla il tercihinde bulunmaları halinde başvuruları geçersiz sayılacaktır.
- Atanılan yerlerde beş yıl süreyle çalışılması zorunludur. Bu sürenin hesabında, fiilen çalışılmayan sürelerden yalnızca yıllık izinde geçirilen süreler fiilen çalışılmış sayılacaktır. Bu süreyi doldurmayanların kurum içi nakilleri yapılmayacaktır. Ancak, göreve başladıktan sonra özür halleri ortaya çıkanlar, atanmak istedikleri yerlerde hizmetlerine ihtiyaç duyulması kaydıyla, bu süreyi tamamlamadan durumlarına uygun yerlere atanabileceklerdir.
Ataması yapılan uzman yardımcıları beş yıllık süre zarfında atandıkları yerin dışında başka bir yerde, tedviren, vekâleten veya geçici olarak görevlendirilemezler.
- Sınavı kazananlardan, Gelir Uzman Yardımcılığı Giriş Sınavı Başvuru Formunda gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenlerin, sınavları geçersiz sayılarak atamaları yapılmayacağı gibi, bu şekilde atamaları yapılmış olsa dahi bu atamalar iptal edilecektir ve hiçbir hak talebi söz konusu olmayacaktır.
- Gerçeğe aykırı beyanda bulunduğu tespit edilenler hakkında Türk Ceza Kanununun ilgili hükümleri uygulanmak üzere Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulacaktır.
- Adayların, sınavda kimlik tespitini sağlamak için nüfus cüzdanını veya sürücü belgesini üzerinde bulundurmaları gerekmektedir. Bunlardan birinin olmaması durumunda aday, sınava alınmayacaktır.

İSLAM İLMİHALİ / ORUCUN RÜKÜN ve ŞARTLARI (2)

İSLAM İLMİHALİ
Yedinci Bölüm:
ORUÇ
Dördüncü Konu:
ORUCUN RÜKÜN ve ŞARTLARI

Bu bölümümüzde;
A) HİLAL'İN GÖRÜLMESİ,
B) YÜKÜMLÜLÜK ŞARTLARI konularını yayınlamıştık...

     C) GEÇERLİLİK ŞARTLARI
     Orucun sahih (geçerli) olması için, oruç tutmaya niyet etmiş ve orucu bozacak şeylerden kaçınmış olmak şarttır. Esasen orucu bozacak şeylerden kaçınmak, teknik anlamda rükün olmakla birlikte, ibadetin sahih olması için kaçınılmaz bir şart olduğu için burada sıhhat şartı olarak ele alınmıştır. Kadınlar için ilâve şart ise, onların hayız veya nifas durumunda olmamalarıdır. Peygamberimiz'in hanımlarından gelen bütün rivayetler, onların aybaşı hallerinde namaz kılmadıkları ve oruç tutmadıkları yönündedir.
     Daha önce namaz bahsinde ve bu bölümün başında da belirtildiği gibi hayız veya nifas halinde bulunan kadının oruç tutması haram olduğu gibi, tutacağı oruç da geçerli olmaz. Kadınlar bu durumları sebebiyle tutamadıkları oruçları daha sonra istedikleri bir zamanda kazâ edebilirler. Fakat şevval ayı içinde tutarlarsa hem borçlarından kurtulmuş, hem de Peygamberimiz'in şevvalde oruç tutmaya ilişkin tavsiyesine uymuş olurlar.
     Cünüplük, hayız ve nifastan farklıdır. Çünkü; cünüplüğün gerçekleşmesi ihtiyarî olduğu gibi, gusletmek suretiyle cünüplükten temizlenmek de mümkündür. Bu bakımdan cünüplük oruca başlamaya engel görülmemiştir. Bununla birlikte mümkün olan en kısa zamanda cünüplükten temizlenmek gerekir.

     a) Niyet
     Diğer ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadetinde de niyet şarttır. Şâfiîler ve bazı Mâlikîler niyeti rükün saymışlardır. Her ikisine göre de, niyet edilmediği takdirde sabahtan akşama kadar aç durmak oruç yerine geçmez. Bu bakımdan, ister farz veya vâcip, isterse nâfile olsun her tür oruçta niyet şarttır. Herhangi bir oruca kalben niyet etmek, hangi orucu tutacağını kalbinden geçirmek yeterlidir. Bu niyetin dil ile ifade edilmesi, onun teyit edilmesi ve perçinlenmesi anlamına geldiğinden mendup sayılmıştır.
     aa) Niyetin Vakti: Her türlü oruç için mümkün oldukça, sabah vakti girmeden önce veya geceden niyet etmek en faziletli olanıdır. Çünkü bu suretle hem mezheplerin bu konudaki ihtilâflarının dışında kalınmış, hem de niyet ibadetin başlama vaktiyle aynı zamana getirilmiş olur. Nitekim niyetin hangi vakitte yapılacağı konusu mezhepler arasında ihtilâflı olduğu gibi, niyetin vakti açısından oruç türleri arasında da fark gözetilmektedir.
     1. Hanefîler'e göre ramazan orucu, nâfile oruçlar ve vakti belirtilmiş adak (nezr-i muayyen) oruçlarının niyet etme vakti gün batımından başlayıp ertesi günün kuşluk vaktine hatta öğle namazı vaktinin girmesinden az önceki vakte kadar devam eder. Öğle vakti girdikten sonra artık hiçbir oruca niyet edilemez.
     Zevalden önce nâfile oruca niyet etmenin câizliğini gösteren hadisler bulunmaktadır. Bunlardan birinde, Peygamberimiz'in bir gün Âişe vâlidemize öğle yemeği hazırlayıp hazırlamadığını sorduğu, Hz. Âişe'nin yiyecek bir şey olmadığını söylemesi üzerine Peygamberimiz'in o gün oruç tuttuğu rivayet edilir.
     Mâlikîler'e göre niyetin geçerli olması için güneşin batmasından itibaren gecenin son kısmına kadar veya fecrin doğması ile birlikte yapılması gerekir. Çünkü sabahleyin, yani oruç ibadetinin başlama vaktinde niyet edilmeyince o günün oruçlu geçirilmeyeceği belirli hale gelmiş olur.
     Şâfiîler'e göre ise ramazan orucu, kazâ orucu ve adak orucuna geceden niyetlenmek şarttır. Fakat nâfile oruca zevalden önceye kadar niyetlenmek câizdir.
     2. Zimmette sübût bulmuş oruçlara ise en geç imsak vaktine kadar niyet edilmiş olması ve orucun belirlenmesi gerekir. Orucun zimmette sübût bulması, oruç borcunun kaçınılmaz bir şekilde kesinleşmiş, sabit hale gelmiş olması demektir. Meselâ başlanmış fakat bir sebeple tamamlanamamış nâfile orucun kazâsı zimmette sabit olmuş, borçluğu kesinleşmiştir. Ramazan orucunun kazâsı da böyledir. Fakat ramazan orucunun kendisi henüz zimmette sabit borç sayılmaz; çünkü meselâ, kişinin ertesi gün yaşayıp yaşamayacağı belli değildir. Kişi ertesi günün herhangi bir vaktinde ölecek olsa, o günkü oruç zimmetine borç yazılmaz. Ancak daha önceki günlerde kazâya kalan ramazan orucu zimmetinde mevcuttur. Kefâret oruçları ile mutlak adak oruçları da zimmette sübût bulmuş borç kapsamına girmektedir. Bu çeşit oruçlara geceden veya en geç ikinci fecrin başlangıcında niyet etmek gerektiği gibi niyet ederken tutulan orucun mutlak nezir mi, bir orucun kazâsı mı olduğunu da belirtmek gerekir. Zimmette sabit olması kesinleşmiş oruçların ifa zamanı için dinde belirlenmiş muayyen bir zaman olmadığı için, mükellef bu oruçları kendi belirleyeceği bir zamanda tutabilir. Öyle olunca da, hangi orucu tutacağını belirlemesi şarttır. Şayet bir kazâ orucuna ikinci fecrin doğmasından sonra niyet edilse, bununla kazâ geçerli olmayacağı için, oruç nâfileye dönüşür.
     bb) Niyetin Şekli: Ramazan, belirli adak veya herhangi bir nâfile oruç için mutlak niyet yeterlidir. Meselâ; "yarın oruç tutmaya" veya "yarınki günün orucunu tutmaya" niyet edilse, ertesi gün ramazan ise, bu niyet ramazan orucuna niyet yerine geçer; ertesi gün, daha önce oruç tutmak için vaktini tayin etmiş olduğu gün ise bu defa adak orucuna niyet etmiş olur. Hatta ramazan günleri ramazan orucu için ve oruç tutulması adanan gün, adak orucu için belirli hale geldiği için, kişi bugünlerin öncesinde niyet ederken "Yarın nâfile oruç tutmaya niyet ettim" dese bile, tutacağı oruç nâfile oruç değil, vakti belirli olan oruç yerine geçer. Çünkü orucun ifa edilmesi için belirlenen vakit içinde yine aynı cinsten ikinci bir ibadet yapılamayacağından, yani oruç dar zamanlı bir vâcip olup vakit de bunun miyarı olduğundan, niyet asıl yapılması gereken ibadete râci olur. Bununla birlikte bunlar için geceleyin niyet edilmesi ve ne orucu olduğunun belirlemesi (tayin) daha faziletlidir. Meselâ "Yarınki ramazan orucunu tutmaya niyet ettim" demekle belirleme yapılmış olunur.
     Fakihlerin çoğunluğuna göre ramazanın her günü için ayrı ayrı niyet edilmesi şarttır. Çünkü her bir günün orucu kendi başına bir ibadet olup, öteki günlerde tutulan veya tutulacak olan oruçla ilişkisi yoktur; dolayısıyla bir günün orucu bozulduğu zaman sadece o günün orucu bozulmuş olur, öteki günlerin orucu bundan etkilenmez.
     Mâlikîler'e göre ise, ara vermeksizin peş peşe tutulması gereken oruçlarda en başta yapılacak tek niyet yeterlidir. Zıhâr, katl kefâreti ve ramazan orucunun kefâretinde olduğu gibi ramazan orucunda da tek niyet yeterlidir. Ancak bu oruçlara yolculuk, hastalık, hayız ve nifas gibi zorunlu sebeplerle ara verilecek olursa, engel kalktıktan sonra yeniden niyet gereklidir. Tek bir niyetin yeterli olduğu oruçlarda her gece niyetlenmek ise menduptur. Mâlikîler'in bu konudaki gerekçesi ilgili âyette geçen "Sizden her kim ramazan ayına yetişirse onu oruçlu geçirsin" ifadesidir. Ay, tek bir zamana verilen isimdir, dolayısıyla ay süresince oruç tutmak bütün bir ibadet hükmünde olup namaz ve hacca benzer, tek bir niyet ile eda edilebilir.
     cc) Niyetle İlgili Bazı Ayrıntılar: Oruca niyetin vaktiyle ve şekliyle ilgili ayrıntı sayılabilecek bazı bilgiler de bu ibadetin geçerliliğini yakından ilgilendirir. Bunlar şu şekilde sıralanabilir:
     1. İçinde bulunulan gün, güneş batmadan önce ertesi günün orucuna niyet edilemez.
     2. Güneş battıktan sonra herhangi bir oruca niyet edilmesi halinde, ikinci fecre kadar yeme, içme ve cinsel ilişkide bulunmak niyete ve oruca zarar vermez. Çünkü bu niyet ikinci fecirden itibaren başlayacak olan oruç ibadeti için yapılmıştır. Nitekim bu şekilde niyet eden kimse, herhangi bir sebeple, ikinci fecrin doğmasına kadar, bu niyetini geri alabilir.
     3. Oruç tutup tutmayacağında tereddüt olması durumunda veya niyetin bir şarta bağlanması durumunda niyet gerçekleşmiş olmaz. Niyet, kesin azim ve karar demektir.
     4. Ramazanda, ramazan orucundan başka oruç tutulamayacağı için, hangi oruca niyet edilirse edilsin ramazan orucu yerine geçer. Fakat, daha önceden oruç tutmayı adadığı belirli günde, başka vâcip bir oruca (meselâ; kefâret orucuna veya bir ramazan orucunun kazâsına) niyet ederek oruç tutacak olsa, ağırlık kazanan görüşe göre bu oruç, niyetlendiği vâcip oruç yerine geçer, belirli adak orucunu kazâ etmesi gerekir.
     5. Hem kefârete hem de nâfileye niyet edilerek tutulan oruç, kefâret orucu yerine geçer; fakat hem kazâya hem de yemin kefâretine niyet edilerek tutulan oruç, her ikisi de vâciplik açısından eşdeğer olduğu için, hiçbirinin yerine geçmez, nâfile olur.
     Sahura kalkıp yeme ve içme de niyet yerine geçer.
     6. Tutulamamış ramazan oruçlarını kazâ ederken, bir belirleme yapmaksızın, "kazâsı gereken oruca" diye niyet edebileceği gibi, belirleme yaparak da niyet edebilir. Üzerinde çok sayıda kazâ borcu varsa "kazâsı gerekli ilk oruca" diyerek niyet edilebilir.

     b) Orucu Bozan Şeylerden Kaçınmak
     Orucun temel unsuru ve anlamı, yeme, içme ve cinsel ilişki zevklerinden uzak durmak, nefsi bunlardan mahrum bırakmak olduğu için, bu anlama gelecek davranışlar orucun bozulmasına sebep olur. Yemek ve içmek, yenilip içilmesi mûtat olan her şeyi içine alır. Sigara, nargile gibi keyif veren tütün kökenli dumanlı maddeler ile tiryakilik gereği alınan tüm maddeler oruç yasakları kapsamına girdiği gibi her ne sebeple olursa olsun, ağızdan alınan ilâcın da bu kapsamda yer aldığında tereddüt yoktur. Bununla birlikte, tedavi maksadıyla iğne yaptırmanın hükmü tartışmalı olup, iğnenin orucun bozulmasına etkisi konusu aşağıda açıklanacaktır.
     Orucu nelerin bozacağı sorusuna verilecek ilk cevap "yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma ve bu kapsamda değerlendirilebilecek şeyler" olacaktır. Bu ölçü, açık ve anlaşılabilir olmakla birlikte, orucun anlamına aykırı davranış sayılıp sayılmayacağında tereddüt edilen bazı durumlar bulunması sebebiyle, eskiden beri fakihler, nelerin bu kapsama gireceğini tek tek saymaya çalışmışlar, bu arada gerçekleşmesi düşünülemeyecek nâdir bazı durumların hükümlerini dahi belirleme durumunda kalmışlardır. İlmihal kitaplarında çoğu zaman tebessümle karşılanan birçok ihtimalin veya anormal durumun gündeme alınıp orucu bozup bozmadığının tartışmaya açılması da bu sebep ve gayretten kaynaklanmaktadır. Özel durumlar ve muhtemel seçenekler yan yana getirildiğinde de, zaman zaman orucun bozulmasını gerektiren aslî durumun göz ardı edildiği, bu konudaki ölçü-kuralın geri plana itildiği olmuştur. Biz esasen zikrettiğimiz ölçüye vurgu yapmakla beraber, haklı tereddüt oluşturabilecek birkaç hususa "Orucun Yasakları" başlığı altında değineceğiz.

     D) ORUÇLU İÇİN MÜSTEHAP OLAN ŞEYLER
     Orucun geçerliliği ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte, oruç tutmayı biraz daha kolaylaştırmak üzere Peygamberimiz'in bazı tavsiyeleri olmuştur. Bunların başında sahur yapmak gelir. Sahur, ikinci fecirden az önceki vakit olan seher vaktinde yenilen yemek demektir. Sahura kalkmakla hem bir şeyler yenilerek oruç için enerji toplanmış, hem de bir sünnet yerine getirilmiş, seher vaktinin feyiz ve faziletinden yararlanılmış olur. Bu bakımdan bir yudum su ile de olsa sahur yapmak ve sahur yemeğini mümkün olduğunca, gecenin son vaktine denk getirmeye çalışmak uygun olur. Peygamberimiz'in sahura kalkmayı teşvik ve tavsiye eden birçok hadisi bulunmaktadır: "Oruç tutmak isteyen sahurda bir şeyler yesin" (Müsned, III, 367, 379), "Sahura kalkın, çünkü sahur yemeğinde bereket vardır" (Buhârî, "Savm", 20; Müslim, "Sıyâm", 45), "Sahur yemeği ile gündüz tutacağınız oruca; ve öğle üzeri uykusuyla da (kaylûle) teheccüt namazına kuvvet kazanın" (İbn Mâce, "Sıyâm", 22).
     Peygamberimiz, sahuru mümkün olan son vakte denk getirmeyi teşvik ettiği gibi iftarın da vakit girer girmez yapılmasını teşvik etmiştir. Bu iki teşvikten çıkarılabilecek anlam, ibadetin mümkün olduğunca kolay hale getirilmesidir. İftar vakti girdiğinde yemeğe oturmadan namaz kılınmak isteniyorsa yine de biraz su veya bir hurma ile orucu açıp, ondan sonra namaz kılmak yerinde olur.
     Oruç açılırken dua edilmesi sünnettir. Herkes içinden geldiği gibi zikrini, şükrünü ve yakarışını ifade edebilir. Örnek olması bakımından öteden beri yaygın olarak yapılan bir duayı buraya alalım:
     "Allahım! Senin rızanı kazanmak için oruç tuttum, senin verdiğin rızıkla orucumu açtım. Sana inanıp güvendim. Ey lutuf ve ikramı geniş olan Rabbim! Beni bağışla."
     Varlıklı kimselerin, özellikle durumu iyi olmayan kimselere iftar yemeği yedirmesi güzel ve sevaplı bir davranıştır. Peygamberimiz, "Oruçluya iftar ettiren kimse, oruçlunun sevabında bir eksilme olmaksızın, oruçlunun alacağı kadar sevap alır" (Tirmizî, "Savm", 42, İbn Mâce, "Sıyâm", 45) buyurmuştur.
     İftar yemeklerini, zenginler arasında bir lüks ve gösteriş yarışı haline getirmekten kaçınmak gerekir. Yine varlıklı kimselerin, her zamankinden daha fazla olarak, ramazanda ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunması beklenir. Varlıklı kimselerin bulunduğu bir bölgede akşam ne ile iftar edeceğini düşünen insanların kalmamış olması gerekir. Bu hem Müslümanlığın yüksek bir amacı hem de oruç ibadetinin verdiği kalp inceliğinin bir gereğidir. Aksi bir durum elbette ki varlıklı kimselerin vicdanını rahatsız edecektir.
     Sabah namazının vaktini geçirmemek kaydıyla cünüp sabahlamak câiz ise de ibadete başlarken temiz olmak düşüncesiyle daha önce gusletmek uygundur. Hayız ve nifastan temizlenen kadınlar için de aynı durum geçerlidir. Bununla birlikte cünüp olarak sabahlayan kimsenin gerekli dikkati göstermek şartıyla, banyo yapması câizdir. Âişe vâlidemizin bildirdiğine göre Peygamberimiz, bazı kereler cünüp olarak sabah namazı vaktine girmiştir.
     Oruç, kişinin Rabbiyle gönül bağını güçlendiren, ona mânevî ve derunî bir haz tattıran, irade eğitimine ve kalp inceliğine yol açan ibadetlerden olduğu için oruç tutan kişi zaten dilini kötü, çirkin, başkalarını rencide edecek boş ve gereksiz sözlerden koruyacaktır. Oruç bu tesiri tam meydana getiremiyorsa, oruç tutan kimsenin bu sonucu ve etkiyi elde etmek için çalışması, oruçlu iken söz ve davranışlarına daha çok dikkat etmesi gerekir. Hele insanların birbirleri hakkında kötü kanaate sevkedecek ve ilişkilerini bozacak dedikodu ve söz taşıma gibi dinimizce hiçbir zaman hoş görülmeyen davranışlar, orucun mânevî haline taban tabana zıt şeylerdir. Peygamberimiz orucun bu yönünü anlatmak üzere "Yalan konuşmayı bırakmayan, yanlış davranışlardan kaçınmayan kimsenin kendini aç ve susuz bırakmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur" (Buhârî, "Savm", 8) buyurmuştur. Aslolan ibadeti amacına uygun yapmak, ibadetin zevkini tatmaktır. İbadetlerin hakkı verilmeye çalışıldığı takdirde bunun önce kişinin kalp ve vicdanındaki olumlu etkileri, sonra da toplumdaki olumlu sonuçları çok belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır. Peygamberimiz bu noktaya işaretle "Hiçbiriniz oruçlu iken kötü laf söylemesin; bağırıp çağırmasın, hatta kendisine ağır sözler söyleyen (küfreden) birine dahi sadece 'ben oruçluyum' demekle yetinsin" (Buhârî, "Savm", 2; Müslim, "Sıyâm", 160) buyurmuştur.
     Ramazanın mânevî atmosferini daha iyi hissedebilmek için Kur'an okumak, eksikliğini hissettiği bilgileri öğrenmeye çalışmak yerinde olur. Ayrıca, her ramazanda mutlaka Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe anlamı, mukabele okur gibi bir defa okunmalı, genel hatlarıyla Kur'ân-ı Kerîm'in içeriği hakkında bilgi sahibi olunmalı, daha derin ve detaylı bilgiye ihtiyaç hissedilen konularda, o alanda yazılmış eserlere veya bizzat ehliyetli hocalara başvurulmalıdır.

     E) İTİKÂF
     Fıkıh terimi olarak itikâf, bir mescidde ibadet niyetiyle ve belirli kurallara uyarak inzivaya çekilmek demektir. Hadis kaynakları Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretten sonra her yıl ramazanın son on gününde itikâfa çekildiğini, hanımlarının da genelde Resûl-i Ekrem'le birlikte itikâf yaptığını nakleder (Buhârî, "İ`tikâf", 3; Müslim, "Hayz", 6; Tirmizî, "Savm", 80). Peygamberimiz'in ramazanın son on gününde daha fazla ibadet ettiği bilinmektedir. Âişe vâlidemizin belirttiğine göre Resûl-i Ekrem ramazanın son on gününe girildiğinde bütün geceyi ihya eder; ailesini uyandırır ve kadınlardan ayrı kalırdı.
     Hz. Peygamber'in bu tatbikatından hareketle âlimler, oruçlunun özellikle ramazanın son on gününde itikâfa girmesini müstehap kabul etmişlerdir. Hatta Hanefîler, Hz. Peygamber'in bunu devamlı yapmış olmasından hareketle itikâfı kifâî nitelikte müekked sünnet saymıştır. İtikâf bir ibadet nevi olduğundan itikâfa girenin mükellef olması, itikâfa bir mescidde girmesi ve niyet etmesi gerekli görülür. Kadınlar evlerinin bir odasında itikâfa girerler.
     İtikâfa girmek nefsi yasaklardan korumada daha etkili bir yöntem olduğu gibi, ramazanın son on gününde olması tahmin edilen Kadir gecesine rastlama imkânı ve umudunu da arttırır. İtikâf, insanı dünyevî meşgalelerden uzaklaştırıp daha fazla ibadete vesile olması yanında, genel anlamda hayatın anlamı üzerinde tefekkür etme imkânı da sağlar. İnsanların zaman zaman böyle derin tefekküre ihtiyacı vardır. İtikâf bu tefekkürü gerçekleştirmek için bir fırsat olarak kullanılabilir.
     İtikâf yapmak isteyen kişi, itikâf niyetiyle mescid veya mescid hükmündeki bir yerde kalmaya başlayarak itikâfa girmiş olur. Vaktini namaz, Kur'ân tilâveti, dua, zikir ve tefekkür gibi ibadet ve taatlerle veya dinî bilgi ve kültürünü artıracak sohbet ve okumalarla değerlendirir. Doğal ihtiyaçlarını gidermek için mescidi meşgul etmeyecek ve kirletmeyecek şeyleri mescide getirebilir. Mescidde yer, içer ve orada istirahat eder. Mescidin içinde giderilmesi mümkün olmayan zarurî ve doğal ihtiyaçları için dıþşarı çıkabilir. Ancak ihtiyacını giderdikten sonra hemen itikâf mahalline geri döner.
     Nafile itikâflar dışarıya çıkmakla bozulmaz. Ancak vacip itikâflar, zorunlu ihtiyaçlar dışında itikâf mahallinin terk edilmesiyle bozulur. Tercih edilen görüşe göre, itikâfın asgarî süresi için bir sınır konmamıştır. Bu bakımdan bir mescidi ziyaret eden kişi, bu ziyaret süresinde bile itikâfa niyet edebilir.

11 Şubat 2013 Pazartesi

RİYÂZÜ’S-SÂLİHÎN / İHLÂS VE NİYET

İHLÂS VE NİYET
GİZLİ VE AÇIK BÜTÜN İŞLERDE, SÖZLERDE VE HALLERDE
İYİ NİYET VE İHLÂS

 Âyetler-i Kerimeler: 
1) “Onlara sadece şu emredilmişti: Bâtıl dinleri bırakarak yalnız Allah’a yönelip ona itaat etsinler, namazı kılsınlar, zekâtı versinler. İşte doğru din budur.” (Beyyine Sûresi [98], 5)

     Yahudi ve hıristiyanlara tıpkı İbrâhim aleyhisselâm gibi olmaları, Allaha hiçbir şeyi ortak koşmamaları, ona kayıtsız şartsız boyun eğmeleri, mütevâzi ve saygılı davranmaları emrolunmuştu. Kendilerinden sapık fikirleri bırakmaları, yalnızca Allah’a ibadet edip namaz kılmaları, zekât vermeleri istenmişti. Zaten Allah tarafından gönderilen bütün kitaplarda yazılan budur. Diğer bir ifadeyle söylemek gerekirse ilâhî dinlerde değişmeyen üç esas vardır: Allah’a imân etmek, namaz kılmak ve zekât vermek. Fakat onlar bu emirlere uymadılar. İşte bu sebeple müslümanların ihlâs, samimiyet ve dürüst bir niyetle Allah’ın buyruklarını yerine getirmeye çalışmaları şarttır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uymayan yahudi ve hıristiyanlara hiçbir şekilde benzememeleri gerekmektedir.

2) “Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşır. Allah’a sadece sizin ihlâs ve samimiyetiniz ulaşır.” (Hac Sûresi [22], 37)
     Kurbanın akıtılan kandan ve dağıtılan etten ibaret olduğu zannedilir. İnsanlar için durum böyle olabilir. Allah Teâlâ kurbanın ne etine, ne de kanına bakar. Onun için önemli olan, hayvanın sırf Allah rızâsı için kesilmesidir. Kurban edilen hayvan Allah rızâsı için kesilmiyorsa, o kurbanın hiçbir değeri yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın değer verdiği, karşılığında mükâfat yazdığı şey insanın ihlâsı, iyi niyeti ve samimiyetidir.

3) “De ki, gönlünüzdeki duyguları saklasanız da, açıklasanız da Allah hepsini bilir.” (Âl-i İmrân Sûresi [3], 29)
     Gizlilik veya açıklık insanlar için söz konusudur. Allah Teâlâ insanların gözlerden uzakta gizlice yaptığı şeyleri bildiği gibi, kalblerinden geçen duygu ve düşünceleri de bilir. Allah’a inanan, onun gönderdiği dini benimseyen bir kimse bütün davranışlarını, hatta gönlünden geçen duyguları bile kontrol etmelidir.

 Hadis-i Şerifler 
1) Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i şöyle buyururken dinledim, dedi:
     “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”
Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26

     Hz. Ömer (ra.)
     Hz. Ömer (ra.), Kureyş kabilesinin Benû Adî kolundan olup soyu Peygamber Efendimiz’in soyu ile birleşir. Hadisimizin başında Nevevî’nin zikrettiği bu nesep zinciri şöyledir: Ömer - Hattâb - Nüfeyl- Abdüluzzâ - Riyâh - Abdullah - Kurt - Rezâh - Adî - Ka`b - Lüey - Gâlib

     Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’den 10 yaş kadar küçüktü. İslâmiyet ile şereflenmeden önce müslümanlara pek eziyet ederdi. Nüfuzuyla, güç ve kuvvetiyle tanınmış bir yiğit olduğu için, onun müslüman olması diğer müslümanları güçlendirdi. İslâm ile şereflendiği gün Kâbe’ye giderek namaz kıldı. Diğer müslümanlar da ilk defa o gün Kâbe’de namaz kıldılar.
     Medine’ye hicret edince, şehir merkezine bugün 3 km. uzaklıkta bulunan Kuba’ya yerleşti. Gün aşırı Resûl-i Ekrem’i ziyaret ederek, bütün gün onun yanında kalırdı. Medine’de Hz. Ebû Bekir’le birlikte Resûlullah’ın en büyük yardımcısı oldu. Onun katıldığı bütün savaşlarda bulundu. Kızı Hafsa’yı onunla evlendirerek Hz. Peygamber’in kayın pederi olma şerefini elde etti. Resûlullah (sav.) Efendimiz’i o kadar derin bir muhabbetle severdi ki, onun vefat ettiğini duyunca büyük bir şoka girdi. Kılıcını çekerek, Peygamber öldü diyenleri ikiye biçeceğini söyledi.
     Son derece doğru ve isabetli düşünürdü. Henüz hakkında vahiy gelmeyen 15-20 önemli konuda Hz. Peygamber’e başvurarak o hususlarda âyet indirmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesini istedi. Bazan da o konulardaki kanaatini Hz. Peygamber’e arzetti. Hz. Ömer’in açıklık getirilmesini istediği hususlarda âyetler nâzil oldu. Hakkında âyet nâzil olan bu konulara, Ömer’in âyete uygun görüşleri anlamında “Muvâfakât-i Ömer” denmiştir (Bu konuda geniş bilgi için bk. Tecrîd Tercemesi, II, 349-353).
     Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra İslâm’ın ikinci halifesi oldu. İran, Irak, Suriye, Mısır topraklarını İslâm ülkesine kattı. Kudüs, Azerbaycan, Ermenistan, Horasan, İskenderiye onun zamanında fethedildi. Basra, Kûfe, Musul gibi büyük şehirleri kurdu. Eşsiz adalet anlayışıyla, dünya tarihinde benzeri görülmeyen adalet örnekleri verdi. Yardıma muhtaç olan herkese maaş bağladı. Devlet idâresinde önemli yenilikler yaptı. İdârî, adlî, mâlî ve askerî teşkilât kurdu. İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’in ve İslâmî ilimlerin daha geniş muhitlere yayılması için faaliyet gösterdi. İslâmiyet’i uzun yıllar boyu bizzat Resûlullah Efendimiz’den öğrenmesi sebebiyle İslâm Hukuku’nun birçok meselesinde şahsî görüşleri vardı.
     Hz. Ömer sert tabiatına rağmen pek mütevâzi bir insandı. Yamalı gömlek giyer, dul kadınların evine sırtında su taşır, çıplak döşemede yatıp uyur, develeri kendi eliyle kaşağılayıp temizlerdi. Halifeliği süresince geceleri sokak sokak dolaşır, herkesin şikâyetini dinler, halkın dertlerine çözüm getirirdi. Çok güzel konuşur, hikmetli sözler söylerdi. Mert ve doğru sözlü olanları sever, kendini tenkid etseler bile onlara gücenmezdi. Halka hitap ettiği birgün, yanlış işler yaparsa, kendisine nasıl davranacaklarını sormuştu. Cemaatten biri hemen ayağa kalkarak:
     - Seni kılıcımızla doğrulturuz, demişti. Hz. Ömer adamın cesaretini denemek için:
     - Benim hakkımda böyle konuşmaya nasıl cüret ediyorsun? diye sormuş, o adamın gözünü kırpmadan:
     - Evet, bu sözleri senin hakkında söylüyorum, demesine pek sevinmiş ve:
     - Allah’a şükürler olsun ki, yanlış yola sapacak olursam, halkımın içinde beni kılıcıyla doğrultacak kimseler var, demişti.
     Hz. Ömer hicretin 24. yılında Zerdüşt bir köle tarafından şehid edildi ve Hz. Peygamber’in ayakları dibine gömüldü.
     Allah ondan razı olsun. 

 Açıklamalar
     “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir” hadisi, insanın kazanacağı sevap ve günahlar ile yakından ilgili ve son derece önemlidir. Ahmed İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârekutnî gibi büyük âlimler, bu hadisle, İslâmiyet’in üçte birini anlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. İmâm Şâfiî, bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir. İmâm Buhârî ise, kitap yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisle başlamalarını tavsiye etmiştir.
     Şimdi niyetin ne olduğunu görelim:
     Niyet; bir işi Allah rızâsı için yapmayı kalbden geçirmektir.
     İş; ya kalble, ya dille veya diğer organlarla yapılır.
     Kalbimizle yaptığımız işler; niyet ve düşüncelerimizdir.
     Dilimizle yaptıklarımız; konuşmalarımızdır.
     Organlarımızla yaptığımız işler de; fiil ve davranışlarımızdır. Sözler ve davranışlar çoğu zaman niyete bağlı olduğu için, iyi niyet bazan başlı başına bir ibadet olur. "Ameller yâni yapılan işler niyete göre değer kazanır" sözü, çoğu zaman organlarımızla yaptığımız işleri kapsar. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır. Birinin malını meşrû olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, Allah korkusuyla bu düşünceden vazgeçmek de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.
     Kalbden geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman Allah katında değer kazanır. Bu esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir.
     Dil bir şeye niyet ederken kalb bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. 7. hadîs-i şerîfte görüleceği üzere Allah Teâlâ bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalblerimize bakar, niyetlerimize değer verir.
     Abdullah İbni Ömer’in âlim ve zâhid oğlu Medine’nin yedi fakihinden biri olan Sâlim, halife Ömer İbni Abdülazîz’e yazdığı mektupta şöyle demişti: “Şunu iyi bil ki, Allah Teâlâ’nın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti tam olursa, Allah’ın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa, Allah’ın yardımı da o kadar azalır.”
     Herkesin yaptığı işin karşılığını niyetine göre alması şu gerçeği vurguluyor: Yapılan bir ibadet ve herkesin takdirini kazanan bir hizmet görünüş bakımından kusursuz olabilir; ancak o ibadet ve güzel hizmetin samimi bir niyetle ve sadece Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılması şarttır. İnsanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem Allah rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Yapılan işleri Allah katında değerli kılan bizim ihlâs ve samimiyetimiz, yani o işleri sadece Allah rızası için yapmış olmamızdır. Meselâ insanlar beni görsün ve takdir etsin diye namaz kılmak, zekât vermek şirk derecesinde büyük bir günahtır. Fakat gösterişi aklından geçirmeyen bir mü’minin, başkalarını o ibadeti yapmaya teşvik etmek niyetiyle herkesin göreceği bir yerde namaz kılıp, zekât vermesi faziletli bir davranıştır. Böyle bir mü’min hem görevini yapmış hem de iyi niyetinden dolayı ayrıca sevap kazanmış olur.
     İyi niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların Allah katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz ibretli bir misâlle ortaya koymuştur. Bu hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. Allah Teâlâ ona ne yaptığını sorduğunda:
     — Senin uğrunda çarpıştım, şehid edildim, diyecek. Fakat Cenâb-ı Hak ona:
     — Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
     Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur’an okuyan bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak.
     — İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızânı kazanmak için Kur’an okudum, diyecek. Allah Teâlâ ona:
     — Yalan söyledin. İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an’ı ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de denildi, buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
     Hadîs-i şerîfin devamında zengin bir kimsenin huzura getirileceği, onun da malını Allah rızası için harcadığını söyleyeceği, ona, “cömert adam” desinler diye malını sarfettiği söyleneceği ve diğerleri gibi onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir (Müslim, İmâre 152).
     Bu niyet hadisinden şöyle bir sonuç da çıkmaktadır:
     Aslında ibadet olmayan bazı işler, iyi niyetle yapıldığı takdirde ibadete dönüşebilir. Meselâ yemek yiyen kimse, bu gıdalardan elde edeceği kuvvetle ibadet edeceğini düşünürse, yemek yerken bile sevap kazanmış olur. Normal ticaretini yapan kimse, işini en iyi şekilde yaparak insanlara hizmet etmeyi, onları aldatmamayı düşünürse, hem para hem de sevap kazanabilir.
     Hadîs-i şerîfimizde “Kimin niyeti Allah’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır” buyuruluyor. Hicret, bir şeyi terketmek demektir. Allah Teâlâ’nın yasak ettiği şeyleri terkedip yapmamak da genel mânâda hicret sayılmaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz:
     “Muhâcir, Allah’ın yasakladığı şeyleri bırakan kimsedir” buyurur (bk. 1569 nolu hadis). Hadiste sözü edilen hicretten maksat, kâfirlerin elinde bulunan vatanı bırakıp İslâm yurduna göçmek demektir. Hz. Peygamber ile ashâbı, Mekke’den Medine’ye bu maksatla göçmüşlerdir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in söylemek istediği şudur:
     Bir adam hicret ederken dünyevî bir çıkar düşünmemiş, sadece Allah’ın rızasını kazanmayı ve Resûlullah’ı hoşnut etmeyi hedef almışsa, hicreti makbûl olmuştur; Allah ve Resûlü’ne hicret etme sevabını elde etmiştir. Kim de hicret ediyor görünse bile, aslında bir dünyalık elde etme veya bir kadınla evlenme arzusuyla yola çıkmışsa, onun hicreti makbul sayılmaz ve hiçbir sevap kazanamaz. Bu gerçeği Allah Teâlâ şöyle belirtmiştir: “Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun âhirette bir nasibi olmaz” [Şûrâ sûresi (42), 20].
     Bu hadîs-i şerîfin söylenmesine şöyle bir olayın sebep olduğu anlatılır:
     Sahâbîlerden biri, Ümmü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat o günlerde Ümmü Kays Medine’ye hicret etmeyi düşünmektedir. Kendisiyle evlenmek isteyen sahâbîye, niyeti ciddî ise Medine’ye hicret etmeyi ve orada evlenmeyi teklif eder. Mekke’deki kurulu düzenini terketmeyi henüz düşünmeyen o sahâbî Ümmü Kays’la evlenmek arzusuyla Medine’ye hicret etmek zorunda kalır. Bu durumu bilen sahâbîler, Ümmü Kays’ın muhâciri anlamında “Muhâciru Ümmü Kays” diye takıldıkları o zâtın, hicret sevabı kazanıp kazanmadığını tartışmaya başlarlar. İşte o zaman Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfle meseleye açıklık getirerek herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtir.

     Hadisten Öğrendiklerimiz: 
1. Yapılan işlerden sevap kazanabilmek için o işlere iyi niyetle başlamak gerekir.
2. Niyetin kalben yapılması önemli olduğu için, bunu ayrıca dille söylemek şart değildir.
3. Allah rızası gözetilmeden yapılan işlerden sevap kazanılamaz.
4. İnsan göründüğü gibi olmalı, dünyevî bir çıkar için dini kullanmamalıdır. 
5. İhlâs, niyet sağlamlığı demektir.

02 - 07 Temmuz İstanbul & Güneydoğu Anadolu - GAP Turu

02 - 07 Temmuz Güneydoğu Anadolu - GAP Turu 3 Gece Otel Konaklamalı 5 Gün Gezi       Mezopotamya, bazı kaynaklarda medeniyetlerin beşiği ola...